Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun Pirus zaferi

Yayınlanma

Yüksek Mahkeme’nin hükümet üzerindeki denetimini kaldıracak yasa tasarısı, yedi aydır dinmeyen protestolara, grevlere, siyasi ve toplumsal muhalefetin tüm tepkilerine rağmen dün İsrail Meclisi’nde kabul edildi.

Bu, yasada en ufak bir değişiklik ya da erteleme önerisi karşısında aşırı sağcı ortaklarının “Hükümeti devirmekle” tehdit ettiği Netanyahu’nun bir zaferi mi?

İsrail toplumunda derinleşen çatlaklar ve ordunun özellikle yedek kuvvetlerinde ayyuka çıkan huzursuzluk dikkate alındığında “zafer” ülkeyi nereye sürükleyecek?

Netanyahu’nun biyografi yazarı Anshel Pfeffer’e göre “Bu bir Pirus zaferi olacak” çünkü, “Yaşananlar Netanyahu’nun kendi hükümeti de dahil İsrail müesses nizamının tüm temellerini zayıflattı.”

New York Times’ın Kudüs büro şefi Patrick Kingsley’ın analiz haberini dikkatinize sunuyoruz:

***

Netanyahu Bir Zafer Daha Kazandı Ama Bedeli Ne Olacak?

Patrick Kingsley

İsrail başbakanı yargıdaki reformun ilk bölümünü hayata geçirdi, ancak bunu yaparken İsrail toplumundaki çatlağı derinleştirdi ve ülkeyi belirsiz yeni bir döneme itti.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu bir kez daha sınırları zorlayarak ülke çapındaki protesto hareketlerine meydan okudu ve İsrail yargısının, aşırı sağcı koalisyon hükümetini denetleme gücüne yeni kısıtlamalar getirdi.

Ancak İsrail lideri tarafından yıllar boyunca yönettiği sürtüşme ve kaos sonrasında, bu durum farklı hissettiriyor. Netanyahu’nun bu zaferinin neden olduğu hınç ve kırılma o kadar büyük ki, pek çok İsrailli toplumdaki hasarın tamir edilip edilemeyeceğini ve Netanyahu’nun kendi başlattığı bu hesaplaşmanın sonrasını yönetip yönetemeyeceğini merak ediyor.

Oylamadan önceki son anlarda, Netanyahu, iki kabine arkadaşının arasında pasif bir şekilde otururken iki adam görünüşe göre bir son dakika tavizi teklif edip etmeme konusunda parti liderlerinin tepesinden sanki onun varlığından habersizmiş gibi bağırarak tartıştılar.

Oylamanın yapıldığı salonda öfkeli muhalefet milletvekilleri Netanyahu ve müttefiklerine hakaretler yağdırarak İsrail’i yıkıma sürükledikleri uyarısında bulundular.

Bir muhalif “Siz yıkım hükümetisiniz!” diye bağırdı. Bir diğeri ise “İsrail düşmanları!” dedi.

Dakikalar sonra yapılan oylama, Netanyahu’nun uzun süredir kabul görmeyen önerisini gerçekten cesaretli bir şekilde ileri götürüp götürmeyeceğinin belirsizliğiyle geçen yedi ayın sonunda, pazartesi öğleden sonra, ender görülen bir netlik kazandı.

Aynı zamanda İsrail’i bilinmez bir geleceğe götürdü.

Ülke içinde ise toplumun bir yarısı, Netanyahu’nun dindar muhafazakârlar ve aşırı milliyetçilerden oluşan ittifakının kontrolü altındaki ülkelerinin şimdi yavaş yavaş dini bir otokrasiye mi kayacağını merak ediyor.

İsrailli yazar ve insanlık tarihçisi Yuval Noah Harari, “Bunlar İsrail demokrasisinin son günleri olabilir” dedi: “İsrail’de Yahudi üstünlükçü bir diktatörlüğün yükselişine tanık olabiliriz ki bu sadece İsrail vatandaşları için değil, aynı zamanda Filistinliler, Yahudi gelenekleri ve potansiyel olarak tüm Orta Doğu için korkunç olacaktır.”

Netanyahu, oylamadan saatler sonra televizyonda yayınlanan konuşmasında bu korkuları abartılı olarak nitelendirdi.

“Hepimiz İsrail’in güçlü bir demokrasi olarak kalması gerektiği konusunda hemfikiriz” dedi: “Herkesin bireysel hakları korumaya devam edecek. Bir din devletine dönüşmeyecek. Mahkeme bağımsız kalacaktır.”

Ancak hem eleştirmenler hem de destekçiler için, binlerce yedek askerin protestolarındaki artışın ardından İsrail silahlı kuvvetlerinin istikrarı ve kapasitesi hakkında soru işaretleri var.

Yeni bir araştırmaya göre, ülkenin dört bir yanındaki şehirlerde bir gecede büyük huzursuzlukların patlak vermesi, işçi liderlerinin genel grev uyarısında bulunması, bir doktor sendikasının tıbbi hizmetlerde gün boyu kesintiye gideceğini açıklaması ve yüksek teknoloji işletmelerinin daha istikrarlı ekonomilere taşınmayı düşündüklerini söylemesinin ardından, sosyal ve ekonomik kargaşa hayaleti de var.

Yurtdışında ise oylama, Biden yönetiminden gelen artan alarm ifadelerinin ardından İsrail’in ABD ile ittifakının geleceği konusunda daha büyük bir belirsizliğe yol açtı. Amerikalı Yahudiler arasında Yahudi devletinin gidişatına ilişkin tedirginliği artırdı.

Ve Filistinliler arasında, İsrail Yüksek Mahkemesinin bazı durumlarda karşı çıktığı bir proje olan işgal altındaki Batı Şeria’da daha küstah bir İsrail yerleşimi ve İsrail’deki Arap azınlığa daha fazla kısıtlama getirileceğine ilişkin korkuları artırdı.

Netanyahu yıllarca kendisini her siyasi hesaplaşmanın merkezine yerleştirdi ve zaman zaman İsrail ile felaket arasında duran tek şeyin kendisi olduğunu ima etti. Tüm zorlukların üstesinden gelmiş gibi görünüyordu.

Ancak şimdi 73 yaşındaki Netanyahu’nun sağlığı ve dayanıklılığı, aylar süren yorucu siyasi mücadelenin ve kalp pili takılması için hastanede geçirdiği 30 saatlik sürenin sona ermesinden sadece birkaç saat sonra yapılan tartışmalı bir oylamanın ardından ulusal bir mesele haline geldi.

Hemen yanı başında tartışan rakip kabine bakanlarının görüntüsü, bu siyaset duayeninin aşırı sağcı ittifakı üzerinde hâlâ ne kadar kontrol sahibi olduğu konusunda tartışmalara yol açtı. Başkan Biden’ın olağandışı baskısına ve 15 eski güvenlik şefinin yasanın İsrail’in güvenliğini tehlikeye attığı yönündeki suçlamalarına rağmen, Netanyahu daha aşırı koalisyon ortaklarının talebi üzerine yasayı uygulamaya devam etti.

Bir de Netanyahu’nun devam eden yolsuzluk davası var: Eleştirmenler, Netanyahu’nun Yüksek Mahkeme’nin kendisine karşı çıkma gücünün azalması nedeniyle bu davayı düşürmeye çalışabileceğinden korkuyor ki Netanyahu bu iddiayı uzun süredir reddediyor.

Tüm bunların altında İsrail yönetimi için yakın ve varoluşsal bir kriz olasılığı yatıyor. Yüksek Mahkeme önümüzdeki haftalarda yeni yasanın uygulanmasını engellemek için elinde kalan son araçları kullanırsa, İsrail’in çeşitli kurumlarını devletin hangi koluna itaat edeceklerine karar vermeye zorlayabilir.

Netanyahu’nun biyografi yazarı Anshel Pfeffer, “Bence bu bir Pirus zaferi olacak” diyor: “Yaşananlar Netanyahu’nun kendi hükümeti de dahil İsrail müesses nizamının tüm temellerini zayıflattı.”

Bazı İsrailliler, ülkede nispeten az denetim ve denge mekanizması bulunan bir sistem karşısında bir kale olarak mahkemeyi görüyorlar -ülkede anayasa yok ve sadece tek meclisli bir parlamento var.

Ancak Netanyahu ve destekçileri, yeni yasanın “makuliyet” adı verilen öznel hukuki standart aracılığıyla yargının hükümet kararlarını geçersiz kılmasını önleyerek, seçilmiş milletvekillerine seçilmemiş yargıçlar karşısında daha fazla özerklik vererek demokrasiyi geliştirdiğini savunuyor.

Sağcı bir haber kuruluşunun editörü Emmanuel Shilo, “sonunda oylarımızın hiçbir şekilde çöpe atılmadığından mutluyum. Seçtiğimiz yetkililer nihayet verdiğimiz yetkiyle bir şeyler yapmaya başladı” diye yazdı.

Diğerleri ise önlerinde büyük bir dönüşüm olmadığında ısrarcı. Sağcı bir televizyon sunucusu olan Shimon Riklin, “Herhangi bir diktatörlük yok ve ne yazık ki adalet sisteminde gerçekten hiçbir şey değişmeyecek” diye yazdı.

İsrail’in laik protesto hareketi için bu bir başka darbeydi, ancak pek çok kişi bunu mücadeleye devam etme çağrısı olarak gördü. Hareketin haftalık yürüyüşler ve mitingler yoluyla reformu geciktirmek için yedi aydır verdiği mücadele, zaman zaman İsrail’in siyasi yönü konusunda ilgisiz ya da kayıtsız görülen toplumun ayrıcalıklı bir kesimine yeniden enerji verilmesine yardımcı oldu.

Bir müze küratörü ve düzenli protesto katılımcısı olan Mira Lapidot, “Bu bir tür teselli,” dedi: “Ne tür bir hayat yaşamak istediğimize karar vermemiz gerektiğine dair bir his var.”

Ancak bu canlanmanın temelinde aynı zamanda bir korku da yatıyor. Netanyahu’nun koalisyonunda kendisini gururlu bir homofobik olarak tanımlayan bir maliye bakanı, ırkçı kışkırtıcılıktan hüküm giymiş bir güvenlik bakanı ve Yahudiliğin en kutsal yerinde Tevrat okuyan kadınlara para cezası verilmesini öneren ultra Ortodoks bir parti var.

Ülkenin dokuz milyonluk nüfusunun kabaca beşte birini oluşturan İsrail’in Arap azınlığı için ise yasa, tehlikeli yeni bir çağın habercisi gibi görünüyor.

İsrail’in Filistinli vatandaşları, Filistinlilere eşit haklar tanınması için mücadele etmekten ziyade Yahudi devletinin statükosunu korumaya odaklanan bir protesto hareketine karşı temkinli davranarak, reform karşıtı gösterilerde sadece ikincil bir rol oynadı.

İsrail’in güneyindeki bir Arap kasabası olan Nahf’tan 26 yaşındaki siyasi ve sosyal aktivist Muhammed Osman, “Toplumumuzun bir kısmı bu hükümetin de öncekiler gibi olduğuna ve durumumuzun her zaman olduğu kadar kötü olduğuna inanıyor” diyor. Ancak Osman, revizyonu Arap azınlık için çok gerçek bir tehdit olarak görüyor, “İlk zarar görecek olan biz olacağız” diyor.

Oylama aynı zamanda İsrail’in ABD ile ilişkilerinin geleceğini her zamankinden daha sıkıntılı hale getiriyor. Washington İsrail’e yılda yaklaşık 4 milyar dolar askeri yardım sağlıyor ve Birleşmiş Milletler’de İsrail’e önemli bir diplomatik güvence veriyor.

Ancak yeni yasa Başkan Biden’ın endişelerini dile getirmesine neden oldu ve yasanın kabulü öncesinde Amerika’nın İsrail’deki iki eski büyükelçisi bir zamanlar düşünülemeyecek bir şeyi önerdi: ABD askeri yardımının sona erdirilmesi.

Başkan Dwight D. Eisenhower’a kadar uzanan ABD liderleri uzun zamandır İsrail başbakanlarıyla çatışıyor. Ancak İsrail-Filistin çatışmasında arabuluculuk yapan eski bir ABD’li diplomat olan Aaron David Miller, bu krizin farklı olduğunu çünkü dış politika değil İsrail’in karakteriyle ilgili olduğunu ve benzer düşünen iki demokrasi arasındaki ittifak algısını zayıflattığını söyledi.

Miller, “Bir çukurun içindeyseniz yapılması gereken ilk iş, kazmayı bırakmaktır,” dedi: “Netanyahu’nun Joe Biden ile düştüğü çukur daha da derinleşti.”

Miller sözlerine şunları da ekledi: “Biden, Netanyahu ile kavga etmek istemiyor. Ancak Beyaz Saray ziyaretleri bir yana, kucaklaşma bile olmayacağı açık.”

DÜNYA BASINI

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Atlantik’in iki yakasında yükselen sağ hareketlerde yeni olan ne? Meloni, Le Pen, Orbán, Geerts, Farage ve Trump gibi siyasetçiler “neoliberalizm sonrası muhafazakârlık” olarak adlandırılabilecek yeni bir “enternasyonal”in parçası olarak öne çıkıyorlar: Milli muhafazakârlık. “Milli egemenlik”e vurgu yapan bu hareketler ve isimler, aşağıda çevirisini verdiğimiz Londra Metropolitan Ünviersitesi’nden Angelos Chryssogelos’a göre, aslında “küreselleşmiş bir sistem içerisinde devletin değişen ve güçlenen rolünün bir yansıması” olarak görülmeli. Dolayısıyla bu yeni sağcılık türü, küreselleşmenin krizine aynı zamanda bir yanıttır da. Yazarın daha ilginç bir tespiti ise, bu milli kimliği “demarke edici” hareketlerin neoliberalizmi “teritoryalize” ederek “milli silolar” oluşturdukları. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Milli muhafazakârlık, muhafazakâr siyasetin yeni paradigması

Angelos Chryssogelos
LSE Blogs
29 Haziran 2024

Milli muhafazakârlık gibi hareketleri, kendilerini yeniden tanımlamaya çalışan muhafazakâr partilerin popülist, aşırı sağcı ve hatta aşırılık yanlısı bir fraksiyonu olarak görmek kolay. Fakat Angelos Chryssogelos, ulusal egemenliğe ve devletin kültürü şekillendirme gücüne odaklanan yeni küresel muhafazakâr siyaset paradigması olarak ciddiye alınması gerektiğini savunuyor.

Milli muhafazakârlık yeniden gündemde. Nisan ayında Brüksel’de yüksek profilli sağcı politikacıların katıldığı bir konferans Belçika polisi tarafından geçici olarak engellendi ve bu konferans Mayıs 2023’te Londra’da düzenlenen ilk konferansın devamı niteliğindeydi. Her iki toplantıya da Suella Braverman ve Nigel Farage gibi İngiliz siyasetçiler, Macaristan Başbakanı Viktor Orban ve Polonya eski Başbakanı Mateusz Morawiecki’nin yanı sıra çok sayıda tanınmış entelektüel katıldı.
Birleşik Krallık’ta milli muhafazakârlık genellikle Suella Braverman gibi siyasetçilerin, yaklaşan genel seçimlerde neredeyse kesin bir yenilgiye uğrayacak olan Muhafazakâr Parti’ye liderlik etme hırslarının ideolojik aracı olarak görülüyor. Bu anlamda, Liz Truss’un popüler muhafazakârları gibi giderek parçalanan Muhafazakâr evrende sadece bir başka grup olarak anlaşılabilir.
Yine de milli muhafazakârlığın kişisel siyasi hırslar ve salt fırsatçılıktan çok daha fazlası olduğu görülüyor. Bu terim, yeni bir muhafazakârlık paradigması yaratma ve sağ siyaset pratiğini yeniden tanımlama çabası içinde olan siyasetçiler ve entelektüeller tarafından sürekli olarak geliştiriliyor.

Sınırların ötesinde milli muhafazakârlık

“NatCon” [Milli Muhafazakârlık’ın İngilizcesi National Conservatism’in kısaltması] aynı zamanda herhangi bir ülkenin seçim takviminin üzerinde işleyen gerçek bir ulusötesi olgudur. Avrupa’da milli muhafazakârlık, nisan ayındaki Brüksel konferansının resmi duyurusunda belirtildiği gibi, “Avrupa’da ulus-devleti koruma” çabası olarak markalanıyor ve destekçilerinin Avrupa ve Batı’nın bir bütün olarak kapsayıcı bir “medeniyet” görüşü içinde uluslararası işbirliğinin gerekliliğini fazlasıyla takdir ettiklerini ima ediyor.

Milli muhafazakârlık Avrupa’yı da aşıyor. İlk NatCon konferansı 2019’da Washington DC’de düzenlendi ve birçok yönden Trumpizmi uygulanabilir ve tutarlı bir ideolojik amentüde sistematik hale getirme çabası olarak işlev gördü. Amerikalı muhafazakâr talk show sunucusu ve yorumcu Tucker Carlson bu terimin hayranlarından. ABD ve Avrupa’nın merkez olduğu milli muhafazakârlık, dünyanın dört bir yanından aktörlere hitap etme potansiyeline sahip.

Tüm bu toplantılara rağmen, milli muhafazakârlığın net bir çerçevesi hâlâ çizilebilmiş değil. Muhafazakâr siyasette sıklıkla görüldüğü üzere, bu siyasetin savunucuları genellikle neye karşı çıktıkları konusunda –göç, çok kültürlülük ve liberalizmin “aşırılıkları”– neyi desteklediklerinden çok daha iyi anlaşıyorlar.

Muhaliflerinin çoğu onları “aşırı sağcı”, “popülist” ya da “aşırıcı” olarak adlandırmakta ısrar ediyor. Ancak Görkem Altınörs ve benim kısa süre önce savunduğumuz gibi, milli-muhafazakârlık (bizim anladığımız şekliyle kavramı destekçilerinin ideolojik etiketinden ayırmak için tire ile ayırıyoruz) gerçekten de farklı, kendi içinde tutarlı bir olgudur: egemenlik ve neoliberal ekonomiye odaklanan yeni bir muhafazakârlık paradigması. Milli-muhafazakârlık küresel bir olgudur ve ortaya çıkan sağcı politikacılar Avrupa, Amerika ve Asya’nın bazı bölgeleri ile Müslüman dünyasında ortak özellikler sergilemektedir. Ayrıca “popülizm”, “aşırı sağ” vb. yerine bir “muhafazakârlık” biçimi olarak anlaşılması daha doğrudur çünkü kendi siyasi sistemlerinin fiili yeni ana akım sağı haline gelmiş ya da gelme sürecinde olan güçleri tanımlamaktadır.

Neoliberalizmden sonra muhfazakârlık

İlk gözlemimiz, ana akım sağ siyasetin hakim paradigmasının dünya genelinde bir süredir değişmekte olduğudur. Soğuk Savaş ve küreselleşme döneminin büyük bir kısmında ana akım sağ partiler, küreselleşen bir pazarda neoliberal ekonomiye, bu uluslararası açık sistemin yönetilmesine yardımcı olan çok taraflı kurumlara ve milli kimlik gibi sosyal meselelere genellikle yüksek derecede pragmatizmle yaklaşan ılımlı muhafazakâr bir bakış açısını birleştiren bir görünüme sahipti.

Bu muhafazakâr paradigmanın son on yılda geri çekilmekte olduğu açıktır. Bu geri çekilmenin dünya çapında gerçekleşiyor olması, bizi bu değişimin sistemik bir açıklamasını aramaya sevk etti. Bu durumun, uzun süredir büyük çelişkiler ve dışsallıklarla karşı karşıya olan küreselleşmiş bir sistem içerisinde devletin değişen ve güçlenen rolünün bir yansıması olduğunu savunuyoruz.

Yirmi yıldan uzun bir süre önce başlayan süreçte, küreselleşmenin birbirini izleyen krizleri –2000’lerin “terörle savaşı”, 2010’ların “küresel mali krizi” ve bugün Çin’in yükselişiyle tanımlanan değişen jeopolitik düzen– hem devletten açık neoliberal küreselleşmiş ekonominin birçok şiarını terk etmesine yönelik yeni talepler hem de bu adaptasyonu huzursuz yerli halklara karşı meşrulaştırma ihtiyacı yarattı. Milli-muhafazakârlığın yükselişi, hem sağcı politikacıların siyasi güç kazanma veya sürdürme çabalarını hem de küreselleşmenin krizlerine uyum sağlayan devlet iktidarı için yeni bir meşrulaştırıcı ideolojiyi temsil etmektedir.

Milli-muhafazakarlık, popülizm sonrası bir olgu olarak anlaşılabilir. Geçtiğimiz on yılın popülist kırılmaları, siyasi sistemlerde ana akım sağın yerini ve rolünü temelde yeni bir aktör biçiminin işgal etmeye başladığı yeni bir dengeyi beraberinde getirmiştir. Bazı durumlarda, özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta, popülist aktörler eskiden (neo)liberal olan ana akım muhafazakâr partileri içeriden ele geçirmiş ya da bu partilerin yönünü temelden etkilemiştir. Diğer ülkelerde ise bu aktörler daha önce merkez sağda baskın olan partileri tamamen yerinden etmiş ve parti sistemlerinin muhafazakâr gücü olarak rollerini gasp etmiştir.

Birleşik Krallık’ta bizim anladığımız anlamda ilk tutarlı milli-muhafazakâr projeler Brexit sonrası başbakanlar Theresa May ve Boris Johnson’ın platformlarıydı. Her ikisi de 2016 AB referandumunun sonucunu, “halkın” sınırları ve egemenliği güçlendirme çağrısı olarak yorumlarken, toplumun geniş kesimlerini “geride bıraktığı” düşünülen bir milli siyasi ekonomiyi yeniden dengelemeye çalıştı. Uluslararası piyasalarda serbest ticaret yapan bir “Küresel Britanya”yı teşvik etme hedefiyle huzursuz bir şekilde bir arada var olan muğlak yerel “seviye atlama” vaadi, Brexit dönemindeki bu dönüşmüş muhafazakârların milli-muhafazakâr özünü yakaladı.

Genel olarak aynı politika tercihlerini benimsemekten uzak olan milli-muhafazakâr hareketler, genellikle birbiriyle çelişen politika pozisyonlarını bir araya getiren ortak bir söylemsel ve retorik bakış açısıyla karakterize ediliyor. Çoğu gözlemcinin göç konusuna odaklanmasının aksine, ABD ve Birleşik Krallık’tan Macaristan ve Polonya’ya, Türkiye ve Hindistan’dan Latin Amerika’ya kadar Küresel Kuzey ve Güney’deki milli-muhafazakârların, öncelikle iktisadi ve kültürel anlamda milli egemenlik ve devlet otoritesine öncelik veren bir söylemle karakterize edildiğine inanıyoruz. Milli-muhafazakârlar, toplumlarına yeni bir hiyerarşik ve otoriter ruh aşılamak için din ve aile değerleri gibi geleneksel fikirleri yeniden keşfederler. Uluslararası alanda, genellikle uluslararası kurumlara ve “küreselci elitlere” karşı iddialı ve düşmanca bir dış politika duruşu sergilerler.

Neoliberalizmin sermaye birikimi ve yatırım çekiciliğine ilişkin temel varsayımlarına meydan okumasa da, milli-muhafazakârlık devletin ekonomiyi devlet güvenliği, milli egemenlik veya etnik ve kültürel tercih hedefleri doğrultusunda yönlendirmede çok daha büyük bir rolü olduğunu düşünmektedir. Britanya’da bu durum, örneğin göçü azaltma hedefi (2016’dan sonra tüm Muhafazakâr liderler tarafından açıkça benimsenmiştir) ile savaş sonrası refah devleti yapılanmasını yeniden kurma vaatleri arasında bağlantı kurma girişiminde görülebilir. Aynı zamanda bu radikalleşmiş muhafazakârlar, küresel ilerici “müesses nizamın” temsilcileri tarafından ele geçirilen yerel ve uluslararası kurumlara karşı milli yenilenme ve kültürel egemenlik projelerinin bir parçası olarak meşrulaştırabilirlerse, vergi indirimleri (ABD’de Donald Trump ve Birleşik Krallık’ta Liz Truss’un yaptığı gibi) veya yoğun çevresel ekstraksiyonlar (Amazon’da Jair Bolsonaro’nun yaptığı gibi) gibi neoliberal politikaları da aynı şekilde takip edebilirler.

Jeopolitik gerilimlerin ve jeoekonomik rekabetin arttığı bir bağlamda, milli-muhafazakârlık aslında neoliberalizmi teritoryalize etmekte ve yeni muhafazakâr ve geleneksel değerlerle disipline edilmiş ve sürekli olarak yerel ve uluslararası elitlere ve etnik ve ırksal ötekilere karşı harekete geçirilen toplumlar tarafından desteklenen yeni milli silolar içinde korumaktadır. Kısacası, milli-muhafazakârlık küreselleşme ve liberalleşme sonrası dönemin yeni sağ paradigması olarak ortaya çıkmaktadır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bolivya’nın lityumu ABD’nin hedefinde

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin on yıllardır “arka bahçesi” olarak gördüğü Güney Amerika ülkeleri, dünya lityum rezervlerinin önemli bir kısmını elinde tutuyor. Bu rezervlerin yaklaşık yüzde 60’ını oluşturan üç ülke var. Bolivya, Arjantin ve Şili ile birlikte “lityum üçgeni”ndeki ülkelerden biri. İçlerinde en büyük rezerv payı onun. Elektronik aletlerin yeniden çalıştırılmasını sağlayan batarya teknolojisinde ihtiyaç duyulan lityum, “yeşil dönüşüm” ve elektrikli otomobillerin yaygınlaşmasıyla birlikte emperyalizmin gözünde “21. yüzyıl petrolü” haline geldi. Bu cevher sermaye sınıfının büyüme iştahına öylesine hitap ediyor ki bu üçgende meydana gelen siyasi, sosyal ve askeri tüm hareketliliklerin gerisinde bir “lityum darbesi” olduğu artık herkesin malumu. Ülkedeki kamulaştırma sürecini stratejik hidrokarbon sektöründeki şirketlere ve lityum üretimine yayan Bolivya’nın halkçı lideri Morales tam da bu yüzden hedefti. Nitekim Bolivya’da Kasım 2019’da yapılan ABD destekli darbenin ardından ülkedeki lityum üretimini kamulaştırma süreci hemen durmuş, lityum pili kullanan Tesla başta olmak üzere çokuluslu şirketlerin hisseleri yükselişe geçmişti. Bolivya’daki son darbe girişimi sırasında da bu büyük lityum rezervleri dünya kamuoyunun tekrar gündemine girdi.


Bolivya lityumu ABD’nin hedefinde, ancak kamulaştırmalar hükümet kontrolünü garantiye alıyor

Lorenzo Santiago
Brasil de Fato
28 Haziran 2024

Çeviren: Leman Meral Ünal 

Amerika Birleşik Devletleri ile Bolivya 23 Haziran’da Dallas’ta düzenlenen Amerika Kupası’nın ilk turu kapsamında bir futbol maçında karşı karşıya geldi. Ancak iki ülke sadece futbol sahasında değil, ABD endüstrisi için muazzam derecede önemli bir kaynak için de rekabet ediyor: Lityum.

Bolivya dünyanın en büyük lityum rezervlerine sahip. Yaklaşık 23 milyon ton rezerv ülkenin güneyinde bulunuyor. Ülkenin “Uyuni” olarak bilinen tuz düzlüğü, Arjantin (17 milyon ton) ve Şili (9,3 milyon ton) ile birlikte büyük bir rezerv üçgeni oluşturuyor.

Son yıllarda, elektrikli otomobil üretimindeki gözle görülür büyümenin ardından lityuma olan talep hızla arttı. Otomobil sektörü, elektrikli araçlar için yüksek performanslı bataryalar üretebilmek amacıyla bu cevhere ciddi şekilde ihtiyaç duyuyor. Sonuç olarak, 13 yıl içinde muazzam bir fiyat artışı yaşanmış ve 2010 yılında karbonatın tonu 5 bin ABD dolarından 2022 yılında 80 bin ABD dolarına çıkmıştı. Uzmanların Çin’de elektrikli otomobil satışlarının düşeceği yönündeki beklentisi gerçekleşmiş, 2023 yılında fiyatlar 23 bin ABD dolarına kadar düşmüştü.

Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Rusya’nın rekabetinden kaçınmak için Bolivya’nın lityum üretimini kontrol etme arzusunda. Bu durum Mart 2023’te ABD Temsilciler Meclisi’nde düzenlenen bir oturumda daha da belirgin hale geldi. ABD Güney Komutanlığı (U.S Southern Command) Başkanı Laura Richardson, lityum üçgeninin ABD nezdinde “arka bahçeleri üzerindeki bir ulusal güvenlik meselesi” olarak ele alındığını dile getiriyor.

Profesör Paulo Niccoli Ramirez bu durumu daha önce O Golpe de 2019 na Bolívia: Imperialismo contra Evo Morales (Bolivya’da 2019 Darbesi: Evo Morales’e karşı Emperyalizm, kaba bir çeviriyle) ismini verdiği çalışmasında ortaya koymuştu. Ona göre, ABD 2019’da dönemin Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’e karşı yapılan darbede doğrudan rol oynarken ana hedefi lityumdu.

Bolivya hükümeti ise bu cevheri devlet üretiminde tutmak ve devlet eliyle işletebilmek için gerekli teknolojiye sahip ülkelerle stratejik ortaklıklar kurmak gibi çeşitli stratejiler benimsedi.

Bolivya, lityum üretiminde ulusal egemenliği önceliklendiren ve üretim aşamalarında baştan sona -devlete ait- Yacimientos de Litio Bolivianos (İspanyolca kısaltması YLB) şirketinin tam katılımını sağlayan 928 sayılı yasayı oluşturdu. Ayrıca ham lityumu temizlemek için çok daha az su kullanan ve çevreyi daha az kirleten Doğrudan Lityum Ekstraksiyonu (EDL) adlı bir teknolojiyi uygulamaya koydu.

Hükümet bu hamlelerle zaman içinde ülkenin lityum çıkarmak için gereken ekipmanı üretecek bir “know-how”a sahip olmasını amaçlıyordu.

Lityum üretim zincirini sanayileştirme planının bir parçası olarak ülke, bu kimyasal bileşiğin yıllık üretim kapasitesini artırmak için 2023 yılında Çin ile bir ortaklık imzaladı. Contemporary Amperex Technology Limited (CATL), Brunp ve China Molybdenum Company Limited (CMOC) gibi Çin kökenli şirketleri içeren CBC konsorsiyumu, Bolivya’nın Coipasa ve Uyuni tuz düzlüklerinde iki lityum karbonat üretim tesisi kurmaktan sorumlular.

Rus devlet şirketi Rosatom’un bir kolu olan Uranium One Group isimli şirket de ülkede birtakım testler yapmak ve pilot projeler gerçekleştirmek için Bolivya hükümetinin koşullarını kabul eden bir tasarıya imza attı.

Buna göre, her bir tesisin 1 milyar ABD dolarından fazla bir yatırımla yılda maksimum 25 bin ton lityum karbonat üretmesi bekleniyor. YLB’nin hesaplamalarına göre Bolivya 2022 yılında bu mineralden sadece 600 ton kadar üretebilmişti.

Bolivyalı ekonomist Martin Moreira’ya göre mevcut senaryoda belki de en iyisi, bu Güney Amerika ülkesinin kendi üretimi üzerinde kontrol sahibi olması ve bu bağlamda ABD ile ilişkilerin olumlu bir seyir izlememesi:

“Her şeyden önce ulusal egemenliğimizi korumalıyız. ABD ile iş tutturmak egemenliğin kaybedilmesi ve belirli koşulların kabul edilmesi anlamına geliyor. ABD’nin dayattığı koşullarla benzer koşulları benimseyen şirketlerle müzakere etmemeye çalışıyoruz, ancak stratejik maden kaynaklarının işletilmesine ilişkin ülke koşullarını kabul eden ve YLB’nin rehberlik edeceği bir şirket olarak serbest yönetimini kısıtlamayan yatırımcılarla müzakere edebiliriz. Buradaki amaç, diğer ülkelerden şirketlerin bu stratejik Bolivya şirketine yanıt vermesidir.” [Brasil de Fato’ya verdiği demeçten.]

2008’de lityum üretiminin millileştirilmesi ve 2017’de YLB’nin kurulması, bu alandaki yatırımların ve ihracatın Bolivya’nın kamu sektörüne yönlendirilmesini sağladı. Moreira’ya göre bu durum ülkenin yapısal sorunlarının pek çoğunu çözdü: “Millileştirmeler sayesinde Bolivya’nın altyapıdan sağlık ve eğitime kadar yapısal sorunlarının ağırlıklı bir kısmı çözüldü. Şimdi lityum, ülkeye yatırımı ve dövizi çekmek için bir fırsat.”

Peki diğer Güney Amerika ülkeleri lityum rezervleriyle ne yapıyor?

Bolivya’nın aksine Şili ve Arjantin lityumunda millileştirme yok. Şili’de 2022 yılında kurucu meclis üyelerinin bir kısmı ülkedeki bakır ve lityum madenciliğini düzenlemek, özel imtiyazları sona erdirmek ve bu faaliyetler üzerinde devlet hakimiyetini sağlamak için teklifler sunsa da Anayasa Konvansiyonu tarafından reddedildi. Bu teklifler ülkenin yeni Anayasasının ilk versiyonunun nihai metnine dahi giremedi. Ayrıca sunulan bir plebisitte de reddedildi.

Arjantin’de lityumun millileştirilmesi tartışmaları son yıllarda ivme kazanmış, maden varlıklarının eyaletlere ait olduğu bir ülkede devlet tarafından işletilen bir lityum şirketi kurulması yönünde öneriler tartışılmaya başlanmıştır. Ne var ki Arjantin Maden Girişimcileri Odası (CAEM), Arjantin Sanayi Birliği (UIA) ve Arjantin İnşaat Odası (Camarco) gibi kurumlar tarafından temsil edilen Arjantin sermaye sektörü bu girişime karşı çıkmıştı.

Peru’ya gelince, 880 bin ton lityum rezerviyle ABD Jeolojik Araştırmalar Kurumu’nun (ABD’nin doğal kaynaklardan sorumlu kurumu) listesindeki 13. ülke konumunda. Pedro Castillo’ya karşı yapılan 2022 yılındaki son darbeden iki ay kadar önce, [Peru Kongresi’nin sol tandanslı parlamento grubu olan] Bloque Magisterial de Concertación Nacional, Peru parlamentosuna ülkede lityum arama, araştırma ve sanayileştirme faaliyetlerinin kamulaştırılması için bir yasa tasarısı sunmuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı ile Rusya arasında yaklaşan gerilim

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Son yıllarda ABD’de ve özellikle de Rusya’da Hiroşima’ya atılan bombanın üçte biri ya da yarısı gücünde daha küçük nükleer silahların geliştirilmesi üzerinde duruluyor. Tahrip kapasitesindeki bu azalmanın maksadı, göründüğü kadarıyla, bir konvoyu ya da düşman kalesini yok etmek amacıyla nükleer silahların savaş alanında konuşlandırılmasını mümkün kılmak. Rus birlikleri taktik düzeyde konvansiyonel savaştan nükleer savaşa geçişi uzun süredir uyguluyor. Rusya ordusunun, Kaliningrad’ın nükleer silahlar kullanılarak başarıyla savunulduğu tatbikatları defalarca düzenlediği bilinen bir şey. NATO’da Rusya’ya karşı daha agresif olanlar Moskova’nın risk almayacağını iddia etse de bu iddianın kendisi de riskli, Moskova’nın tepkisinin ne olacağını kestirmek de mümkün değil.

Rusya Federasyonu’na karşı savaşı, SSCB’ye karşı yürütülen soğuk savaştan daha tehlikeli kılan bir başka faktör de nükleer bir kıyametten duyulan önceki korkunun büyük ölçüde buharlaşmış olması. Bunun hiçbir zaman gerçekleşmemiş olması, hiçbir zaman gerçekleşemeyeceği hissini besledi ama gerçekçi bir risk değerlendirmesi, bugün tehlikenin geçmişte olduğundan daha büyük olduğunu gösteriyor. Eski CIA analisti George Beebe yorumlamış.


Batı ile Rusya arasında yaklaşan gerilim

George Beebe

Time

1 Temmuz 2024

George Beebe, Quincy Institute for Responsible Statecraft’ta Grand Strategy programının direktörü. Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nda (CIA) eski Rusya analizi direktörü ve The Russia Trap: How Our Shadow War with Russia Could Spiral into Nuclear Catastrophe (Rusya Tuzağı: Rusya ile Gölge Savaşımız Nasıl Nükleer Felakete Dönüşebilir?) kitabının yazarı.

Washington’daki dünya algısını şekillendiren ya da yansıtan gazete sayfaları ve Kongre koridorlarındaki akımlardan yola çıkarak, Ukrayna konusunda ABD ile Rusya arasında doğrudan askeri çatışma riski konusunda alarm zillerini çalan felaket tellallarının yanıldığı ortaya çıktı. Rusya’nın pek çok uyarısına ve nükleer tehditlerine rağmen ABD, Ukrayna’ya gelişmiş topçu sistemleri, tanklar, savaş uçakları ve uzun menzilli füzeler tedarik etmeyi başardı; ne var ki bu durum ne varoluşsal bir çatışmaya dönüştü ne de Rusya’nın ciddi bir misillemesine neden oldu.

Washington’ın şahin korosu açısından Ukrayna’ya giderek daha ölümcül silahlar sağlanmasının faydaları, Batı’ya Rusya’nın doğrudan saldırısını kışkırtma riskinden ağır basıyor. Bu kesimler, ABD’nin, pek olası olmayan bir kıyamet korkusunun, Ukrayna’nın savunması için son derece gerekli yardımı engellemesine izin vermemesi gerektiğinde —özellikle de savaş alanındaki ivme Rusya lehine kayarken— ısrar ediyorlar. Bu nedenle Beyaz Saray’ın, Ukrayna’nın Amerikan silahlarını uluslararası alanda tanınan Rusya topraklarına yönelik saldırılarda kullanmasına yeşil ışık yakma kararı ve Amerikalı askeri müteahhitlerin Ukrayna’da sahada bulunması konusundaki tartışmaları dikkat çekiyor.

Bu mantıkta birkaç sorun var. Bunlardan ilki, Rusya’nın kırmızı çizgilerini [aşılması halinde ABD veya NATO’ya karşı misillemeye neden olacak sınırlar] hareket ettirilebilir olmaktan ziyade sabit olarak ele alması. Aslında, bu sınırların nerede çizildiği tek bir kişiye, Vladimir Putin’e bağlı. Rusya’nın neye tahammül etmesi gerektiğine dair değerlendirmeleri, savaş alanındaki dinamiklere, Batı’nın niyetlerine, Rusya içindeki duygu durumuna ve dünyanın geri kalanındaki olası tepkilere göre değişebilir.

Putin’in, Ukrayna’ya verilen askeri yardıma karşı Batı’ya doğrudan saldırıda bulunma konusunda oldukça isteksiz davrandığı doğru. Fakat Putin’in bugün tolere edebildiği şey, yarın bir casus belli [savaş nedeni] olabilir. Onun kırmızı çizgilerinin aslında nerede çizildiği, ancak aşıldığında ve ABD kendini Rusya’nın misillemesine yanıt vermek zorunda bulduğunda anlaşılacaktır.

İkinci sorun ise Moskova’nın, ABD’nin Ukrayna’ya sağladığı tek tek yardımların her birine nasıl tepki vereceğine odaklanırken, bu yaklaşımın Putin ve Kremlin’in hesaplamaları üzerindeki kümülatif etkiyi hafife alması. Rusyalı uzmanlar, ABD’nin nükleer savaş korkusunu kaybettiğine inanmış durumda; bu korku, Soğuk Savaş’ın büyük kısmında istikrarın temel unsuru kabul edilmiş ve iki süper gücü de diğerinin temel çıkarlarını tehdit edebilecek adımlar atmaktan caydırmıştı.

Şu anda Rusya’nın dış politika elitleri arasında tartışılan temel mesele, Amerika’nın nükleer tırmanma korkusunu nasıl yeniden tesis ederken kontrolden çıkabilecek doğrudan bir askeri çatışmadan kaçınılacağı. Moskova’daki bazı şahinler, Batı’yı kendine getirmek için savaş zamanı hedeflere taktik nükleer silah kullanmayı savunuyor. Daha ılımlı uzmanlar, televizyonlarda gösterilecek mantar bulutu görüntülerinin Batılı halkları askeri çatışmanın tehlikelerine uyandıracağını umarak nükleer bomba testi fikrini ortaya atıyorlar. Diğerleri ise Ukrayna’ya hedefleme bilgisi sağlamada rol oynayan bir Amerikan uydusuna saldırmayı ya da Karadeniz üzerindeki hava sahasından Ukrayna’yı izleyen bir Amerikan Global Hawk keşif uçağını düşürmeyi öneriyor. Bu adımların herhangi biri, Washington ile Moskova arasında endişe verici bir krize yol açabilir.

Rusya’daki bu iç tartışmaların temelinde, Kremlin’in yakında kesin bir sınır çizmemesi durumunda ABD ve NATO müttefiklerinin Ukrayna’nın cephaneliğine Moskova’nın nükleer kuvvetlerine dönük saldırıları tespit etme ve bunlara yanıt verme kabiliyetini tehdit eden daha gelişmiş silahlar ekleyeceği yönünde yaygın bir fikir birliği yatıyor. Batı’nın Ukrayna’ya artan müdahalesi algısı bile Rusya’nın tehlikeli bir tepkisini tetikleyebilir.

Bu endişeler, kuşkusuz Putin’in Kuzey Kore’yi ziyaret etme ve 1962’den Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar yürürlükte olan karşılıklı savunma anlaşmasını yeniden canlandırma kararında etkili oldu. Gezi sonrası basın mensuplarına yaptığı açıklamada Putin, “Ukrayna’ya silah tedarik ediyorlar ve diyorlar ki: Biz burada kontrol sahibi değiliz, dolayısıyla Ukrayna’nın onları nasıl kullandığı bizi ilgilendirmez. Neden biz de aynı tutumu benimsemeyelim ve birine bir şey tedarik edip sonrasında ne olacağına dair kontrolümüz olmadığını söylemeyelim? Bırakalım onlar düşünsün,” dedi.

Geçen hafta, Ukrayna’nın Amerikan yapımı misket bombalarının en az beş Rus tatilciyi öldürüp 100’den fazla kişiyi yaraladığı Kırım’daki Sivastopol limanına düzenlediği saldırının ardından Rusya makamları, bu tür bir saldırının yalnızca ABD’nin uydu rehberliği sayesinde mümkün olduğunu savundu. Dışişleri Bakanlığı, ABD’nin “çatışmanın tarafı haline geldiğini” resmen suçlamak için Moskova’daki ABD Büyükelçisini çağırdı ve “misilleme önlemlerinin kesinlikle alınacağını” vaat etti. Kremlin Sözcüsü, “ABD’nin doğrudan müdahil olması ve bunun sonucunda Rus sivillerin ölmesi, kesinlikle sonuçsuz kalmayacak,” açıklamasını yaptı.

Ruslar blöf mü yapıyor, yoksa kesin bir sınır çizmemelerinin sonuçlarından korkmalarının, doğrudan bir askeri çatışmayı tetikleme tehlikesinden ağır bastığı bir noktaya mı yaklaşıyorlar? “Bilemeyiz, bu yüzden Rusların eylemleri savaşçı söylemleriyle örtüşene kadar Amerikan askeri müteahhitlerini veya Fransız eğitmenlerini Ukrayna’da konuşlandırmaya devam etmeliyiz,” demek, ikili bir krizi yönetirken karşılaşacağımız çok gerçek sorunları göz ardı etmek olur.

1962’de Başkan John F. Kennedy ile Rus mevkidaşı Nikita Hroşçov’un Küba füze krizi sırasında meşhur “göz göze geldikleri” dönemin aksine, bugün ne Washington ne de Moskova benzer derecede endişe verici bir ihtimalle başa çıkmak için iyi bir konumda. O zamanlar Sovyet büyükelçisi, Oval Ofis’in düzenli bir konuğuydu ve Bobby Kennedy ile internet dedektiflerinin ve kablolu televizyonun gözünden uzak bir arka kanal diyaloğu yürütebiliyordu. Bugün, Washington’daki Rus büyükelçisi sıkı bir şekilde izlenen bir parya konumunda. Kriz diplomasisi, küçümsenen bir Putin ile halihazırda Gazze’deki krizi kontrol altına almaya çalışan ve dinamikleri Rusya ile uzlaşı arayışını teşvik etmeyen bir seçim kampanyası yürüten yaşlı bir Biden arasında yoğun bir angajman gerektirecek. ABD ile Rusya arasındaki karşılıklı güvensizlik zirve yapmış durumda. Bu koşullar altında, yanlış adımlar ve yanlış algılar, muhtemelen hiçbir tarafın çatışma istememesine rağmen ölümcül olabilir.

Tarihin dönüm noktaları genelde yalnızca geriye dönüp bakıldığında, bir dizi gelişme kesin bir sonuç doğurduktan sonra netleşir. Olaylar devam ederken ve biz hâlâ gidişatlarını etkileme yetisine sahipken böylesi dönüm noktalarını fark etmek oldukça zor olabilir. Bugün böyle bir ana doğru tökezliyor olabiliriz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English