Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

RFKP lideri Zyuganov yazdı: Rusya’nın bütçe çıkmazı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Rusya’nın 2024 bütçe taslağı fazlaca şaibe barındırıyor. Tasarı, amacının çok daha ötesinde, mali oligarşinin çıkarları doğrultusunda dizayn edilmişe benziyor. Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) Genel Sekreteri Gennadiy Zyuganov, aşağıda tercümesi verilen ve Svobodnaya Pressa (Hür Basın) gazetesinde yer bulan uzun soluklu makalesinde partisinin bütçe taslağına ilişkin eleştiri ve alternatiflerini sıralıyor.


Perişan bütçe

Gennadiy Zyuganov

Svobodnaya Pressa

19 Ekim 2023

Nazizme ve küreselleşmeye karşı zaferimizin ve egemen kalkınmamızın vazgeçilmez koşulu iç politikada sola dönmektir

Batı’nın küreselci ve neo-Nazi güçleri tarafından ülkemize karşı ilan edilen hibrit imha savaşı koşullarında, mevcut tüm kaynakların seferber edilmesine, hızlandırılmış bir şekilde genişletilmesine ve etkin bir şekilde kullanılmasına hayati derecede ihtiyacımız var. Bu özellikle mali ve iktisadi kaynaklar için geçerli. Bunlar askeri, endüstriyel ve sosyal tüm başarıların temelidir.

Bu nedenle bir kalkınma bütçesinin oluşturulması ve gerçek bir egemenlik ve zafer programının uygulanması konusu son derece önemli. Bu bağlamda, hükümet tarafından hazırlanan ve Devlet Dumasının 26 Ekim’de ilk okumada ele alacağı federal bütçe taslağı, bilhassa yakın ilgi ve mümkün olan en sorumlu değerlendirmeyi gerektiriyor.

İstikbal mücadelesinin ön mevziisi

Yeni bir dünya yangınının ana hatları gezegenin farklı bölgelerinde giderek daha görünür hale geliyor. Yakın zamanda Orta Doğu’da ortaya çıktı. Ve düşmanlarımız, hibrit savaştan Rusya ile doğrudan savaşa geçme niyetlerini açıkça ilan ediyorlar.

Bu durum, Amerikan Stratejik Konsepti üzerine ABD Kongre Komisyonunun kısa süre önce yayımlanan raporuyla da teyit edildi. Raporda Washington’un politikasının temel bileşenlerinden birinin ABD ve NATO müttefikleri ile Rusya ve Çin arasında askeri bir çatışmaya hazırlık olması gerektiği açıkça belirtiliyor. Ayrıca Amerikalı “şahinlerin” bu on yılın sonunu ya da gelecek on yılın başını böyle bir çatışma için en olası zaman dilimi olarak gördükleri de açıkça ifade ediliyor.

Böylesi tarihi zorluklar karşısında, bütçe taslağında “Milli Savunma” başlığı altında planlanan harcamalardaki kayda değer artışı desteklememek mümkün değil. Harcamalar 2023 yılında 6,4 trilyon iken 2024 yılında neredeyse yüzde 70 oranında artarak 10,8 trilyona ulaşacak. Ülkenin savunma kalkanının finansmanı bütçe harcamalarının yüzde 29’unu ve GSYİH’nin yüzde 6’sını oluşturacak. 2025 yılında bütçe harcamalarının dörtte birinin buna ayrılması planlanıyor. Bu oran 2026 yılında yüzde 22’ye yükselecek.

Ancak NATO’nun Bandera cuntasının kanlı elleriyle bize karşı çıktığı Ukrayna cephesine ek olarak ve ülkemize dönük yeni ve daha büyük ölçekli saldırılara hazırlanmanın yanı sıra, zamanın ve hibrit savaşın diğer cephelerindeki zorluklarla da başa çıkmalıyız. Her şeyden önce iktisadi, bilimsel, teknolojik, sosyal ve demografik cephelerde. Fakat bize önerilen bütçe taslağı bu görevleri yerine getirmiyor.

Bu, Devlet Başkanı Vladimir Vladimiroviç Putin’in mesajında ve kararnamelerinde belirtilen temel hedeflerle örtüşmüyor. Putin, dünyanın önde gelen ilk beş ekonomisinden biri olmak, Rusya’nın tehlikeli teknolojik gecikmesinin üstesinden gelmek, gerçek iktisadi modernizasyon ve hızlandırılmış ithal ikamesi sağlamaktan; yurttaşların refahını önemli ölçüde artırmak ve sosyal koşullarını iyileştirmekten; istikbalimize yönelik ana stratejik tehdit olan ciddi demografik krizle başa çıkmaktan söz etmişti.

Haziran ayında Oryol’da düzenlediğimiz Uluslararası Ekonomi Forumunda Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nin (RFKP) güncellenmiş programını sunduk ve onayladık. Bu program, Devlet Başkanı tarafından formüle edilen görevleri tam olarak karşılamıyor. En iyi bilim insanları ve uzmanların desteğiyle bu programın uygulanması gerektiğini ikna edici bir şekilde ortaya koyduk. Oryol Forumu katılımcılarının raporlarında dile getirilen kaygı verici veriler de bunu doğruluyor. Bunlardan sadece birkaçı şöyle:

Son 10 yılda yıllık ortalama iktisadi büyüme oranımız yüzde 1’i geçmedi. Dünya ortalaması ise üç kat daha yüksekti. Kişi başına düşen GSYİH açısından Türkiye, Portekiz ve çoğu eski sosyalist ülkenin gerisindeyiz. GSYİH’mizin yapısında bilişim yoğun sanayi sadece yüzde 13’lük bir paya sahip. Bilişim ekonomisinin, yani yüksek teknolojili sektörlerin GSYİH içindeki payı ise sadece yüzde 9.

Rusya bugün 187 ülke arasında ortalama yaşam süresinde 108., sağlık göstergelerinde 119., sağlık hizmetlerinin kalitesinde 95., eğitim kalitesinde 32., yurttaşların reel gelir düzeyinde 66., emeklilerin yaşam standardında 43., sosyal kalkınma endeksinde 60., konforlu konut sağlanmasında 80. sırada yer alıyor.

Rusya, G20 ülkeleri arasında nüfus artışı yerine nüfus düşüşü yaşayan tek ülke. Son 30 yılda yılda ortalama yarım milyon insan ölüyor. Çalışma çağındaki erkekler arasında ölüm oranımız AB’dekinden üç kat daha yüksek. Kadınlar arasında ise bu oran iki kat daha yüksek. 2020 ve 2022 yılları arasında nüfusumuz 2,3 milyon azalmış olacak. Bu kaygı verici rakamlara bu sonbaharda yenileri eklendi. Bugün, yıkıcı 90’lı yıllardan bu yana en düşük doğum oranına sahibiz. Ve uzmanların tahminlerine göre bu oran düşmeye devam edecek.

En müreffeh ve en az müreffeh bölgeler arasındaki işgücü geliri farkı 3 ila 4 kat. Rusya’da dolar milyarderlerinin GSYİH’ye oranla gelirleri ABD ve AB ülkelerinin iki katı. Aynı zamanda, iki çocuklu ailelerin dörtte birinden fazlası ve üç çocuklu her iki aileden biri yoksulluk sınırının altında. Kırsal bölgelerde bile çok çocuklu ailelerin sayısı hızla azalıyor. Bunun başlıca nedenlerinden biri, kırsal alanların kapsamlı kalkınması programının kategorik olarak yetersiz finanse edilmesi.

Meslek okulları tarafından eğitilen yüksek nitelikli işçilerin sayısı Sovyet dönemine kıyasla on kat azaldı.

SSCB’nin dağılmasından bu yana araştırmacı bilim insanlarının sayısı yarıdan fazla azaldı. Toplam araştırmacı sayısı 1990’dan bu yana üç kat azalttı. Tam gelişim için gerekli asgari düzeye kıyasla bilim ve eğitime tam bir yetersiz finansman söz konusu.

Dönem sosyalizme doğru dönüşü mecburi kılıyor

Bu sistemsel sorunların üstesinden gelmenin yolları Oryol Forumu katılımcıları tarafından onaylanan FKP programında açıkça ifade edildi. Bunların başlıcaları şunlar:

— Sosyo-ekonomik gidişatta köklü değişim;

— Temel ulusal çıkarları göz önünde bulundurarak iktisadi ve sosyal alanda uzun vadeli planlama;

— Stratejik öneme sahip sanayilerin millileştirilmesi;

— Oligarşinin ekonomi yönetiminden uzaklaştırılması;

— Yüksek teknoloji ekonomisine, bilime ve eğitime yapılan kamu yatırımlarında anlamlı artış;

— Sermayenin ülkeden tahliyesinin durdurulması;

— Vergi mevzuatının mali yükü süper zenginlerin kişisel gelirleri aleyhine artıracak ve işletmeler ve yoksul yurttaşlar hilafına azaltacak şekilde güncellenmesi;

— Halkımızın işletmeleri için kapsamlı destek ve deneyimlerinin ülke çapında yaygınlaştırılması;

— Başta “savaş çocukları” olmak üzere genç ailelere ve emeklilere yönelik sosyal desteğin güçlendirilmesi.

Anayurdun kurtuluşu ve yeniden canlanması açısından vazgeçilmez bir koşul olan Zafer Programımızda ilan edilen sola dönüşün zarureti, Sovyet sisteminin olağanüstü başarılarıyla ikna edici bir şekilde teyit edildi.

SSCB’de 1929’dan 1959’a kadar ekonominin hacmi 14 kat arttı. Savaş yılları hariç yıllık ortalama büyüme oranı bu dönemde yüzde 14’tü. Bu dönemde reel ücretler dört katına çıktı, yurttaşların banka tasarrufları beş katına çıktı. Ortalama yaşam süresi 26 yıl arttı. Büyük Anayurt Savaşı sırasında 27 milyon kayıp verilmesine rağmen nüfus 46 milyon arttı. Demografi uzmanlarının hesaplamalarına göre, savaş olmasaydı SSCB’nin nüfusu aynı dönemde 100 milyon artacaktı.

Devlet Başkanı Putin’in program konuşmaları incelendiğinde sola dönüşün kaçınılmaz olarak zaruri olduğu sonucuna varılıyor. Putin, 2021 yılında Valday Forumu’nda yaptığı konuşmada kapitalizmin çıkmaza girdiğini açıkça ifade etmişti. Esasında bu yılın ekim ayının başında Valday toplantısının katılımcılarına hitaben yaptığı konuşma da aynı hakikate tanıklık ediyor. O toplantıda Devlet Başkanı, çok kutupluluk ve adalet temelinde yeni bir dünya inşa etme gibi iddialı bir misyonla karşı karşıya olduğumuzu vurgulamıştı. Vladimir Putin ve Şi Cinping arasında ikili görüşmelerin yapıldığı ve tarihsel öneme sahip Üçüncü Uluslararası Kuşak ve Yol Forumu’nun gerçekleştirildiği Çin ziyareti sırasında da aynı fikirleri yineledi.

Devlet Başkanı, yeni dünyanın dayanması gereken ve Rusya’nın rehberlik etmek istediği en önemli ilkeleri özetledi. Bunlar, kolektif çözüm politikasının benimsenmesi, sömürge döneminin ve Soğuk Savaş’ın mirasının üstesinden gelinmesi, herkes için adalet ve eşitlik ile sömürü ve eşitsizliğin mazide bırakılmasına yönelik ısrarlı mücadele.

Beşeriyetin, duraksamış kapitalizmin diktalarından kurtulmak için bu yolu takip etmeye dönük artan arzusu, bu yıl Güney Afrika’daki BRICS zirvesinde ve Vladivostok’taki Doğu Ekonomi Forumumuzda tam anlamıyla teyit edildi. Bu zirveler, dünyadaki Anglo-Sakson siyasi ve iktisadi hegemonyasının hızla çöküşüne tanıklık ettiğimizi bariz biçimde gösterdi. Avrasya, Latin Amerika ve Afrika’yı birleştiren güçlü uluslararası ittifakların güçlenmesi giderek daha belirgin hale geliyor. Bu ittifaklar kendi halklarına Batı’nın sömürgeci diktatörlüğüne karşı yapıcı ve adil bir alternatif sunuyor.

Fakat otuz yıl önce bize dayatılan ve hegemonyasını korumak için yeni bir dünya savaşı çıkarmaya hazır olan vahşi kapitalizmin sosyo-ekonomik mirası bize ısrarla kendini hatırlatıyor. Üzülerek belirtmek isterim ki, Duma’ya sunulan federal bütçe taslağı da böyle bir hatırlatmaya dönüştü.

Önemli kısımların, devlet programlarının ve ulusal projelerin finansman parametrelerini değerlendirdiğimizde, bu parametrelerin stratejik hedeflerimizle yalnızca savunma sektörünün ihtiyaçlarının finansmanı açısından örtüştüğü sonucuna varabiliriz. Ancak ulusal ekonomi, bilim, eğitim, sağlık hizmetleri ve demografinin desteklenmesi açısından değil. Bu arada, bize ilan edilen hibrit imha savaşı koşullarında bunların geliştirilmesi, cephenin ihtiyaçlarının karşılanması kadar son derece önemli.

Bu, yazarlarının tarihsel zorlukları hala Yeltsin-Gaydar döneminin zararlı reçeteleriyle savuşturmaya çalıştığı bir proje. Karşı karşıya olduğumuz sistemsel sorunların çözümüne katkıda bulunmuyor ve özünde devlet başkanının program ilkelerini sabote ediyor.

Kalkınmanın önündeki engel

Federal bütçe gelirlerinin gayri safi yurtiçi hasılaya oranının bu yıl yüzde 17,3 olması bekleniyor. Taslak 2024 yılında yüzde 2,2’lik bir artışla yüzde 19,5’e yükselmesini öngörüyor. Ancak önümüzdeki iki yıl için gayri safi yurtiçi hasılaya oranla gelirlerde yeni bir düşüş —sırasıyla yüzde 17,6 ve yüzde 16,8— öngörülüyor. Benzer bir durum GSYİH’nin bütçe harcamalarına oranı için de geçerli. Bu yıl bu oran yüzde 19,1. Bu oran 2024 yılında yüzde 1,3 artarak yüze 20,4’e yükselecek. Fakat 2025 yılında tekrar yüzde 18’e, 2026 yılında ise yüzde 17,6’ya düşecek. Dolayısıyla, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda hem bütçe gelirleri hem de harcamaları GSYİH’ye oranla bugünkünden daha düşük olacak.

Eski mali ve iktisadi politikanın muhafaza edilmesini savunanlar, bunların resmi muhasebe rakamlarından başka bir şey olmadığına ve dikkate alınmaya değmeyeceğine bizi ikna etmeye çalışıyor. Ama aslında bu rakamlar, GSYİH’mizin giderek artan bir kısmının, yani yurttaşların emeğiyle yaratılan toplam servet miktarının en zenginlerin cebine girdiğini gösteriyor. Ve giderek daha azı ülkenin kalkınmasına, devletin ve toplumun ihtiyaçlarına aktarılıyor.

Bloomberg ajansı tarafından derlenen dünyanın en zengin 500 kişisi endeksine göre, 25 büyük Rus oligark sadece Ocak-Ağustos 2023 tarihleri arasında sermayelerini toplam 32 milyar dolar artırdı. Ve toplam servetleri 300 milyara ulaştı. Ruble cinsinden bu 29 trilyon eder; yani bu yılın federal bütçesinden bir trilyon daha fazla. Ülke, oligarşinin muhteşem zenginleşmesinin bedelini hayati gelir ve harcamalarını kısıtlayarak ödüyor ki bu mevcut zor koşullarda kategorik olarak kabul edilemez.

Buna karşılık projenin destekçileri itiraz edebilir: öyle olsa bile federal bütçe harcamalarının 2023’e kıyasla 2024’te 30,2’den 36,6 trilyon rubleye —yüzde 21 oranında— çıkması gerekiyor.

Elbette günümüz koşullarında bütçe harcamalarında kayda değer bir artış gerekli ve bu memnuniyetle karşılanmalı. Ancak hükümet, 2025 yılı için harcamaları 2,2 trilyon ruble, yani yüzde 6 oranında azaltarak 34,4 trilyon rubleye düşürmeyi planlıyor. 2026 yılında ise harcamaları 2025 yılına kıyasla yüzde 3,5 oranında artırarak 35,6 trilyona çıkarmayı planlıyorlar. Üç yıllık planın sonunda 2024’e kıyasla bir trilyon, yani neredeyse yüzde 3 oranında daha düşük olacak. 2023 harcamaları ise aynı dönem için öngörülen toplam enflasyon dikkate alındığında nominal olarak yüzde 18, reel olarak ise yüzde 5,5 oranında artacak.

Hibrit savaşta zafer kazanmak için çözümü gerekli olan büyük ölçekli görevlerin ışığında kamu harcamalarında böyle bir artış bariz biçimde yetersiz. Dahası, esas olarak sadece iki bütçe alanına dayanıyor. Bütçe taslağına ilişkin görüş bildiren Sayıştay, on dört alandan sadece bu ikisinde toplam bütçe harcamalarına oranla finansman payının arttığını vurguluyor.

Bunlardan biri de savunma. Ve burada, daha önce de söylendiği gibi, harcamalarda önemli bir artışı desteklemekten başka bir şey yapamayız. Batılı küreselciler ve onların beslediği Nazi ve Banderist Nazi ittifakı tarafından imha savaşı ilanıyla muhatap olduğumuz mevcut durumda bu olmadan yapamayız.

Harcamalarındaki genel büyümenin dayandığı bütçe alanlarından ikincisi hem belediye hem de kamu borçlarının ödenmesi. Gelecek yıl bu bölümün maliyetleri yüzde 50 oranında artacak. Ve 2026’da 2023’e kıyasla iki katından fazla artacak!

Ancak hükümet programımızın kilit noktalarını nihayet benimsemiş olsaydı buna gerek kalmayacaktı. Stratejik öneme sahip sanayileri yeniden devlet kontrolü altına almaya, düz vergi ölçeğini, neredeyse tüm dünyada halihazırda yürürlükte olan artan oranlı bir vergi ölçeği ile değiştirmeye karar verirdi. Ve bütçenin ihtiyaçları için süper zenginlerden, gelirlerinin ülkemizde aldıklarından çok daha önemli bir kısmının toplanmasına olanak tanırdı.

Açgözlü parazit oligarşinin yarattığı engelin kalkınma yolumuzdan kaldırmanın başka yolu yok. Ve yetkililer bunun farkına varana kadar ülke, çıkarlarına sahiden uygun bir bütçeye değil, sadece bu kez Duma’ya sunulan gibi kemer sıkma projelerine sahip olur.

Buna göre, 2024 yılında on dört bütçe bölümünden yedisinin finansmanında ya nominal bir azalma ya da enflasyon oranının altında tamamen sembolik bir artış olacak. Yani yine gerçek kesintiler. Ve üç yıllık planın sonunda, 2026’da, sekiz bölümün gerçek maliyetleri 2023 seviyesinin altında olacak.

Bu eğilim, Sayıştay uzmanları tarafından da teyit ediliyor ve harcamalardaki reel azalmanın özellikle 2025-2026 yıllarında belirginleşeceği vurgulanıyor.

Bütçe taslağını hazırlayanlar, önümüzdeki yıl devlet programlarının uygulanması için bu yıla kıyasla neredeyse yüzde 5 daha az bütçe ayırarak 1,1 trilyon ruble tahsis etmeyi planlıyor. Enflasyon da hesaba katıldığında, devlet programlarının finansmanında toplamda yüzde dokuzluk bir azalma yaşanacak. Harcamaların her saniyesinde kesintiye gidilecek.

Ulusal projelerin finansmanı 2024 yılında 68,6 milyar ruble —2023 yılına kıyasla yüzde 2,4— artacak. Ancak bu resmi artış. Aslında, resmi enflasyon dikkate alındığında bile, finansmanlarında yüzde 2’lik bir azalma olacak. Aynı zamanda, ulusal projelerin yarısının bütçeleri nominal olarak azalacak.

Onaylamamız istenen bütçe, ulusal ekonominin kalkındırılmasına dönük harcamalarda kesinlikle kabul edilemez bir azalma içeriyor. Bu harcamalar 2024 yılında, cari yıl harcamalarına kıyasla ilgili bölümde yüzde 6 oranında azalacak. 2025 yılında ise 2024 yılına kıyasla yüzde 16,5 ve 2023 yılına kıyasla yüzde 22’den fazla azaltılması planlanıyor. Projeye göre 2026 yılında ulusal iktisadi kalkınmaya yönelik harcamaların 2025 yılına kıyasla yüzde 13 oranında artması gerekiyor. Fakat yine de 2023 seviyesinin yüzde 11 gerisinde kalacak. Hükümetin üç yıl boyunca vaat ettiği toplam yüzde 12,5’lik enflasyon dikkate alındığında şunu söyleyebiliriz: ulusal ekonominin kalkınmasına yönelik gerçek yatırımlar 2026’da 2023’e kıyasla neredeyse dörtte bir oranında daha az olacaktır. Bu yıl bu kısımdaki bütçe harcamaları toplam bütçe harcamalarının yüzde 13,6’sını ve GSYİH’nin yüzde 2,5’ini oluşturuyorsa, 2026’da toplam bütçe harcamalarının yüzde 10,8’ine ve GSYİH’nin yüzde 1,8’ine düşecektir.

Tarım harcamalarının 2024 yılında yüzde on üç oranında artırılmasının ardından 2025 ve 2026 yıllarında, 2023 yılına kıyasla sırasıyla yüzde 21 ve yüzde 24 oranında ciddi bir şekilde azaltılmasının planlandığına bilhassa dikkat edilmeli. Dolayısıyla, önümüzdeki üç yıllık planın sonunda hükümet, ülkenin gıda güvenliğinin bağlı olduğu tarım sektörünü desteklemek için cari yıla kıyasla neredeyse dörtte bir oranında daha az bütçe ayırmayı planlıyor. Aynı zamanda, tarım arazilerinin ciroya etkin katılımı için devlet programında da kesintiye gidecekler.

Bu planlar, “Kırsal Alanların Entegre Kalkınması” devlet programına dönük finansmanın azaltılmasıyla daha da kötüleşiyor. Bu oran 2024’te eksi yüzde 10, 2026’da ise mevcut yıla kıyasla eksi yüzde 34 olacak.

Böyle bir mali politikayla, Rus köylerinin yıkımını durdurmamız ve tarım sektöründe stratejik olarak tehdit oluşturan personel açığıyla başa çıkmamız mümkün mü?

Yenilikçiliğe karşı eski okul

Yabancı düşmanlarımızın bizi boğmaya çalıştığı hasmane yaptırımlar bağlamında, böyle bir politika iki kat daha kabul edilemez. Fakat bu bütçe projesine tam anlamıyla nüfuz ediyor. Ve yetkililerin teknolojik atılım ve yenilikçi dönüşümlere duyulan ihtiyaca ilişkin beyanlarını açık bir şekilde geçersiz kılıyor.

“İktisadi Kalkınma ve Yenilikçi Ekonomi” devlet programı kapsamındaki harcamalar yüzde 10 oranında azaltılacak. “Havacılık Endüstrisinin Geliştirilmesi” programından yüzde 18’lik bir bütçe kesintisi yapılması planlanıyor. Enflasyon da hesaba katıldığında bu oran yüzde 22,5’e çıkıyor. Aynı durum “Gemi İnşasının Geliştirilmesi” programı için de geçerli. “Rusya Federasyonu’nun Bilimsel ve Teknolojik Kalkınması” devlet programının finansmanı kesilmeye devam edecek. Taslak bütçe, “Dijital Ekonomi” ulusal projesine yapılan yatırımlarda kesinti yapılmasını öngörüyor. Gelecek yıl yüzde 3,4 olarak gerçekleşecek olan “Bilim ve Üniversiteler” ulusal projesi harcamalarındaki artış oranı, 2024 yılında beklenen yüzde 4,5’lik enflasyon oranının gerisinde kalıyor. Yani reel anlamda büyüme değil, finansmanda azalma olacak.

“Elektronik ve Radyoelektronik Sanayinin Geliştirilmesi” programının finansmanını temelden artırması için hükümeti ısrarla zorladık. Ve çabalarımız amacına ulaştı: 2024 yılında bu program için 2023 yılına kıyasla 2,6 kat daha fazla bütçe ayrılması gerekiyor. Peki gelecekte bu programla ne yapılması planlanıyor? 2024’e kıyasla 2025’te destek dörtte üç oranında, 2026’da ise yüzde 86 oranında azaltılacak. Bu yılla kıyaslandığında bile, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda finansmanı neredeyse üç kat azalacak.

Sunulan bütçe taslağı, yazarlarının, teknolojik gecikmenin üstesinden gelme, iktisadi modernizasyon ve yenilikçi atılım görevlerinin bariz biçimde imkânsız olduğu yeterli destek olmadan bilimi açlık rasyonunda tutmaya devam etme niyetinde olduklarını gösteriyor.

Uygulamalı bilimsel araştırmalar için sağlanan bütçenin, savunma dahil olmak üzere, hemen hemen tüm bölümlerinde kesintiye gidilmesi öneriliyor.

Temel bilimsel araştırmalara yapılan harcamalar 2024 yılında yüzde 7 oranında artacak. Fakat reel olarak, enflasyon dikkate alındığında, büyüme yüzde 2,5 olacak. 2023 yılına kıyasla, bu alandaki harcamaların önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda yüzde 14 oranında artması gerekiyor. Fakat üç yıllık resmi enflasyon bile bunların yüzde 12,5’ini “yiyecek”. Sonuç olarak, temel bilim yatırımlarındaki reel büyüme üç yıl içinde yüzde 1,5’i geçmeyecek. Önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda bu yatırımlar, toplam bütçe harcamalarının yüzde 0,8’i ve GSYİH’nin yüzde 0,1’i düzeyinde kalacak.

Bu yalnızca ülkenin karşı karşıya olduğu modernizasyon ve teknolojik atılım zorluklarını karşılamak için yetersiz değil. Dünya biliminin gelişmesine büyük katkıda bulunmuş ve beşeriyete son derece önemli keşifler ve büyük bilim insanları kazandırmış olan dünyanın en zengin ülkelerinden biri için utanç verici bir gösterge.

Böyle bir bütçe politikası kaçınılmaz olarak gerçek ekonomik büyümenin önüne engel koyuyor. Bu durum taslakta bizzat yazarları tarafından da teyit ediliyor.

Bütçe taslağının dayandığı temel iktisadi kalkınma tahmini, önümüzdeki üç yıllık dönemde GSYİH büyüme oranlarının cari yıla göre daha düşük olacağını —2023’te yüzde 2,8 olan büyüme oranına karşılık 2024 ve 2025’te yüzde 2,3 ve 2026’da yüzde 2,2— varsayıyor. Başka bir deyişle, büyüme oranlarında bir yavaşlama daha söz konusu. Ve yine de yüzde 3’lük küresel ortalamaya ulaşamayacaklar; hatta Devlet Başkanı’nın konuşmasında belirlenen hedeflere karşılık gelen minimum seviyeye bile ulaşamayacaklar.

Bütçenin dayandığı tahminlere göre, bu yılın sonunda 85 ruble olarak öngörülen ağırlıklı ortalama dolar fiyatı 2024 yılında 90 ruble, 2025 yılında 91 ruble ve 2026 yılında 92 ruble olacak. İthalata bağımlı bir piyasada bu durum doğrudan fiyat artışına katkıda bulunuyor, yurttaşların cebine zarar veriyor ve yoksullaşmalarına yol açıyor.

Bu çerçevede, hükümetin bütçe taslağında yer alan ve gelecek yıl enflasyonun yüzde 4,5’i aşmayacağı, 2025 ve 2026 yıllarında ise yüzde 4’te kalacağı yönündeki tahminleri şüpheli görünüyor.

Taslağın olumlu bir yönü olarak, “Sosyal Politika” başlığı altında yer alan harcamalardaki artış dikkat çekiyor. Bu harcamaların 2024 yılında yüzde 19 oranında artması planlanıyor. 2025 yılında ise 2024 yılına kıyasla yüzde yarım oranında azalacak. Ve 2026’da —2025’e göre yüzde 2 ve 2023’e göre yüzde 21 oranında— tekrar artacak. Reel olarak, üç yıl boyunca varsayılan enflasyon dikkate alındığında, bu sosyal harcamalarda yüzde 8,5’lik bir artış anlamına geliyor.

Ancak devletin sosyal politikası, esasında bu kısımla sınırlı olan emekli maaşları ve sosyal yardımlarla tüketilemez. Sosyal politika aynı zamanda çalışanların refahı, eğitim kalitesi ve ülkeyi saran demografik krizin üstesinden gelmek için uygun koşulların yaratılmasıyla da ilgili. Bu aynı zamanda ulusal kültüre, yurtseverlik ve ahlaki eğitime ve toplumun entelektüel gelişimine destektir. Peki böyle bir bütçe tüm bunlara katkıda bulunabilir mi?

“Sosyal” tayınların dağıtımı

Bütçe taslağına göre, 2024 yılında “Eğitim” bölümüne ayrılan bütçenin yüzde 5,6 oranında artırılmasını, 2025 yılında yüzde 15 oranında azaltılması izleyecek. 2026 yılında ise yine yüzde 7,6 oranında artış olacak. Sonuç olarak, önümüzdeki üç yıllık dönemin sonunda eğitime yönelik bütçe harcamaları 2023 yılına kıyasla yüzde 3,6 daha düşük olacak. Enflasyon oranı da dikkate alındığında, bu en önemli alandaki harcamalarda yüzde 16’lık bir azalma söz konusu olacak. Harcamaların GSYİH’ye oranı da yüzde 0,9’dan yüzde 0,7’ye düşecek. Toplam bütçe harcamalarına oranla ise yüzde 4,8’den yüzde 4,2’ye düşecek.

Ayrıca “Eğitimin Geliştirilmesi” devlet programının finansmanında da kesintiye gidilecek. Programın bütçesi önümüzdeki üç yıllık dönemin sonuna kadar dörtte bir oranında azaltılacak.

Yurtseverlik eğitimi ve toplumsal bütünlüğün güçlendirilmesinin bizim için bilhassa önemli olduğu günümüz ortamında, bütçe taslağını hazırlayanlar, “Eğitim” kısmının bir parçası olan gençlik politikasına yönelik harcamalarda kesintiye gitmenin mümkün olduğunu düşünüyor. Üç yıllık dönem boyunca finansmanının azaltılması ve 2023 yılına kıyasla 2026 yılında yüzde 27 oranında azaltılması planlanıyor.

Eğitim politikasının köklü bir şekilde gözden geçirilmesi programımızın ana bileşenlerinden biri. Bu doğrultudaki temel metinlerden biri de Herkes için Eğitim yasa tasarımızdır. RFKP’nin Duma’daki en iyi bilim insanları ve temsilcileri —-J.İ. Alferov, İ.İ. Melnikov, V.İ. Kaşin, O.N. Smolin, Y.V. Afonin, D.G. Novikov, S.E. Savitskaya, T.İ. Pletneva, N.A. Ostanina— bu tasarı üzerinde çalıştılar.

Devletin eğitim harcamalarının en az iki katına çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda, tavrımızı aktif olarak destekleyen ve düzenli olarak düzenlediğimiz eğitim sorunlarına ilişkin yuvarlak masa toplantılarına katılan, eğitim alanında çalışan yetkili uzmanlarla tam bir dayanışma içindeyiz.

Geliştirdiğimiz yasa kabul edilmediği takdirde, ülkeyi hızlandırılmış kalkınma yoluna sokma vaatleri, artan entelektüel bozulma ve bilimsel potansiyelin daha fazla tahrip edilmesiyle geçersiz kalacak.

Ülkeyi korumak adına, ülkeyi saran demografik krizle başa çıkmalıyız. Fakat bütçe taslağı bu stratejik hedefle de çelişiyor. Bir kez daha, annelik ve çocukluk desteklerinin radikal bir şekilde güçlendirilmesi ve sağlık sektörüne yönelik bütçe harcamalarının temelden arttırılması yönündeki taleplerimizi görmezden geliyor.

“Sağlık Hizmetleri” bölümünün finansmanının 2024 yılında yüzde 3,2, 2025 yılında ise yüzde 1’den daha az artırılması öneriliyor. Dolayısıyla, 2024-2025 yılları için planlanan sağlık harcamalarındaki artış, resmi enflasyon oranının bile gerisinde kalacak ki bu da bu en önemli alandaki reel harcamaların azalması anlamına geliyor. Ve 2026 yılında, 2025 yılına kıyasla yüzde 1,2 oranında azaltılması planlanıyor. 2023 yılına kıyasla 2026 yılında sağlık harcamaları yüzde 3 daha yüksek olacak. Yani, öngörülen üç yıllık enflasyon oranının dört kat gerisinde kalacaklar.

Sonuç olarak, bütçe taslağını hazırlayanlar üç yıllık dönemin sonunda sağlık hizmetlerine yönelik reel harcamaları neredeyse yüzde 10 oranında azaltmaya hazırlanıyor. Aynı üç yıllık dönemde yatılı tıbbi bakım, yani hastaneler, sanatoryum ve sağlık hizmetleri ile sağlık hizmetleri alanındaki uygulamalı bilimsel araştırmaların finansmanı da nominal olarak azaltılacak.

Bütçe taslağına göre, “Sağlık Hizmetlerinin Geliştirilmesi” devlet programına yapılan harcamalar üç yıl içinde nominal olarak yüzde 5,3 artacak ama reel olarak yüzde 7 azalacak. “Sağlık Hizmetleri” ulusal projesi ise önümüzdeki yıl nominal olarak bile yüzde 10 oranında azaltılacak. Bu proje çerçevesinde kanserle mücadele ve çocuk sağlığının korunmasına yönelik harcamalar bıçak altına yatacak.

Bütçe taslağını hazırlayanların, düşmanlarımızın Rusya’yı hayati önem taşıyan ilaçların tedarikini kesmekle tehdit ettiği bir dönemde, yaptırımlar bağlamında ilaçları ele alış biçimi özellikle kaygı verici.

Bütçeyi hazırlayanlar sanki bu alanda tehdit edici hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıyorlar. Yabancı menşeili ilaçların satın alınmasına yapılan harcamalar artmaya devam ediyor. Yerli ilaçların geliştirilmesi ve üretilmesine yapılan yatırımlar azalıyor. Bu durum, günümüzde özellikle tehlikeli hale gelen ithal ilaçlara bağımlılığı azaltmaya kesinlikle elverişli değil.

Bütçe taslağına göre, daha önce bahsedilen “Rusya Federasyonu’nun Bilimsel ve Teknolojik Kalkınması” devlet programı çerçevesinde, tıp ve sağlık alanındaki uygulamalı araştırma ve geliştirme bütçelerinin kesilmesi bekleniyor. Tıbbi araştırma merkezleri ağının oluşturulması ve işleyişine dönük harcamaların azaltılması planlanıyor. Yeni federal proje, “İlaç ve Tıbbi Cihaz Üretiminin Geliştirilmesi” ile ilgili durum açıkçası içler acısı görünüyor. Sanayinin geliştirilmesine yönelik toplam bütçe tahsisatının sadece yüzde 0,2’si bu projeye ayrılacak. “İlaç ve Tıp Endüstrisinin Geliştirilmesi” devlet programı da önümüzdeki yıldan itibaren yürürlükten kalkacak.

Bütçe taslağını hazırlayanların yurttaşların sağlığının korunması ve geliştirilmesi konusundaki aynı sorumsuz tutumu “Beden Kültürü ve Spor” bölümünde de görülüyor. Bu bölüme ayrılan bütçe, üç yıllık dönem boyunca azaldı ve 2026 yılında 2023 yılına kıyasla ve üç yıllık enflasyon dikkate alındığında dörtte bir oranında —yüzde 37,5 oranında— azaltılacak.

Ulusun sağlığını koruma hedefi, “Çevre Koruma” programının maliyetindeki azalma ile doğrudan çelişiyor. 2024 yılında, 2023 yılına kıyasla üçte bir oranında azaltılacak.

RFKP’nin programı, sağlık hizmetlerinin erişilebilirliğini ve yüksek kalitesini sağlamanın ancak devletin bu alandaki harcamalarının en az iki kat artmasıyla mümkün olabileceğini belirtiyor. Ve her şeyden önce, birinci basamak sağlık hizmetleri sistemi restore edilmeli. İlaç şirketlerinin Sağlık Bakanlığı’nın kontrolü altına alınması gerekiyor. Ve ulusal refah fonu pahasına finansmanlarında köklü bir artış sağlanmalı.

Temel ihtiyaçlardan tasarruf

Bütçe taslağını hazırlayanların tıpla ilgili planları ölüm oranlarının azaltılmasına hiçbir şekilde katkıda bulunmuyorsa, konut ve kamu hizmetleri alanında önerdikleri politika da kategorik olarak yurttaşların yaşam koşullarını iyileştirme ve doğum oranını teşvik etme görevlerine karşılık gelmiyor.

Taslağa göre, 2024 yılında hafif bir artışın ardından, 2025 ve 2026 yıllarında “Konut ve Toplumsal Hizmetler” bölümü için finansmanda keskin bir düşüş bekleniyor. Gelecek yıl, bütçeden bu yıla kıyasla yüzde 3 daha fazla pay ayrılması planlanıyor. Bu, finansmanın sadece nominal olarak artırılması, ancak enflasyon dikkate alındığında reel olarak yüzde 1,5 oranında azaltılması anlamına geliyor. 2025 yılında, konut ve kamu hizmetleri sektörünün finansmanında nominal bir azalma —tek seferde yüzde 43 oranında— planlanıyor. Taslak, 2026 yılı için ise konut ve toplumsal hizmetler harcamalarını 2025 yılına kıyasla dörtte bir oranında, 2023 yılına kıyasla ise yüzde 55,5 oranında azaltmayı planlıyor. Üç yıllık dönemdeki enflasyon dikkate alındığında, 2026 yılında konut ve kamu hizmetlerine yönelik bütçe harcamaları 2023 yılına göre yüzde 68 daha düşük olacak!

2024 yılında “Konut ve Kentsel Çevre” ulusal projesinin finansmanının neredeyse üçte biri kesilecek. Projede oturulamaz konut stokunun azaltılması için öngörülen harcamalar ise gelecek yıl mevcut seviyeye kıyasla yüzde 58 oranında düşecek. Üstelik on milyonlarca insanın bakımsız ya da büyük onarım gerektiren evlerde yaşamaya devam etmesine rağmen!

Son olarak, üç yıl içinde, vatandaşlara uygun fiyatlı ve konforlu konut sağlamaya dönük devlet programına verilen desteğin 2023 yılına kıyasla yüzde 61 oranında azaltılması planlanıyor.

Önümüzdeki yıl için planlanan “Demografi” ulusal projesinin finansmanındaki yüzde on iki artışı memnuniyetle karşılıyoruz. Fakat böyle bir sosyal politika ile bu bile işe yaramayabilir.

Bir kez daha bütçe taslağına yansıyan ulusal kültürün “komşuda pişer bize de düşer” ilkesi, yetkililerin defalarca dile getirdiği ülkenin entelektüel potansiyelinin manevi gelişimini ve güçlendirilmesini teşvik etme arzusuyla kategorik olarak çelişiyor.

“Kültür ve Sinematografi” bölümünde 2024 yılında 15 milyarlık bütçe artışı, 2025 yılında 47 milyarlık bir düşüş ve 2026 yılında 50 milyarlık bir artış öngörülüyor. Sonuç olarak, önümüzdeki üç yıllık planın sonunda, yerel kültürü desteklemek için bugünkünden 18 milyar daha fazla kaynak ayrılmış olacak. Şu anki 209 milyarlık sefil bütçe, aynı sefil 227 milyara “çıkacak”. Bu yüzde 8’lik bir nominal artış anlamına geliyor. Reel anlamda ise, üç yıllık enflasyon dikkate alındığında, harcamalarda yüzde 4,5’lik bir azalma söz konusu.

Sunulan taslağa eşlik eden ana belgelerden biri “Bütçe, Vergi ve Gümrük Tarife Politikasının Ana Yönergeleri”. Bunlar Maliye Bakanlığı tarafından tanımlandı. Bu belge, ekonominin yeni koşullara uyumunun teşvik edilmesi, yapısal dönüşümü ve federal merkez ile bölgeler arasındaki bütçeler arası ilişkilerin geliştirilmesi gibi yönleri kilit yönler olarak tanımlıyor.

Fakat iktisadi ve sosyal kalkınma programlarına gerekli finansman sağlanmadığında, ekonominin ne tür bir tam teşekküllü adaptasyonundan bahsedebiliriz? Bütçe yenilikçi görevlerle çelişiyorsa ve ülkeyi hammadde iğnesinde kalmaya mahkûm ediyorsa ne tür bir yapısal dönüşümden bahsedebiliriz? Bütçe projesini hazırlayanlar bölgelere ayrılan mali ödenekleri kesmeyi planlıyorsa, bütçeler arası ilişkileri nasıl nitelendirebiliriz?

Taslak, “Bütçeler arası transferler” bölümünün finansmanını azaltmayı planlıyor. Yani, oblastları desteklemek için yapılan harcamalarda azalmayı. Bu harcamalar 2024 yılında yüzde 4, 2025 yılında ise yüzde 3 oranında azaltılacak. Ve 2026’da 2025’e kıyasla yüzde iki yüz gibi cüzi bir oranda arttırılacaklar ki bu da enflasyon dikkate alındığında aslında yüzde dört oranında azalacakları anlamına geliyor. Nihayetinde üç yıllık planın sonunda, bu bölümdeki nominal harcamalar 2023 yılına göre yüzde 7 daha düşük olacak. Enflasyon hesaba katıldığında ise neredeyse yüzde 20 oranında azalacak.

Bütçenin yazarları bu politikayı sosyal olarak nitelendiriyor. Ancak özünde bu politika, toplumdaki sosyal eşitsizliği ve bölünmeleri artırmaktan başka bir işe yaramıyor ve özellikle de artan dış tehditler karşısında tehlikeli bir hal alıyor.

Sosyal tedbir programımızın temel gereklilikleri, yoksulluğu ortadan kaldırma yönünde kararlı bir mücadele, asgari geçim düzeyinin ve asgari ücretin iki katına çıkarılması. Temel malların fiyatlarının devlet tarafından düzenlenmesi. Sürekli çağrılarımıza rağmen bütçe tasarısını hazırlayanların ek kaynak ayırma konusunda yine isteksiz davrandığı yoksullar, engelliler ve savaş çocuklarının desteklenmesine yönelik harcamalarda köklü artış.

RFKP programı açıkça gösteriyor ki, stratejik öneme sahip endüstrileri ve bunların gelirlerini devlete iade ederek, büyük mali kaynakların kontrolsüz bir şekilde yurt dışına çıkarılmasını durdurarak ve oligarkların gelirleri üzerindeki vergi yükünü temelden artırarak federal bütçeyi en az üçte bir oranında artırabiliriz. Ve programımızın da bir parçası olan kalkınma bütçesinin gerçek anlamda oluşturulmasını sağlayabiliriz.

Fakat hükümetin bir önceki çıkmaz yola dayanan projesini kalkınma bütçesi olarak adlandırmak ilke olarak mümkün değil.

Ülkenin korunması için rota değişikliği şart

Valday Forumu’nda kapitalizmin ahlaki ve stratejik iflasını kabul eden Devlet Başkanı Putin, iki yıl sonra bu ayın başlarında aynı forumda Rusya’nın bugünkü en önemli görevinin egemenliğini güçlendirmek olduğunu vurguladı. Bu da teknoloji, finans ve ekonomide kendi kendine yeterliliğe dayanmalı.

Ancak bu ölçekteki görevler yalnızca gerçekten sosyal bir devlet temelinde çözülebilir. Bunlar çıkmazda olduğu inkâr edilemeyecek bir sistem çerçevesinde çözülemezler.

Son otuz yılın tarihi şunu ispatladı ve ispat etmeye devam ediyor: oligarşik kapitalizm temelinde egemen bir ekonomi inşa etmek mümkün değil. Yurttaşlarımızın refahı ve alım gücü dolar ve avro kuruna bağlı olmaya devam ettiği sürece, tam teşekküllü bir ithal ikamesi sağlamak mümkün değil. Teknolojik bir atılım ve ülkeyi besleyen tarıma tam teşekküllü destek sağlamadan gerçek bir ekonomik büyüme elde edemeyeceğiz, ki bu olmadan en azından dünya ortalaması düzeyinde bir büyüme mümkün değil.

Oligarşik piyasa ideolojisine dayanarak gerçek yurtseverler yetiştirmek mümkün değil. Bu en ciddi görevi yerine getiren ve egemen kalkınmanın personel temelini oluşturan bir eğitim sistemi inşa etmek mümkün değil. Bu konu eylül ayındaki “Güçlü Eğitim Egemenliğin Teminatıdır!” başlıklı programımızda detaylı olarak ele alınıyor.

Bu kısır, çıkmaz ideolojiye bel bağlamak, en ciddi demografik sorunla başa çıkmayı, yurttaşların refahında büyüme sağlamayı ve bu tür sorunları çözmemize olanak tanıyacak bir kalkınma bütçesi oluşturmayı imkânsız hale getiriyor.

Önceki sosyo-ekonomik gidişata, Yeltsin, Gaydar ve Çubays’ın yıkıcı mirasına tutunanlar, ihtiyacımız olan tam kalkınma ve zafer için toplumun konsolidasyonu, birliği ve tüm kaynakların seferber edilmesi imkânını ortadan kaldırıyor.

Bu durumu tersine çevirmek, sosyalist ilkelere dayalı sosyo-ekonomik gidişatta bir değişikliği iç politikada temel referans noktası olarak kabul etmek bizim görevimiz. Dış cephede emin zaferimizi yalnızca bu sağlayacaktır.

Bugün dünyanın dört bir yanındaki sosyalist güçler ve sosyalist alternatife sadık kalan ülkeler —Çin, Küba, Vietnam, Laos, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti— tarafından en aktif ve tutarlı şekilde destekleniyoruz. Rusya ve Kuzey Kore liderlerinin Doğu Ekonomi Forumu marjında gerçekleştirdikleri son derece önemli toplantıda, Kim Jong-un yoldaşın gericilik ve sömürgeci dikta güçlerine karşı kazandığımız zaferin şerefine kadeh kaldırması bir tesadüf değil.

Bu ülkelerle sadece işbirliğini güçlendirmeye çalışmakla kalmamalı, aynı zamanda onların sosyalist inşa konusundaki paha biçilmez deneyimlerini de dikkate almalıyız. Tarihsel meydan okumalara, hasmane yaptırımlara, Batılı düşmanlar tarafından itibarsızlaştırma ve tecrit etme teşebbüslerine karşı sosyalizm ideolojisi ve pratiğinin temel dayanak haline geldiği bir yüzleşmeyle başarılı bir şekilde karşı koydular. Ve sosyalizmi inşa eden ülkelerle gerçek anlamda kardeşçe ilişkilerin ancak bu temelde güçlendirilip geliştirilebileceğinin farkına varmalıyız.

Nazizme ve küreselleşmeye karşı zaferimizin ve egemen kalkınmamızın vazgeçilmez koşulu iç politikada sola dönmektir.

Ancak ekonomiyi yönetenler inatla 90’lı yılların yıkıcı reçetelerine bağlı kalmaya devam ediyor. Duma’ya sunulan taslakla başarısızlığı ve erken bir değişim ihtiyacı bir kez daha kanıtlanan önceki sosyo-ekonomik gidişat çerçevesinde hazırlanan bütçe bunun bir örneği.

Sosyo-ekonomik iyileşme için gereken tüm kaynaklara sahibiz. Bunlar bizim devasa zenginliğimiz. Kabiliyetli ve çalışkan insanlarımız var. Binlerce yıllık büyük tarihimiz, olağanüstü bilimimiz ve eşsiz kültürümüz var. Bunlar, ülkenin yeniden canlanması için önerdiğimiz programda; uygulanması halinde “beşinci kolun” ülkeye düşman politikasına son vermeyi, Rusya’nın yağmalanmasını durdurmayı ve her türlü dış ve iç meydan okumaya onurlu bir şekilde yanıt vermeyi mümkün kılacak olan Zafer Programında mevcut.

Bizim için anayurdun ve halkın çıkarları, hakikat ve adalet ile sosyalizmin ölümsüz idealleri her zaman her şeyden önemli olmuştur ve öyle kalacaktır. Bunlar için durmaksızın mücadele edeceğiz. Ve programımızı, taleplerimizi ve ülkenin yeniden canlanması için hayati önem taşıyan kalkınma bütçemizi savunacağız.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English