Dünya Basını
RFKP lideri Zyuganov yazdı: Rusya’nın bütçe çıkmazı

Çevirmenin notu: Rusya’nın 2024 bütçe taslağı fazlaca şaibe barındırıyor. Tasarı, amacının çok daha ötesinde, mali oligarşinin çıkarları doğrultusunda dizayn edilmişe benziyor. Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) Genel Sekreteri Gennadiy Zyuganov, aşağıda tercümesi verilen ve Svobodnaya Pressa (Hür Basın) gazetesinde yer bulan uzun soluklu makalesinde partisinin bütçe taslağına ilişkin eleştiri ve alternatiflerini sıralıyor.
Perişan bütçe
Gennadiy Zyuganov
19 Ekim 2023
Nazizme ve küreselleşmeye karşı zaferimizin ve egemen kalkınmamızın vazgeçilmez koşulu iç politikada sola dönmektir
Batı’nın küreselci ve neo-Nazi güçleri tarafından ülkemize karşı ilan edilen hibrit imha savaşı koşullarında, mevcut tüm kaynakların seferber edilmesine, hızlandırılmış bir şekilde genişletilmesine ve etkin bir şekilde kullanılmasına hayati derecede ihtiyacımız var. Bu özellikle mali ve iktisadi kaynaklar için geçerli. Bunlar askeri, endüstriyel ve sosyal tüm başarıların temelidir.
Bu nedenle bir kalkınma bütçesinin oluşturulması ve gerçek bir egemenlik ve zafer programının uygulanması konusu son derece önemli. Bu bağlamda, hükümet tarafından hazırlanan ve Devlet Dumasının 26 Ekim’de ilk okumada ele alacağı federal bütçe taslağı, bilhassa yakın ilgi ve mümkün olan en sorumlu değerlendirmeyi gerektiriyor.
İstikbal mücadelesinin ön mevziisi
Yeni bir dünya yangınının ana hatları gezegenin farklı bölgelerinde giderek daha görünür hale geliyor. Yakın zamanda Orta Doğu’da ortaya çıktı. Ve düşmanlarımız, hibrit savaştan Rusya ile doğrudan savaşa geçme niyetlerini açıkça ilan ediyorlar.
Bu durum, Amerikan Stratejik Konsepti üzerine ABD Kongre Komisyonunun kısa süre önce yayımlanan raporuyla da teyit edildi. Raporda Washington’un politikasının temel bileşenlerinden birinin ABD ve NATO müttefikleri ile Rusya ve Çin arasında askeri bir çatışmaya hazırlık olması gerektiği açıkça belirtiliyor. Ayrıca Amerikalı “şahinlerin” bu on yılın sonunu ya da gelecek on yılın başını böyle bir çatışma için en olası zaman dilimi olarak gördükleri de açıkça ifade ediliyor.
Böylesi tarihi zorluklar karşısında, bütçe taslağında “Milli Savunma” başlığı altında planlanan harcamalardaki kayda değer artışı desteklememek mümkün değil. Harcamalar 2023 yılında 6,4 trilyon iken 2024 yılında neredeyse yüzde 70 oranında artarak 10,8 trilyona ulaşacak. Ülkenin savunma kalkanının finansmanı bütçe harcamalarının yüzde 29’unu ve GSYİH’nin yüzde 6’sını oluşturacak. 2025 yılında bütçe harcamalarının dörtte birinin buna ayrılması planlanıyor. Bu oran 2026 yılında yüzde 22’ye yükselecek.
Ancak NATO’nun Bandera cuntasının kanlı elleriyle bize karşı çıktığı Ukrayna cephesine ek olarak ve ülkemize dönük yeni ve daha büyük ölçekli saldırılara hazırlanmanın yanı sıra, zamanın ve hibrit savaşın diğer cephelerindeki zorluklarla da başa çıkmalıyız. Her şeyden önce iktisadi, bilimsel, teknolojik, sosyal ve demografik cephelerde. Fakat bize önerilen bütçe taslağı bu görevleri yerine getirmiyor.
Bu, Devlet Başkanı Vladimir Vladimiroviç Putin’in mesajında ve kararnamelerinde belirtilen temel hedeflerle örtüşmüyor. Putin, dünyanın önde gelen ilk beş ekonomisinden biri olmak, Rusya’nın tehlikeli teknolojik gecikmesinin üstesinden gelmek, gerçek iktisadi modernizasyon ve hızlandırılmış ithal ikamesi sağlamaktan; yurttaşların refahını önemli ölçüde artırmak ve sosyal koşullarını iyileştirmekten; istikbalimize yönelik ana stratejik tehdit olan ciddi demografik krizle başa çıkmaktan söz etmişti.
Haziran ayında Oryol’da düzenlediğimiz Uluslararası Ekonomi Forumunda Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nin (RFKP) güncellenmiş programını sunduk ve onayladık. Bu program, Devlet Başkanı tarafından formüle edilen görevleri tam olarak karşılamıyor. En iyi bilim insanları ve uzmanların desteğiyle bu programın uygulanması gerektiğini ikna edici bir şekilde ortaya koyduk. Oryol Forumu katılımcılarının raporlarında dile getirilen kaygı verici veriler de bunu doğruluyor. Bunlardan sadece birkaçı şöyle:
Son 10 yılda yıllık ortalama iktisadi büyüme oranımız yüzde 1’i geçmedi. Dünya ortalaması ise üç kat daha yüksekti. Kişi başına düşen GSYİH açısından Türkiye, Portekiz ve çoğu eski sosyalist ülkenin gerisindeyiz. GSYİH’mizin yapısında bilişim yoğun sanayi sadece yüzde 13’lük bir paya sahip. Bilişim ekonomisinin, yani yüksek teknolojili sektörlerin GSYİH içindeki payı ise sadece yüzde 9.
Rusya bugün 187 ülke arasında ortalama yaşam süresinde 108., sağlık göstergelerinde 119., sağlık hizmetlerinin kalitesinde 95., eğitim kalitesinde 32., yurttaşların reel gelir düzeyinde 66., emeklilerin yaşam standardında 43., sosyal kalkınma endeksinde 60., konforlu konut sağlanmasında 80. sırada yer alıyor.
Rusya, G20 ülkeleri arasında nüfus artışı yerine nüfus düşüşü yaşayan tek ülke. Son 30 yılda yılda ortalama yarım milyon insan ölüyor. Çalışma çağındaki erkekler arasında ölüm oranımız AB’dekinden üç kat daha yüksek. Kadınlar arasında ise bu oran iki kat daha yüksek. 2020 ve 2022 yılları arasında nüfusumuz 2,3 milyon azalmış olacak. Bu kaygı verici rakamlara bu sonbaharda yenileri eklendi. Bugün, yıkıcı 90’lı yıllardan bu yana en düşük doğum oranına sahibiz. Ve uzmanların tahminlerine göre bu oran düşmeye devam edecek.
En müreffeh ve en az müreffeh bölgeler arasındaki işgücü geliri farkı 3 ila 4 kat. Rusya’da dolar milyarderlerinin GSYİH’ye oranla gelirleri ABD ve AB ülkelerinin iki katı. Aynı zamanda, iki çocuklu ailelerin dörtte birinden fazlası ve üç çocuklu her iki aileden biri yoksulluk sınırının altında. Kırsal bölgelerde bile çok çocuklu ailelerin sayısı hızla azalıyor. Bunun başlıca nedenlerinden biri, kırsal alanların kapsamlı kalkınması programının kategorik olarak yetersiz finanse edilmesi.
Meslek okulları tarafından eğitilen yüksek nitelikli işçilerin sayısı Sovyet dönemine kıyasla on kat azaldı.
SSCB’nin dağılmasından bu yana araştırmacı bilim insanlarının sayısı yarıdan fazla azaldı. Toplam araştırmacı sayısı 1990’dan bu yana üç kat azalttı. Tam gelişim için gerekli asgari düzeye kıyasla bilim ve eğitime tam bir yetersiz finansman söz konusu.
Dönem sosyalizme doğru dönüşü mecburi kılıyor
Bu sistemsel sorunların üstesinden gelmenin yolları Oryol Forumu katılımcıları tarafından onaylanan FKP programında açıkça ifade edildi. Bunların başlıcaları şunlar:
— Sosyo-ekonomik gidişatta köklü değişim;
— Temel ulusal çıkarları göz önünde bulundurarak iktisadi ve sosyal alanda uzun vadeli planlama;
— Stratejik öneme sahip sanayilerin millileştirilmesi;
— Oligarşinin ekonomi yönetiminden uzaklaştırılması;
— Yüksek teknoloji ekonomisine, bilime ve eğitime yapılan kamu yatırımlarında anlamlı artış;
— Sermayenin ülkeden tahliyesinin durdurulması;
— Vergi mevzuatının mali yükü süper zenginlerin kişisel gelirleri aleyhine artıracak ve işletmeler ve yoksul yurttaşlar hilafına azaltacak şekilde güncellenmesi;
— Halkımızın işletmeleri için kapsamlı destek ve deneyimlerinin ülke çapında yaygınlaştırılması;
— Başta “savaş çocukları” olmak üzere genç ailelere ve emeklilere yönelik sosyal desteğin güçlendirilmesi.
Anayurdun kurtuluşu ve yeniden canlanması açısından vazgeçilmez bir koşul olan Zafer Programımızda ilan edilen sola dönüşün zarureti, Sovyet sisteminin olağanüstü başarılarıyla ikna edici bir şekilde teyit edildi.
SSCB’de 1929’dan 1959’a kadar ekonominin hacmi 14 kat arttı. Savaş yılları hariç yıllık ortalama büyüme oranı bu dönemde yüzde 14’tü. Bu dönemde reel ücretler dört katına çıktı, yurttaşların banka tasarrufları beş katına çıktı. Ortalama yaşam süresi 26 yıl arttı. Büyük Anayurt Savaşı sırasında 27 milyon kayıp verilmesine rağmen nüfus 46 milyon arttı. Demografi uzmanlarının hesaplamalarına göre, savaş olmasaydı SSCB’nin nüfusu aynı dönemde 100 milyon artacaktı.
Devlet Başkanı Putin’in program konuşmaları incelendiğinde sola dönüşün kaçınılmaz olarak zaruri olduğu sonucuna varılıyor. Putin, 2021 yılında Valday Forumu’nda yaptığı konuşmada kapitalizmin çıkmaza girdiğini açıkça ifade etmişti. Esasında bu yılın ekim ayının başında Valday toplantısının katılımcılarına hitaben yaptığı konuşma da aynı hakikate tanıklık ediyor. O toplantıda Devlet Başkanı, çok kutupluluk ve adalet temelinde yeni bir dünya inşa etme gibi iddialı bir misyonla karşı karşıya olduğumuzu vurgulamıştı. Vladimir Putin ve Şi Cinping arasında ikili görüşmelerin yapıldığı ve tarihsel öneme sahip Üçüncü Uluslararası Kuşak ve Yol Forumu’nun gerçekleştirildiği Çin ziyareti sırasında da aynı fikirleri yineledi.
Devlet Başkanı, yeni dünyanın dayanması gereken ve Rusya’nın rehberlik etmek istediği en önemli ilkeleri özetledi. Bunlar, kolektif çözüm politikasının benimsenmesi, sömürge döneminin ve Soğuk Savaş’ın mirasının üstesinden gelinmesi, herkes için adalet ve eşitlik ile sömürü ve eşitsizliğin mazide bırakılmasına yönelik ısrarlı mücadele.
Beşeriyetin, duraksamış kapitalizmin diktalarından kurtulmak için bu yolu takip etmeye dönük artan arzusu, bu yıl Güney Afrika’daki BRICS zirvesinde ve Vladivostok’taki Doğu Ekonomi Forumumuzda tam anlamıyla teyit edildi. Bu zirveler, dünyadaki Anglo-Sakson siyasi ve iktisadi hegemonyasının hızla çöküşüne tanıklık ettiğimizi bariz biçimde gösterdi. Avrasya, Latin Amerika ve Afrika’yı birleştiren güçlü uluslararası ittifakların güçlenmesi giderek daha belirgin hale geliyor. Bu ittifaklar kendi halklarına Batı’nın sömürgeci diktatörlüğüne karşı yapıcı ve adil bir alternatif sunuyor.
Fakat otuz yıl önce bize dayatılan ve hegemonyasını korumak için yeni bir dünya savaşı çıkarmaya hazır olan vahşi kapitalizmin sosyo-ekonomik mirası bize ısrarla kendini hatırlatıyor. Üzülerek belirtmek isterim ki, Duma’ya sunulan federal bütçe taslağı da böyle bir hatırlatmaya dönüştü.
Önemli kısımların, devlet programlarının ve ulusal projelerin finansman parametrelerini değerlendirdiğimizde, bu parametrelerin stratejik hedeflerimizle yalnızca savunma sektörünün ihtiyaçlarının finansmanı açısından örtüştüğü sonucuna varabiliriz. Ancak ulusal ekonomi, bilim, eğitim, sağlık hizmetleri ve demografinin desteklenmesi açısından değil. Bu arada, bize ilan edilen hibrit imha savaşı koşullarında bunların geliştirilmesi, cephenin ihtiyaçlarının karşılanması kadar son derece önemli.
Bu, yazarlarının tarihsel zorlukları hala Yeltsin-Gaydar döneminin zararlı reçeteleriyle savuşturmaya çalıştığı bir proje. Karşı karşıya olduğumuz sistemsel sorunların çözümüne katkıda bulunmuyor ve özünde devlet başkanının program ilkelerini sabote ediyor.
Kalkınmanın önündeki engel
Federal bütçe gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasılaya oranının bu yıl yüzde 17,3 olması bekleniyor. Taslak 2024 yılında yüzde 2,2’lik bir artışla yüzde 19,5’e yükselmesini öngörüyor. Ancak önümüzdeki iki yıl için gayri safi yurtiçi hasılaya oranla gelirlerde yeni bir düşüş —sırasıyla yüzde 17,6 ve yüzde 16,8— öngörülüyor. Benzer bir durum GSYİH’nin bütçe harcamalarına oranı için de geçerli. Bu yıl bu oran yüzde 19,1. Bu oran 2024 yılında yüzde 1,3 artarak yüze 20,4’e yükselecek. Fakat 2025 yılında tekrar yüzde 18’e, 2026 yılında ise yüzde 17,6’ya düşecek. Dolayısıyla, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda hem bütçe gelirleri hem de harcamaları GSYİH’ye oranla bugünkünden daha düşük olacak.
Eski mali ve iktisadi politikanın muhafaza edilmesini savunanlar, bunların resmi muhasebe rakamlarından başka bir şey olmadığına ve dikkate alınmaya değmeyeceğine bizi ikna etmeye çalışıyor. Ama aslında bu rakamlar, GSYİH’mizin giderek artan bir kısmının, yani yurttaşların emeğiyle yaratılan toplam servet miktarının en zenginlerin cebine girdiğini gösteriyor. Ve giderek daha azı ülkenin kalkınmasına, devletin ve toplumun ihtiyaçlarına aktarılıyor.
Bloomberg ajansı tarafından derlenen dünyanın en zengin 500 kişisi endeksine göre, 25 büyük Rus oligark sadece Ocak-Ağustos 2023 tarihleri arasında sermayelerini toplam 32 milyar dolar artırdı. Ve toplam servetleri 300 milyara ulaştı. Ruble cinsinden bu 29 trilyon eder; yani bu yılın federal bütçesinden bir trilyon daha fazla. Ülke, oligarşinin muhteşem zenginleşmesinin bedelini hayati gelir ve harcamalarını kısıtlayarak ödüyor ki bu mevcut zor koşullarda kategorik olarak kabul edilemez.
Buna karşılık projenin destekçileri itiraz edebilir: öyle olsa bile federal bütçe harcamalarının 2023’e kıyasla 2024’te 30,2’den 36,6 trilyon rubleye —yüzde 21 oranında— çıkması gerekiyor.
Elbette günümüz koşullarında bütçe harcamalarında kayda değer bir artış gerekli ve bu memnuniyetle karşılanmalı. Ancak hükümet, 2025 yılı için harcamaları 2,2 trilyon ruble, yani yüzde 6 oranında azaltarak 34,4 trilyon rubleye düşürmeyi planlıyor. 2026 yılında ise harcamaları 2025 yılına kıyasla yüzde 3,5 oranında artırarak 35,6 trilyona çıkarmayı planlıyorlar. Üç yıllık planın sonunda 2024’e kıyasla bir trilyon, yani neredeyse yüzde 3 oranında daha düşük olacak. 2023 harcamaları ise aynı dönem için öngörülen toplam enflasyon dikkate alındığında nominal olarak yüzde 18, reel olarak ise yüzde 5,5 oranında artacak.
Hibrit savaşta zafer kazanmak için çözümü gerekli olan büyük ölçekli görevlerin ışığında kamu harcamalarında böyle bir artış bariz biçimde yetersiz. Dahası, esas olarak sadece iki bütçe alanına dayanıyor. Bütçe taslağına ilişkin görüş bildiren Sayıştay, on dört alandan sadece bu ikisinde toplam bütçe harcamalarına oranla finansman payının arttığını vurguluyor.
Bunlardan biri de savunma. Ve burada, daha önce de söylendiği gibi, harcamalarda önemli bir artışı desteklemekten başka bir şey yapamayız. Batılı küreselciler ve onların beslediği Nazi ve Banderist Nazi ittifakı tarafından imha savaşı ilanıyla muhatap olduğumuz mevcut durumda bu olmadan yapamayız.
Harcamalarındaki genel büyümenin dayandığı bütçe alanlarından ikincisi hem belediye hem de kamu borçlarının ödenmesi. Gelecek yıl bu bölümün maliyetleri yüzde 50 oranında artacak. Ve 2026’da 2023’e kıyasla iki katından fazla artacak!
Ancak hükümet programımızın kilit noktalarını nihayet benimsemiş olsaydı buna gerek kalmayacaktı. Stratejik öneme sahip sanayileri yeniden devlet kontrolü altına almaya, düz vergi ölçeğini, neredeyse tüm dünyada halihazırda yürürlükte olan artan oranlı bir vergi ölçeği ile değiştirmeye karar verirdi. Ve bütçenin ihtiyaçları için süper zenginlerden, gelirlerinin ülkemizde aldıklarından çok daha önemli bir kısmının toplanmasına olanak tanırdı.
Açgözlü parazit oligarşinin yarattığı engelin kalkınma yolumuzdan kaldırmanın başka yolu yok. Ve yetkililer bunun farkına varana kadar ülke, çıkarlarına sahiden uygun bir bütçeye değil, sadece bu kez Duma’ya sunulan gibi kemer sıkma projelerine sahip olur.
Buna göre, 2024 yılında on dört bütçe bölümünden yedisinin finansmanında ya nominal bir azalma ya da enflasyon oranının altında tamamen sembolik bir artış olacak. Yani yine gerçek kesintiler. Ve üç yıllık planın sonunda, 2026’da, sekiz bölümün gerçek maliyetleri 2023 seviyesinin altında olacak.
Bu eğilim, Sayıştay uzmanları tarafından da teyit ediliyor ve harcamalardaki reel azalmanın özellikle 2025-2026 yıllarında belirginleşeceği vurgulanıyor.
Bütçe taslağını hazırlayanlar, önümüzdeki yıl devlet programlarının uygulanması için bu yıla kıyasla neredeyse yüzde 5 daha az bütçe ayırarak 1,1 trilyon ruble tahsis etmeyi planlıyor. Enflasyon da hesaba katıldığında, devlet programlarının finansmanında toplamda yüzde dokuzluk bir azalma yaşanacak. Harcamaların her saniyesinde kesintiye gidilecek.
Ulusal projelerin finansmanı 2024 yılında 68,6 milyar ruble —2023 yılına kıyasla yüzde 2,4— artacak. Ancak bu resmi artış. Aslında, resmi enflasyon dikkate alındığında bile, finansmanlarında yüzde 2’lik bir azalma olacak. Aynı zamanda, ulusal projelerin yarısının bütçeleri nominal olarak azalacak.
Onaylamamız istenen bütçe, ulusal ekonominin kalkındırılmasına dönük harcamalarda kesinlikle kabul edilemez bir azalma içeriyor. Bu harcamalar 2024 yılında, cari yıl harcamalarına kıyasla ilgili bölümde yüzde 6 oranında azalacak. 2025 yılında ise 2024 yılına kıyasla yüzde 16,5 ve 2023 yılına kıyasla yüzde 22’den fazla azaltılması planlanıyor. Projeye göre 2026 yılında ulusal iktisadi kalkınmaya yönelik harcamaların 2025 yılına kıyasla yüzde 13 oranında artması gerekiyor. Fakat yine de 2023 seviyesinin yüzde 11 gerisinde kalacak. Hükümetin üç yıl boyunca vaat ettiği toplam yüzde 12,5’lik enflasyon dikkate alındığında şunu söyleyebiliriz: ulusal ekonominin kalkınmasına yönelik gerçek yatırımlar 2026’da 2023’e kıyasla neredeyse dörtte bir oranında daha az olacaktır. Bu yıl bu kısımdaki bütçe harcamaları toplam bütçe harcamalarının yüzde 13,6’sını ve GSYİH’nin yüzde 2,5’ini oluşturuyorsa, 2026’da toplam bütçe harcamalarının yüzde 10,8’ine ve GSYİH’nin yüzde 1,8’ine düşecektir.
Tarım harcamalarının 2024 yılında yüzde on üç oranında artırılmasının ardından 2025 ve 2026 yıllarında, 2023 yılına kıyasla sırasıyla yüzde 21 ve yüzde 24 oranında ciddi bir şekilde azaltılmasının planlandığına bilhassa dikkat edilmeli. Dolayısıyla, önümüzdeki üç yıllık planın sonunda hükümet, ülkenin gıda güvenliğinin bağlı olduğu tarım sektörünü desteklemek için cari yıla kıyasla neredeyse dörtte bir oranında daha az bütçe ayırmayı planlıyor. Aynı zamanda, tarım arazilerinin ciroya etkin katılımı için devlet programında da kesintiye gidecekler.
Bu planlar, “Kırsal Alanların Entegre Kalkınması” devlet programına dönük finansmanın azaltılmasıyla daha da kötüleşiyor. Bu oran 2024’te eksi yüzde 10, 2026’da ise mevcut yıla kıyasla eksi yüzde 34 olacak.
Böyle bir mali politikayla, Rus köylerinin yıkımını durdurmamız ve tarım sektöründe stratejik olarak tehdit oluşturan personel açığıyla başa çıkmamız mümkün mü?
Yenilikçiliğe karşı eski okul
Yabancı düşmanlarımızın bizi boğmaya çalıştığı hasmane yaptırımlar bağlamında, böyle bir politika iki kat daha kabul edilemez. Fakat bu bütçe projesine tam anlamıyla nüfuz ediyor. Ve yetkililerin teknolojik atılım ve yenilikçi dönüşümlere duyulan ihtiyaca ilişkin beyanlarını açık bir şekilde geçersiz kılıyor.
“İktisadi Kalkınma ve Yenilikçi Ekonomi” devlet programı kapsamındaki harcamalar yüzde 10 oranında azaltılacak. “Havacılık Endüstrisinin Geliştirilmesi” programından yüzde 18’lik bir bütçe kesintisi yapılması planlanıyor. Enflasyon da hesaba katıldığında bu oran yüzde 22,5’e çıkıyor. Aynı durum “Gemi İnşasının Geliştirilmesi” programı için de geçerli. “Rusya Federasyonu’nun Bilimsel ve Teknolojik Kalkınması” devlet programının finansmanı kesilmeye devam edecek. Taslak bütçe, “Dijital Ekonomi” ulusal projesine yapılan yatırımlarda kesinti yapılmasını öngörüyor. Gelecek yıl yüzde 3,4 olarak gerçekleşecek olan “Bilim ve Üniversiteler” ulusal projesi harcamalarındaki artış oranı, 2024 yılında beklenen yüzde 4,5’lik enflasyon oranının gerisinde kalıyor. Yani reel anlamda büyüme değil, finansmanda azalma olacak.
“Elektronik ve Radyoelektronik Sanayinin Geliştirilmesi” programının finansmanını temelden artırması için hükümeti ısrarla zorladık. Ve çabalarımız amacına ulaştı: 2024 yılında bu program için 2023 yılına kıyasla 2,6 kat daha fazla bütçe ayrılması gerekiyor. Peki gelecekte bu programla ne yapılması planlanıyor? 2024’e kıyasla 2025’te destek dörtte üç oranında, 2026’da ise yüzde 86 oranında azaltılacak. Bu yılla kıyaslandığında bile, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda finansmanı neredeyse üç kat azalacak.
Sunulan bütçe taslağı, yazarlarının, teknolojik gecikmenin üstesinden gelme, iktisadi modernizasyon ve yenilikçi atılım görevlerinin bariz biçimde imkânsız olduğu yeterli destek olmadan bilimi açlık rasyonunda tutmaya devam etme niyetinde olduklarını gösteriyor.
Uygulamalı bilimsel araştırmalar için sağlanan bütçenin, savunma dahil olmak üzere, hemen hemen tüm bölümlerinde kesintiye gidilmesi öneriliyor.
Temel bilimsel araştırmalara yapılan harcamalar 2024 yılında yüzde 7 oranında artacak. Fakat reel olarak, enflasyon dikkate alındığında, büyüme yüzde 2,5 olacak. 2023 yılına kıyasla, bu alandaki harcamaların önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda yüzde 14 oranında artması gerekiyor. Fakat üç yıllık resmi enflasyon bile bunların yüzde 12,5’ini “yiyecek”. Sonuç olarak, temel bilim yatırımlarındaki reel büyüme üç yıl içinde yüzde 1,5’i geçmeyecek. Önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda bu yatırımlar, toplam bütçe harcamalarının yüzde 0,8’i ve GSYİH’nin yüzde 0,1’i düzeyinde kalacak.
Bu yalnızca ülkenin karşı karşıya olduğu modernizasyon ve teknolojik atılım zorluklarını karşılamak için yetersiz değil. Dünya biliminin gelişmesine büyük katkıda bulunmuş ve beşeriyete son derece önemli keşifler ve büyük bilim insanları kazandırmış olan dünyanın en zengin ülkelerinden biri için utanç verici bir gösterge.
Böyle bir bütçe politikası kaçınılmaz olarak gerçek ekonomik büyümenin önüne engel koyuyor. Bu durum taslakta bizzat yazarları tarafından da teyit ediliyor.
Bütçe taslağının dayandığı temel iktisadi kalkınma tahmini, önümüzdeki üç yıllık dönemde GSYİH büyüme oranlarının cari yıla göre daha düşük olacağını —2023’te yüzde 2,8 olan büyüme oranına karşılık 2024 ve 2025’te yüzde 2,3 ve 2026’da yüzde 2,2— varsayıyor. Başka bir deyişle, büyüme oranlarında bir yavaşlama daha söz konusu. Ve yine de yüzde 3’lük küresel ortalamaya ulaşamayacaklar; hatta Devlet Başkanı’nın konuşmasında belirlenen hedeflere karşılık gelen minimum seviyeye bile ulaşamayacaklar.
Bütçenin dayandığı tahminlere göre, bu yılın sonunda 85 ruble olarak öngörülen ağırlıklı ortalama dolar fiyatı 2024 yılında 90 ruble, 2025 yılında 91 ruble ve 2026 yılında 92 ruble olacak. İthalata bağımlı bir piyasada bu durum doğrudan fiyat artışına katkıda bulunuyor, yurttaşların cebine zarar veriyor ve yoksullaşmalarına yol açıyor.
Bu çerçevede, hükümetin bütçe taslağında yer alan ve gelecek yıl enflasyonun yüzde 4,5’i aşmayacağı, 2025 ve 2026 yıllarında ise yüzde 4’te kalacağı yönündeki tahminleri şüpheli görünüyor.
Taslağın olumlu bir yönü olarak, “Sosyal Politika” başlığı altında yer alan harcamalardaki artış dikkat çekiyor. Bu harcamaların 2024 yılında yüzde 19 oranında artması planlanıyor. 2025 yılında ise 2024 yılına kıyasla yüzde yarım oranında azalacak. Ve 2026’da —2025’e göre yüzde 2 ve 2023’e göre yüzde 21 oranında— tekrar artacak. Reel olarak, üç yıl boyunca varsayılan enflasyon dikkate alındığında, bu sosyal harcamalarda yüzde 8,5’lik bir artış anlamına geliyor.
Ancak devletin sosyal politikası, esasında bu kısımla sınırlı olan emekli maaşları ve sosyal yardımlarla tüketilemez. Sosyal politika aynı zamanda çalışanların refahı, eğitim kalitesi ve ülkeyi saran demografik krizin üstesinden gelmek için uygun koşulların yaratılmasıyla da ilgili. Bu aynı zamanda ulusal kültüre, yurtseverlik ve ahlaki eğitime ve toplumun entelektüel gelişimine destektir. Peki böyle bir bütçe tüm bunlara katkıda bulunabilir mi?
“Sosyal” tayınların dağıtımı
Bütçe taslağına göre, 2024 yılında “Eğitim” bölümüne ayrılan bütçenin yüzde 5,6 oranında artırılmasını, 2025 yılında yüzde 15 oranında azaltılması izleyecek. 2026 yılında ise yine yüzde 7,6 oranında artış olacak. Sonuç olarak, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda eğitime yönelik bütçe harcamaları 2023 yılına kıyasla yüzde 3,6 daha düşük olacak. Enflasyon oranı da dikkate alındığında, bu en önemli alandaki harcamalarda yüzde 16’lık bir azalma söz konusu olacak. Harcamaların GSYİH’ye oranı da yüzde 0,9’dan yüzde 0,7’ye düşecek. Toplam bütçe harcamalarına oranla ise yüzde 4,8’den yüzde 4,2’ye düşecek.
Ayrıca “Eğitimin Geliştirilmesi” devlet programının finansmanında da kesintiye gidilecek. Programın bütçesi önümüzdeki üç yıllık dönemin sonuna kadar dörtte bir oranında azaltılacak.
Yurtseverlik eğitimi ve toplumsal bütünlüğün güçlendirilmesinin bizim için bilhassa önemli olduğu günümüz ortamında, bütçe taslağını hazırlayanlar, “Eğitim” kısmının bir parçası olan gençlik politikasına yönelik harcamalarda kesintiye gitmenin mümkün olduğunu düşünüyor. Üç yıllık dönem boyunca finansmanının azaltılması ve 2023 yılına kıyasla 2026 yılında yüzde 27 oranında azaltılması planlanıyor.
Eğitim politikasının köklü bir şekilde gözden geçirilmesi programımızın ana bileşenlerinden biri. Bu doğrultudaki temel metinlerden biri de Herkes için Eğitim yasa tasarımızdır. RFKP’nin Duma’daki en iyi bilim insanları ve temsilcileri —-J.İ. Alferov, İ.İ. Melnikov, V.İ. Kaşin, O.N. Smolin, Y.V. Afonin, D.G. Novikov, S.E. Savitskaya, T.İ. Pletneva, N.A. Ostanina— bu tasarı üzerinde çalıştılar.
Devletin eğitim harcamalarının en az iki katına çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda, tavrımızı aktif olarak destekleyen ve düzenli olarak düzenlediğimiz eğitim sorunlarına ilişkin yuvarlak masa toplantılarına katılan, eğitim alanında çalışan yetkili uzmanlarla tam bir dayanışma içindeyiz.
Geliştirdiğimiz yasa kabul edilmediği takdirde, ülkeyi hızlandırılmış kalkınma yoluna sokma vaatleri, artan entelektüel bozulma ve bilimsel potansiyelin daha fazla tahrip edilmesiyle geçersiz kalacak.
Ülkeyi korumak adına, ülkeyi saran demografik krizle başa çıkmalıyız. Fakat bütçe taslağı bu stratejik hedefle de çelişiyor. Bir kez daha, annelik ve çocukluk desteklerinin radikal bir şekilde güçlendirilmesi ve sağlık sektörüne yönelik bütçe harcamalarının temelden arttırılması yönündeki taleplerimizi görmezden geliyor.
“Sağlık Hizmetleri” bölümünün finansmanının 2024 yılında yüzde 3,2, 2025 yılında ise yüzde 1’den daha az artırılması öneriliyor. Dolayısıyla, 2024-2025 yılları için planlanan sağlık harcamalarındaki artış, resmi enflasyon oranının bile gerisinde kalacak ki bu da bu en önemli alandaki reel harcamaların azalması anlamına geliyor. Ve 2026 yılında, 2025 yılına kıyasla yüzde 1,2 oranında azaltılması planlanıyor. 2023 yılına kıyasla 2026 yılında sağlık harcamaları yüzde 3 daha yüksek olacak. Yani, öngörülen üç yıllık enflasyon oranının dört kat gerisinde kalacaklar.
Sonuç olarak, bütçe taslağını hazırlayanlar üç yıllık dönemin sonunda sağlık hizmetlerine yönelik reel harcamaları neredeyse yüzde 10 oranında azaltmaya hazırlanıyor. Aynı üç yıllık dönemde yatılı tıbbi bakım, yani hastaneler, sanatoryum ve sağlık hizmetleri ile sağlık hizmetleri alanındaki uygulamalı bilimsel araştırmaların finansmanı da nominal olarak azaltılacak.
Bütçe taslağına göre, “Sağlık Hizmetlerinin Geliştirilmesi” devlet programına yapılan harcamalar üç yıl içinde nominal olarak yüzde 5,3 artacak ama reel olarak yüzde 7 azalacak. “Sağlık Hizmetleri” ulusal projesi ise önümüzdeki yıl nominal olarak bile yüzde 10 oranında azaltılacak. Bu proje çerçevesinde kanserle mücadele ve çocuk sağlığının korunmasına yönelik harcamalar bıçak altına yatacak.
Bütçe taslağını hazırlayanların, düşmanlarımızın Rusya’yı hayati önem taşıyan ilaçların tedarikini kesmekle tehdit ettiği bir dönemde, yaptırımlar bağlamında ilaçları ele alış biçimi özellikle kaygı verici.
Bütçeyi hazırlayanlar sanki bu alanda tehdit edici hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıyorlar. Yabancı menşeili ilaçların satın alınmasına yapılan harcamalar artmaya devam ediyor. Yerli ilaçların geliştirilmesi ve üretilmesine yapılan yatırımlar azalıyor. Bu durum, günümüzde özellikle tehlikeli hale gelen ithal ilaçlara bağımlılığı azaltmaya kesinlikle elverişli değil.
Bütçe taslağına göre, daha önce bahsedilen “Rusya Federasyonu’nun Bilimsel ve Teknolojik Kalkınması” devlet programı çerçevesinde, tıp ve sağlık alanındaki uygulamalı araştırma ve geliştirme bütçelerinin kesilmesi bekleniyor. Tıbbi araştırma merkezleri ağının oluşturulması ve işleyişine dönük harcamaların azaltılması planlanıyor. Yeni federal proje, “İlaç ve Tıbbi Cihaz Üretiminin Geliştirilmesi” ile ilgili durum açıkçası içler acısı görünüyor. Sanayinin geliştirilmesine yönelik toplam bütçe tahsisatının sadece yüzde 0,2’si bu projeye ayrılacak. “İlaç ve Tıp Endüstrisinin Geliştirilmesi” devlet programı da önümüzdeki yıldan itibaren yürürlükten kalkacak.
Bütçe taslağını hazırlayanların yurttaşların sağlığının korunması ve geliştirilmesi konusundaki aynı sorumsuz tutumu “Beden Kültürü ve Spor” bölümünde de görülüyor. Bu bölüme ayrılan bütçe, üç yıllık dönem boyunca azaldı ve 2026 yılında 2023 yılına kıyasla ve üç yıllık enflasyon dikkate alındığında dörtte bir oranında —yüzde 37,5 oranında— azaltılacak.
Ulusun sağlığını koruma hedefi, “Çevre Koruma” programının maliyetindeki azalma ile doğrudan çelişiyor. 2024 yılında, 2023 yılına kıyasla üçte bir oranında azaltılacak.
RFKP’nin programı, sağlık hizmetlerinin erişilebilirliğini ve yüksek kalitesini sağlamanın ancak devletin bu alandaki harcamalarının en az iki kat artmasıyla mümkün olabileceğini belirtiyor. Ve her şeyden önce, birinci basamak sağlık hizmetleri sistemi restore edilmeli. İlaç şirketlerinin Sağlık Bakanlığı’nın kontrolü altına alınması gerekiyor. Ve ulusal refah fonu pahasına finansmanlarında köklü bir artış sağlanmalı.
Temel ihtiyaçlardan tasarruf
Bütçe taslağını hazırlayanların tıpla ilgili planları ölüm oranlarının azaltılmasına hiçbir şekilde katkıda bulunmuyorsa, konut ve kamu hizmetleri alanında önerdikleri politika da kategorik olarak yurttaşların yaşam koşullarını iyileştirme ve doğum oranını teşvik etme görevlerine karşılık gelmiyor.
Taslağa göre, 2024 yılında hafif bir artışın ardından, 2025 ve 2026 yıllarında “Konut ve Toplumsal Hizmetler” bölümü için finansmanda keskin bir düşüş bekleniyor. Gelecek yıl, bütçeden bu yıla kıyasla yüzde 3 daha fazla pay ayrılması planlanıyor. Bu, finansmanın sadece nominal olarak artırılması, ancak enflasyon dikkate alındığında reel olarak yüzde 1,5 oranında azaltılması anlamına geliyor. 2025 yılında, konut ve kamu hizmetleri sektörünün finansmanında nominal bir azalma —tek seferde yüzde 43 oranında— planlanıyor. Taslak, 2026 yılı için ise konut ve toplumsal hizmetler harcamalarını 2025 yılına kıyasla dörtte bir oranında, 2023 yılına kıyasla ise yüzde 55,5 oranında azaltmayı planlıyor. Üç yıllık dönemdeki enflasyon dikkate alındığında, 2026 yılında konut ve kamu hizmetlerine yönelik bütçe harcamaları 2023 yılına göre yüzde 68 daha düşük olacak!
2024 yılında “Konut ve Kentsel Çevre” ulusal projesinin finansmanının neredeyse üçte biri kesilecek. Projede oturulamaz konut stokunun azaltılması için öngörülen harcamalar ise gelecek yıl mevcut seviyeye kıyasla yüzde 58 oranında düşecek. Üstelik on milyonlarca insanın bakımsız ya da büyük onarım gerektiren evlerde yaşamaya devam etmesine rağmen!
Son olarak, üç yıl içinde, vatandaşlara uygun fiyatlı ve konforlu konut sağlamaya dönük devlet programına verilen desteğin 2023 yılına kıyasla yüzde 61 oranında azaltılması planlanıyor.
Önümüzdeki yıl için planlanan “Demografi” ulusal projesinin finansmanındaki yüzde on iki artışı memnuniyetle karşılıyoruz. Fakat böyle bir sosyal politika ile bu bile işe yaramayabilir.
Bir kez daha bütçe taslağına yansıyan ulusal kültürün “komşuda pişer bize de düşer” ilkesi, yetkililerin defalarca dile getirdiği ülkenin entelektüel potansiyelinin manevi gelişimini ve güçlendirilmesini teşvik etme arzusuyla kategorik olarak çelişiyor.
“Kültür ve Sinematografi” bölümünde 2024 yılında 15 milyarlık bütçe artışı, 2025 yılında 47 milyarlık bir düşüş ve 2026 yılında 50 milyarlık bir artış öngörülüyor. Sonuç olarak, önümüzdeki üç yıllık planın sonunda, yerel kültürü desteklemek için bugünkünden 18 milyar daha fazla kaynak ayrılmış olacak. Şu anki 209 milyarlık sefil bütçe, aynı sefil 227 milyara “çıkacak”. Bu yüzde 8’lik bir nominal artış anlamına geliyor. Reel anlamda ise, üç yıllık enflasyon dikkate alındığında, harcamalarda yüzde 4,5’lik bir azalma söz konusu.
Sunulan taslağa eşlik eden ana belgelerden biri “Bütçe, Vergi ve Gümrük Tarife Politikasının Ana Yönergeleri”. Bunlar Maliye Bakanlığı tarafından tanımlandı. Bu belge, ekonominin yeni koşullara uyumunun teşvik edilmesi, yapısal dönüşümü ve federal merkez ile bölgeler arasındaki bütçeler arası ilişkilerin geliştirilmesi gibi yönleri kilit yönler olarak tanımlıyor.
Fakat iktisadi ve sosyal kalkınma programlarına gerekli finansman sağlanmadığında, ekonominin ne tür bir tam teşekküllü adaptasyonundan bahsedebiliriz? Bütçe yenilikçi görevlerle çelişiyorsa ve ülkeyi hammadde iğnesinde kalmaya mahkûm ediyorsa ne tür bir yapısal dönüşümden bahsedebiliriz? Bütçe projesini hazırlayanlar bölgelere ayrılan mali ödenekleri kesmeyi planlıyorsa, bütçeler arası ilişkileri nasıl nitelendirebiliriz?
Taslak, “Bütçeler arası transferler” bölümünün finansmanını azaltmayı planlıyor. Yani, oblastları desteklemek için yapılan harcamalarda azalmayı. Bu harcamalar 2024 yılında yüzde 4, 2025 yılında ise yüzde 3 oranında azaltılacak. Ve 2026’da 2025’e kıyasla yüzde iki yüz gibi cüzi bir oranda arttırılacaklar ki bu da enflasyon dikkate alındığında aslında yüzde dört oranında azalacakları anlamına geliyor. Nihayetinde üç yıllık planın sonunda, bu bölümdeki nominal harcamalar 2023 yılına göre yüzde 7 daha düşük olacak. Enflasyon hesaba katıldığında ise neredeyse yüzde 20 oranında azalacak.
Bütçenin yazarları bu politikayı sosyal olarak nitelendiriyor. Ancak özünde bu politika, toplumdaki sosyal eşitsizliği ve bölünmeleri artırmaktan başka bir işe yaramıyor ve özellikle de artan dış tehditler karşısında tehlikeli bir hal alıyor.
Sosyal tedbir programımızın temel gereklilikleri, yoksulluğu ortadan kaldırma yönünde kararlı bir mücadele, asgari geçim düzeyinin ve asgari ücretin iki katına çıkarılması. Temel malların fiyatlarının devlet tarafından düzenlenmesi. Sürekli çağrılarımıza rağmen bütçe tasarısını hazırlayanların ek kaynak ayırma konusunda yine isteksiz davrandığı yoksullar, engelliler ve savaş çocuklarının desteklenmesine yönelik harcamalarda köklü artış.
RFKP programı açıkça gösteriyor ki, stratejik öneme sahip endüstrileri ve bunların gelirlerini devlete iade ederek, büyük mali kaynakların kontrolsüz bir şekilde yurt dışına çıkarılmasını durdurarak ve oligarkların gelirleri üzerindeki vergi yükünü temelden artırarak federal bütçeyi en az üçte bir oranında artırabiliriz. Ve programımızın da bir parçası olan kalkınma bütçesinin gerçek anlamda oluşturulmasını sağlayabiliriz.
Fakat hükümetin bir önceki çıkmaz yola dayanan projesini kalkınma bütçesi olarak adlandırmak ilke olarak mümkün değil.
Ülkenin korunması için rota değişikliği şart
Valday Forumu’nda kapitalizmin ahlaki ve stratejik iflasını kabul eden Devlet Başkanı Putin, iki yıl sonra bu ayın başlarında aynı forumda Rusya’nın bugünkü en önemli görevinin egemenliğini güçlendirmek olduğunu vurguladı. Bu da teknoloji, finans ve ekonomide kendi kendine yeterliliğe dayanmalı.
Ancak bu ölçekteki görevler yalnızca gerçekten sosyal bir devlet temelinde çözülebilir. Bunlar çıkmazda olduğu inkâr edilemeyecek bir sistem çerçevesinde çözülemezler.
Son otuz yılın tarihi şunu ispatladı ve ispat etmeye devam ediyor: oligarşik kapitalizm temelinde egemen bir ekonomi inşa etmek mümkün değil. Yurttaşlarımızın refahı ve alım gücü dolar ve avro kuruna bağlı olmaya devam ettiği sürece, tam teşekküllü bir ithal ikamesi sağlamak mümkün değil. Teknolojik bir atılım ve ülkeyi besleyen tarıma tam teşekküllü destek sağlamadan gerçek bir ekonomik büyüme elde edemeyeceğiz, ki bu olmadan en azından dünya ortalaması düzeyinde bir büyüme mümkün değil.
Oligarşik piyasa ideolojisine dayanarak gerçek yurtseverler yetiştirmek mümkün değil. Bu en ciddi görevi yerine getiren ve egemen kalkınmanın personel temelini oluşturan bir eğitim sistemi inşa etmek mümkün değil. Bu konu eylül ayındaki “Güçlü Eğitim Egemenliğin Teminatıdır!” başlıklı programımızda detaylı olarak ele alınıyor.
Bu kısır, çıkmaz ideolojiye bel bağlamak, en ciddi demografik sorunla başa çıkmayı, yurttaşların refahında büyüme sağlamayı ve bu tür sorunları çözmemize olanak tanıyacak bir kalkınma bütçesi oluşturmayı imkânsız hale getiriyor.
Önceki sosyo-ekonomik gidişata, Yeltsin, Gaydar ve Çubays’ın yıkıcı mirasına tutunanlar, ihtiyacımız olan tam kalkınma ve zafer için toplumun konsolidasyonu, birliği ve tüm kaynakların seferber edilmesi imkânını ortadan kaldırıyor.
Bu durumu tersine çevirmek, sosyalist ilkelere dayalı sosyo-ekonomik gidişatta bir değişikliği iç politikada temel referans noktası olarak kabul etmek bizim görevimiz. Dış cephede emin zaferimizi yalnızca bu sağlayacaktır.
Bugün dünyanın dört bir yanındaki sosyalist güçler ve sosyalist alternatife sadık kalan ülkeler —Çin, Küba, Vietnam, Laos, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti— tarafından en aktif ve tutarlı şekilde destekleniyoruz. Rusya ve Kuzey Kore liderlerinin Doğu Ekonomi Forumu marjında gerçekleştirdikleri son derece önemli toplantıda, Kim Jong-un yoldaşın gericilik ve sömürgeci dikta güçlerine karşı kazandığımız zaferin şerefine kadeh kaldırması bir tesadüf değil.
Bu ülkelerle sadece işbirliğini güçlendirmeye çalışmakla kalmamalı, aynı zamanda onların sosyalist inşa konusundaki paha biçilmez deneyimlerini de dikkate almalıyız. Tarihsel meydan okumalara, hasmane yaptırımlara, Batılı düşmanlar tarafından itibarsızlaştırma ve tecrit etme teşebbüslerine karşı sosyalizm ideolojisi ve pratiğinin temel dayanak haline geldiği bir yüzleşmeyle başarılı bir şekilde karşı koydular. Ve sosyalizmi inşa eden ülkelerle gerçek anlamda kardeşçe ilişkilerin ancak bu temelde güçlendirilip geliştirilebileceğinin farkına varmalıyız.
Nazizme ve küreselleşmeye karşı zaferimizin ve egemen kalkınmamızın vazgeçilmez koşulu iç politikada sola dönmektir.
Ancak ekonomiyi yönetenler inatla 90’lı yılların yıkıcı reçetelerine bağlı kalmaya devam ediyor. Duma’ya sunulan taslakla başarısızlığı ve erken bir değişim ihtiyacı bir kez daha kanıtlanan önceki sosyo-ekonomik gidişat çerçevesinde hazırlanan bütçe bunun bir örneği.
Sosyo-ekonomik iyileşme için gereken tüm kaynaklara sahibiz. Bunlar bizim devasa zenginliğimiz. Kabiliyetli ve çalışkan insanlarımız var. Binlerce yıllık büyük tarihimiz, olağanüstü bilimimiz ve eşsiz kültürümüz var. Bunlar, ülkenin yeniden canlanması için önerdiğimiz programda; uygulanması halinde “beşinci kolun” ülkeye düşman politikasına son vermeyi, Rusya’nın yağmalanmasını durdurmayı ve her türlü dış ve iç meydan okumaya onurlu bir şekilde yanıt vermeyi mümkün kılacak olan Zafer Programında mevcut.
Bizim için anayurdun ve halkın çıkarları, hakikat ve adalet ile sosyalizmin ölümsüz idealleri her zaman her şeyden önemli olmuştur ve öyle kalacaktır. Bunlar için durmaksızın mücadele edeceğiz. Ve programımızı, taleplerimizi ve ülkenin yeniden canlanması için hayati önem taşıyan kalkınma bütçemizi savunacağız.
Dünya Basını
Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu

Çevirmenin notu: N.S. Lyons’un “Güçlü Amerikan Tanrıları” makalesi, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemini sadece politik bir dönüş değil, Batı uygarlığında “uzun yirminci yüzyıl” olarak tanımladığı bir dönemin sonu olarak okuyor. Lyons’a göre, II. Dünya Savaşı sonrası liberal Batı’yı şekillendiren “açık toplum” ideolojisi; ulusal kimlik, inanç, aidiyet, dayanışma, kolektivizm gibi bağları zayıflatarak yerine teknokratik yönetim, sınırsız bireysellik ve soyut evrenselcilik koydu. Bu düzenin artık tükendiğini ve çökmekte olduğunu söyleyen Lyons’a göre, süreç yerini “güçlü tanrılar”a, yani eylemselcilik, ulusal kimlik, bağlılık ve aidiyet arayışına bırakmaktadır. Trump ise bu yeni çağın taşıyıcısı değilse bile, onun kaçınılmaz gelişini haber veren sarsıcı habercisidir.
Çeviren: Mert Cafer Eral
***
N.S. Lyons, 13 Şubat 2025
İkinci Trump döneminin ilk haftaları maceralı geçti. Çoğu insan gibi, ben de Trump ve ekibinin Washington’daki müesses nizama karşı başlattığı yıldırım harekatının hızı ve kapsamlılığı karşısında şaşkına döndüm. Trump, iki ay önce “The Counter-Revolution Begins,” [Karşı-Devrim Başlıyor] isimli yazımda bahsettiğim önceliklerin çoğunu şimdiden yerine getirdi. Meşru iktidarın kullanımına ve kurumlara karşı tutucu olmayı reddetmek bunların en önemlileriydi. “İstediğin şeyi yapabilirsin” gibi bir düsturla beraber, ikinci Trump yönetimi Roosevelt’ten beri süregelen Amerikan yönetişimde gerçek değişim taleplerini demokratik olarak iletmek konusunda ilk Trump yönetimi ile ciddi şekilde benzer görünüyor.
Aslında, darbeler o kadar hızlı oluyor ki olan biteni ve bunların sonuçlarının izlerini takip etmek gerçekten zor. Bundan dolayı ne olup bittiği hakkında detaylı açıklamalar yapmak güç. Bunu yapmayı denersek güncel olayların gerisinde kalabiliriz. Ancak Grönland’i ilhak etme girişimi, sınırların kapatılıp gümrük vergilerinin artırılması, USAID’in lağvedilmesi gibi dünya üzerinde kargaşa yaratan hamlelerin ortasında, büyük resim daha net bir biçimde ortaya çıkmaya başlıyor.
Henry Kissinger’ın 2018’de söylediği ve son zamanlarda dilden dile dolaşan bir söz var: “Trump, tarihte zaman zaman bir dönemin sonunu işaret etmek ve onu eski iddialarından vazgeçmeye zorlamak için ortaya çıkan figürlerden biri olabilir.” Eğer bu 2018’de doğru değilse bile şuan kesinlikle doğru. Bugün gördüğümüz şeyin gerçekten bir dönemin sonu olduğuna, bildiğimiz dünyanın çığır açan bir şekilde altüst olduğuna ve bunun tüm öneminin ve sonuçlarının henüz bizi gerçekten etkilemediğine inanıyorum.
Daha açık bir ifadeyle, Donald Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın gecikmiş sonuna işaret ettiğine inanıyorum.
Uzun yirminci yüzyıl
1789’daki Fransız Devrimi ve 1914’te başlayan Dünya Savaşı arasındaki 125 yıl “Uzun Ondokuzuncu Yüzyıl” olarak tanımlanıyor. Bu deyiş “Ondokuzuncu Yüzyıl” dediğimizde basit bir yüz yıllık süreden çok daha fazlasını, coşkulu bir genişlemeyi, aydınlanmayı, imparatorlukları, yani akılcı düşünme ve ilerlemeciliğin hız kazandığı çağın ruhunu anlamamızı sağlıyor. Kendisinden önce ve sonra gelenlerden farklı olan bu kalıcı tarihsel ruh, Büyük Savaş’ın siperlerinde sönümlendi. Felaketin ardından, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle biten bir fetret devrinden sonra, Batı medeniyetinin insanlarının dünyayı algılama ve onunla etkileşim kurma biçimleri –siyasi, psikolojik, sanatsal, manevi– tamamen değişti.
R.R. Reno, 2019 tarihli Return of the Strong Gods [Güçlü Tanrıların Dönüşü] adlı kitabına, “Yirmi yedi yaşındayım ve yirminci yüzyılın sonunu görmeyi umuyorum,” diye hayıflanan genç bir adamdan alıntı yaparak başlıyor. Bu çelişkili ifade, 20. yüzyılın da son kullanma tarihini aştığını gösteriyor. Bu yüzyıl geç başladı, 1945’te tam olarak hissedilmeye başlandı. Ancak bu 80 yıllık sürede yüzyılın ruhu medeniyetin dünyayı nasıl algıladığı ve nasıl algılaması gerektiği konusunda hegomonikleşti. Toplumun tüm korkularını, değerlerini ve ahlaki ilkelerini belirledi ve ABD’nin dünyaya yayılan gücü sayesinde dünyanın geri kalanının siyasi ve kültürel düzenini de şekillendirdi.
Bu ruh, kendinden öncekinden çok da farklı olamazdı. İkinci Dünya Savaşının yarattığı yıkımın ardından, Batı anlaşılabilir bir şekilde “Bir daha asla” düsturunu ideolojik evreninin merkezine koydu. Faşizmin, savaşların ve soykırımın insanlığı tehdit etmesine bir daha müsaade edilmeyecekti. Fakat bu karar, o zamanlar ne kadar makul ve iyi niyetli görünse de, kısa sürede her şeyi tüketen bir olumsuzlama takıntısı haline geldi.
Popper ve Adorno gibi büyük etki uyandıran liberal düşünürler dünya üzerinde otoriterliğin ve çatışmanın temel kaynağının “kapalı toplum” olduğu konusundaki savaş sonrası uyumlu ideolojik düzenin ikna sürecine katkıda bulundular. Reno’nun “güçlü tanrılar” derken kastettiği şey budur: güçlü inanışlar, sarsılmaz doğru tanımları, tartışılmaz ahlaki kodlar, güçlü ilişki bağları, güçlü toplumsal kimlikler ve güçlü mekan ve geçmiş bağları; nihayetinde, “insanın sevgi ve bağlılık nesneleri, toplumları birleştiren sadakat ve tutku kaynakları.”
Günümüzde güçlü tanrıların birleştirici gücü tehlikeli, fanatizm, baskı, nefret ve şiddetin cehennemvari kaynağı olarak görülmeye başlandı. İnanç, aile ve her şeyden önce ulusal bağlar artık şüpheli, faşizme doğru endişe verici bir geri dönüş olarak görülüyordu. Savaş sonrası Amerikan psikolojisi ve eğitimini on yıllar boyunca yöneten Adorno, aile ve ulusa karşı duyulan doğal sadakatin aslında insanı yabancı düşmanlığına ve führer hayranlığına karşı gizlenen bir otoriter kişiliğin dışa vurumu olarak sınıflandırıyordu. 1945’te yayımladığı büyük etki uyandıran kitabı Açık Toplum ve Onun Düşmanları kitabında Popper, ulusal komünite fikrini “insanlık karşıtı” bir propaganda olmakla suçlayıp kendi vatanını ve onun tarihini seven herkesi tehlikeli birer “ırkçı” olarak tanımladı. Bu tür entelektüeller için ister insanlar, ister ahlak veya ister metafizik gerçekler arasında olsun, otorite veya hiyerarşiye dair kesin iddialar, yeryüzündeki barışa ölümcül bir tehdit olarak görünüyordu.
Savaş sonrası düzenin liberal paradigmasının en büyük projesi kapalı toplumun duvarlarını yıkıp tanrılarını sonsuza dek yasaklamaktı. Bu başka ot bitmeyen zemin üzerine, hoşgörü, şüphe, diyalog, eşitlik ve tüketici konforunun barışçıl zayıf tanrıları tarafından canlandırılan pastoral ama son derece belirsiz bir “açık toplum” vizyonu inşa edildi. Siyasi ve kültürel olarak baskın olan bu “açık toplum konsensüsü” Adorno ve Popper gibi teorisyenlerden yararlanarak zihinleri açmayı, idealleri gözden düşürmeyi, gerçekleri göreceleştirmeyi ve bağları zayıflatmayı amaçlayan bir sosyal reform programı geliştirdi.
Reno’nun detaylıca sınıflandırdığı gibi, eğitime, psikolojiye ve yönetime yönelik yeni yaklaşımlar hakikati görelileştirmeye, “eleştirel düşünce”yi karakterin önüne koymaya, kollektif olarak duyulan sadakati yermeye, hiyerarşilere şüpheyle bakmaya, tüm kural ve sınırları yıkmaya ve insanları ahlaki ve toplumsal sorumluluklarının “baskısından” azat etmeye çalıştı. Muğlak bir hümanizme yönelik özlem, kısa sürede saf ekonomik büyüme dışında hedeflenebilir en büyük doğru haline geldi.
Yirminci yüzyıl antifaşizmi ironik bir biçimde ateşli bir gayret ve büyük bir hoşgörüsüzlükle karakterize edilen büyük bir haçlı seferine dönüştü. “Bir daha asla” düsturunu en önemli önceliği yapan açık toplum ideolojisi, merkezine “en büyük erdem”den ziyade “ en azılı düşman”ı koydu. Hitler’in tekil figürü sadece 20. yüzyıl zihninin arkasında pusuya yatmakla kalmadı; bilinçaltına hükmederek, insanlığı yeni kötülüklere sürüklemekle tehdit eden bir tür seküler Şeytan haline geldi. Bu durum, açık toplum için dinlerden bağımsız bir varoluş nedeni ve savaş sonrası liberal düzeni yarattı: Bir türlü ölemeyen Führer’in dirilişini önlemek.
Bu önleme doktrini, açık toplum değerlerinin her koşulda kapalı toplum değerlerine üstün gelmesini sağlamaya muazzam bir ahlaki ağırlık vermektedir. Tek seçeneğin “açık toplum ya da Auschwitz” olduğu varsayılırsa, kapalı toplumun algılanan değerlerine sıfır tolerans göstermek işlevsel olarak ahlaki bir emirdir. Sekülerleşmeden cinsel devrime ve LGBTQ haklarına, göçmenlerin serbest dolaşımına kadar toplumsal açılımın ve bireysel özgürleşmenin olası herhangi bir yönünün önünde durmak, Hitler’in işini yapmak ve faşizmin geri dönüşünü kolaylaştırma riskini almaktır (ilgili konu gerçek faşizmden ne kadar uzak olursa olsun). Reno’nun deyimiyle “yasaklamanın yasak olduğu”, açık toplumun tek dokunulmaz kuralı olarak tesis edildi. Böylece, toplumları daha da açma projesine aykırı herhangi bir fikrin dile getirilmesinin ahlaki bir kötülük olarak yasaklandığı katı yeni bir kültürel ortodoksi pekiştirildi. Tam bir içerme, katı bir dışlamayı gerektiriyordu. Bu dogmaya bugün politik doğruculuk olarak aşinayız.
Soğuk Savaşın bitimi açık toplum konsensusunu aşırı bir hızda harekete geçirdi. Gayretlerini azaltmak bir yana, açık toplum ideolojisinin tek gerçek rakibi olan Sovyet komünizminin çöküşü, açık toplumun ahlaki ve pratik üstünlüğünü ve Soğuk Savaş sonrası düzenin tüm dünyanın onun imgesinde yeniden inşa edilebileceği ve edilmesi gerektiği inancını doğrulamış gibi görünüyordu, tarihin sonunu müjdeliyordu.
Açıklık için düzenlenen haçlı seferinin tüm ulusları özgürlük, refah ve barış adı altında parçalamak gibi bir görevi vardı. Bu inanç, 11 Eylül saldırılarıyla daha da güçlendi. Bu durum, varoluşunu sürdüren en ufak bir bağnazlığın tüm hoşgörüye ve açık fikirliliğe karşı tehdit oluşturduğu retoriğini güçlendirdi. Christopher Caldwell’in Reflections on the Revolution in Europe [Avrupa’da Devrim üzerine Düşünceler] adlı kitabında alıntılanan savaş yanlısı bir siyasetçinin kısa bir süre sonra ifade ettiği gibi, “Yeni misyonumuzun ülkelerimizin sınırlarını değil, nezaket ve insan haklarını savunmak olduğu sınırsız bir dünyada yaşıyoruz.”
USAID’in Sırp işyerlerinde DEI’yi [çeşitlik, eşitlik ve kapsayıcılık] geliştirmek için neden 1,5 milyon dolar, Nepal’de “ateizmi yaymak” için 500.000 dolar ya da Sri Lankalı gazetecileri “ikili cinsiyetçi dilden” kaçınmaları konusunda eğitmek için 7,9 milyon dolar harcadığını merak ediyorsanız, işte nedeni budur. ABD hükümetinin ABD göçmenlik yasasını çiğnemeye ve açık sınır göçünü kolaylaştırmaya adanmış “hayır kurumlarını” finanse etmek için milyonlar akıtmasının nedeni de aynıdır: zombi Hitler’i durdurmak için kapalı topluma karşı iyi bir mücadele verdiklerine inanıyorlardı. Onlarca yıldır, itiraz eden herkesin otomatik olarak gerçek bir faşist olarak etiketlenmesinin nedeni de tam olarak bu.
Bu arada, açık toplum konsensüsünün gelişimi dünya üzerindeki idari devletlerin gelişimi ve demokratik öz yönetişimi tıkamasıyla paralel gitmiştir. Burada doğrudan ve kasıtlı olarak var olan bir bağlantıdan söz edebiliriz. Carl Schmitt’in yirminci yüzyılın başlarında belirttiği gibi, liberalizmin “esas dürtüsü” politik olanın “etkisizleştirilmesi” ve “depolitizasyonudur”; yani, çatışma korkusuyla politikadan tüm temel çekişmeleri çıkarma girişimi, politik olanı sadece yönetsel idareye indirgemektir. Siyasal olanın siyasetten bu şekilde çıkarılması, savaş sonrası projenin yapısal amaçlarının merkezinde yer alıyordu. Tıpkı Schmitt’in öngördüğü gibi amaç, bürokratik süreçler, hukuki kararlar ve uzman teknokratik komisyonlar gibi sözde tarafsız mekanizmaların güçlendirilmesi yoluyla siyasetin bir makinenin daha güvenli, daha öngörülebilir hareketlerine indirgeneceği bir “teknisite çağı” aracılığıyla sürekli barışa ulaşmak oldu.
Özellikle faşizm eğilimli demokratik kitleler tarafından, gerçek siyasi sorunlar üzerine yapılan kamuoyu çekişmeleri artık izin verilmesi tehlikeli şeylerden biri gibi görünüyordu. Açık toplumun savaş sonrası düzeni, bunun yerine yönetişimi bilimsel yönetimle sağlamayı, politik arenayı bir “sonuçları sosyal mühendislikle test edilen bir sosyal teknoloji” haline getirmeyi amaçladı, Popper’ın dediği gibi. Bu makinenin işletilmesi, Popper’ın ifadesiyle, özenle seçilmiş ve eğitilmiş bir “kurumsal teknoloji uzmanları” kadrosuyla sınırlandırıldı.
Trump yönetiminin ve Elon Musk’ın günümüzde ortadan kaldırmaya çalıştığı Amerikan “derin devleti” de dahil olmak üzere, modern yönetim rejimlerimizin büyük genişlemesi böylece gerçekleşti.
Hesap vermeyen bürokrasilerden oluşan geniş daimi idari devletlerle karakterize edilen bu tür rejimler, toplum mühendisliği, ikiyüzlülük, sahte merhamet, sözde tarafsız süreçlerin manipülasyonu ve riskten kaçınma konusunda eğitimli teknokratlardan oluşan oligarşik bir elit sınıf tarafından yönetilmektedir. Propaganda ve sansür yoluyla kamuoyunun titizlikle yönetilmesi de bu tür rejimlerde özellikle temel bir öncelik haline gelmiştir; amaç hem demokratik sonuçları kısıtlamak (“demokrasiyi” kitlelere karşı savunmak) hem de iç çatışmaları önlemek amacıyla tartışmalı ancak temel siyasi meselelerin (kitlesel göç politikaları gibi) kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmasını genel olarak engellemektir. Depolitizasyona yönelik bu yönetsel dürtü ulusal düzeyle de sınırlı değildi. Tüm siyasi çekişmelerin yarı-emperyal uluslar-üstü yapılar (BM ve AB gibi) tarafından yönetileceği ve devletler arasındaki savaşın barbar geçmişin bir kalıntısı haline geleceği “kurallara dayalı liberal bir uluslararası düzenin” yaratılması, savaş sonrası Batı hedeflerinin zirvesiydi. ABD ve müttefiklerinin askeri gücüyle desteklenen bu yeni uluslararası düzen, izinsiz çatışmalara sıfır tolerans gösterecek, dünyayı depolitize edecek ve açık toplumların barış içinde gelişmesine izin verecekti.
Uzun yirminci yüzyıl, birbiriyle bağlantılı bu üç savaş sonrası projeyle birlikte karakterize edildi: normların ve sınırların yok edilmesiyle beraber hızlı bir şekilde açık hale gelen toplumlar, idari devletin konsolidasyonu ve uluslararası düzene hakim liberal paradigma. Bu sistem kurulduğunda bu üç projenin dünya üzerindeki barışı ve insanlığın iyiye doğru gidişini sağlayacağı umuluyordu.
Bunun zayıf, tutkusuz, demokratik olmayan, teknokratik rasyonalizmin karmaşık bir şekilde yönetildiği bir dünya olması, savaş sonrası konsensüsün yapmaya razı olduğu bir fedakarlıktı.
Ancak bu rüya gerçekleşmedi, çünkü güçlü tanrılar ölmeyi reddetti.
Tanrıların geri gelişi
Mary Harrington kısa bir süre önce Trump devriminin siyasi olduğu kadar arketipik de göründüğünü gözlemlemiş ve “Elon Musk ve onun genç tekno-kankalarından oluşan ‘savaş grubu’nun yerleşik bürokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik son çalışmalarına yönelik genel olarak coşkulu erkek tepkisinin”, “arketipik olarak, amacı eril kahramanlığın yok edilmesi olan geniş, pis bir düşmana karşı savaşmak olarak anlaşılabilecek” şeyin bir yansıması olduğunu belirtmiştir. Bu eril yansımalı tumotik [tanınma arzusu sahibi] vitalizm [yaşamcılık] ruhu Uzun Yirminci Yüzyıl boyunca bastırılmıştı ama şimdi geri döndü. Ve bu, ona göre, “prosedürel, idari bir medeniyetin kendi içinde korkunçluklara yer bırakmadığı” anlamına gelmiyordu. Dolayısıyla şimdi “kahraman, kral, savaşçı ve korsan gibi figürlerin, hatta çeşitli anti-kahramanların kamuoyuna geri dönüşünü gerçek zamanlı olarak izliyoruz.”
Ütopik bir barış ve ilerleme sağlayacakları yerde, açık toplumun zayıf tanrıları medeniyet üzerinde bir çözünüm ve umutsuzluk yarattı. İstendiği gibi, tarihin güçlü tanrıları yasaklanmış, dini gelenekler ve ahlak çürümüş, komüne yönelik sadıklık ve yasaklar zayıflamış, farklılıklar ve sınırlar yok edilmiş ve öz yönetişim disiplini tepeden inme teknokratik yönetim karşısında pes etmişti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu durum, açık olmayan, hayalperest olmayan toplumlardan gelen dış tehditlere karşı savunmak bir yana, kendilerini bir arada tutma gücünden yoksun ulus-devletlere ve daha geniş bir medeniyete yol açtı. Kısacası, savaş sonrası açık toplum konsensüsü tarafından sürdürülen radikal kendini reddetme kampanyası, işlevsel olarak Batı dünyasının liberal demokrasileri tarafından kolektif bir intihar anlaşmasına dönüştü.
Ancak, son yirmi yılda gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca, açık toplumun belirsiz vaatlerine inanan insan sayısı gitgide azaldı. Özellikle eskiyen takıntılarından en çok zarar gören ve bunlardan uzaklaşan gençler ve işçi sınıfı arasında bir reaksiyon baş gösterdi. Bugün Batı’da “popülizm”in gitgide popülerleşmesi ulus kimliğiyle toplumu birleştiren, ulusal davalar yaratan, şeffaf ve herkesçe kabul edilen doğrular yaratıp bu bağlamda insanları bir arada tutan güçlü tanrıların yok edilmesine ve yerlerine başka şeyler koyulmasına yönelik çabaya karşı demokratik bir direnç olarak daha iyi anlaşılabilir.
Günümüz popülizmi, on yıllardır süregelen elit ihanetine ve berbat yönetime karşı bir tepkiden çok daha fazlasıdır; uzun süredir ertelenen eylem için, prosedürel idareciliğin dayattığı boğucu uyuşukluktan kurtulmak ve kolektif hayatta kalma ve kişisel çıkar için tutkuyla mücadele etmek için derin, bastırılmış bir duygusal arzudur. Bu, politik olanın politikaya dönüşüdür. Bu, ulusal ve uygarlıksal öz-değer duygusu da dahil olmak üzere eski erdemlerin yeniden tesis edilmesini gerektirir. Bu da 1945’ten bu yana Batı zihnini etkisi altına alan patolojik “suçluluk tiranlığının” reddedilmesini gerektirir. Sonu gelmeyen histerik “faşizm” suçlamalarının gücü yavaş yavaş azalırken, iyi ya da kötü, Hitler Çağı’nın sonuna tanıklık etmeye başladık.
O halde enerjik ulusal popülizm, yirminci yüzyılın tüm temel saplantı ve taleplerinin ve bu yüzyıla hakim olan açık toplum konsensüsünün reddidir. Ahlaki ve siyasi idealler olarak gösterilen zayıflık, hoşgörü ve sıkıcı evrenselci faydacılığın tutkusuz saltanatı sona eriyor gibi görünüyor. Bu da Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlı demokrasisinin de nihayet ölmekte olduğu anlamına geliyor. Trump tüm küstahlığıyla işte bunu temsil ediyor: güçlü tanrılar sürgünden kaçıp Amerika’ya döndüler ve yirmi birinci yüzyılı da peşlerinden sürüklüyorlar.
Yeni yüzyılın başlangıcı
Trump bir eylem adamıdır, bir konu üzerine aşırı kafa yoran biri değildir ve risklere karşı yüksek bir toleransa sahiptir. İçgüdüseldir, akılcı değil. Sadakate önem verir ve hassas bir haysiyet duygusuna sahiptir. Ortak doğruları bu konularda hassas olan insanları tetikleyip tetiklemeyeceğini önemsemeden dile getirir. Bitmeyen diyaloglara veya formalite prosedürlere karşı ufak bir sabrı vardır. Koyu bir milliyetçi olarak, Amerika’nın çıkarları için ortaya güç koymaktan ve bu çıkarları diğer tüm çıkarların önüne koymaktan çekinmez. Bir başka deyişle, o popülist ayaklanmanın sebebi veya belirtisi değildir ancak eski düzeni alt üst eden eski isyankar dünya ruhunun somut bir örneğidir.
İkinci Trump yönetiminin politikaları zamanın ruhunu yansıtan nitelikte. Onun yürütmedeki yıldırım harekatı doğrudan Uzun Yirminci Yüzyılın üç temel direğine saldırdı: ulusun sınırlarını kapatmak ve devleti açık toplum ortodoksluğunun son ideolojik evriminden (“Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık”) arındırırken daha geniş kültüre de aynı şeyi yapması için ilham vermek; seçilmiş Yürütmenin korunaklı prosedüralist (yani demokratik olarak kontrol edilemez ve hesap verilemez) bürokrasi üzerindeki doğrudan, kişisel kontrolünü onaylamak da dahil olmak üzere yönetimsel devleti parçalamak için harekete geçmek; ve uluslararası alanda da liberal prosedüralizmi reddederek ulusal çıkarları “uluslararası düzenin” çıkarlarının önüne koyarak otomatik olarak küresel kural koyuculuk ve uygulayıcılık rolünü reddetmek.
Bu eylemin cüretkârlığı, partizan siyasi oyunbazlıktan daha fazlasını yansıtmaktadır: kendi içinde eski paradigmanın durağanlığının altüst oluşunu temsil etmektedir; artık yeniden “sadece bir şeyler yapabilirsiniz”. Bu zihniyet, FDR ve devrimci hükümetinin ülkeyi yeniden şekillendirip modern yönetim devletini kurmasından bu yana Amerika’da görülmemişti; İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana hiç kimse onun yarattığı makineyi sarsmaya cesaret edememişti. Şimdi Trump yaptı.
Dışarıda ve Washington’da bu atılgan tavır endişe ve kafa karışıklığına neden oldu. (“Trump neden Meksika’yı işgal etmekle, Kanada’ya kabadayılık taslamakla ve bir NATO müttefiki olan Grönland’ı ilhak etmekle tehdit ediyor? Onun bir izolasyonist olması gerekmiyor muydu?”) Aslında Trump’ın tüm eylemlerinin ardında yatan prensip çok açık: Statükocu liberal uluslararası düzeni kendi iyiliği için korumayı ya da uluslararası hukuk gibi kibar kurgulara bağlı kalmayı çok fazla önemsemek yerine, Amerikan gücünü ulusun yararına olabilecek şekilde kullanmaya istekli. Görünüşe göre dünya sahnesinde de “sadece bir şeyler yapabilirsiniz” düsturunu benimsiyor. Diplomasi ve ittifaklar mantıksal olarak sadece Amerika’ya fayda sağladıkları ölçüde değerli görülüyor. Aslında “Önce Amerika” her zaman bu anlama gelmiştir. Bu şekilde Trump Doktrini basitçe nevrotik, çatışmadan kaçınan savaş sonrası konsensüsün reddedilmesi ve Andrew Jackson, William McKinley ya da Teddy Roosevelt gibi başkanların tarzında, standart güçlü, Batı Yarımküre odaklı, yirminci yüzyıl öncesi Amerikan dış politikasının yeniden tesis edilmesidir.
Yeni Genel Sekreter Rubio Amerikan liderliğindeki liberal uluslararası düzeni “Soğuk Savaş sonrasının ürünü olan bir anomali” olarak nitelendiriyor ve şunları da ekliyor: “Sonunda tekrar çok kutuplu bir dünyaya ulaşıyoruz. Gezegenin her yerinden farklı süper güçlerin barındığı bir dünya.”
Ulus egemenliği ve global rekabetin dirilişi dünya genelinde güçlü tanrıların geri dönüşünü işaret ediyor. Macaristan’ın muhafazakar-milliyetçi başbakanı Viktor Orbán’ın kısa süre önce Avrupalı popülistlerin bir araya geldiği bir toplantıda ifade ettiği gibi, “Dostumuz Trump, Trump kasırgası, sadece birkaç hafta içinde dünyayı değiştirdi. Bir dönem sona erdi. Bugün herkes geleceğin biz olduğumuzu görüyor.”
Dolayısıyla yüzeysel bir bakışla Trump devriminin havası, bireysel özgürlük ve “açgözlülük iyidir” serbest piyasa zihniyetiyle 1990’lardaki liberteryenizme geri dönüş olarak algılanabilirse de, Trump bundan çok daha önemli bir değişimi temsil ediyor: bir asırdan fazla geriye, ya da daha doğrusu ileriye. Küreselci neoliberalizm, müdahaleci tek dünya enternasyonalizmi ve 90’ların açık toplumunun naif sosyal ilerlemeciliği öldü ve gitti. Silikon Vadisi’nin sağ kanat ilericileri ile kurduğu siyasi ittifaka rağmen, Trump’ın yeni dünyası gerçek anlamda belirgin bir şekilde post-liberaldir.
Gerici kalıntılar
O halde Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlanan aristokrasisini neden bu kadar dehşete düşürdüğüne şaşmamak gerekir: Onlar her şeyden önce, tüm ahlaki ve siyasi dünya inşası projelerini engellemek için yürüttükleri güçlü tanrıların geri dönüşünden korkuyorlar.
Örneğin, “Hıristiyan Milliyetçiliği”nin yakın tehlikesi hakkında giderek daha fazla paniğe kapılan uyarıların ortaya çıkışına dikkat edin. Bu iki güçlü tanrıyı –milliyetçilik ve din– bir araya getiren bir terimdir ve bu nedenle özellikle tetikleyici bir hayalettir. Bu aynı zamanda belli bir tür gevşek muhafazakarın Trump ve popülizm hakkında özel bir histeri sergilemesinin nedenidir. Bu tip gerçekten muhafazakârdır, çünkü hayattaki önceliği statükonun değişmesini engellemek, demokratik gücün meşru kullanımı da dâhil olmak üzere açık toplum konsensüsünü bozma riski taşıyan her türlü kararlı eylemi kınamaktır. Her ne kadar bu konsensüsün altını oyma riski taşıyan ilerici “aşırılıklara” karşı seçici bir anlaşmazlık dile getirse de, özünde böyle bir adam her şeyden önce yönetsel çekingenliğin zayıf tanrılarının hizmetkarıdır.
Hem sol hem sağ kanatta yer alan eski seçkinler, açık toplum ve değerlerine verdikleri ortak öncelik sayesinde seksen yıldır birleşmiş durumdalar. Dick Cheney gibi daha önce sağcı olarak kodlanmış figürlerin son seçimlerde siyasi solun yanında yer alması bazı Amerikalıları şaşırtmış olsa da şaşırtmamalıydı. Cheney açık toplum konsensüsünün radikal bir savunucusuydu: sadece yeni-muhafazakârlık biçiminde, açıklık müjdesini tüm dünyaya kılıç zoruyla dayatan Amerikan kilisesinin militanıydı. Bu yönüyle George Soros gibi amacını açıkça ortaya koyan aktivist bir kurum (Açık Toplum Vakfı) kuran ve bu kurumun geniş etki ağını Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki muhafazakar kültürleri yıkmak ve yapılarını bozmak için kullanan adanmış solculardan hiç de farklı değildi.
Her iki adamın da aynı Batı müesses nizamının güçlü evlatları olarak bunu yapmaları, bu müesses nizamı birleştiren şeyin açık toplum konsensüsü olduğu düşünüldüğünde, çelişkili değil tamamen mantıklıdır. 1960’ların en radikal “karşı-kültürel” isyancıları bile, hedeflerinin savaş sonrası müesses nizamın hedefleriyle aynı olduğu göz önüne alındığında, gerçekte böyle bir şey değildi: toplumun açılmasını aşamalı olarak ilerletmek. Sadece değişimin hızı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi ve müesses nizam kısa süre içinde bu heveslerine uyum sağlayarak onları da bünyesine kattı.
Trump ve popülist-milliyetçi hareketler, başlangıcından bu yana bu konsensüsten ilk gerçek kopuştur. Çok farklı bir dünyanın gelişini müjdeliyorlar.
Yeni dünyanın kapıları aralanıyor
“Açıklık” fetişine karşın, savaş sonrası açık toplum dünyası her zaman kendi tarzında sıkı sıkıya kapalı ve boğucu bir yer olmuştur. Bu dünya insan doğasından şüphe edilen, onun tehlikeli ve kontrol altına alınması ve baskılanması gereken, hatta daha iyisi onun güvenilir bir makine gibi risksiz bir şekilde çalışacak şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğine inanılan bir yerdi. İdeal bir özgürlük, eşitlik, akılcılık ve pasifliğin hayali, Ernst Jünger’in bir zamanlar dediği gibi, her zaman “hiçbir büyük kalbin atamayacağı ve hiçbir büyük ruhun nefes alamayacağı” bir dünya olmuştur.
Uzun Yirminci Yüzyılın başından beri Leo Strauss gibi açık görüşlü liberal düşünürler pasifize edilmiş, yöneten ve yönetileni olmayan bir gezegen gayesiyle “kapalı toplumun” gerçeklerini ve değerlerini yasaklamanın yalnızca, baş kaldırı, kan dökümü ve kendi kendini yok eden bireyler elde etmekten öteye gidemeyeceğini öngörmüşlerdi. Strauss’un da uyardığı gibi, açık toplum liberalizminin dogmatik yanlışlama anlayışı sadakat, görev bilinci, cesaret, kendini sevmek gibi toplumların hayatta kalıp devamlılıklarını sağlamak için bağlı olduğu değerleri zayıflatabilirdi. Matthew Rose’un akıllıca gözlemi gibi, Strauss, kapalı toplumun güçlü tanrılarının “ilerici görüşlüler için ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar, sadece ata yadigarı değil, kalıcı gerçekler olduğunu” anlamıştır. Ve “onları onaylayamayan bir toplum, en az onları sorgulayamayan bir toplum kadar felakete davetiye çıkarır.”
Ancak bu tür uyarılar göz ardı edildi. Yirminci yüzyılın travmaları, milliyetçilik gibi fikirleri, hatta “biz” ve “onlar” arasındaki net ayrımları, ciddi bir şekilde tartışılması imkansız tabular haline getirdi. “Kapalı” ve ‘açık’ değerler arasında doğru dengeyi bulmanın sağlıklı bir toplumu sürdürmek için gerekli olduğu onlarca yıl boyunca dikkatle göz ardı edilen bir gerçekti.
Şimdi, devrimci reform anımızın canlandırıcı neo-romantizmi açık toplumun çürüyen duvarlarını ve koruma kulelerini yıkarken, güçlü tanrılar yine de gelişigüzel bir şekilde dünyaya geri çağrılıyor. Elbette geri dönüşleri gerçek riskleri de beraberinde getiriyor – gerçi asıl mesele riskin geri dönüşü. Güçlü tanrıların özelliği güçlü olmalarıdır, yani korkutucu ve tehlikeli olabilirler; tam da bu yüzden koruma ve savunma gücüne de sahiptirler. Bu gerekli güç ve canlılık yenilenmesinin toplumlarımıza uyumlu bir şekilde yeniden entegre edilip edilemeyeceği ya da dünyamızın yeniden çok daha büyük bir çekişme, tehlike ve savaş dönemine sürüklenip sürüklenmeyeceği açık bir soru olmaya devam etmektedir.
Ancak artık bu konuda fazla bir seçeneğimiz yok; güçlü tanrıların yenilenmesi öyle ya da böyle kaçınılmaz hale geldi. Artık yepyeni bir yüzyılda yaşıyoruz. Uzun Yirminci Yüzyıl, Batı’da bize miras bıraktığı dünyanın atomizasyon, kayıtsızlık, kendini inkâr ve küçük, kişisel olmayan zorbalığın tamamen sürdürülemez bir karışımı olduğunu kanıtladı. Toplumlarımız ya yeniden canlanma teklifini kabul edecek ya da yerlerini daha güçlü, daha ayakları yere basan ve uyumlu başka kültürlere bırakmak üzere yok olup gideceklerdir.
Reno’nun Güçlü Tanrıların Dönüşü kitabında haklı olarak belirttiği gibi, “Zamanımız –bu yüzyıl– açıklık ve ayrışma değil, sadakat ve dayanışma siyaseti için yalvarıyor. Daha fazla çeşitliliğe ve yeniliğe ihtiyacımız yok. Bir eve ihtiyacımız var.” Umarım hepimiz 21. Yüzyılda kendimize yeni birer ev bulabiliriz.
Dünya Basını
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek

The Economist dergisinde, gelişmiş ülkelerin içine girdiği demografi krizini ve olası sonuçlarını ele alan “Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek“* başlıklı bir makale yayımlandı. Sizler için çevirdik.
John Uwagboe 2008’de İskoçya’ya taşındığında birkaç hafta boyunca başka bir siyahi erkek görmedi. Nihayet Edinburgh sokaklarından birinde karşıdan gelen bir siyahi adam gördüğünde tanışmak için hemen onun yanına gitti. Tanışmalarıyla birlikte uzun zamandır kayıp arkadaşlar gibi kucaklaştılar, birlikte yemeğe gittiler. “Adam aslında Nijeryalı bile değildi,” diye hatırlıyor Uwagboe, “Ganalıydı!”
2001 yılında İskoçya’da yaşayan Afrikalı sayısı sadece 5.000 idi; yani büyük oranda beyaz olan nüfusun %0.1’ini oluşturuyorlardı. 2022 nüfus sayımına göre bu sayı 11 kattan fazla artmış durumda ve muhtemelen o zamandan beri daha da büyüdü. Uwagboe, eğitim için geldiği İskoçya’da önce bir bankada çalıştı, sonra kendi restoranını açtı. Şimdi sadece Edinburgh’daki Nijeryalılar için kurulmuş bir WhatsApp grubunda 3.000’den fazla üye olduğunu söylüyor. Katıldığı Pentekostal kilisesinin 10 şubesi var. “Kesin olan bir şey varsa, o da Afrikalıların gelmeye devam edeceğidir,” diyor.
Bu kulağa tuhaf gelebilir; Donald Trump göçmenleri sınır dışı ediyor, Avrupa’daki siyasetçiler yerelciliğe yöneliyor, medyada ise Afrika’dan gelen göçmenler çoğunlukla kaçak yollarla sızan teknelerde anlatılıyor. Oysa Afrikalıların büyük çoğunluğu yasal ve normalyollarla kıtayı terk ediyor. Bu tür göç, göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine rağmen artmaya devam etti ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Bu eğilim, hem göç alan ülkelerde hem de Afrika’da derin etkiler yaratacak.
Bu artış, Afrika’nın –dünyanın en genç ve en hızlı büyüyen kıtası– ile diğer tüm bölgeler arasındaki olağanüstü demografik ayrışmadan kaynaklanıyor. Afrika’da işgücü artarken, diğer birçok bölgede azalıyor. Bu nedenle, Cornell Üniversitesi’nden demograflar Kathryn Foster ve Matthew Hall “Göçün geleceği Afrika menşeli olacak” diyor.
Danışmanlık firması McKinsey’in bu yıl yayınladığı “yeni demografik gerçeklik” raporuna göre Amerika, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere ilk dalga ülkelerin 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu (15-64 yaş) 340 milyon azalacak. Ortalama yaşam süresinin uzaması ve doğurganlık oranlarındaki büyük düşüş nedeniyle bu ülkelerde çalışma çağındaki kişi sayısının 65 yaş üstüne oranı 1997’de 7:1 iken, bugün 4:1’e geriledi. 2050’de bu oran 2:1’e düşecek.
İş Var, İşçi Yok
Benzer bir düşüş gelişmekte olan ülkelerde de yaşanıyor. BM’ye göre, 2060 yılına kadar Brezilya’da destek oranı 6.2:1’den 2.3:1’e, Vietnam’da ise 7.5:1’den 2.4:1’e düşecek. George Mason Üniversitesi’nden Michael Clemens, “Tarih boyunca bu kadar hızlı işgücü kaybı görülmedi” diyor.
Bunun istisnası Sahra Altı Afrika. Doğurganlık oranları burada da düşüyor ama yavaş ve yüksek bir seviyeden başlıyor. Bu bölge demografik geçişin daha başında. 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu yaklaşık 700 milyon artarak iki katına çıkacak. 2030 yılına kadar küresel işgücü piyasasına katılan her iki kişiden biri Sahra Altı Afrika’dan olacak.
Ancak bu insanlar kendi ülkelerinde iş bulmakta zorlanacak. Her yıl yaklaşık 15 milyon kişi işgücü piyasasına girerken, yalnızca 3 milyon formel iş yaratılıyor. Afrobarometer’ın yaptığı bir ankete göre, 24 Afrika ülkesinde halkın %47’si göç etmeyi düşündüğünü, %27’si ise bunu “ciddi şekilde düşündüğünü” belirtti. “Daha iyi iş fırsatları” en çok belirtilen neden oldu.
Göç eğilimleri, ülkelerin kişi başına düşen geliriyle karşılaştırıldığında çan eğrisi benzeri bir grafik oluşturur. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 5.000 dolara ulaşınca göç artar, 10.000 dolarda zirveye ulaşır, sonra düşer. Yani çok fakir ülkelerde insanların gitmeye gücü yetmez, zengin ülkelerde ise ihtiyaç duymazlar. Orta gelirli ülkelerde ise hem istek hem imkan vardır.
Göçle özdeşleşen Meksika ve Filipinler gibi ülkeler artık bu zirveyi geçmiş durumda. Oysa Sahra Altı Afrika nüfusunun %94’ü (yaklaşık 1.1 milyar kişi), kişi başına gelirin 10.000 doların altında olduğu ülkelerde yaşıyor. “Afrika’dan göç durdurulamaz bir güç,” diyor Clemens.
Gerek Var Ama İstek Yok
Göçmen kabul eden ülkelerdeki siyaset ise bu güce karşı hareketsiz bir nesne gibi duruyor. Trump, Afrikalı göçmenler arasında popüler olan “çeşitlilik vizesini” askıya aldı. AB, Afrika’dan gelen yasa dışı göçü azaltmak için milyarlarca euro harcıyor. Eski İngiliz hükümeti, Ruanda’dan gelen göçmenleri kabul etmektense İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya göndermeye daha hevesliydi.
Yerlilik savunusu, Afrika’dan göçü kısıtlayabilir. Ancak bu tür kısıtlamaların siyasi bedelleri olur. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi için hemşire ve doktor bulmak zorlaşır. Emek açığı ve sosyal güvenlik açıkları karşısında daha az tercih edilen önlemler (emeklilik yaşını yükseltmek gibi) gündeme gelir. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni seçim kampanyasında göçü azaltacağını vadetti, fakat iktidara geldikten sonra AB dışı ülkelere verilen çalışma vizesi sayısını artırdı. Brexit sonrası İngiltere’de net göç oranı yükseldi. Zengin ülkeler işgücü açığını kapatmak istiyorsa, bunu en çok Afrikalılarla yapacak.
Zaten Yapıyorlar
2024’te, BM verilerine göre 45 milyon Afrikalı ülkesi dışında yaşıyor. Bu, küresel göçmen nüfusunun %15’i. 1990’da bu oran %13’tü. O dönem Afrikalı göçmenlerin yalnızca %35’i Afrika dışındaydı; bugün bu oran %45. Yani Afrika dışındaki Afrikalı göçmen sayısı 1990’dan bu yana üç katına çıkarak 20.7 milyona ulaştı. Bu, Hindistan dışındaki Hintlilerden (18.5 milyon) ve Çin dışındaki Çinlilerden (11.7 milyon) fazla.
Avrupa’daki Afrikalı göçmen sayısı 1990’da 4 milyonken, 2024’te 10.6 milyona çıktı. Fransa’da 4 milyon, İngiltere’de 1 milyon Afrikalı göçmen var. Yeni gelenler, sömürge dönemine dayanan eski diasporalara katılıyor. Daha önce gelenlerin çocukları İngiltere’de sınavlarda ortalamanın üstünde başarı gösteriyor. Özellikle Britanyalı Nijeryalılar spor (rugby kaptanı Maro Itoje), iş dünyası ve siyasette (Muhafazakar Parti lideri Kemi Badenoch) öne çıkıyor.
Afrikalılar artık sadece doktor ya da mühendis olarak değil; bakım evlerinde çalışmak gibi daha mütevazı işler için de geliyor. 2023’te İngiltere’deki bakım evlerinde çalışan yabancı uyruklular arasında Nijeryalılar ilk sıradaydı. Zimbabwe ve Gana’dan da on binlerce kişi bu tür işlerde çalışıyor.
Yeni Azınlık
Son on yılda Amerika, Sahra Altı Afrika’dan en çok göç alan ülke olarak Fransa’nın önüne geçti. 1960’ta Afrika kökenliler toplam göçmenlerin %1’inden azını oluştururken, 2020’de bu oran %11 oldu. 1990-2020 arasında Amerika’ya gelen Afrikalı sayısı, köle ticareti dönemindekinden dört kat fazla.
Columbia Üniversitesi’nden Neeraj Kaushal’ın yakında çıkacak kitabı, “Amerika’nın geleceği Kara Afrika’da” tezini işliyor. Nijerya, Etiyopya, Gana ve Kenya diasporaları, 1980’deki Hint diasporasıyla aynı büyüklükte. Hintli göçmen nüfusu o zamandan beri 13 kat arttı. Benzer bir artış, 2060’a kadar bu dört Afrika diasporasından 10 milyon yeni göçmen anlamına gelir.
Kaushal, Trump döneminde bazı kısıtlamalar getirilse de uzun vadede Amerika göçmen ülkesi olarak kalmak istiyorsa, Afrika’nın en büyük kaynak olacağını savunuyor. Zira Afrika’dan gelen göçmenler hem eğitimli hem çalışkan: Nijeryalı Amerikalıların %64’ü üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran %33. Ayrıca iş gücüne katılım oranları da ortalamanın üstünde.
Göçmenler o kadar başarılı ki bazı Afro-Amerikalı akademisyenler, çocuklarının pozitif ayrımcılık uygulamalarından faydalanmaması gerektiğini savunuyor. Yeni gelenler “Afrikalı-Amerikalı” kavramını da dönüştürüyor. Atlanta’daki Kongo Koalisyonu’ndan Carl Kananda, “Ben Afrikalıyım. Amerika’ya gelene kadar siyah olduğumu öğrenmemiştim” diyor.
Batı Dışında da Varlar
2024 itibariyle, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde 4.7 milyon Afrikalı göçmen var; bu rakam 1990’dan beri üç katına çıktı. Suudi Arabistan, Kenya’ya en fazla döviz gönderen ikinci ülke. Ancak Körfez’deki Afrikalı işçiler çoğu zaman kötü muamele görüyor. Kenya’dan gidenlerin %99’u patronlarından kötü muamele gördüğünü söylüyor. Uganda’da aktivist Marie Mwiza, kadın hizmetçilerin “domates çuvalı gibi” görüldüğünü söylüyor.
Yine de pek çok kişi gitmeye devam ediyor. Uganda’da çalışan Steven Nuwuguba Katar’da zorlu koşullarda çalıştı ama ülkesiyle kıyasla yüksek kazanç elde etti. Birçok kişi bu gelirle iş kurabiliyor.
Afrikalılar Çin’de de var. Nijeryalılar, Endonezyalılardan fazla; Güney Afrikalılar neredeyse Taylandlılar kadar. Yiwu ve Guangzhou gibi şehirlerde binlerce Afrikalı ticaret yapıyor. 2018’de Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 80.000’di; bu sayı Amerika’daki Afrikalı öğrenci sayısından daha fazlaydı.
Afrika İçin Etkileri
Göç, “beyin göçü” korkularını da beraberinde getiriyor. Ancak Kamerunlu ekonomist Narcisse Cha’Ngom’a göre bu daha karmaşık. Evet, nitelikli iş gücü, tüketim ve vergi tabanı kaybediliyor. Ama göçmenlerin gönderdiği döviz, doğrudan yatırımlardan ve yardımlardan fazla. Göç ihtimali, ülkede eğitime olan talebi bile artırıyor.
Cha’Ngom’un 2023 tarihli çalışmasına göre, göç veren ülkelerin çoğu, kişi başına düşen GSYİH açısından göçten net fayda sağlıyor. Ancak bu faydayı artırmak için doğru politikalar gerekiyor. Filipinler hemşire ihracını sağlık eğitimiyle eşleştirdi. Hindistan, göçmenlerini ülkeye beceri ve sermaye getirmeye teşvik ediyor.
Afrika ülkeleri de benzer politikalar geliştiriyor. Kenya, Almanya ile mesleki eğitim ve dil kurslarını içeren bir göç anlaşması yaptı. Hedefleri, yılda 1 milyon Kenyalıyı yurt dışına göndermek. Etiyopya ve Tanzanya da benzer girişimlerde bulunuyor.
Yine de pek çok Afrikalı hükümetlerinin bu fırsatı doğru kullanabileceğine inanmıyor. İşçi ihracatı yapan şirketlerin siyasi elitlere ait olması kuşkuları artırıyor. Ancak yurt dışında şansını denemek isteyen genç Afrikalılar için bu durum pek caydırıcı değil.
Afrikalıların işe ihtiyacı var; dünyanın da işçiye. Bu çıkar birliği büyük bir fırsat. Yeter ki her iki taraf da bu fırsatı değerlendirmeyi bilsin.
Dünya Basını
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve uzun süredir Asya uzmanı olan Kurt Campbell, ABD’nin Çin’le tehlikeli bir sarmalın içine girmekten kaçınması gerektiğini söyledi. ‘Önce Amerika’ politikası ‘Yalnız Amerika’ politikasına dönüşmemeli dedi.
Campbell, bu hafta Tokyo ve bölgede yaptığı ziyaret sırasında Nikkei Asia‘ya verdiği özel röportajda, “Muhtemelen Çin ve ABD kadar birbirine bağımlı iki ülke yoktur” dedi. Ancak “bu karşılıklı bağımlılıktan daha rahatsız olan iki ülke de yok” diye ekledi.
Joe Biden yönetiminin ikinci diplomatı olarak görevinden ayrıldıktan sonra ilk kez Asya’yı ziyaret eden Kurt Campbell, mevcut Başkan Donald Trump’ın Çin ile ticaret savaşı küresel ekonomiyi ve Asya’yı sarsarken konuştu. ABD, rakibine %145’e varan yeni gümrük vergileri uygulayarak bazı ürünlerin efektif vergisini %245’e kadar yükseltti. Pekin ise Amerikan mallarına %125 gümrük vergisi uygulayarak misilleme yaptı. Campbell, şu anda “Pekin ile Washington arasında neredeyse hiçbir iletişim kanalı bulunmaması”nın riski artırdığını söyledi.
Trump bu hafta iki tarafın müzakere halinde olduğunu ısrarla belirtirken, Çin görüşmelerin yapıldığını yalanladı.
Kurt Campbell, “ABD ile Çin arasında kasıtsız bir yanlış hesaplamadan endişe duyuyorum” diyerek, öncelikli hedefin “kasıtsız bir askeri çatışmaya girilmemesini sağlamak” olduğunu vurguladı.
ABD-Çin ilişkilerinin “derin rekabet” ile tanımlanmaya devam edeceğini belirten Campbell, Washington’daki herhangi bir yönetimin hedefinin “bu rekabeti mümkün olduğunca istikrarlı ve sağlıklı hale getirmek” olması gerektiğini söyledi.
2013 yılında kurucularından olduğu Washington merkezli danışmanlık şirketi The Asia Group’un başkanlığını yürüten Campbell, her iki tarafın da sessiz, kapalı kapılar ardında görüşmelerin yolunu aradığını düşündüğünü söyledi. Ancak “hiçbiri yüzünü kaybetmek istemediği” için diyalog yolunu bulmak “zor olacak” dedi.
Trump, anlaşma halinde gümrük vergilerinin “önemli ölçüde” indirilebileceğini belirtirken, Çin bazı ABD ürünlerine uyguladığı vergileri muafiyet kapsamına almayı düşünüyor.
Geri adım atma görevi, daha geniş uluslararası ilişkilerdeki değişiklikler nedeniyle karmaşık hale geliyor.
Rusya ve Kuzey Kore vurgusu
Kurt Campbell ayrıca, “Şu anda en çok endişe duyulan ilişki, açıkçası Rusya ile Çin arasındaki ilişkidir” dedi. Pekin’nin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline devam etmesini sağlayarak, ekonomik destek ve çeşitli çift kullanımlı teknolojiler sağladığını savunan Campbell, bunun karşılığında Çin’in, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına “derinden aykırı” denizaltılar ve diğer yeteneklerle ilgili teknolojiler aldığını düşünüyor.
Aynı şekilde Campbell, Kuzey Kore’yi “tehlikeli bir joker kart” olarak nitelendirdi. Trump’ın Pyongyang ile “bir tür diplomasi kurmanın yollarını bulmakla ilgilendiğini” düşünse de, başarısız adımların tekrarlanmasından endişe duyuyor.
1994 tarihli ikili anlaşma çerçevesi, 2000’li yıllarda yapılan altı taraflı görüşmeler ve Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile yaptığı çok sayıda toplantıya atıfta bulunarak, “Önceki çabaların başarılı olmadığını unutmamalıyız” dedi. Bu arada Kuzey Kore’nin, “nükleer silahlar ve bunları uzun menzilli füzelerle fırlatma kapasitesi” konusunda ilerleme kaydettiğini kaydetti.
Bunun da ötesinde Campbell, Trump’ın ilk dönemine kıyasla “dünyanın, Kuzey Kore’nin Rusya ve Çin ile güçlenen ilişkileri göz önüne alındığında, ABD ile diplomasiye daha da dirençli hale gelebileceği şekilde değiştiğini” söyledi.
Güney Kore ve Japonya ile üçlü işbirliği ve gemi inşası
Campbell’a göre ABD’nin izlemesi gereken yol, Trump yönetiminin dost ve düşmanlara gümrük vergileri uygulayıp baskı yapmasına rağmen ittifakları güçlendirmektir.
“Atabileceğimiz en önemli adımlar, caydırıcılık ve benzer düşünen ülkelerle ortak çabalardır” dedi, bu ülkeler arasında, bölgedeki iki uzun soluklu müttefik olan Japonya ve Güney Kore ile üçlü işbirliğinin de yer aldığını belirtti.
Campbell, ticari ve askeri önemi ve Çin’in hakim konumu nedeniyle bu alanı ‘en büyük zorluklarımızdan biri’ olarak nitelendirerek, üçlü işbirliği için doğal bir alan olarak özellikle gemi inşasını gündeme getirdi. Güney Kore ve Japonya bu alanda en büyük ikinci aktörlerdir.
Campbell, “Bu tür bir işbirliğini zorlaştıran birçok kısıtlama var, ancak Başkan Trump’ın belirttiği şeylerden biri, iş yapmaya açık olduğu” dedi. “O, belirli alanlarda, askeri teknolojide ve özellikle gemi inşasında daha güçlü ilişkiler kurmak için uzun süredir var olan engelleri aşmaya hazır” ifadelerini kullandı.
Japonya bölgede ABD için en önemli ilişki
Trump’ın gümrük vergilerini bir baskı aracı olarak kullanmasına ve Tokyo’nun Washington ile bir anlaşma arayışına girmesine rağmen, Campbell “ABD’de bunun sadece önemli bir ilişki değil, ABD için en önemli ilişki olduğu ve bu ilişki üzerine bir dizi başka şey inşa ettiğimizin farkında olunduğunu” söyledi.
Campbell, Japonya’nın her zamanki gibi “geride kalma” zamanının değil, katılım ve fırsatları değerlendirme zamanı olduğunu söyledi.
Tokyo’ya “iki farklı yolda, tam hızla ilerlemesi” tavsiyesinde bulundu. Bunlardan biri, “Washington ile derin bir işbirliği içinde stratejik bir şekilde çalışmak için mümkün olan her şeyi yapmak.” Diğeri ise, çok taraflı ticaret çerçevelerini güçlendirmek, iklim değişikliği ve temiz enerji konusunda öncülük etmek ve Trump yönetiminin ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı (USAID) kapatarak yarattığı boşluğu doldurmak için Afrika, Pasifik ada ülkeleri ve Güneydoğu Asya’ya yardım sunmaya devam etmek gibi “Japonya’nın dünyadaki rolünü güçlendirmek için giderek daha bağımsız adımlar atmak.”
ABD-Japonya ittifakının güvenlik yönüne gelince, eski müsteşar, bunun “paternalist olamayacağını” ve “tamamen eşit bir ortaklık olması gerektiğini” söyledi.
“Genişletilmiş caydırıcılıkta Japonya’nın [daha büyük] bir rol oynamasını dışlamıyorum” dedi.
İmparatorluk ve işgalin hatıralarının hala taze olduğu bir bölgede, daha aktif Japon kuvvetleri muhtemelen şüpheyle karşılanacaktır. Ancak Kurt Campbell, “Mesajım şudur: Şimdi cesur olmak, kendinden emin olmak, dış politikada bazı riskler almak ve Japonya’nın küresel sahnedeki rolünü ilerletmek için doğru zaman” dedi.
“Zorluklar ve riskler olduğu kesinlikle doğru, ancak fırsatlar da var. Bu fırsatları şekillendirme zamanı” diye ekledi.
Campbell ayrıca, ABD’nin askeri varlığının ve nükleer caydırıcılığının önemini vurgulayarak, “Dikkatli olmalıyız ve Amerikan dış politikasının en büyük başarılarından birinin, çoğu ülkenin Avrupa ve Asya üzerinde ABD’nin genişletilmiş caydırıcılığını açık ve net bir şekilde kabul etmesi olduğunu kabul etmeliyiz” dedi ve ekledi: “Barış ve istikrarın korunması için çok önemli olan bu sağlam taahhüdü ülkelerin sorgulamasına neden olmayacak adımlar atmaya devam etmeliyiz.”
Tayvan vurgusu
Ona göre bu, Tayvan için de geçerli.
Campbell, Washington’un Pekin’i tanıyan ve Taipei ile gayri resmi ilişkiler için bir çerçeve belirleyen 1979 tarihli Tayvan İlişkileri Yasası’nı “dış politikadaki en önemli yasama liderliği örneği” olarak nitelendirdi. Tayvan’da barışı korumak ABD’nin çıkarlarına uygun olduğunu savundu.
“Sadece şunu söylemek isterim: [Tayvan ile] gayri resmi ilişkilerimizi derinleştirmek ve güçlendirmek ABD için hayati önem taşıyor ve Tayvan’ın Pasifik’te, güvenlik ve teknoloji alanlarında yaptığımız pek çok şeyde demokratik bir aktör ve gayri resmi ortak olarak gücünü kutlamalıyız” dedi.
Pekin, Tayvan yakınlarında askeri tatbikatlar düzenlerken, “saldırganlığı caydırmak, özellikle Tayvan Boğazı’nda hiç bu kadar önemli olmamıştı” dedi.
Campbell, Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu ve ekonomik gücüyle Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği’nden daha zorlu bir rakip haline geldiğini belirterek, bunun yine ittifakların güçlendirilmesine bağlı olduğunu savundu.
“Nihayetinde Çin’i caydırmanın en iyi yolu, ortaklarla birlikte hareket etmektir” dedi. Ancak ABD’nin gümrük vergileri ve diğer adımlarıyla kendini izole ettiğini belirtti.
Campbell, ‘Amerika Önce’ politikasının ‘Amerika Yalnız’ politikasına dönüşmemesi gerektiğini vurguladı. ‘Yalnız Amerika’, ABD’yi zayıflatacak, bizi daha fakir, daha güvensiz ve açıkçası hala bir dereceye kadar Amerikan liderliğine ihtiyaç duyan bir dünyada çok daha endişeli hale getirecektir.”
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin
-
Avrupa2 hafta önce
Orbán’ın vetoları AB’yi 7. maddeye itiyor
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan ticaret savaşının kazananı olabilir mi?