DÜNYA BASINI
RFKP lideri Zyuganov yazdı: Rusya’nın bütçe çıkmazı
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Rusya’nın 2024 bütçe taslağı fazlaca şaibe barındırıyor. Tasarı, amacının çok daha ötesinde, mali oligarşinin çıkarları doğrultusunda dizayn edilmişe benziyor. Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) Genel Sekreteri Gennadiy Zyuganov, aşağıda tercümesi verilen ve Svobodnaya Pressa (Hür Basın) gazetesinde yer bulan uzun soluklu makalesinde partisinin bütçe taslağına ilişkin eleştiri ve alternatiflerini sıralıyor.
Perişan bütçe
Gennadiy Zyuganov
19 Ekim 2023
Nazizme ve küreselleşmeye karşı zaferimizin ve egemen kalkınmamızın vazgeçilmez koşulu iç politikada sola dönmektir
Batı’nın küreselci ve neo-Nazi güçleri tarafından ülkemize karşı ilan edilen hibrit imha savaşı koşullarında, mevcut tüm kaynakların seferber edilmesine, hızlandırılmış bir şekilde genişletilmesine ve etkin bir şekilde kullanılmasına hayati derecede ihtiyacımız var. Bu özellikle mali ve iktisadi kaynaklar için geçerli. Bunlar askeri, endüstriyel ve sosyal tüm başarıların temelidir.
Bu nedenle bir kalkınma bütçesinin oluşturulması ve gerçek bir egemenlik ve zafer programının uygulanması konusu son derece önemli. Bu bağlamda, hükümet tarafından hazırlanan ve Devlet Dumasının 26 Ekim’de ilk okumada ele alacağı federal bütçe taslağı, bilhassa yakın ilgi ve mümkün olan en sorumlu değerlendirmeyi gerektiriyor.
İstikbal mücadelesinin ön mevziisi
Yeni bir dünya yangınının ana hatları gezegenin farklı bölgelerinde giderek daha görünür hale geliyor. Yakın zamanda Orta Doğu’da ortaya çıktı. Ve düşmanlarımız, hibrit savaştan Rusya ile doğrudan savaşa geçme niyetlerini açıkça ilan ediyorlar.
Bu durum, Amerikan Stratejik Konsepti üzerine ABD Kongre Komisyonunun kısa süre önce yayımlanan raporuyla da teyit edildi. Raporda Washington’un politikasının temel bileşenlerinden birinin ABD ve NATO müttefikleri ile Rusya ve Çin arasında askeri bir çatışmaya hazırlık olması gerektiği açıkça belirtiliyor. Ayrıca Amerikalı “şahinlerin” bu on yılın sonunu ya da gelecek on yılın başını böyle bir çatışma için en olası zaman dilimi olarak gördükleri de açıkça ifade ediliyor.
Böylesi tarihi zorluklar karşısında, bütçe taslağında “Milli Savunma” başlığı altında planlanan harcamalardaki kayda değer artışı desteklememek mümkün değil. Harcamalar 2023 yılında 6,4 trilyon iken 2024 yılında neredeyse yüzde 70 oranında artarak 10,8 trilyona ulaşacak. Ülkenin savunma kalkanının finansmanı bütçe harcamalarının yüzde 29’unu ve GSYİH’nin yüzde 6’sını oluşturacak. 2025 yılında bütçe harcamalarının dörtte birinin buna ayrılması planlanıyor. Bu oran 2026 yılında yüzde 22’ye yükselecek.
Ancak NATO’nun Bandera cuntasının kanlı elleriyle bize karşı çıktığı Ukrayna cephesine ek olarak ve ülkemize dönük yeni ve daha büyük ölçekli saldırılara hazırlanmanın yanı sıra, zamanın ve hibrit savaşın diğer cephelerindeki zorluklarla da başa çıkmalıyız. Her şeyden önce iktisadi, bilimsel, teknolojik, sosyal ve demografik cephelerde. Fakat bize önerilen bütçe taslağı bu görevleri yerine getirmiyor.
Bu, Devlet Başkanı Vladimir Vladimiroviç Putin’in mesajında ve kararnamelerinde belirtilen temel hedeflerle örtüşmüyor. Putin, dünyanın önde gelen ilk beş ekonomisinden biri olmak, Rusya’nın tehlikeli teknolojik gecikmesinin üstesinden gelmek, gerçek iktisadi modernizasyon ve hızlandırılmış ithal ikamesi sağlamaktan; yurttaşların refahını önemli ölçüde artırmak ve sosyal koşullarını iyileştirmekten; istikbalimize yönelik ana stratejik tehdit olan ciddi demografik krizle başa çıkmaktan söz etmişti.
Haziran ayında Oryol’da düzenlediğimiz Uluslararası Ekonomi Forumunda Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nin (RFKP) güncellenmiş programını sunduk ve onayladık. Bu program, Devlet Başkanı tarafından formüle edilen görevleri tam olarak karşılamıyor. En iyi bilim insanları ve uzmanların desteğiyle bu programın uygulanması gerektiğini ikna edici bir şekilde ortaya koyduk. Oryol Forumu katılımcılarının raporlarında dile getirilen kaygı verici veriler de bunu doğruluyor. Bunlardan sadece birkaçı şöyle:
Son 10 yılda yıllık ortalama iktisadi büyüme oranımız yüzde 1’i geçmedi. Dünya ortalaması ise üç kat daha yüksekti. Kişi başına düşen GSYİH açısından Türkiye, Portekiz ve çoğu eski sosyalist ülkenin gerisindeyiz. GSYİH’mizin yapısında bilişim yoğun sanayi sadece yüzde 13’lük bir paya sahip. Bilişim ekonomisinin, yani yüksek teknolojili sektörlerin GSYİH içindeki payı ise sadece yüzde 9.
Rusya bugün 187 ülke arasında ortalama yaşam süresinde 108., sağlık göstergelerinde 119., sağlık hizmetlerinin kalitesinde 95., eğitim kalitesinde 32., yurttaşların reel gelir düzeyinde 66., emeklilerin yaşam standardında 43., sosyal kalkınma endeksinde 60., konforlu konut sağlanmasında 80. sırada yer alıyor.
Rusya, G20 ülkeleri arasında nüfus artışı yerine nüfus düşüşü yaşayan tek ülke. Son 30 yılda yılda ortalama yarım milyon insan ölüyor. Çalışma çağındaki erkekler arasında ölüm oranımız AB’dekinden üç kat daha yüksek. Kadınlar arasında ise bu oran iki kat daha yüksek. 2020 ve 2022 yılları arasında nüfusumuz 2,3 milyon azalmış olacak. Bu kaygı verici rakamlara bu sonbaharda yenileri eklendi. Bugün, yıkıcı 90’lı yıllardan bu yana en düşük doğum oranına sahibiz. Ve uzmanların tahminlerine göre bu oran düşmeye devam edecek.
En müreffeh ve en az müreffeh bölgeler arasındaki işgücü geliri farkı 3 ila 4 kat. Rusya’da dolar milyarderlerinin GSYİH’ye oranla gelirleri ABD ve AB ülkelerinin iki katı. Aynı zamanda, iki çocuklu ailelerin dörtte birinden fazlası ve üç çocuklu her iki aileden biri yoksulluk sınırının altında. Kırsal bölgelerde bile çok çocuklu ailelerin sayısı hızla azalıyor. Bunun başlıca nedenlerinden biri, kırsal alanların kapsamlı kalkınması programının kategorik olarak yetersiz finanse edilmesi.
Meslek okulları tarafından eğitilen yüksek nitelikli işçilerin sayısı Sovyet dönemine kıyasla on kat azaldı.
SSCB’nin dağılmasından bu yana araştırmacı bilim insanlarının sayısı yarıdan fazla azaldı. Toplam araştırmacı sayısı 1990’dan bu yana üç kat azalttı. Tam gelişim için gerekli asgari düzeye kıyasla bilim ve eğitime tam bir yetersiz finansman söz konusu.
Dönem sosyalizme doğru dönüşü mecburi kılıyor
Bu sistemsel sorunların üstesinden gelmenin yolları Oryol Forumu katılımcıları tarafından onaylanan FKP programında açıkça ifade edildi. Bunların başlıcaları şunlar:
— Sosyo-ekonomik gidişatta köklü değişim;
— Temel ulusal çıkarları göz önünde bulundurarak iktisadi ve sosyal alanda uzun vadeli planlama;
— Stratejik öneme sahip sanayilerin millileştirilmesi;
— Oligarşinin ekonomi yönetiminden uzaklaştırılması;
— Yüksek teknoloji ekonomisine, bilime ve eğitime yapılan kamu yatırımlarında anlamlı artış;
— Sermayenin ülkeden tahliyesinin durdurulması;
— Vergi mevzuatının mali yükü süper zenginlerin kişisel gelirleri aleyhine artıracak ve işletmeler ve yoksul yurttaşlar hilafına azaltacak şekilde güncellenmesi;
— Halkımızın işletmeleri için kapsamlı destek ve deneyimlerinin ülke çapında yaygınlaştırılması;
— Başta “savaş çocukları” olmak üzere genç ailelere ve emeklilere yönelik sosyal desteğin güçlendirilmesi.
Anayurdun kurtuluşu ve yeniden canlanması açısından vazgeçilmez bir koşul olan Zafer Programımızda ilan edilen sola dönüşün zarureti, Sovyet sisteminin olağanüstü başarılarıyla ikna edici bir şekilde teyit edildi.
SSCB’de 1929’dan 1959’a kadar ekonominin hacmi 14 kat arttı. Savaş yılları hariç yıllık ortalama büyüme oranı bu dönemde yüzde 14’tü. Bu dönemde reel ücretler dört katına çıktı, yurttaşların banka tasarrufları beş katına çıktı. Ortalama yaşam süresi 26 yıl arttı. Büyük Anayurt Savaşı sırasında 27 milyon kayıp verilmesine rağmen nüfus 46 milyon arttı. Demografi uzmanlarının hesaplamalarına göre, savaş olmasaydı SSCB’nin nüfusu aynı dönemde 100 milyon artacaktı.
Devlet Başkanı Putin’in program konuşmaları incelendiğinde sola dönüşün kaçınılmaz olarak zaruri olduğu sonucuna varılıyor. Putin, 2021 yılında Valday Forumu’nda yaptığı konuşmada kapitalizmin çıkmaza girdiğini açıkça ifade etmişti. Esasında bu yılın ekim ayının başında Valday toplantısının katılımcılarına hitaben yaptığı konuşma da aynı hakikate tanıklık ediyor. O toplantıda Devlet Başkanı, çok kutupluluk ve adalet temelinde yeni bir dünya inşa etme gibi iddialı bir misyonla karşı karşıya olduğumuzu vurgulamıştı. Vladimir Putin ve Şi Cinping arasında ikili görüşmelerin yapıldığı ve tarihsel öneme sahip Üçüncü Uluslararası Kuşak ve Yol Forumu’nun gerçekleştirildiği Çin ziyareti sırasında da aynı fikirleri yineledi.
Devlet Başkanı, yeni dünyanın dayanması gereken ve Rusya’nın rehberlik etmek istediği en önemli ilkeleri özetledi. Bunlar, kolektif çözüm politikasının benimsenmesi, sömürge döneminin ve Soğuk Savaş’ın mirasının üstesinden gelinmesi, herkes için adalet ve eşitlik ile sömürü ve eşitsizliğin mazide bırakılmasına yönelik ısrarlı mücadele.
Beşeriyetin, duraksamış kapitalizmin diktalarından kurtulmak için bu yolu takip etmeye dönük artan arzusu, bu yıl Güney Afrika’daki BRICS zirvesinde ve Vladivostok’taki Doğu Ekonomi Forumumuzda tam anlamıyla teyit edildi. Bu zirveler, dünyadaki Anglo-Sakson siyasi ve iktisadi hegemonyasının hızla çöküşüne tanıklık ettiğimizi bariz biçimde gösterdi. Avrasya, Latin Amerika ve Afrika’yı birleştiren güçlü uluslararası ittifakların güçlenmesi giderek daha belirgin hale geliyor. Bu ittifaklar kendi halklarına Batı’nın sömürgeci diktatörlüğüne karşı yapıcı ve adil bir alternatif sunuyor.
Fakat otuz yıl önce bize dayatılan ve hegemonyasını korumak için yeni bir dünya savaşı çıkarmaya hazır olan vahşi kapitalizmin sosyo-ekonomik mirası bize ısrarla kendini hatırlatıyor. Üzülerek belirtmek isterim ki, Duma’ya sunulan federal bütçe taslağı da böyle bir hatırlatmaya dönüştü.
Önemli kısımların, devlet programlarının ve ulusal projelerin finansman parametrelerini değerlendirdiğimizde, bu parametrelerin stratejik hedeflerimizle yalnızca savunma sektörünün ihtiyaçlarının finansmanı açısından örtüştüğü sonucuna varabiliriz. Ancak ulusal ekonomi, bilim, eğitim, sağlık hizmetleri ve demografinin desteklenmesi açısından değil. Bu arada, bize ilan edilen hibrit imha savaşı koşullarında bunların geliştirilmesi, cephenin ihtiyaçlarının karşılanması kadar son derece önemli.
Bu, yazarlarının tarihsel zorlukları hala Yeltsin-Gaydar döneminin zararlı reçeteleriyle savuşturmaya çalıştığı bir proje. Karşı karşıya olduğumuz sistemsel sorunların çözümüne katkıda bulunmuyor ve özünde devlet başkanının program ilkelerini sabote ediyor.
Kalkınmanın önündeki engel
Federal bütçe gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasılaya oranının bu yıl yüzde 17,3 olması bekleniyor. Taslak 2024 yılında yüzde 2,2’lik bir artışla yüzde 19,5’e yükselmesini öngörüyor. Ancak önümüzdeki iki yıl için gayri safi yurtiçi hasılaya oranla gelirlerde yeni bir düşüş —sırasıyla yüzde 17,6 ve yüzde 16,8— öngörülüyor. Benzer bir durum GSYİH’nin bütçe harcamalarına oranı için de geçerli. Bu yıl bu oran yüzde 19,1. Bu oran 2024 yılında yüzde 1,3 artarak yüze 20,4’e yükselecek. Fakat 2025 yılında tekrar yüzde 18’e, 2026 yılında ise yüzde 17,6’ya düşecek. Dolayısıyla, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda hem bütçe gelirleri hem de harcamaları GSYİH’ye oranla bugünkünden daha düşük olacak.
Eski mali ve iktisadi politikanın muhafaza edilmesini savunanlar, bunların resmi muhasebe rakamlarından başka bir şey olmadığına ve dikkate alınmaya değmeyeceğine bizi ikna etmeye çalışıyor. Ama aslında bu rakamlar, GSYİH’mizin giderek artan bir kısmının, yani yurttaşların emeğiyle yaratılan toplam servet miktarının en zenginlerin cebine girdiğini gösteriyor. Ve giderek daha azı ülkenin kalkınmasına, devletin ve toplumun ihtiyaçlarına aktarılıyor.
Bloomberg ajansı tarafından derlenen dünyanın en zengin 500 kişisi endeksine göre, 25 büyük Rus oligark sadece Ocak-Ağustos 2023 tarihleri arasında sermayelerini toplam 32 milyar dolar artırdı. Ve toplam servetleri 300 milyara ulaştı. Ruble cinsinden bu 29 trilyon eder; yani bu yılın federal bütçesinden bir trilyon daha fazla. Ülke, oligarşinin muhteşem zenginleşmesinin bedelini hayati gelir ve harcamalarını kısıtlayarak ödüyor ki bu mevcut zor koşullarda kategorik olarak kabul edilemez.
Buna karşılık projenin destekçileri itiraz edebilir: öyle olsa bile federal bütçe harcamalarının 2023’e kıyasla 2024’te 30,2’den 36,6 trilyon rubleye —yüzde 21 oranında— çıkması gerekiyor.
Elbette günümüz koşullarında bütçe harcamalarında kayda değer bir artış gerekli ve bu memnuniyetle karşılanmalı. Ancak hükümet, 2025 yılı için harcamaları 2,2 trilyon ruble, yani yüzde 6 oranında azaltarak 34,4 trilyon rubleye düşürmeyi planlıyor. 2026 yılında ise harcamaları 2025 yılına kıyasla yüzde 3,5 oranında artırarak 35,6 trilyona çıkarmayı planlıyorlar. Üç yıllık planın sonunda 2024’e kıyasla bir trilyon, yani neredeyse yüzde 3 oranında daha düşük olacak. 2023 harcamaları ise aynı dönem için öngörülen toplam enflasyon dikkate alındığında nominal olarak yüzde 18, reel olarak ise yüzde 5,5 oranında artacak.
Hibrit savaşta zafer kazanmak için çözümü gerekli olan büyük ölçekli görevlerin ışığında kamu harcamalarında böyle bir artış bariz biçimde yetersiz. Dahası, esas olarak sadece iki bütçe alanına dayanıyor. Bütçe taslağına ilişkin görüş bildiren Sayıştay, on dört alandan sadece bu ikisinde toplam bütçe harcamalarına oranla finansman payının arttığını vurguluyor.
Bunlardan biri de savunma. Ve burada, daha önce de söylendiği gibi, harcamalarda önemli bir artışı desteklemekten başka bir şey yapamayız. Batılı küreselciler ve onların beslediği Nazi ve Banderist Nazi ittifakı tarafından imha savaşı ilanıyla muhatap olduğumuz mevcut durumda bu olmadan yapamayız.
Harcamalarındaki genel büyümenin dayandığı bütçe alanlarından ikincisi hem belediye hem de kamu borçlarının ödenmesi. Gelecek yıl bu bölümün maliyetleri yüzde 50 oranında artacak. Ve 2026’da 2023’e kıyasla iki katından fazla artacak!
Ancak hükümet programımızın kilit noktalarını nihayet benimsemiş olsaydı buna gerek kalmayacaktı. Stratejik öneme sahip sanayileri yeniden devlet kontrolü altına almaya, düz vergi ölçeğini, neredeyse tüm dünyada halihazırda yürürlükte olan artan oranlı bir vergi ölçeği ile değiştirmeye karar verirdi. Ve bütçenin ihtiyaçları için süper zenginlerden, gelirlerinin ülkemizde aldıklarından çok daha önemli bir kısmının toplanmasına olanak tanırdı.
Açgözlü parazit oligarşinin yarattığı engelin kalkınma yolumuzdan kaldırmanın başka yolu yok. Ve yetkililer bunun farkına varana kadar ülke, çıkarlarına sahiden uygun bir bütçeye değil, sadece bu kez Duma’ya sunulan gibi kemer sıkma projelerine sahip olur.
Buna göre, 2024 yılında on dört bütçe bölümünden yedisinin finansmanında ya nominal bir azalma ya da enflasyon oranının altında tamamen sembolik bir artış olacak. Yani yine gerçek kesintiler. Ve üç yıllık planın sonunda, 2026’da, sekiz bölümün gerçek maliyetleri 2023 seviyesinin altında olacak.
Bu eğilim, Sayıştay uzmanları tarafından da teyit ediliyor ve harcamalardaki reel azalmanın özellikle 2025-2026 yıllarında belirginleşeceği vurgulanıyor.
Bütçe taslağını hazırlayanlar, önümüzdeki yıl devlet programlarının uygulanması için bu yıla kıyasla neredeyse yüzde 5 daha az bütçe ayırarak 1,1 trilyon ruble tahsis etmeyi planlıyor. Enflasyon da hesaba katıldığında, devlet programlarının finansmanında toplamda yüzde dokuzluk bir azalma yaşanacak. Harcamaların her saniyesinde kesintiye gidilecek.
Ulusal projelerin finansmanı 2024 yılında 68,6 milyar ruble —2023 yılına kıyasla yüzde 2,4— artacak. Ancak bu resmi artış. Aslında, resmi enflasyon dikkate alındığında bile, finansmanlarında yüzde 2’lik bir azalma olacak. Aynı zamanda, ulusal projelerin yarısının bütçeleri nominal olarak azalacak.
Onaylamamız istenen bütçe, ulusal ekonominin kalkındırılmasına dönük harcamalarda kesinlikle kabul edilemez bir azalma içeriyor. Bu harcamalar 2024 yılında, cari yıl harcamalarına kıyasla ilgili bölümde yüzde 6 oranında azalacak. 2025 yılında ise 2024 yılına kıyasla yüzde 16,5 ve 2023 yılına kıyasla yüzde 22’den fazla azaltılması planlanıyor. Projeye göre 2026 yılında ulusal iktisadi kalkınmaya yönelik harcamaların 2025 yılına kıyasla yüzde 13 oranında artması gerekiyor. Fakat yine de 2023 seviyesinin yüzde 11 gerisinde kalacak. Hükümetin üç yıl boyunca vaat ettiği toplam yüzde 12,5’lik enflasyon dikkate alındığında şunu söyleyebiliriz: ulusal ekonominin kalkınmasına yönelik gerçek yatırımlar 2026’da 2023’e kıyasla neredeyse dörtte bir oranında daha az olacaktır. Bu yıl bu kısımdaki bütçe harcamaları toplam bütçe harcamalarının yüzde 13,6’sını ve GSYİH’nin yüzde 2,5’ini oluşturuyorsa, 2026’da toplam bütçe harcamalarının yüzde 10,8’ine ve GSYİH’nin yüzde 1,8’ine düşecektir.
Tarım harcamalarının 2024 yılında yüzde on üç oranında artırılmasının ardından 2025 ve 2026 yıllarında, 2023 yılına kıyasla sırasıyla yüzde 21 ve yüzde 24 oranında ciddi bir şekilde azaltılmasının planlandığına bilhassa dikkat edilmeli. Dolayısıyla, önümüzdeki üç yıllık planın sonunda hükümet, ülkenin gıda güvenliğinin bağlı olduğu tarım sektörünü desteklemek için cari yıla kıyasla neredeyse dörtte bir oranında daha az bütçe ayırmayı planlıyor. Aynı zamanda, tarım arazilerinin ciroya etkin katılımı için devlet programında da kesintiye gidecekler.
Bu planlar, “Kırsal Alanların Entegre Kalkınması” devlet programına dönük finansmanın azaltılmasıyla daha da kötüleşiyor. Bu oran 2024’te eksi yüzde 10, 2026’da ise mevcut yıla kıyasla eksi yüzde 34 olacak.
Böyle bir mali politikayla, Rus köylerinin yıkımını durdurmamız ve tarım sektöründe stratejik olarak tehdit oluşturan personel açığıyla başa çıkmamız mümkün mü?
Yenilikçiliğe karşı eski okul
Yabancı düşmanlarımızın bizi boğmaya çalıştığı hasmane yaptırımlar bağlamında, böyle bir politika iki kat daha kabul edilemez. Fakat bu bütçe projesine tam anlamıyla nüfuz ediyor. Ve yetkililerin teknolojik atılım ve yenilikçi dönüşümlere duyulan ihtiyaca ilişkin beyanlarını açık bir şekilde geçersiz kılıyor.
“İktisadi Kalkınma ve Yenilikçi Ekonomi” devlet programı kapsamındaki harcamalar yüzde 10 oranında azaltılacak. “Havacılık Endüstrisinin Geliştirilmesi” programından yüzde 18’lik bir bütçe kesintisi yapılması planlanıyor. Enflasyon da hesaba katıldığında bu oran yüzde 22,5’e çıkıyor. Aynı durum “Gemi İnşasının Geliştirilmesi” programı için de geçerli. “Rusya Federasyonu’nun Bilimsel ve Teknolojik Kalkınması” devlet programının finansmanı kesilmeye devam edecek. Taslak bütçe, “Dijital Ekonomi” ulusal projesine yapılan yatırımlarda kesinti yapılmasını öngörüyor. Gelecek yıl yüzde 3,4 olarak gerçekleşecek olan “Bilim ve Üniversiteler” ulusal projesi harcamalarındaki artış oranı, 2024 yılında beklenen yüzde 4,5’lik enflasyon oranının gerisinde kalıyor. Yani reel anlamda büyüme değil, finansmanda azalma olacak.
“Elektronik ve Radyoelektronik Sanayinin Geliştirilmesi” programının finansmanını temelden artırması için hükümeti ısrarla zorladık. Ve çabalarımız amacına ulaştı: 2024 yılında bu program için 2023 yılına kıyasla 2,6 kat daha fazla bütçe ayrılması gerekiyor. Peki gelecekte bu programla ne yapılması planlanıyor? 2024’e kıyasla 2025’te destek dörtte üç oranında, 2026’da ise yüzde 86 oranında azaltılacak. Bu yılla kıyaslandığında bile, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda finansmanı neredeyse üç kat azalacak.
Sunulan bütçe taslağı, yazarlarının, teknolojik gecikmenin üstesinden gelme, iktisadi modernizasyon ve yenilikçi atılım görevlerinin bariz biçimde imkânsız olduğu yeterli destek olmadan bilimi açlık rasyonunda tutmaya devam etme niyetinde olduklarını gösteriyor.
Uygulamalı bilimsel araştırmalar için sağlanan bütçenin, savunma dahil olmak üzere, hemen hemen tüm bölümlerinde kesintiye gidilmesi öneriliyor.
Temel bilimsel araştırmalara yapılan harcamalar 2024 yılında yüzde 7 oranında artacak. Fakat reel olarak, enflasyon dikkate alındığında, büyüme yüzde 2,5 olacak. 2023 yılına kıyasla, bu alandaki harcamaların önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda yüzde 14 oranında artması gerekiyor. Fakat üç yıllık resmi enflasyon bile bunların yüzde 12,5’ini “yiyecek”. Sonuç olarak, temel bilim yatırımlarındaki reel büyüme üç yıl içinde yüzde 1,5’i geçmeyecek. Önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda bu yatırımlar, toplam bütçe harcamalarının yüzde 0,8’i ve GSYİH’nin yüzde 0,1’i düzeyinde kalacak.
Bu yalnızca ülkenin karşı karşıya olduğu modernizasyon ve teknolojik atılım zorluklarını karşılamak için yetersiz değil. Dünya biliminin gelişmesine büyük katkıda bulunmuş ve beşeriyete son derece önemli keşifler ve büyük bilim insanları kazandırmış olan dünyanın en zengin ülkelerinden biri için utanç verici bir gösterge.
Böyle bir bütçe politikası kaçınılmaz olarak gerçek ekonomik büyümenin önüne engel koyuyor. Bu durum taslakta bizzat yazarları tarafından da teyit ediliyor.
Bütçe taslağının dayandığı temel iktisadi kalkınma tahmini, önümüzdeki üç yıllık dönemde GSYİH büyüme oranlarının cari yıla göre daha düşük olacağını —2023’te yüzde 2,8 olan büyüme oranına karşılık 2024 ve 2025’te yüzde 2,3 ve 2026’da yüzde 2,2— varsayıyor. Başka bir deyişle, büyüme oranlarında bir yavaşlama daha söz konusu. Ve yine de yüzde 3’lük küresel ortalamaya ulaşamayacaklar; hatta Devlet Başkanı’nın konuşmasında belirlenen hedeflere karşılık gelen minimum seviyeye bile ulaşamayacaklar.
Bütçenin dayandığı tahminlere göre, bu yılın sonunda 85 ruble olarak öngörülen ağırlıklı ortalama dolar fiyatı 2024 yılında 90 ruble, 2025 yılında 91 ruble ve 2026 yılında 92 ruble olacak. İthalata bağımlı bir piyasada bu durum doğrudan fiyat artışına katkıda bulunuyor, yurttaşların cebine zarar veriyor ve yoksullaşmalarına yol açıyor.
Bu çerçevede, hükümetin bütçe taslağında yer alan ve gelecek yıl enflasyonun yüzde 4,5’i aşmayacağı, 2025 ve 2026 yıllarında ise yüzde 4’te kalacağı yönündeki tahminleri şüpheli görünüyor.
Taslağın olumlu bir yönü olarak, “Sosyal Politika” başlığı altında yer alan harcamalardaki artış dikkat çekiyor. Bu harcamaların 2024 yılında yüzde 19 oranında artması planlanıyor. 2025 yılında ise 2024 yılına kıyasla yüzde yarım oranında azalacak. Ve 2026’da —2025’e göre yüzde 2 ve 2023’e göre yüzde 21 oranında— tekrar artacak. Reel olarak, üç yıl boyunca varsayılan enflasyon dikkate alındığında, bu sosyal harcamalarda yüzde 8,5’lik bir artış anlamına geliyor.
Ancak devletin sosyal politikası, esasında bu kısımla sınırlı olan emekli maaşları ve sosyal yardımlarla tüketilemez. Sosyal politika aynı zamanda çalışanların refahı, eğitim kalitesi ve ülkeyi saran demografik krizin üstesinden gelmek için uygun koşulların yaratılmasıyla da ilgili. Bu aynı zamanda ulusal kültüre, yurtseverlik ve ahlaki eğitime ve toplumun entelektüel gelişimine destektir. Peki böyle bir bütçe tüm bunlara katkıda bulunabilir mi?
“Sosyal” tayınların dağıtımı
Bütçe taslağına göre, 2024 yılında “Eğitim” bölümüne ayrılan bütçenin yüzde 5,6 oranında artırılmasını, 2025 yılında yüzde 15 oranında azaltılması izleyecek. 2026 yılında ise yine yüzde 7,6 oranında artış olacak. Sonuç olarak, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda eğitime yönelik bütçe harcamaları 2023 yılına kıyasla yüzde 3,6 daha düşük olacak. Enflasyon oranı da dikkate alındığında, bu en önemli alandaki harcamalarda yüzde 16’lık bir azalma söz konusu olacak. Harcamaların GSYİH’ye oranı da yüzde 0,9’dan yüzde 0,7’ye düşecek. Toplam bütçe harcamalarına oranla ise yüzde 4,8’den yüzde 4,2’ye düşecek.
Ayrıca “Eğitimin Geliştirilmesi” devlet programının finansmanında da kesintiye gidilecek. Programın bütçesi önümüzdeki üç yıllık dönemin sonuna kadar dörtte bir oranında azaltılacak.
Yurtseverlik eğitimi ve toplumsal bütünlüğün güçlendirilmesinin bizim için bilhassa önemli olduğu günümüz ortamında, bütçe taslağını hazırlayanlar, “Eğitim” kısmının bir parçası olan gençlik politikasına yönelik harcamalarda kesintiye gitmenin mümkün olduğunu düşünüyor. Üç yıllık dönem boyunca finansmanının azaltılması ve 2023 yılına kıyasla 2026 yılında yüzde 27 oranında azaltılması planlanıyor.
Eğitim politikasının köklü bir şekilde gözden geçirilmesi programımızın ana bileşenlerinden biri. Bu doğrultudaki temel metinlerden biri de Herkes için Eğitim yasa tasarımızdır. RFKP’nin Duma’daki en iyi bilim insanları ve temsilcileri —-J.İ. Alferov, İ.İ. Melnikov, V.İ. Kaşin, O.N. Smolin, Y.V. Afonin, D.G. Novikov, S.E. Savitskaya, T.İ. Pletneva, N.A. Ostanina— bu tasarı üzerinde çalıştılar.
Devletin eğitim harcamalarının en az iki katına çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda, tavrımızı aktif olarak destekleyen ve düzenli olarak düzenlediğimiz eğitim sorunlarına ilişkin yuvarlak masa toplantılarına katılan, eğitim alanında çalışan yetkili uzmanlarla tam bir dayanışma içindeyiz.
Geliştirdiğimiz yasa kabul edilmediği takdirde, ülkeyi hızlandırılmış kalkınma yoluna sokma vaatleri, artan entelektüel bozulma ve bilimsel potansiyelin daha fazla tahrip edilmesiyle geçersiz kalacak.
Ülkeyi korumak adına, ülkeyi saran demografik krizle başa çıkmalıyız. Fakat bütçe taslağı bu stratejik hedefle de çelişiyor. Bir kez daha, annelik ve çocukluk desteklerinin radikal bir şekilde güçlendirilmesi ve sağlık sektörüne yönelik bütçe harcamalarının temelden arttırılması yönündeki taleplerimizi görmezden geliyor.
“Sağlık Hizmetleri” bölümünün finansmanının 2024 yılında yüzde 3,2, 2025 yılında ise yüzde 1’den daha az artırılması öneriliyor. Dolayısıyla, 2024-2025 yılları için planlanan sağlık harcamalarındaki artış, resmi enflasyon oranının bile gerisinde kalacak ki bu da bu en önemli alandaki reel harcamaların azalması anlamına geliyor. Ve 2026 yılında, 2025 yılına kıyasla yüzde 1,2 oranında azaltılması planlanıyor. 2023 yılına kıyasla 2026 yılında sağlık harcamaları yüzde 3 daha yüksek olacak. Yani, öngörülen üç yıllık enflasyon oranının dört kat gerisinde kalacaklar.
Sonuç olarak, bütçe taslağını hazırlayanlar üç yıllık dönemin sonunda sağlık hizmetlerine yönelik reel harcamaları neredeyse yüzde 10 oranında azaltmaya hazırlanıyor. Aynı üç yıllık dönemde yatılı tıbbi bakım, yani hastaneler, sanatoryum ve sağlık hizmetleri ile sağlık hizmetleri alanındaki uygulamalı bilimsel araştırmaların finansmanı da nominal olarak azaltılacak.
Bütçe taslağına göre, “Sağlık Hizmetlerinin Geliştirilmesi” devlet programına yapılan harcamalar üç yıl içinde nominal olarak yüzde 5,3 artacak ama reel olarak yüzde 7 azalacak. “Sağlık Hizmetleri” ulusal projesi ise önümüzdeki yıl nominal olarak bile yüzde 10 oranında azaltılacak. Bu proje çerçevesinde kanserle mücadele ve çocuk sağlığının korunmasına yönelik harcamalar bıçak altına yatacak.
Bütçe taslağını hazırlayanların, düşmanlarımızın Rusya’yı hayati önem taşıyan ilaçların tedarikini kesmekle tehdit ettiği bir dönemde, yaptırımlar bağlamında ilaçları ele alış biçimi özellikle kaygı verici.
Bütçeyi hazırlayanlar sanki bu alanda tehdit edici hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıyorlar. Yabancı menşeili ilaçların satın alınmasına yapılan harcamalar artmaya devam ediyor. Yerli ilaçların geliştirilmesi ve üretilmesine yapılan yatırımlar azalıyor. Bu durum, günümüzde özellikle tehlikeli hale gelen ithal ilaçlara bağımlılığı azaltmaya kesinlikle elverişli değil.
Bütçe taslağına göre, daha önce bahsedilen “Rusya Federasyonu’nun Bilimsel ve Teknolojik Kalkınması” devlet programı çerçevesinde, tıp ve sağlık alanındaki uygulamalı araştırma ve geliştirme bütçelerinin kesilmesi bekleniyor. Tıbbi araştırma merkezleri ağının oluşturulması ve işleyişine dönük harcamaların azaltılması planlanıyor. Yeni federal proje, “İlaç ve Tıbbi Cihaz Üretiminin Geliştirilmesi” ile ilgili durum açıkçası içler acısı görünüyor. Sanayinin geliştirilmesine yönelik toplam bütçe tahsisatının sadece yüzde 0,2’si bu projeye ayrılacak. “İlaç ve Tıp Endüstrisinin Geliştirilmesi” devlet programı da önümüzdeki yıldan itibaren yürürlükten kalkacak.
Bütçe taslağını hazırlayanların yurttaşların sağlığının korunması ve geliştirilmesi konusundaki aynı sorumsuz tutumu “Beden Kültürü ve Spor” bölümünde de görülüyor. Bu bölüme ayrılan bütçe, üç yıllık dönem boyunca azaldı ve 2026 yılında 2023 yılına kıyasla ve üç yıllık enflasyon dikkate alındığında dörtte bir oranında —yüzde 37,5 oranında— azaltılacak.
Ulusun sağlığını koruma hedefi, “Çevre Koruma” programının maliyetindeki azalma ile doğrudan çelişiyor. 2024 yılında, 2023 yılına kıyasla üçte bir oranında azaltılacak.
RFKP’nin programı, sağlık hizmetlerinin erişilebilirliğini ve yüksek kalitesini sağlamanın ancak devletin bu alandaki harcamalarının en az iki kat artmasıyla mümkün olabileceğini belirtiyor. Ve her şeyden önce, birinci basamak sağlık hizmetleri sistemi restore edilmeli. İlaç şirketlerinin Sağlık Bakanlığı’nın kontrolü altına alınması gerekiyor. Ve ulusal refah fonu pahasına finansmanlarında köklü bir artış sağlanmalı.
Temel ihtiyaçlardan tasarruf
Bütçe taslağını hazırlayanların tıpla ilgili planları ölüm oranlarının azaltılmasına hiçbir şekilde katkıda bulunmuyorsa, konut ve kamu hizmetleri alanında önerdikleri politika da kategorik olarak yurttaşların yaşam koşullarını iyileştirme ve doğum oranını teşvik etme görevlerine karşılık gelmiyor.
Taslağa göre, 2024 yılında hafif bir artışın ardından, 2025 ve 2026 yıllarında “Konut ve Toplumsal Hizmetler” bölümü için finansmanda keskin bir düşüş bekleniyor. Gelecek yıl, bütçeden bu yıla kıyasla yüzde 3 daha fazla pay ayrılması planlanıyor. Bu, finansmanın sadece nominal olarak artırılması, ancak enflasyon dikkate alındığında reel olarak yüzde 1,5 oranında azaltılması anlamına geliyor. 2025 yılında, konut ve kamu hizmetleri sektörünün finansmanında nominal bir azalma —tek seferde yüzde 43 oranında— planlanıyor. Taslak, 2026 yılı için ise konut ve toplumsal hizmetler harcamalarını 2025 yılına kıyasla dörtte bir oranında, 2023 yılına kıyasla ise yüzde 55,5 oranında azaltmayı planlıyor. Üç yıllık dönemdeki enflasyon dikkate alındığında, 2026 yılında konut ve kamu hizmetlerine yönelik bütçe harcamaları 2023 yılına göre yüzde 68 daha düşük olacak!
2024 yılında “Konut ve Kentsel Çevre” ulusal projesinin finansmanının neredeyse üçte biri kesilecek. Projede oturulamaz konut stokunun azaltılması için öngörülen harcamalar ise gelecek yıl mevcut seviyeye kıyasla yüzde 58 oranında düşecek. Üstelik on milyonlarca insanın bakımsız ya da büyük onarım gerektiren evlerde yaşamaya devam etmesine rağmen!
Son olarak, üç yıl içinde, vatandaşlara uygun fiyatlı ve konforlu konut sağlamaya dönük devlet programına verilen desteğin 2023 yılına kıyasla yüzde 61 oranında azaltılması planlanıyor.
Önümüzdeki yıl için planlanan “Demografi” ulusal projesinin finansmanındaki yüzde on iki artışı memnuniyetle karşılıyoruz. Fakat böyle bir sosyal politika ile bu bile işe yaramayabilir.
Bir kez daha bütçe taslağına yansıyan ulusal kültürün “komşuda pişer bize de düşer” ilkesi, yetkililerin defalarca dile getirdiği ülkenin entelektüel potansiyelinin manevi gelişimini ve güçlendirilmesini teşvik etme arzusuyla kategorik olarak çelişiyor.
“Kültür ve Sinematografi” bölümünde 2024 yılında 15 milyarlık bütçe artışı, 2025 yılında 47 milyarlık bir düşüş ve 2026 yılında 50 milyarlık bir artış öngörülüyor. Sonuç olarak, önümüzdeki üç yıllık planın sonunda, yerel kültürü desteklemek için bugünkünden 18 milyar daha fazla kaynak ayrılmış olacak. Şu anki 209 milyarlık sefil bütçe, aynı sefil 227 milyara “çıkacak”. Bu yüzde 8’lik bir nominal artış anlamına geliyor. Reel anlamda ise, üç yıllık enflasyon dikkate alındığında, harcamalarda yüzde 4,5’lik bir azalma söz konusu.
Sunulan taslağa eşlik eden ana belgelerden biri “Bütçe, Vergi ve Gümrük Tarife Politikasının Ana Yönergeleri”. Bunlar Maliye Bakanlığı tarafından tanımlandı. Bu belge, ekonominin yeni koşullara uyumunun teşvik edilmesi, yapısal dönüşümü ve federal merkez ile bölgeler arasındaki bütçeler arası ilişkilerin geliştirilmesi gibi yönleri kilit yönler olarak tanımlıyor.
Fakat iktisadi ve sosyal kalkınma programlarına gerekli finansman sağlanmadığında, ekonominin ne tür bir tam teşekküllü adaptasyonundan bahsedebiliriz? Bütçe yenilikçi görevlerle çelişiyorsa ve ülkeyi hammadde iğnesinde kalmaya mahkûm ediyorsa ne tür bir yapısal dönüşümden bahsedebiliriz? Bütçe projesini hazırlayanlar bölgelere ayrılan mali ödenekleri kesmeyi planlıyorsa, bütçeler arası ilişkileri nasıl nitelendirebiliriz?
Taslak, “Bütçeler arası transferler” bölümünün finansmanını azaltmayı planlıyor. Yani, oblastları desteklemek için yapılan harcamalarda azalmayı. Bu harcamalar 2024 yılında yüzde 4, 2025 yılında ise yüzde 3 oranında azaltılacak. Ve 2026’da 2025’e kıyasla yüzde iki yüz gibi cüzi bir oranda arttırılacaklar ki bu da enflasyon dikkate alındığında aslında yüzde dört oranında azalacakları anlamına geliyor. Nihayetinde üç yıllık planın sonunda, bu bölümdeki nominal harcamalar 2023 yılına göre yüzde 7 daha düşük olacak. Enflasyon hesaba katıldığında ise neredeyse yüzde 20 oranında azalacak.
Bütçenin yazarları bu politikayı sosyal olarak nitelendiriyor. Ancak özünde bu politika, toplumdaki sosyal eşitsizliği ve bölünmeleri artırmaktan başka bir işe yaramıyor ve özellikle de artan dış tehditler karşısında tehlikeli bir hal alıyor.
Sosyal tedbir programımızın temel gereklilikleri, yoksulluğu ortadan kaldırma yönünde kararlı bir mücadele, asgari geçim düzeyinin ve asgari ücretin iki katına çıkarılması. Temel malların fiyatlarının devlet tarafından düzenlenmesi. Sürekli çağrılarımıza rağmen bütçe tasarısını hazırlayanların ek kaynak ayırma konusunda yine isteksiz davrandığı yoksullar, engelliler ve savaş çocuklarının desteklenmesine yönelik harcamalarda köklü artış.
RFKP programı açıkça gösteriyor ki, stratejik öneme sahip endüstrileri ve bunların gelirlerini devlete iade ederek, büyük mali kaynakların kontrolsüz bir şekilde yurt dışına çıkarılmasını durdurarak ve oligarkların gelirleri üzerindeki vergi yükünü temelden artırarak federal bütçeyi en az üçte bir oranında artırabiliriz. Ve programımızın da bir parçası olan kalkınma bütçesinin gerçek anlamda oluşturulmasını sağlayabiliriz.
Fakat hükümetin bir önceki çıkmaz yola dayanan projesini kalkınma bütçesi olarak adlandırmak ilke olarak mümkün değil.
Ülkenin korunması için rota değişikliği şart
Valday Forumu’nda kapitalizmin ahlaki ve stratejik iflasını kabul eden Devlet Başkanı Putin, iki yıl sonra bu ayın başlarında aynı forumda Rusya’nın bugünkü en önemli görevinin egemenliğini güçlendirmek olduğunu vurguladı. Bu da teknoloji, finans ve ekonomide kendi kendine yeterliliğe dayanmalı.
Ancak bu ölçekteki görevler yalnızca gerçekten sosyal bir devlet temelinde çözülebilir. Bunlar çıkmazda olduğu inkâr edilemeyecek bir sistem çerçevesinde çözülemezler.
Son otuz yılın tarihi şunu ispatladı ve ispat etmeye devam ediyor: oligarşik kapitalizm temelinde egemen bir ekonomi inşa etmek mümkün değil. Yurttaşlarımızın refahı ve alım gücü dolar ve avro kuruna bağlı olmaya devam ettiği sürece, tam teşekküllü bir ithal ikamesi sağlamak mümkün değil. Teknolojik bir atılım ve ülkeyi besleyen tarıma tam teşekküllü destek sağlamadan gerçek bir ekonomik büyüme elde edemeyeceğiz, ki bu olmadan en azından dünya ortalaması düzeyinde bir büyüme mümkün değil.
Oligarşik piyasa ideolojisine dayanarak gerçek yurtseverler yetiştirmek mümkün değil. Bu en ciddi görevi yerine getiren ve egemen kalkınmanın personel temelini oluşturan bir eğitim sistemi inşa etmek mümkün değil. Bu konu eylül ayındaki “Güçlü Eğitim Egemenliğin Teminatıdır!” başlıklı programımızda detaylı olarak ele alınıyor.
Bu kısır, çıkmaz ideolojiye bel bağlamak, en ciddi demografik sorunla başa çıkmayı, yurttaşların refahında büyüme sağlamayı ve bu tür sorunları çözmemize olanak tanıyacak bir kalkınma bütçesi oluşturmayı imkânsız hale getiriyor.
Önceki sosyo-ekonomik gidişata, Yeltsin, Gaydar ve Çubays’ın yıkıcı mirasına tutunanlar, ihtiyacımız olan tam kalkınma ve zafer için toplumun konsolidasyonu, birliği ve tüm kaynakların seferber edilmesi imkânını ortadan kaldırıyor.
Bu durumu tersine çevirmek, sosyalist ilkelere dayalı sosyo-ekonomik gidişatta bir değişikliği iç politikada temel referans noktası olarak kabul etmek bizim görevimiz. Dış cephede emin zaferimizi yalnızca bu sağlayacaktır.
Bugün dünyanın dört bir yanındaki sosyalist güçler ve sosyalist alternatife sadık kalan ülkeler —Çin, Küba, Vietnam, Laos, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti— tarafından en aktif ve tutarlı şekilde destekleniyoruz. Rusya ve Kuzey Kore liderlerinin Doğu Ekonomi Forumu marjında gerçekleştirdikleri son derece önemli toplantıda, Kim Jong-un yoldaşın gericilik ve sömürgeci dikta güçlerine karşı kazandığımız zaferin şerefine kadeh kaldırması bir tesadüf değil.
Bu ülkelerle sadece işbirliğini güçlendirmeye çalışmakla kalmamalı, aynı zamanda onların sosyalist inşa konusundaki paha biçilmez deneyimlerini de dikkate almalıyız. Tarihsel meydan okumalara, hasmane yaptırımlara, Batılı düşmanlar tarafından itibarsızlaştırma ve tecrit etme teşebbüslerine karşı sosyalizm ideolojisi ve pratiğinin temel dayanak haline geldiği bir yüzleşmeyle başarılı bir şekilde karşı koydular. Ve sosyalizmi inşa eden ülkelerle gerçek anlamda kardeşçe ilişkilerin ancak bu temelde güçlendirilip geliştirilebileceğinin farkına varmalıyız.
Nazizme ve küreselleşmeye karşı zaferimizin ve egemen kalkınmamızın vazgeçilmez koşulu iç politikada sola dönmektir.
Ancak ekonomiyi yönetenler inatla 90’lı yılların yıkıcı reçetelerine bağlı kalmaya devam ediyor. Duma’ya sunulan taslakla başarısızlığı ve erken bir değişim ihtiyacı bir kez daha kanıtlanan önceki sosyo-ekonomik gidişat çerçevesinde hazırlanan bütçe bunun bir örneği.
Sosyo-ekonomik iyileşme için gereken tüm kaynaklara sahibiz. Bunlar bizim devasa zenginliğimiz. Kabiliyetli ve çalışkan insanlarımız var. Binlerce yıllık büyük tarihimiz, olağanüstü bilimimiz ve eşsiz kültürümüz var. Bunlar, ülkenin yeniden canlanması için önerdiğimiz programda; uygulanması halinde “beşinci kolun” ülkeye düşman politikasına son vermeyi, Rusya’nın yağmalanmasını durdurmayı ve her türlü dış ve iç meydan okumaya onurlu bir şekilde yanıt vermeyi mümkün kılacak olan Zafer Programında mevcut.
Bizim için anayurdun ve halkın çıkarları, hakikat ve adalet ile sosyalizmin ölümsüz idealleri her zaman her şeyden önemli olmuştur ve öyle kalacaktır. Bunlar için durmaksızın mücadele edeceğiz. Ve programımızı, taleplerimizi ve ülkenin yeniden canlanması için hayati önem taşıyan kalkınma bütçemizi savunacağız.
İlginizi Çekebilir
-
Rusya’da ‘çocuksuz yaşam tarzını teşvik eden propagandaya’ yasak
-
Avrupa, Ukrayna’da ‘güvenlik garantisi karşılığında toprak tavizi’ planını tartışıyor
-
ABD Hazinesi, Rusların İsviçre’deki banka hesaplarını mercek altın aldı
-
ABD, Polonya’da yeni “hava savunma üssü” kurdu
-
Alman düşünce kuruluşu DGAP: Almanya ve Avrupa, Asya-Pasifik’te askeri gücünü artırmalı
-
The Economist: Cephede kötüleşen durum hakkındaki bilgiler Zelenskiy’den gizleniyor
DÜNYA BASINI
Direnişin dönüşümü: İsrail’e karşı gelişen yeni stratejiler
Yayınlanma
1 gün önce13/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale İsrail’in Direniş Ekseni’ne yönelik topyekun savaş stratejisinin neden başarısız olmaya mahkum olduğuna odaklanıyor. Makalede Direniş Ekseni’nin direncinin arkasındaki sebeplere ve İsrail’in stratejinin Eksen üzerindeki uzun vadeli etkilerine değiniliyor.
***
Direniş Ekseni: İsrail; İran ve müttefiklerini hafife alıyor
Renad Mansour
Hamas’ın geçen yıl 7 Ekim’de gerçekleştirdiği saldırıya karşılık İsrail hükümeti Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bölgesel bir savaş başlattı. İsrail, Gazze’de Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı, Yemen’de Husileri, Suriye’de Beşar Esad rejimini ve Irak’ta Halk Seferberlik Güçleri’nin (Haşdi Şabi) bir kısmını içeren İran’la müttefik gruplardan oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak adlandırılan ağı özellikle hedef aldı. İsrail, Eksen’e karşı daha önceki girişimlerden çok daha büyük bir ölçekle, bu ağın siyasi, ekonomik, askeri, lojistik ve iletişim altyapısını yok etmeye çalıştı. Ayrıca Eksen’in lider kadrosuna karşı eşi benzeri görülmemiş bir kampanya başlatarak Hamas ve Hizbullah liderleri ile İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) bazı üst düzey komutanlarını öldürdü.
İleri teknolojiyle desteklenen ve mahalleleri, şehirleri dümdüz edip insansızlaştıran topyekûn savaş stratejisiyle desteklenen İsrail saldırısının vahşeti, Ortadoğu’daki güç dengesini önemli ölçüde değiştirecek. Ancak tüm inkâr edilemez askeri üstünlüğüne ve ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’dan aldığı desteğe rağmen İsrail’in Eksen’e ait örgüt ve rejimleri umduğu şekilde ortadan kaldırması pek mümkün görünmüyor. Eksen, üye gruplarının kendi devletleri ve toplumları içinde sürdürdükleri derin bağlantıları kanıtlayan bir uyum yeteneği ve esneklik gösterdi. Dahası, Eksen’i oluşturan bu ulus ötesi ilişkiler, Hamas, Hizbullah ve diğer üye örgütlerin yalnızca bağımsız devlet dışı aktörler veya silahlı isyancı gruplar olarak değil, kalıcı siyasi, ekonomik, askeri ve ideolojik ağların iç içe geçmiş düğümleri olarak anlaşılmasını gerektiriyor.
Bölgesel ve hatta bazen küresel olan bu ağlar, Eksen üyelerinin askeri darbeler, ekonomik çöküşler ve halk ayaklanmaları gibi çeşitli şoklara uyum sağlamasına olanak tanıdı. Örneğin, 2020 Ocak ayında ABD’nin İranlı General Kasım Süleymani’yi öldürmesi, ABD Başkanı Donald Trump’ın “maksimum baskı” politikasından kaynaklanan yaptırımlar ve 2019’da birçok Eksen üyesi grubun finansal hesaplarının yok olduğu Lübnan bankacılık krizi gibi ekonomik çöküşler ve çeşitli zamanlarda İran, Irak, Lübnan, Suriye ve Gazze’de Eksen’in otoritesine meydan okuyan protestolar gibi zorluklara rağmen, Eksen üyeleri ve Eksen genel olarak yerel devletlerinden, toplumlarından ve birbirlerinden aldıkları destekle ayakta kalmayı başardı.
Direniş Ekseni’nin tarihsel direnci, İsrail’in Hamas ve Hizbullah gibi grupları ortadan kaldırmakta zorlanacağını gösteriyor. Büyük olasılıkla İsrail’in topyekûn savaş stratejisi, militan grupların ve devletlerin yeteneklerini zayıflatan ve onları bir süre hayatta kalma moduna zorlayan kısa vadeli taktiksel zaferler getirmeye devam edecek. Ancak grupların toplumsal kökleriyle hesaplaşan siyasi bir çözüm bulunmazsa, Eksen muhtemelen kendisini yerel ve bölgesel düzeylerde yeniden yapılandırmak için ulus ötesi bağlantılarının yanı sıra yerel etki kaynaklarından da yararlanacak. Aslında 7 Ekim’den bu yana Eksen içindeki daha küçük gruplar, ittifaklarını güçlendirmek için bu fırsatı değerlendirdi. İsrail’in saldırılarının yükünü Hamas, Hizbullah ve DMO taşırken, Irak’taki Kataib Hizbullah ve Yemen’deki Husiler gibi gruplar bu kargaşadan yararlanarak güçlü bölgesel aktörler olarak ortaya çıktılar.
UYUM YOLUYLA DİRENİŞ
Bugün var olan Direniş Ekseni, 1980’lerde ilk kurulan ağdan önemli ölçüde farklı. O zamanlar, yeni kurulan İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan’da Hizbullah’ı bir güç yansıtma aracı olarak kurdu ve destekledi. Amacı, “devrimi ihraç etmek” ve asimetrik caydırıcılık yoluyla İsrail gibi tehditlere karşı “ileri savunma” yapmaktı. İran bu modeli çeşitli ülkelerde stratejik olarak yeniden uyguladı. Örneğin, Hizbullah’ı kurduğu sıralarda, Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve 2003 sonrası Irak’ta iktidarın ele geçirilmesinde rol oynayan Bedir Tugayları gibi Iraklı Şii grupları da kurdu. İran 1990’larda Filistin İslami Cihat ve Hamas gibi Filistinli grupları destekleyerek nüfuzlarının artmasına yardımcı oldu. Ve 2011 Arap ayaklanmalarının ardından İran, Suriye’de Esad’a ve Yemen’de Husilere desteğini genişleterek bölgesel ağını daha da sağlamlaştırdı.
Bu grupları temelde ayakta tutan şey, yerel yönetim rejimlerine ve toplumsal tabanlarına duydukları derin bağlılık oldu. Bu gruplar kendilerini kendi devletlerinin dokusuna öylesine yerleştirdiler ki Lübnan, Suriye, Irak, İran, Yemen ve Gazze’deki resmi hükümet başkanlarının hepsi ya Eksen’e mensup grupların üyesiydi ya da bu grupların desteğiyle seçildiler. Dahası, gruplar arasındaki ulus ötesi bağlar, şok dönemlerinde önemli bir sigorta poliçesi işlevi gördü.
1992 yılında İsrail, Hizbullah Genel Sekreteri Abbas el-Musavi’yi suikastla öldürdüğünde Eksen için erken bir sınav gerçekleşti. O dönemde büyük bir İsrail gazetesi “Hizbullah ile rahat oyun alanında çatışma dönemi sona erdi” diye ilan etti. Ancak saldırıya rağmen Hizbullah kendini yeniden yapılandırmayı başardı. Lübnan Şii topluluğunu harekete geçirerek yerel destek kazanan Hizbullah, İran’dan mali yardım, askeri eğitim ve stratejik rehberlik sağlayarak gücünü pekiştirdi. Bu sağlam destek ağı, Hizbullah’ın yalnızca toparlanmasını değil, etkisini genişletmesini de sağladı. Şura Konseyi ve Musavi’nin halefi Hasan Nasrallah’ın rehberliğinde Hizbullah sonunda 2000 yılında İsrail’i Lübnan topraklarından çıkarmayı başaracak kadar güçlendi. Bu zafer, 2006’da İsrail ile girilen ve Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnç gösterdiği savaşla -Arap milisleri için benzeri görülmemiş bir başarı-gücünü artırdı ve Direniş Ekseni’nin yeni ve güçlü bir versiyonunun ortaya çıkmasını sağladı.
Suriye’deki Esad rejimi, iç savaş şeklinde varoluşsal bir tehditle karşı karşıya kaldığında, Eksen yeni bir sınav verdi. Başlangıçta reform isteyen rejim karşıtı protestoları, Türkiye ve Körfez ülkelerinin desteğini alan ve rejim değişikliği talep eden grupların silahlı ayaklanması takip etti. Ancak Eksen bir kez daha bu krizin üstesinden gelmesini sağlayacak şekilde uyum sağlayabildi. Esad’a kısmen Eksen’in bölge dışındaki devletlerle kurduğu önemli bağlantılar yardımcı oldu: en önemlisi, Rusya Esad’ın imdadına yetişti ve ağ için etkili bir küresel ortak haline geldi. Ancak Esad rejimi diğer Eksen üyelerinin yardımlarından da yararlandı. Süleymani’nin stratejik yönetimi altında Devrim Muhafızları Kudüs Gücü, Iraklı Şii silahlı gruplarla birlikte İran ve Irak’tan Suriye’ye malzeme, silah ve asker taşımak için hayati bir kara köprüsü inşa etmeye başladı. Hizbullah savaşçıları sonunda iç savaşın ön cephelerine konuşlandırıldı ve silahlı ayaklanmanın bastırılmasında önemli bir rol oynadı. (Yerel destekçilerinin muhalefeti nedeniyle başlangıçta Suriye’deki çatışmaya girmekte isteksiz olan Hizbullah, İran tarafından müdahaleye zorlandı). Esad hükümeti çöküşün eşiğine geldiğinde, Hizbullah rejimi korumak ve Şam’da Eksen’e düşman yeni bir rejimin ortaya çıkmasını önlemek için kararlı bir şekilde devreye girdi.
2011 ayaklanmaları aynı zamanda Husilerin Direniş Ekseni’ne resmen entegre olmasına yol açtı. Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in devrilmesinin ardından İran’ın desteği, Husilerin yerel bir silahlı gruptan güçlü bir askeri kuvvete dönüşmesinde önemli bir rol oynadı. Mali yardım, ileri teknolojik silahlar ve askeri eğitim desteği sağlayan İran, Husilerin operasyonel yeteneklerini artırmasına yardımcı oldu. Bu destek ve yerel tabanları sayesinde Husiler, 2014’te Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirip Suudi Arabistan liderliğindeki koalisyona karşı hakimiyetlerini korumayı başardılar.
Direniş Ekseni, askeri saldırıların yanı sıra yaptırımlar şeklinde ekonomik saldırılara da maruz kaldı. Bu yüzyılın ilk yıllarında İran’ın nükleer emelleri ve artan nüfuzu, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonu, İran’a ve Eksen içindeki müttefiklerine karşı yeni yaptırımlar uygulamaya sevk etti. Yaptırımlar, Trump’ın İran nükleer anlaşmasından vazgeçtiği ve maksimum baskı kampanyasını başlattığı 2018’de büyük ölçüde arttı. Bu baskı kısmen İran’ın petrol ihracatını sıfıra indirmeyi ve böylece rejimi önemli bir gelir kaynağından mahrum bırakmayı amaçlıyordu. Yaptırımlar İran’ın ekonomisini harap etti ama rejimin petrol ticaretini durdurmadı. Tahran bunun yerine petrolünü gayrı resmi piyasalar aracılığıyla satmanın yollarını buldu. Direniş Ekseni’ndeki müttefiklerinin yardımıyla İran, bu pazarları enerji ticareti, askeri operasyonlarının finansmanı ve ABD dolarına erişim için kullandı. Örneğin Irak’ta İran Eksen’deki diğer gruplarla işbirliği yaparak İran petrolünü bu ülke petrolüyle birleştirip Asya ülkelerine sattı. Bu ticaretten elde edilen gelir, İran’ın silah satın alıp bunları bölge genelindeki müttefiklerine göndermesine olanak sağladı. Ayrıca Eksen’e, Çinli petrol alıcıları gibi yeni küresel bağlantılar kazandırdı.
Direniş Ekseni’nin İsrail’in 7 Ekim sonrası Hamas ve Hizbullah’a karşı başlattığı saldırıdan önce karşılaştığı son büyük zorluk Süleymani’nin Ocak 2020’de ABD tarafından öldürülmesiydi. Süleymani Eksen’in kurulmasına yardımcı olmuştu ve fiili lideri olarak üstlendiği rolün yanı sıra yukarıdan aşağıya komuta tarzı, ölümünün İran ve müttefikleri için büyük bir gerileme olduğu anlamına geliyordu. Saldırı Eksen’de şok etkisi yaratmış olsa da -Irak’taki eksen üyesi gruplar yeraltına çekildi- sonuçta Eksen ciddi tehditlerle başa çıkma konusundaki uyum yeteneğini gösterdi.
Süleymani’nin ölümünden sonra Eksen yukarıdan aşağıya İran güdümlü bir ağdan yatay olarak daha entegre bir ittifaka dönüştü. İran Eksen’in stratejik yönünü belirlemede önemli bir rol oynamaya devam etti. Ancak yeni yapı diğer üyelere daha fazla özerklik ve hem Tahran’la hem de birbirleriyle daha bağımsız etkileşim imkânı tanıdı. Yeniden şekillenen Eksen’de Hizbullah’ın lideri Nasrallah önemli bir aracı haline geldi: Süleymani’nin halefi İsmail Kani’ye düzenli olarak stratejik rehberlik sağladı. Kaani, Eksen’i daha resmi ve tutarlı bir kuruma dönüştürmeyi, üyelerini daha fazla kontrol sahibi olmaları ve eşitler olarak faaliyet göstermeleri için güçlendirmeyi amaçladı. (Kani’nin ne Süleymani’nin köklü kişisel bağlantılarına ne de Nasrallah’ın rehberliğini daha da önemli kılan Arapça yeterliliğine sahip olmaması bu hedefe biraz da istemeden yardımcı oldu).
Örneğin Irak’ta Nasrallah ve temsilcisi Muhammed el-Kevserani, Bağdat hükümetinin kilit danışmanları olarak ortaya çıktılar. Süleymani’nin suikastından birkaç ay önce patlak veren ve göstericilerin 2003 sonrası İran müttefiki yönetim rejimine son verilmesini talep ettiği Ekim Ayaklanmasının bastırılmasına yardımcı oldular. Nasrallah ve Kevserani halkın protestolarına karşı rejimi güçlendirmeye yardımcı oldular. Bu dönemde Kevserani ayrıca Hizbullah’ın Irak’taki ekonomik çıkarlarını önemli ölçüde genişleterek Süleymani’nin ölümüyle oluşan boşluğu doldurdu. Bu değişiklikler, her ne kadar olumsuz bir şoktan kaynaklansa da Eksen’i bir kez daha yeniden şekillendirdi.
İSRAİL’İN TOPYEKÛN SAVAŞINA YANIT
Direniş Ekseni’ne önceki tehditler, İsrail’in 7 Ekim saldırısına yanıt olarak başlattığı topyekûn savaşla kıyaslanamaz. Ancak daha önce olduğu gibi, Eksen hayatta kalmak için uyum sağlamak zorunda kaldı. Özellikle de daha yatay bir komuta yapısına geçmeye devam etti ve ulus ötesi bağlantılarını daha da sıkılaştırdı.
İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a karşı savaşı, önceki çatışmalardan çok daha büyük ölçüde, Husiler ve kökleri 1980’lerin Bedir Tugayı’na dayanan ve şu anda Irak’taki Haşdi Şabi ile bağlantılı olan Kataib Hizbullah gibi Eksen içindeki diğer müttefiklerin güçlü tepkisini çekti. Daha önce bu gruplar Orta Doğu’daki çatışmalarda daha geniş dinamiklerin periferisinde yer alıyordu. Ancak geçen yıl içinde hem özerkliklerini hem de bölgesel etkilerini derinleştirdiler.
Örneğin Husiler ilk kez anti-gemi balistik füzelerini kullanarak deniz ticaretini kesintiye uğratmayı başardılar. Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırarak nakliye şirketlerini Afrika’nın etrafından dolaşmaya zorladılar ve bu da dünya çapında enerji, gıda ve tüketim mallarının maliyetlerin artmasına ve gecikmelere yol açtı.
Kataib Hizbullah; Hamas ve Hizbullah saldırıya uğradıkça, bölgesel arenada daha fazla yer almak ve nüfuz kazanmak için adımlar attı. Örgüt, İran’ın vekili olduğu yönündeki yaygın kanılara meydan okuyan bir hareketle Ocak 2024’te Ürdün-Suriye sınırında Kule 22 olarak bilinen ABD askeri karakoluna düzenlediği saldırıda üç ABD askerini öldürdü. Bu eylem, DMO’nun itirazlarına rağmen gerçekleştirildi ve ardından DMO, Kataib Hizbullah’tan ateşkese uymalarını istedi. Saldırı, Eksen’deki üyelerin daha özerk ve inisiyatif sahibi bir karar alma süreciyle hareket ettiğini gösteren yeni yapıyı gözler önüne serdi.
7 Ekim sonrası yeniden yapılanma, Direniş Ekseni’nin bazı üyeleri arasında daha yakın bağlar kurulmasını da teşvik etti. Husiler birkaç yıl boyunca Bağdat’ta tek bir temsilci ile Irak’ta sadece sembolik olarak varlık gösterdiler. Ancak İsrail’in Hamas ve Hizbullah’a yönelik saldırılarına karşılık olarak Husiler Haşdi Şabi ile işbirliğini derinleştirdi. Bu yoğun işbirliği silah paylaşımı ve ortak operasyonlarda artışa neden oldu ve İsrail’e yönelik saldırı kapasitesinin güçlenmesini sağladı.
Eksen üyeleri, Nasrallah’ın Eylül’deki suikastından sonra sınır ötesinde daha güçlü bir dayanışma gösterdi. Onun ölümünün ardından, Hizbullah’ın elitleri ve aileleri, Esad’ın desteğiyle Suriye üzerinden karayoluyla güney Irak’a göç etti. Süleymani’nin ölümünden sonra Hizbullah Irak’taki ticari faaliyetlerini artırdığı ve altyapı, arazi ve konut komplekslerine yatırım yaptığı için hızla yerleşecek yer buldular. Bu ekonomik bağlantılar Hizbullah’ın elitlerinin Lübnan’da doğrudan ateş hattından uzaklaşmasını sağlarken gelir elde etmeye de devam etmelerini sağladı. Bir kez daha, Eksen’in ulus ötesi bağlantıları, derin zorlukların yaşandığı bir dönemde üyeleri için çok önemli bir can simidi oldu.
HESAP VEREBİLİRLİK İHTİYACI
İsrail elbette Direniş Ekseni’nin ulus ötesi doğasının farkında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin 7 Ekim’e cevaben sadece Hamas’a değil Hizbullah, İran, Esad rejimi ve diğer Eksen üyelerine karşı da farklı yoğunluklarda saldırılar içeren topyekûn savaş stratejisini başlatması tam da bu anlayıştan kaynaklanıyor. Ancak son bir yıldaki eylemleri İsrail’in bu ağın direncini ve uluslararası hukuka uymasa bile bir askeri çözümün diğer ülkelerde toplumsal bir değişim sağlayabileceğini stratejik olarak hafife aldığını ortaya gösteriyor. Geçen yıl, ağın anlamlı ölçüde askeri ve ekonomik zorluklara hala uyum sağlayabildiğini kanıtladı. Üye grupların birçoğu bu yoğun çatışma döneminde yeraltında ya da evlerine yakın kalmaya devam edecek olsa da yine de yerel destekten, ağın bölgedeki diğer üyelerinden ve Rusya ve Çin gibi küresel müttefiklerden yararlanmaya devam edecekler. Ağı tamamen ortadan kaldırmak imkânsız bir görev ve muhtemelen en azından grupların yerleştiği her yerde yıkım, işgal ve yeni devletlerin kurulmasını gerektirir. Uluslararası Ceza Mahkemesi ve BM nezdinde savaş suçlarıyla itham edilen İsrail gibi bir ülke için bu tür bir çaba, kilit müttefiklerin ve uluslararası toplumun tepkisini çekecektir.
Tarih, İsrail’in askeri eylemlerinin, özellikle de bu eylemler kendi toprakları dışında yapıldığında, kapsamlı bir siyasi çözüm olmaksızın başarıya ulaşmasının pek olası olmadığını gösteriyor. İsrail’in yürüttüğü saldırılar, muhtemelen daha da istikrarsız ve gerçek barışın uzak bir olasılık olduğu bir Orta Doğu yaratacak.
Birleşmiş Milletler ve insan hakları örgütleri tarafından kınanan İsrail’in sivillere yönelik katliamları sivil toplum için yıkıcı oldu ve Eksen grupları tarafından direniş ideolojilerini beslemek için kullanılıyor. İronik bir şekilde, İran, Irak, Lübnan ve Suriye’deki halklar artık Eksen gruplarının kendi günlük hayatlarını yönetirken hesap verebilirlik talep etmelerini veya reform istemeleri çok daha zor. İsrail’in topyekûn savaşının uzun vadedeki en büyük mağdurları, Eksen üyeleri değil bu siviller olacak.
Bu nedenle, uluslararası aktörler İsrail’in acımasız stratejisini desteklemek yerine, Gazze ve Lübnan’daki kanlı savaşları durduracak bir ateşkesle başlayacak siyasi bir çözüm bulmalı. Bir sonraki adım, bölgedeki güç dinamiklerinin gerçek doğasını dikkate alan daha geniş bir çözümü müzakere etmek üzere eksenle bağlantılı hükümetleri bir araya getirmek olmalı. Böylesi kapsayıcı bir yaklaşım olmaksızın, Orta Doğu’daki bölgesel çatışmalar gelecek nesillerin zararına olacak şekilde devam etmeye mahkumdur.
DÜNYA BASINI
Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti
Yayınlanma
1 gün önce13/11/2024
Yazar
Harici.com.trEditörün notu: Kazan’da gerçekleşen BRICS+ Zirvesi’ne Batı dışından birçok ülke katıldı ve Alman basını bu zirveye taraflı ve negatif bir yaklaşımla yoğun ilgi gösterdi. Zirveye katılan BM Genel Sekreteri António Guterres, Batı medyasında eleştirilere hedef oldu; hatta görevden alınması istendi. Bu tepkiler, Batı’nın BM’yi kendi “mülkü” olarak görme anlayışını ortaya koyuyor. Dr. Alexander S. Neu, NachDenkSeiten portalında yayımlanan ayrıntılı makalesinde, ABD’de Donald Trump’ın başkanlık seçimlerini kazanmasıyla Avrupa’nın geleceğine yönelik kaygılara değiniyor. Trump’ın başkanlığı, ABD-Avrupa ilişkilerini zayıflatabilir, Batı’nın küresel egemenliğini sorgulatabilir. Neu, Avrupa’nın bu gelişmelere hazırlıksız olduğunu ve Almanya’nın stratejik değişime gitmesi gerektiğini vurguluyor.
Batı, BRICS, Donald Trump ve Alman basınının sefaleti
Alexander Neu, NachDenkSeiten
11 Kasım 2024
Ekim ayının sonunda Kazan/Rusya’da 16. BRICS+ Zirvesi gerçekleşti. Zirveye, Batı dışındaki 36 ülke katıldı; aralarında üyelik başvurusunda bulunmak isteyen pek çok ülke de vardı. Alman basınında bu zirve hakkında her zamankinden daha yoğun bir şekilde haber yapıldı.
Ne yazık ki, bu haberlerin büyük bir kısmı, artık adeta standart hale geldiği üzere, tarafsızlıktan oldukça uzaktı. Zirvenin Rusya’da, Rusya Devlet Başkanı’nın himayesinde yapılması ve Putin’in bu etkinliği Batı’nın “sözde tecridi” göstermek için kullanması, BRICS’in yine otokratlar cemiyeti olarak kötülenmesi için yeterli bir sebep olarak görüldü.
Zirveye Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri António Guterres de katıldığında ise, Alman medya dünyasında deyim yerindeyse tam anlamıyla bir “kıyamet koptu”.
Yorumlar, BM Genel Sekreteri’ne yönelik en ağır hakaretlerden görevden alınması taleplerine kadar uzandı. Hatta Almanya’nın BM’ye yaptığı mali yardımları azaltması, tamamen kesmesi ya da doğrudan BM’den çekilmesi gerektiği gibi öneriler bile gündeme geldi.
Bu öfke patlaması, Alman basını ve bazı Alman siyasetçilerin BM’ye ve BM’nin temsil ettiği uluslararası hukuk anlayışına bakışını açıkça gözler önüne serdi. Bir zamanlar gerçekten sol bir yayın organı olan ama artık tamamen ahlaki yargılarla dolup taşan TAZ gazetesi, zirveye dair bir yorumunda bu bakışı net bir şekilde özetledi: “Guterres, Birleşmiş Milletler’i itibarsızlaştırıyor; BM Genel Sekreteri, Putin’in davetini kabul etti ve onunla kameralar karşısında sakin bir şekilde poz verdi. Böylece Batı’ya ihanet etmiş oldu.”
Yazının devamında da şöyle deniyordu: “Kazan’da Batı’ya gösterişli bir şekilde kapı gösteriliyor. Ve oradaki tek Batılı temsilci buna sessiz kalıyor.”
Yani şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: António Guterres, BM Genel Sekreteri olarak sadece dünya çapında bir organizasyon olan BM’yi değil, yalnızca “Batı’nın bir temsilcisi” olarak görülüyor.
BRICS Zirvesi’ne katılmasıyla, Guterres “Batı’nın bir temsilcisi” olarak “Batı’ya ihanet etmiş” ve bu nedenle dünya organizasyonunun –ki bu organizasyon anlaşılan o ki Batı’nın mülkü sayılıyor– itibarını sarsmış oluyor. TAZ‘ın uluslararası politika ve uluslararası hukuk konusundaki anlayışı işte bu kadar.
Tesadüf mü bilinmez, ancak TAZ‘ın ve muhtemelen yalnızca onun değil, pek çok Batılı ana akım medya kuruluşunun, siyasi elitlerin ve hatta bazı Batılı STK’ların BM ve onun alt kuruluşlarına “Batı’nın mülkü” gibi yaklaşması, Batı dışındaki ülkeler tarafından da aynı şekilde algılanıyor. Batı dışındaki bu algı ve yaşanan deneyimler, BRICS+ gibi birliğin ve Şanghay İşbirliği Örgütü gibi başka ittifakların kurulmasının en önemli motivasyon kaynaklarından birini oluşturuyor.
BRICS+: Kuruluş motivasyonu nedir?
Batı dışındaki ülkeler, yüzyıllardır süregelen Batı merkezli dünya düzenini ve uluslararası ilişkilerde öncelikle Batı’nın çıkarlarına hizmet eden kurumları ve yapıları giderek daha az kabul ediyor. “Diğer” ülkelerin bu düzene karşı tepkisi her geçen gün daha belirgin ve kendine güvenli hale geliyor. Birleşmiş Milletler ve onun bazı özel kuruluşları, özellikle de merkezi Washington D.C.’de (ABD) bulunan Dünya Bankası ve IMF gibi yapıların kapsamlı bir reforma tabi tutulması ihtiyacı uzun zamandır gündemde.
Bu reformlar, değişen güç dengelerine uygun bir dünya düzeni oluşturmak için artık kaçınılmaz. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve yetkileri ile BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi arasındaki ilişkiler göz önüne alındığında, bu güç dengelerindeki değişiklikleri yansıtacak büyük bir reform potansiyeli bulunuyor. Fakat bu reformların gerçekleşmemesinin sebebi yalnızca Batı’nın üç Daimî Güvenlik Konseyi üyesi (ABD, Fransa ve Birleşik Krallık) değil. Batı dışındaki iki üye (Çin ve Rusya) da küresel Güney ile dayanışma söylemlerine rağmen, kendi ayrıcalıklarının tehlikeye girmesini istemiyor.
Reformları engelleme motivasyonları, Daimî Güvenlik Konseyi üyelerinin farklı çıkarları kadar çeşitli. Bu çıkar çatışmaları yüzünden oluşan reform tıkanıklığı ve neredeyse tüm Güvenlik Konseyi üyeleri tarafından sürdürülen hukuksuz yaklaşımlar nedeniyle BM ve özel kuruluşlarının itibarı ciddi anlamda zedelenmiş durumda.
Küresel Güney açısından, Batı’nın hâkimiyetine uygun şekilde şekillendirilmiş bu küresel kurumların ve yapıların böyle devam etmesi artık kabul edilebilir değil; dolayısıyla alternatifler aranıyor. İşte bu noktada, Batı’nın temsil edilmediği yeni bölgesel yönetim organizasyonları ortaya çıkıyor.
Bu bölgeler içi ve bölgeler arası organizasyonlar ve ittifaklar, Batı’nın egemen olduğu küresel yönetim organizasyonlarının yerini alarak uluslararası politikayı bölgesel ve hatta bölgeler arası düzeyde şekillendirme iddiası taşıyor.
Bunun mantıksal sonucu, dünyada kurumsallaşmış bir bölünmenin ortaya çıkması oluyor: Bölgesel ve bölgeler arası yönetim organizasyonları, küresel organizasyonların ve onların alt kuruluşlarının yerini kademeli olarak alıyor.
BRICS+ nedir? Yapısı ve temel veriler
BRICS+ her ne kadar Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) gibi resmi bir organizasyon olmasa da yani kendine ait sabit bir organizasyon yapısına ve kurumsal bir merkezine sahip olmasa da yalnızca işbirliği yapan bir ülkeler grubu olarak bile önemini küçümsememek gerekiyor.
Üye ülkelerin başkentlerinde dönüşümlü olarak yapılan yıllık zirve toplantıları, hükümetlerin bu ülkeler birliğine büyük bir siyasi önem atfettiğinin önemli bir göstergesi.
BRICS ittifakı, 2006 yılında kuruldu ve kurucu üyeleri Brezilya (B), Rusya (R), Hindistan (I) ve Çin (C) idi, yani BRIC olarak anılıyordu. 2010’da Güney Afrika’nın (S) katılmasıyla BRICS’e dönüştü; böylece ağırlıklı olarak Asya kıtasından (Çin, Rusya ve Hindistan) ve Latin Amerika’dan (Brezilya) temsil edilen bu ittifakta Afrika kıtası da yer alarak, gerçekten bölgeler arası bir ittifak niteliği kazandı.
Bu ülkeler, yükselen pazar ekonomilerine sahip gelişmekte olan ülkeler olarak tanımlanıyor. 2023’te Güney Afrika’daki BRICS Zirvesi’nde 23 ülke üyelik başvurusu yaptı. Ancak zirvede, genişlemeyi derinleşme pahasına hızlandırmamak amacıyla yalnızca altı ülke, 2024 başında üye olmak üzere davet edildi: Mısır, Arjantin, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri.
Fakat davet edilen bu ülkelerden yalnızca dördü fiilen katılım sağladı; Arjantin ve Suudi Arabistan çeşitli nedenlerle üyelik süreçlerini ilerletmedi. Bu nedenle, BRICS ismine yeni üyelerin baş harflerini eklemek yerine pratik bir çözüm olarak “Plus” ifadesi tercih edildi ve BRICSplus ya da BRICS+ şeklinde anılmaya başlandı.
BRICS+ ülkeleri, Statista verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’ini (G7 ülkeleri ise dünya nüfusunun yalnızca yüzde 10’una yakın) ve küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYİH) yüzde 35’ten fazlasını (G7 ülkeleri yaklaşık yüzde 30’unu) temsil ediyor.
BRICS ülkeleri, 2014 yılında, gelişmekte olan ülkelerin talep ettiği etki alanındaki reformların IMF tarafından yavaşlatılmasına yanıt olarak, Çin’de merkezi bulunan alternatif bir “Kalkınma Bankası” ve “Para Fonu” kurmaya karar verdiler.
Sonuç olarak ister bölgesel ister bölgeler arası faaliyet gösteren yönetim organizasyonları olsun, küresel güvenlik sorunlarına dair kararlar alması gereken BM’nin dışında hareket etmeye başlamış durumda.
BM Şartı’na göre (Bölüm 8, Madde 52), askeri önlemler alınmadığı sürece bu durum aslında yasal bir zemine de sahip. Ancak, 1999’dan itibaren BM yetkisi olmaksızın askeri müdahalelerin keyfi olarak yapılması da sıkça görülmeye başlandı.
AB ve NATO, kendilerini küresel güvenliğin koruyucusu olarak ilan eden ve bu rolü üstlenirken dünyanın geri kalanından herhangi bir meşruiyet talep etmeyen, en etkili bölgesel yönetim organizasyonları olarak öne çıkıyor.
Adeta, felç olmuş BM’nin yerine geçmesi gereken kolektif güvenlik sistemleri olduklarını ileri sürerek kendilerini bir tür “alternatif BM” olarak tanımlıyorlar. Ancak, bunu yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece yapıyorlar, zira kısıtlı finansal ve askeri kaynakları verimli kullanmak gerekiyor.
Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, NATO’nun 1999’da Yugoslavya’ya karşı yürüttüğü gayri meşru müdahale ile BM’yi etkisiz bir gözlemci konumuna indirmesidir.
ABD liderliğindeki “Gönüllüler Koalisyonu” tarafından gerçekleştirilen Irak Savaşı ise BM’nin bu dışlanmışlığını kalıcı hale getirdi. Aynı şekilde, AB de kendisini yalnızca üye ülkeleriyle sınırlı kalmayan bir güç olarak görüyor ve bu doğrultuda politika yürütüyor.
Örneğin, Avrupa Komşuluk Politikası olarak adlandırılan ve AB’nin çeperindeki ülkelere nüfuz etmeyi amaçlayan proje, süslü bir dil kullanılsa da aslında net bir güç politikası örneği teşkil ediyor. Alman Federal Meclisi Savunma Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkilinin, bu projenin gerçek niyetini gizlemeksizin “AB’nin, Akdeniz’in güneyine artık daha fazla dikkat göstermesi gerektiğini” ifade ettiği bir demeci hâlâ aklımda. Bu “dikkatin” insani yardım programlarını değil, daha çok güç projeksiyonunu hedeflediği, konuşmanın bağlamından net bir şekilde anlaşılıyordu.
Benzer şekilde, Rusya da Batı’nın uluslararası hukuku kendi keyfine göre kullanma anlayışını benimseyerek, aynı tavrı sergilemeye başladı. 2008 yılında Gürcistan’ın ayrılıkçı bölgeleri Güney Osetya ve Abhazya’nın diplomatik olarak tanınması ve son dönemde de Ukrayna’nın doğusundaki bölgelerin zorla ilhak edilmesi bu duruma örnek teşkil ediyor.
Batı’nın tek taraflı olarak “geliştirdiği” uluslararası hukuk, yani devletlerin tam egemenliği ve toprak bütünlüğü gibi küresel istikrarın temel ilkelerinin, Batı’nın çıkarlarına uymadığı sürece Batı dışındaki ülkelere karşı ihlal edilebilir hale gelmesi, beklenmedik sonuçlar doğurdu.
Batı’nın, Yugoslavya’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini ihlal ederek dış müdahale yoluyla kendi kaderini tayin hakkını ön plana çıkarması, bugün bumerang gibi Batı’ya geri dönüyor; Ukrayna ve Gürcistan örneklerinde olduğu gibi.
Elbette Batı’daki “stratejik düşünürler” –sadece onlar– Yugoslavya’nın durumu ile Gürcistan ve Ukrayna’nın yaşadığı toprak kayıpları arasında herhangi bir hukuki bağlantıyı reddediyor. Ancak, Batı dışındaki ülkelerde bu olaylara ilişkin algı son derece farklı.
BRICS+: ‘Batı’ya karşı’ mı yoksa sadece ‘Batı dışında’ mı?
Batılı siyaset çevrelerinde ve medya kuruluşlarında, BRICS’’ın Batı’ya karşı bir oluşum olduğu yönünde spekülasyonlar yapılıyor, hatta bu iddialar kesin bir gerçekmiş gibi sunuluyor. Ancak bu iddiaların sağlam bir temele dayandığı söylenemez; ne BRICS+ üye ülkelerinin açıklamaları ne de zirvelerden çıkan bildiriler böyle bir amaç güttüğüne dair güvenilir kanıtlar sunuyor.
BRICS+’ın Batı’ya karşı bir yapı olarak yorumlanabilmesi ancak, bu ülkelerin Batı’nın küresel hakimiyet iddiasından bağımsız hareket etmelerini “Batı’ya karşı” bir duruş olarak görmekle mümkün olur. Bu durum, Batı’nın katılmadığı ittifaklar ve çok taraflı toplantılar, Amerikan doları yerine alternatif para birimlerinin kullanılmasına dönük adımlar, Batı’nın üçüncü ülkelere yönelik tek taraflı yaptırımlarına dahil olmama, bu yaptırımları görmezden gelme ya da dolambaçlı yollarla aşma çabaları ve Batı dışındaki ülkelerin askeri işbirlikleri gibi unsurları kapsıyor.
Sahiden de Almanya ve Batı kamuoyuna, BM Şartı’nda güvence altına alınan ülkelerin özgür ve egemen bir şekilde gelişme hakkı “Batı’ya karşı bir hareket” olarak mı sunulmak isteniyor? Bu tuhaf bakış açısı Berlin, Paris, Brüksel ve Washington’da gerçekten hâkimse ve politika belirleyici bir etkiye sahipse, kaçınılmaz olan çok kutuplu dünya düzenine giden yolda zaten halihazırda var olan gerilimler daha fazla çatışma ve zorbalığa yol açabilir.
Özellikle de Donald Trump’ın ABD’deki seçim zaferinin ardından, Almanya ve Avrupa Birliği’nin jeopolitik ve jeoekonomik doktrinlerini ve varsayımlarını köklü bir şekilde gözden geçirmesi artık elzem hale gelmiştir.
Yeni ve eski Donald Trump: Avrupa içim muhtemel sonuçlar
Batı, artık dünyayı ne iktisadi ne askeri ne de demografik açıdan 1990’lar ve 2000’lerdeki gibi mutlak bir şekilde domine edemiyor. Bu güç unsurları her yıl Batı, Avrupa ve Almanya aleyhine zayıflıyor. Bu yüzden, dış politika, dış iktisadi ilişkiler, güvenlik, jeopolitik ve jeoekonomi alanlarında akıllıca bir yeniden yapılanmaya gitmek artık acil bir ihtiyaç.
Bu, değer temelli politikaların ötesine geçerek, reel politik bakış açısıyla stratejik kararlar almayı gerektiriyor. Ancak, önümüzdeki aylarda bu farkındalığın olgunlaşmasını beklemek muhtemelen iyimser bir düşünce.
Siyasette söz sahibi olan “uzmanların” aklına gelen tek çözüm ise basit bir şekilde silahlanmak. Berlin, önümüzdeki aylarda ulusal ve uluslararası krizlerin gerçek zorlukları yerine yeniden seçim ve seçim kampanyası konularına odaklanacak.
Avrupa’nın geri kalanında da pek bir değişiklik olması beklenmiyor. Çünkü Avrupa’daki elitler, adeta tavşanın yılan karşısında donup kalması gibi, gözlerini ABD Başkanı Donald Trump’a dikecek. Bu sırada, transatlantik dünyanın güç potansiyeli daha da azalacak.
ABD, güç kapasitesini bir miktar düşmüş olsa da küresel bir büyük güç –belki de en güçlü büyük güç– seviyesinde korumaya devam edecek ama artık süper güç konumunda olmayacak. Avrupa, AB ve Almanya ise bunu başaramıyor; zira gerçekçi politikalar ve stratejik yetkinlikler konusunda yetersizler. AB’nin, istekler ve zafer umutları yerine, gerçekçi bir analizle Ukrayna-Rusya savaşı için bir ateşkes ya da barış çözümüne bile öncülük edememesi, AB’nin düşen güç potansiyelinin kayda değer bir göstergesi.
Avrupa’nın, AB’nin ve Almanya’nın kendi kendine yarattığı egemenlik eksikliği, yeni ABD Başkanı Trump’ın muhtemelen gerçekçilik temelli bir ateşkes ve hatta sürdürülebilir bir barış çözümü önermesine yol açabilir. Eğer ABD ve Rusya, Avrupa’nın dışında, Ukrayna konusunda bir anlaşmaya varırsa –ki bu ihtimal oldukça yüksek– Avrupa ve AB, son derece utanç verici bir duruma düşecek. Böyle bir ABD-Rusya anlaşmasının sonuçlarını ve yükünü AB ve Avrupa, istemese bile kabullenmek zorunda kalacak.
Ukrayna meselesinin ötesinde, yeni ABD Başkanının küresel değişim sürecini nasıl etkileyeceği de önemli bir soru.
Donald Trump, ABD’yi abartılı güç iddiaları ve belki de askeri araçları kullanarak bir çıkmaza mı sürükleyecek? Yoksa gerekirse AB’yi devre dışı bırakarak veya hatta AB’ye karşı bir politika izleyerek diğer büyük güçlerle anlaşma politikası –yani siyasi pazarlıklar– mı yapacak? Bu, en azından değişen küresel güç dengelerini belli bir ölçüde kabul eden bir yaklaşım olur.
Bu durumda, 21. yüzyıl dünya siyasetinde, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da görülen büyük güçler dengesi anlayışının bir tür yeniden canlanması mümkün mü? Üstelik belki de Avrupa’nın dışında kalarak? Önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda yaşanabilecek gelişmelerin yelpazesi oldukça geniş.
En azından Donald Trump, seçim zaferi büyük oranda kesinleştiğinde, destekçilerine dünyanın geri kalanı için oldukça önemli bir mesaj verdi: “Savaş başlatmayacağım, savaşları sona erdireceğim.” Gerçek sınav ise henüz ortada. Batı dışındaki ülkeler, yeni ABD yönetiminin diplomatik girişimlerini büyük bir merakla izleyecek gibi görünüyor.
Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Donald J. Trump’ın ideolojisi
Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024
Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).
Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.
Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.
Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.
Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?
Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).
Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.
Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.
Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.
Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.
Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.
Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!
Elon Musk İtalya’yı karıştırdı, Meloni sessiz
BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor
Demokrat New York Belediye Başkanı Adams’tan Musk’a övgü
Fransız savcı Le Pen için hapis cezası ve siyasi yasak talep etti
Rusya’da ‘çocuksuz yaşam tarzını teşvik eden propagandaya’ yasak
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA1 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
AMERİKA5 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
AVRUPA1 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
RUSYA2 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız