DÜNYA BASINI
Rusya yerel seçimleri: Sol muhalefet neden mağlup oldu?
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Rusya’da 8-10 Eylül tarihleri arasında ülke genelinde yapılan oylamada seçmenler 33 bin oblastın parlamento milletvekilini ve 21 oblastın valisini seçti. Ortalama katılım oranı yüzde 43,5 oldu.
Moskova Belediye Başkanlığı oylamasında Sergey Sobyanin yüzde 76,4 ile yeniden seçildi; 2018’deki çoğunluğu yüzde 70,2 idi. Rusya Federasyonu Komünist Partisi (RFKP) mağlup buldu; parti liderinin 35 yaşındaki torunu Leonid Zyuganov sadece yüzde 8,1 oy alabildi.
RFKP, Hakasya’da Valentin Konovalov ve Oryol’da Andrey Kliçkov olmak üzere iki valisini korumasına rağmen, 2018’deki son yerel seçimlere kıyasla çok daha düşük bir oy oranına erişti; bu iki vali de görevde olma avantajına sahipti ve 2018’de seçilmişlerdi. Ukrayna’nın doğusunda geçen yıl referandumla resmi olarak Rusya’ya bağlanan Donetsk, Lugansk, Herson ve Zaporojye’de Komünist Parti’ye verilen destek zayıftı; Herson’da yüzde 11 ile ikinci sırada yer aldılar ve diğer üç oblastta da üçüncü çıktılar.
İktidardaki Birleşik Rusya, yerel meclislerde çoğunluğu ve ülke genelinde üçte iki oy oranını alarak 2018’den çok daha iyi bir performans sergiledi.
RFKP Birinci Başkan Yardımcısı Yuriy Afonin, RBK’ya verdiği demeçte, yaşanan yenilginin sebebinin savaş olduğunu öne sürdü: “2018’de sonuçlarımızı (hükümetin) emeklilik yaşını yükseltmesi ve emeklilik protesto hareketinin yükselmesi etkilemişti. Şimdi durum tersine döndü; özel askerî harekât söz konusu ve toplum (hükümet etrafında) konsolide olmuş durumda.”
Parti lideri Gennadiy Zyuganov ise, RFKP’nin hala ülkede ana muhalefet olduğu konusunda ısrar etti. Pazartesi günü partinin internet sitesinde yayımlanan mülakatında Zyuganov, şunları söyledi: “Bu savaşın tüm Rus dünyasına, medeniyetimize karşı ilan edildiğinin farkına varmamız gerekiyor. Dolayısıyla tek bir çıkış yolumuz var, o da mutlak ve koşulsuz bir zafer kazanmak. Ancak bunu yapmak için mevcut durumu doğru değerlendirmek, güçlü ve zayıf yönlerimizi anlamak ve kararlılıkla saldırıya geçmek gerekiyor. Toplumu mümkün olduğunca birleştirmek, kaynakları seferber etmek, en ileri ve en taze olan her şeye hâkim olmak ve bunu eşi benzeri görülmemiş yaptırım koşullarında yapabilmek gerekiyor.”
Aşağıda tercümesi verilen makalede, Vzglyad gazetesine konuşan uzmanlar, yenilginin sebebini RFKP’nin iktidar partisinden söylemsel olarak pek de farklı şeyler söylememesine bağlıyor.
Zyuganov’un görüşleri şu şekilde: “Putin son yirmi yılda stratejisini dört kez değiştirdi. İktidara, 80 binden fazla işletmenin yok edildiği ve satıldığı, yurttaşların birikimlerinin dinamitlendiği ve Sovyet yönetiminin vurulduğu ‘atılgan 1990’lardan’ sonra geldi. 1990’larda ülke, kendini Sam Amca’nın sallanan kuyruğuna dönüştürdü ve bir petrol ve doğalgaz borusuna, taş ocağına ve kereste fabrikasına dönüşmeye karar verdi. Fakat Putin stratejiyi değiştirmenin gerekli olduğunu fark etti… Fakat Yeltsin döneminin artıkları iktidarda (kalmaya) devam ediyor. Kremlin’de ve hükümette hala pek çok makamı işgal ediyorlar… Putin Doğu Ekonomi Forumu’nda son derece ilginç ve bilgilendirici bir konuşma yaptı. Fakat ben konuşmasının vergi mevzuatıyla ilgili bölümüne özellikle dikkat çekmek istiyorum. Oligarşi rahat bir nefes aldı; Devlet Başkanı, vergi konusunu değiştirmeyeceğimizi söylüyor ama dünyanın önde gelen yirmi ülkesi arasında sadece bizde hem yoksullardan hem de önde gelen zenginlerden aynı oranda gelirin toplandığı düz bir vergi ölçeği var! Bu kesinlikle adil değil ve devletin çıkarlarıyla doğrudan çelişiyor. Bu politika sayesinde oligarklar normal vergilerini ödemiyorlar… Ülkeyi görülmemiş bir hızla yağmalamaya devam ediyorlar. Sadece 2022 yılında Rusya’dan yurt dışına 261 milyar dolar transfer edildi. En zengin 25 oligarkımızın toplam sermayesi şimdiden 300 milyar doları aşmış durumda. Bu, tüm Rusya bütçesinden daha fazla! Ve tüm bunlar, yardım, destek ve şefkate ihtiyaç duyulan özel askerî harekât koşullarında gerçekleşiyor! Yani maksimum konsolidasyon ve uyum gerektiği sırada.”
Mevcut koşullarda Rusya’daki siyasi partilerin birbirlerinden ayırt edilmeleri zorlaştı
Andrey Rezçikov
15 Eylül 2023
Rusya’da gerçekleşen seçimler yeni bir dizi eğilimi ortaya çıkardı. Bir yandan, partilerin birbirlerinden ayırt edilmeleri daha zor hale geldi. Öte yandan, tüm partiler seçmenlere yönelik politikalarını net bir şekilde formüle etmedi.
Seçim sürecinde başka hangi hatalar yapıldı ve Rusya’nın parti sistemi bir sonraki seçimlere ne durumda girecek?
Uzmanlar, geçtiğimiz hafta sonu gerçekleşen Tek Günlük Oylamayı bir “referandum oylaması” olarak nitelendiriyor, zira seçimlerin yapıldığı tüm yasama meclislerinde Birleşik Rusya, yeni (Donbass) bölgeleri de dahil olmak üzere çoğunluğu kazandı. Ayrıca Birleşik Rusya’nın vali adayları da —ki bunlar 21 kişiden 19’u— ilk turda yüzde 70 ila yüzde 80 arasında değişen sonuçlarla kazandılar.
Siyaset bilimcilere göre, seçim kampanyası esnasında pek çok parti, birbirlerinden farklılaşmalarının daha zor hale geldiği gerçeğiyle yüzleşti. Gözlemcilere göre, Vladimir Jirinovskiy (6 Nisan 2022’de hayatını kaybetti) olmadan mücadele eden Rusya Liberal Demokrat Partisi’nin (LDPR) sonuçları beklenmedik derecede yüksek çıktı. Ancak Hakikat İçin Adil Rusya ve Komünist Parti, mevcut siyasi gerçeklere uyum sağlayamadı ve seçmenlere geleneksel sloganlarından başka bir şey sunamadı. Bu durum karşısında Yeni Halk (Novye Lyudi) partisi, artık siyasi sistemin tam teşekküllü bir üyesi haline geldiğini ispat etmeyi başardı.
Bazı uzmanlar son seçimleri 2024 başkanlık kampanyası öncesinde partiler için bir antrenman olarak nitelendiriyor. Genel manada sistem, bazı bölgelerdeki rekabete rağmen iç siyasi uzlaşıyı sürdürüyor.
Minçenko danışmanlık iletişim holdingi başkanı ve MGIMO Siyasi Elitler Araştırma Merkezi Direktörü Yevgeniy Minçenko, “Birleşik Rusya seçmenlerini harekete geçirmek adına makul bir teknoloji yarattı, bu nedenle partinin bir şeyleri kökten değiştirmesinin bir anlamı yok; kazanan takımlarını değiştirmek istemiyorlar. Teknolojik yöntemleri değiştirmek mümkün ama Devlet Başkanı’nın imajını kullanma modeline, idari ve endüstriyel bileşenin mobilizasyonuna, sosyal medyada aktif çalışmaya ve parti mensupları aracılığıyla mobilizasyon sistemine bağlı kalıyorlar; bunların hepsi işe yarıyor,” dedi.
Minçenko, “Birleşik Rusya Yönetim Kurulunun başındaki başkan yardımcıları Aleksandr Sidyakin ve Sergey Perminov harika, çok iyi iş çıkarıyorlar,” ifadelerini kullandı.
Uzmana göre diğer partilere gelince, birbirlerinden ayırt etmeleri hakikaten zor: “Bunun nedeni Donbass mutabakatı denen şeyde yatıyor. Herkes Devlet Başkanı’nın etrafında birleşmiş durumda, parlamentodaki tüm partiler kendi partilerini destekliyor. Bu koşullarda birbirinden farklı olmak son derece zor.”
Minçenko, Rusya Federasyonu Komünist Partisi’nin (RFKP) siyasi stratejistlerinin” bu sezon iyi bir iş çıkardığını ve Valentin Konovalov’un Hakasya’da iyi bir kampanya yürüttüğünü” düşünüyor. Minçenko’nun (Konovalov’un kampanyasından) elde ettiği bulgular arasında siyasetçi imajı üzerinde çalışmak, internette aktif olmak, tartışmalar sırasında kulaklık kullanmak ve Konovalov’un danışmanlardan gelen tavsiyeleri kabul etmesini sağlamak yer alıyor.
Uzman, “Komünist Parti’yi silmek için henüz çok erken. Şu anda onlar için iyi bir zaman değil ama (RFKP’nin seçmen tabanında) hala atalet söz konusu. Bununla birlikte, Komünist Parti’nin bir zamanlar olumlu bir performans sergilediği İrkutsk oblastı gibi bölgeler de dahil olmak üzere konumunu büyük ölçüde kötüleştirdiği de bir gerçek,” diye kaydetti.
Minçenko, “Genel manada partinin aldığı sonuçlar oldukça anlaşılabilir sebeplerle azalıyor. Geçmişte, emeklilik reformu ve Birleşik Rusya’ya karşı protesto alternatifi olarak Komünist Parti’ye oy veren Navalnıy taraftarları ve liberal muhalefetle zımni bir koalisyon oluşturarak sıçrama yaptılar. Bugün ise seçmenlerin bu kesimi demoralize olmuş durumda; iç göçe başladılar ve Komünist Parti’yi oylarından mahrum bıraktılar,” değerlendirmesini yaptı.
Siyasi analist Pavel Danilin ise Komünist Parti’nin seçmenlere dönük çalışmasını net bir şekilde formüle edemediği görüşünde: “Onlara ne söyleyeceklerini hiç bilmiyorlar. Ve parti, bu hata üzerinde ciddi bir çalışma yürütmeli. Komünistler Vladimir Putin’i destekliyor gibi görünüyorlar ama öyle değiller. Komünist Parti liderleri kendilerini kaybetti ve seçmenlerini de kaybetti.”
Böyle bir durumda partinin “sahici bir gençleşmeye ve lider değişikliğine” ihtiyacı var: Danilin, “Böyle gelmiş böyle gider. Fakat Gennadiy Andreyeviç Zyuganov çok sklerotik. Zyuganov değişsin, tamam ama genç Leonid, parti liderinin torunu. Bu belki Komünistler için büyük bir artı olacaktır,” dedi.
Fakat bir sonraki lider seçmenin ihtiyaçlarını karşılamalı: “Şu anda Komünist Parti, destekçilerine neden komünistlere oy vermeleri gerektiğine dair bir cevap veremiyor. Komünist Parti ne sunmak istiyor, partinin Rusya için gelecek vizyonu nedir?” Danilin’e göre bu sorunun bir cevabı yok ve eğer varsa da bunu bilen son derece kısıtlı grup Komünist Parti’yi Rusya’nın en güçlü ikinci partisi olarak koruyamaz.
Minçenko, “Ancak Hakikat için Adil Rusya, boşu boşuna radikalleşme yolunda ilerledi. Kendisini bir ‘şok partisi’ olarak sunma fikri işe yaramadı. Sözü ona ‘öfkeli vatanseverleri’ cezbetmedi ve geleneksel seçmenleri kendine yabancılaştırdı. Partinin sonuçlarındaki düşüş de bundan kaynaklanıyor,” diye açıkladı.
Danilin, “Adil Rusya son derece dar bir seçim alanında oynadı ve günün sonunda oy kaybetti,” diye ekliyor: “Adil Rusya ilk başta aşırı vatanseverleri desteklemişti ama Yevgeniy Prigojin’in kalkışmasından sonra şok partisi konseptini tamamen terk etmek zorunda kaldı. Böylece sadece Birleşik Rusya’nın kazanan olarak kaldığı ortaya çıktı. Verdiği mesajlar seçmenlerin ihtiyaçlarını net bir şekilde karşıladı. Fakat bu, Birleşik Rusya partisinin bir sonraki kampanya için yeni bir şeyler icat etmesi gerekmediği anlamına gelmiyor.”
Minçenko, “Liberal Demokratlar, çeşitli faktörler sayesinde iyi bir sonuç elde etti. Her şeyden evvel Leonid Slutskiy, bölgesel yetkililerle yetkin bir şekilde ilişki kuran ve kişisel zamanının büyük bir kısmını buna harcayan etkili bir müzakereci oldu. İkinci faktör ise partinin merhum lideri Vladimir Jirinovskiy’in bir peygamber ve bilge olarak imajının yetkin bir şekilde kullanılması. Bunlar dikkat çekici ve yaratıcı yeniliklerdi. Buna ek olarak LDPR’de güçlü bölgesel liderlerden oluşan bir galaksi yetişti. Bunların arasında Krasnoyarsk Krayından Aleksandr Gliskov, Hakasya’dan Mihail Molçanov var. Bu şahsiyetler karizmaları sayesinde partinin oylarını yukarı çekti,” diye konuştu.
Minçenko’ya göre, “partinin şu anda dayandığı gündemin kendisi ve Jirinovskiy’in çok şey öngördüğü fikri, parti ideolojisinin talep görmesine yardımcı oldu.” Minçenko, “LDPR’nin bundan ne kadar süre faydalanacağını söylemek zor ama Sovyet Komünist Partisi’nin Lenin’in imajını on yıllar boyunca sürdürdüğünü hatırlayın,” anımsatmasını yaptı.
Danilin aynı zamanda LDPR’nin temel konularda “devlet başkanını son derece açık bir şekilde desteklediğini” ve diğer durumlarda da önerilerini seçmene açıkça ifade ettiğini düşünüyor: “Evet, Jirinovskiy’in imajı ve mirası partiye epey yardımcı oldu. Ayrıca akıllıca konumlandırma ve kamusal tartışmalara aktif katılım sayesinde parti, Komünist Parti ve Adil Rusya’dan seçmenlerin bir kısmını koparmayı başardı. Bu eğilim devam ederse LDPR, Komünist Parti’yi ana muhalefetten edecek.”
Minçenko, “Yeni Halk Partisi çok iyi bir performans sergilemedi ama genel olarak takdire şayandı. Yeni Halk, parlamentoda olmalarının tesadüf olmadığını ispat etti. Vladislav Davankov’un Moskova’daki seçim kampanyası beklenildiği kadar etkili olmadı; belediye başkanlığı seçimlerinde dördüncü sırada yer aldı. Aynı zamanda, gerçek bir programı ve gerçek başarıları olan Sergey Sobyanin hariç, kampanyası en anlamlı olanıydı,” yorumunu yaptı.
Minçenko’ya göre partinin Yakutistan İl Tümeni ve Yakutsk Kent Duması seçimlerinde elde ettiği en iyi sonuç, bir yandan Sardana Avksentiyeva’nın kişiliğinin, diğer yandan da parlak ve yaratıcı kampanyasının sonucu. Minçenko, pek çok insanın Yakut deneyimini incelemesini ve bir sonraki seçim döneminde tekrarlamasını tavsiye ediyor.
Danilin’e göre, parlamentodaki diğer partilerden farklı olarak öne çıkan Yeni Halk’tı, ancak “Mesajlarını hiç ifade etmiyorlar, bu nedenle Yaroslavl ve Yakutistan dışında neredeyse her yerde kötü sonuç aldılar. Partinin söylemini net bir şekilde formüle etmesi ve seçmenlerin beklentilerine hitap etmesi gerekiyor, o zaman sonuçlar iyileşecektir.”
İlginizi Çekebilir
-
Pakistan üst düzey güvenlik önlemleri ile ŞİÖ Zirvesi’ne hazırlanıyor
-
Rusya, BRICS için ABD hegemonyasına karşı alternatif ödeme sistemi önerdi
-
Almanya’dan Ukrayna’ya ağır silah yardımına ret
-
“İsrailli yetkililer hakkında yakalama kararı almaması UCM’nin sonunu getirebilir”
-
10 milyar dolarlık plan: Rusya’nın ‘gölge filosu’ yaptırımları nasıl atlatıyor?
-
Rusya-Ukrayna Savaşı ‘Afganlaştırma’dan ‘Filistinleştirme’ye doğru gidiyor
DÜNYA BASINI
“İsrailli yetkililer hakkında yakalama kararı almaması UCM’nin sonunu getirebilir”
Yayınlanma
9 saat önce14/10/2024
Yazar
Harici.com.trUluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Kerim Han’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında yakalama kararı talep etmesinin üzerinden 5 ay geçmesine rağmen karar henüz çıkmadı. E. BM yetkilisi Moncef Khane, bugüne kadar sadece Afrikalıları yargılayan ve sadece Batı’nın hedef aldığı bir ülkenin “beyaz” lideri hakkında yakalama kararı çıkaran UCM’nin meşruiyetinin zaten sarsılmış olduğuna dikkat çekiyor. İsrailli yetkililer hakkında adım atmaması durumunda mahkemenin sonunun gelebileceğine dikkat çekiyor.
***
UCM’nin güvenirliği pamuk ipliğine bağlı
Eğer mahkeme İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Yoav Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarmazsa, halihazırda zaten sarsılmış olan meşruiyetini de kaybedecek.
Moncef Khane
Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Roma Statüsü’nün 2002’de yürürlüğe girmesiyle birlikte savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımın cezasız kaldığı döneminin kapanacağına dair bir umut doğmuştu.
Yirmi iki yıl sonra, Gazze’deki kitlesel zulümden sorumlu olanlara karşı hızla harekete geçme çağrılarını görmezden geldiği için mahkemenin uluslararası meşruiyeti tehlikede. Mayıs ayında UCM Savcısı Kerim Han mahkemeden İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant ile birlikte üç Hamas lideri hakkında tutuklama emri çıkarılmasını talep etti. İsrail’in soykırıma varan şiddeti nedeniyle Gazze’de artan ölü sayısına ve yıkıma rağmen UCM henüz bir karar vermedi.
Savaş suçlarını yargılayacak daimî bir uluslararası mahkeme fikri, ilk olarak I. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletlerin hukuk çevrelerinde ortaya çıktı, ancak hayata geçirilemedi. Tahminen 75-80 milyon insanın ölümüne neden olan 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli “adalet” kavramları ortaya atıldı.
SSCB, ABD ve İngiltere devlet başkanlarının savaş stratejisini görüşmek üzere bir araya geldikleri 1943 Tahran Konferansı’nda Sovyetler Birliği lideri Joseph Stalin, Alman komuta kademesinden en az 50.000 kişinin ortadan kaldırılması gerektiğini öne sürdü. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in şaka yollu 49.000 kişinin idam edilmesi gerektiği yanıtını verdiği bildirildi. İngiltere Başbakanı Winston Churchill ise savaş suçlularının bireysel sorumlulukları nedeniyle yargılanması gerektiğini savundu.
Sonunda müttefikler, sırasıyla 24 Alman ve 28 Japon askeri ve sivil liderini suçlayan Nürnberg ve Tokyo askeri mahkemelerini kurdu. Ancak müttefik güçlerin hiçbir lideri ya da askeri komutanı savaş suçları nedeniyle yargılanmadığı için bu, özünde galiplerin adaletiydi. Sonuçta bu mahkemeler, tartışmalı bir şekilde, saldırı savaşları yürüten ve soykırım yapanların yargılanmasına yönelik sembolik bir girişimdi.
Takip eden on yıllar boyunca, savaş suçlularının adalet önüne çıkarılması için böyle bir uluslararası çaba gösterilmedi. Dolayısıyla, örneğin, sömürgeci ve emperyal güçlere karşı ayaklanan halkların katilleri hiçbir zaman yargılanmadı.
Uluslararası adalet kavramı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1991-1995 ve 1998-1999 yılları arasında eski Yugoslavya’da işlenen suçlar ve 1994 Ruanda soykırımı için iki ad hoc mahkeme kurmasıyla 1990’larda yeniden canlandı. Bu mahkemeler amaçlarına hizmet etse de Batılı güçlerin hâkim olduğu Güvenlik Konseyi tarafından kurulmaları nedeniyle etkinliklerini, maliyetleri ve bağımsızlıkları sorgulandı.
Burada da “galiplerin adaleti” kavramı özellikle Yugoslavya mahkemesinin kararları üzerinden yeniden gündeme geldi. Zira mahkeme özellikle 1999’da NATO’nun Federal Yugoslavya Cumhuriyeti’ne karşı düzenlediği yasadışı gibi görünen bombalama kampanyasını yargılamak bir yana soruşturmadı bile.
Ruanda mahkemesi ise Batılı güçlerin soykırımdaki olası suç ortaklığını ve/veya 1948 Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi uyarınca soykırımı önleme veya durdurmadaki başarısızlıklarını soruşturmadı.
Bu bağlamda, 1998’de imzalanan ve 2002’de yürürlüğe giren Roma Statüsü, savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırım işleyenlerin, çatışmada hangi tarafta olduklarına bakılmaksızın yeni mahkeme tarafından yargılanacağı umudunu doğurdu.
2018 yılında, niteliği, ağırlığı ve ölçeği itibariyle Birleşmiş Milletler Şartı’nın ihlalini teşkil eden bir saldırı eyleminin planlanması, hazırlanması, başlatılması veya icrası olarak tanımlanan saldırı suçu da mahkemenin yargı yetkisine eklendi.
Ancak UCM’ye yönelik büyük umutların boşa çıkması uzun sürmedi. Roma Statüsü’nü imzalayan bazı ülkeler artık Taraf Devlet olmak istemediklerini resmen beyan ederek yükümlülükten kurtuldular. Bunlar arasında İsrail, ABD ve Rusya Federasyonu da vardı. Çin ve Hindistan gibi diğer büyük güçler ise tüzüğü imzalamadılar bile.
UCM’nin ilk 20 yılında yargılamaya çalıştığı 46 şüphelinin tamamının, aralarında devlet başkanlarının da bulunduğu Afrikalılardan oluşması da UCM’nin güvenirliğine yardımcı olmadı.
Bu statüko ilk kez Haziran 2022’de, mahkemenin 2008’deki Rusya-Gürcistan savaşı sırasında savaş suçu işlemekle itham edilen ayrılıkçı Güney Osetya bölgesinden üç Rus yanlısı yetkiliyi suçlamasıyla kırıldı. Bir yıl sonra, Mart 2023’te mahkeme, Başsavcı Han’ın talebinden sadece 29 gün sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için tutuklama kararı çıkararak sansasyonel bir hamle yaptı.
Karar esasında oldukça şaşırtıcı. Şubat 2022’den bu yana Ukrayna’da devam eden savaşın ölümcüllüğüne ve sivil hedeflere yönelik saldırıların rapor edilmesine rağmen, yakalama emri Putin’in “nüfusun (çocukların) yasadışı sınır dışı edilmesi ve nüfusun (çocukların) Ukrayna’nın işgal altındaki bölgelerinden Rusya Federasyonu’na yasadışı transferi” konusundaki “bireysel cezai sorumluluğu” iddiasıyla çıkarıldı.
BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinden birinin görevdeki başkanına karşı çıkarılan yakalama emri kendi başına UCM’nin bağımsızlığının ve delillerin götürdüğü yere gitme kararlılığını gösterebilirdi. Ancak Batı ile Rusya arasındaki açık psikolojik savaş göz önüne alındığında, mahkemenin kararını genellikle Batılı destekçilerinin etkisinin bir başka kanıtı olarak görüldü.
Mahkeme, İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla ilgili ezici deliller doğrultusunda harekete geçseydi, bu algı hafifletilebilirdi. 2018’de Filistin Devleti, UCM’ye, “mahkemenin yetki alanına giren geçmişte, halen ve gelecekte işlenen tüm suçların soruşturulması” için başvuruda bulundu. Mahkemenin, Mart 2023’te Filistin Devleti’nde “duruma ilişkin soruşturma” başlatabileceğine karar vermesi beş yıl sürdü.
Kasım 2023’te, Güney Afrika ve beş ülke UCM’ye bir başvuruda daha bulundu ve ardından Başsavcı Han, 2023’te başlatılan soruşturmanın “7 Ekim 2023’te meydana gelen saldırılardan bu yana tırmanan düşmanlık ve şiddeti de kapsadığını” doğruladı. Han, Gazze’de işlenen savaş suçları konusunda Netanyahu ve Gallant’ın kişisel sorumluluğuna dair oldukça fazla delil olmasına rağmen, mahkemeden tutuklama kararı talep etmesi yedi ay sürdü. Aynı talebi, ikisi daha sonra İsrail tarafından öldürülen üç Hamas lideri için de yaptı.
ABD’nin ve İsrail’in yurtdışında suikastlar konusunda uzmanlaşmış kötü şöhretli istihbarat teşkilatı Mossad’ın desteğini arkasına alan Netanyahu’nun tutuklanmasını talep etmenin zaman ve cesaret gerektirdiği söylenebilir. Mayıs ayında İngiliz The Guardian gazetesi, Han’ın selefi Fatou Bensouda’nın “bir dizi gizli toplantıda” Mossad’ın o dönemki başkanı ve “Netanyahu’nun en yakın müttefiki” Yossi Cohen tarafından tehdit edildiğini ortaya çıkardı.
Cohen, Bensouda’yı “savaş suçları soruşturmasından vazgeçmeye” zorladı ve iddiaya göre ona şöyle dedi: “Bize yardım edersen biz de sana göz kulak oluruz. Kendinin ya da ailenin güvenliğini tehlikeye atacak işlere bulaşmak istemezsin.”
Bensouda, mevcut soykırım savaşından önce işlenen savaş suçları iddialarını soruşturduğu için tehdit edilmiş ve şantaja uğramışsa, Han’ın karşılaştığı veya korktuğu gerçek ya da farazi baskı ve tehditleri ancak tahmin edebiliriz.
Görevini yerine getirdiğine göre, yakalama kararının çıkarılıp çıkarılmayacağına karar vermek ön yargılama dairesinin üç yargıcına düşüyor. Bensouda ile aynı tehditlerle karşı karşıya olup olmadıkları bilinmiyor, ancak Netanyahu ve Gallant için tutuklama kararının daha fazla gecikmeden çıkarılmaması halinde UCM’nin güvenirliğinin de tehlikeye gireceğinin farkında olmalılar. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım ve saldırı suçu işlediklerine dair açık ve olağanüstü miktardaki kanıtlar, sorumluluklarından kaçmaları durumunda UCM’nin sonunu getirebilecek kadar güçlü.
Çevirmenin notu: Neoliberal sermaye birikim rejiminin yükseköğretime ilk yansıması, eğitim harcamalarına yeni “paydaşların” dahil edilmesiyle olmuştu. O güne dek devletin üstlendiği mali külfetin öğrencilere yüklenmesi ile somutlaşan bu pratik, neoliberal devletin, eğitimi piyasa toplumunun sürekli bir unsuru haline gelecek şekilde dönüştürme hedefinin en açık yüzüydü. Yüzyıllar boyunca aklın olgunlaşması ve derinlemesine sorgulama ile karakterize olan ve bu yönüyle insanı ve toplumu yeniden yaratabilme potansiyelini barındıran (bilimsel) eğitim, kapitalist rekabetin yoğunlaştığı ve teknolojik yeniliklerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği 1980’lerden itibaren ticarileştirme saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Bir aydınlanma kurumu olarak tarih boyunca din, devlet ve piyasa karşısında göreli bir özerkliğe sahip olup bilimsel bilgi üretimini tüm insanlığın yararına sunması beklenen üniversiteler, “minimal devlet”çilerin gözünde artık kâr kaynağı, ihraç getirisi ve rekabet alanı idi.
Küresel kapitalizmle bütünleşmeyi “dünyayla bütünleşme” olarak satan piyasa ideolojisinin tam yörüngesinde, birkaç on yıl içinde, var oluş amacından ve bir sosyal kurum olma niteliğinden bütünüyle koparak neredeyse sadece network girişimleri, uydu kampüsler, şirketlere/markalara özel erişim ve uluslararası fonlara katılım gibi eğitim dışı büyük sermaye projeleri ile anılır oldular. Artık karşımızda “sosyal” mülahazalarla mesafelenmiş, piyasanın arzularını kışkırtan, bire bir şirket gibi çalışan piyasa odaklı işletmeler vardır.
Oxford Üniversitesi’nde Hint Tarihi alanında çalışan Profesör Faisal Devji tarafından kaleme alınan ve aşağıda çevirisini verdiğimiz bu makale, akademik yıldızların lüks, şatafat ve ayrıcalıklar iklimi ile şekillenen finansman modelinin nasıl ayrılmaz bir parçası haline geldiğini anlatırken akademik şöhreti de Hollywood şöhretiyle karşılaştırmalı olarak tartışıyor.
Son olarak, her ne kadar 2020 yılında yazılmış olsa da, eğitime dönük piyasacı saldırılar devam ettiği müddetçe bu makalenin tartıştığı meselelerin güncelliğini ve geçerliliğini korumaya devam edeceğini de belirtmemiz gerek.
Şöhret akademisyenler
Faisal Devji
Hurst
29 Mayıs 2020
Çev. Leman Meral Ünal
Neoliberal 1990’larda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir model haline geldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhret akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar.
Neoliberalizmin kurumsallaştığı 1990’lı yıllarda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir modeldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhretli akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar. Üniversitenin piyasalaşması, yüksek öğretim öğrencilerden alınan astronomik eğitim harçlarıyla ayan beyan ortaya serilirken, üniversiteler de sadece bir eğitim programı sunmanın ötesine geçerek, şatafat, çevre edinme [networking] ve markalara özel erişim vaat ederek öğrencileri cezbediyordu. Bu tanıdık sürecin ironisi ise, Beşeri ve Sosyal Bilimler [Humanities and Social Science] alanında çalışan ve neoliberalizmi, hatta kapitalizmin kendisini eleştiren akademik şöhretlerin, bizzat kendi isimlerini bu finansman tertibine ödünç vermeleriydi.
Şayet şöhret kültüründe radikalizmin metalaştırılması, üniversitenin ekonomik modelini süslemeye yaradıysa bile, bunun kurumsal sonuçları başka tür bir maskaralığı beraberinde getirdi. 1990’ların ilk yıllarında, Chicago Üniversitesi’ndeki profesörlerimden biri Hollywood’un akademide nasıl işlediğini irdelemeye girişmişti: Amerikalı akademisyenler eşitlik tasavvuruna demokratik bir ideal olarak inanmalarından dolayı, üniversite hayatını tanımlayan ve kurumsal liyakat testleriyle meşrulaştırılan entelektüel sıralamalara şüpheyle yaklaşıyorlardı. Tarafsız olduğu varsayılan “liyakat” fikrinde saklı olan sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini sorgulayarak, hiyerarşiyi anlamanın yeni bir yolunu mümkün kılmış oluyorlardı.
Tıpkı sinema yıldızları gibi akademik yıldızlar da bir tüketici kitlesine, yani aslında piyasaya bağlılar. İşte şöhreti demokratik kılan biraz da budur, çünkü şans ve dış görünüş bunda öylesine büyük bir rol oynar ki hemen herkes bu türden bir yıldızlık mertebesine ulaşma hayali kurar. Klişe bir tabirle, herkesin başına gelebilir, tıpkı piyango tutturmak gibi. Yine piyangoda olduğu gibi, şöhret olma vaadi, bunu arzulayanların kendi yoksunluklarına katlanmalarını, mesleğin yoksunluğunu ise kalıcı olarak kabul etmelerini gerektirir. Hollywood, Amerika’da hiyerarşinin kabul edilebilir olduğu belki de tek biçimdir; zira izleyici kitlesinin puta tapar gibi taptığı idollerden bir anda vazgeçebilmesi, bu hiyerarşiyi bir “armağan” haline getirir. Aynı şey politikacılar ve seçmenleri [arasındaki ilişki] için de geçerlidir. Zaten bunun dışında kalan her şeye de elitizm denir.
Ancak politikacılardan farklı olarak ve Hollywood yıldızlarına benzer şekilde, akademik şöhretin herkese hitap etmesi gerekmez. Beşeri ve Sosyal Bilimler’de şöhret, genellikle kendine has bir tavır veya görünüm, esrarlı bir kelime dağarcığı ve zorlayıcı fikirlerle karakterize edilen ayırt edici bir kişiliğin üretimi ve pazarlanmasıyla karakterize olur. Bunlar genellikle yurtdışından, özellikle de bahsi geçen on yılda [1990’lar] Fransa’dan ithal ediliyordu ve iyi talihle bağlantılı fetişler ve diğer esrarengiz maksatları içeriyordu. Ya da belki de, İngilizler karşısındaki tarihsel yenilgilerini unuttururcasına, Fransızların entelektüel şecerelerini sunmak suretiyle nihayetinde Amerika’yı fethettikleri bir tür hanedan evliliği versiyonlarını temsil ediyorlardı.
Ne var ki tıpkı Hollywood’da olduğu gibi, Avrupalılar sadece Amerika’da yıldız oldular. Bu parıltının bir kısmını kendi memleketlerine taşımış olsalar bile, kamu üniversitelerinin egemen olduğu ve nispeten şeffaf maaş skalaları ve tek tip ders yüklerine sahip yerlerde paralel bir şöhret sistemi kurulamamış oldu. Şöhretliler, en azından Beşerî ve Sosyal Bilimler’de, özel isimleri reddeden düşünce okullarına yöneldiler; ki bunların en önemlileri post-yapısalcılık, post-modernizm ve post-kolonyalizmdi. Bu isimler, şöhretlilerin entelektüel projesinin tamamlayan şeyin inşa etmekten çok eleştirmek olduğuna işaret ediyor ve onları kaçınılmaz olarak anti-temelci yaklaşıma zamklıyorlardı.
Yarattığı tüm hoşnutsuzluklar bir yana, akademik şöhret, entelektüel sıralamanın ve ayrıcalığın görünüşte daha demokratik ve kesinlikle daha eğlenceli bir biçimini temsil ediyordu. Zira bu ün, eleştirmenler kadar taliplerinin zihninde de elitistlik ve kurumsal liyakat kriterlerinden ziyade şans, talih ve başka birtakım kaidelerle ilişkiliydi. İster Hollywood’da ister Harvard’da olsun, öyle ya da böyle yıldız, “keşfedilmesi” ve statüsüne karar verecek olan seyirciye sunulması gereken astrolojik bir figürdü. Diğer bir deyişle, yıldız olmayı mümkün kılan asıl şey alanında uzman, münhasır ve kurumsallaşmış meslektaşlarının yargısı değil, sinemaseverlerin, öğrencilerin ve genç meslektaşlarının genelleştirilmiş hayranlığı idi.
Ancak bu şöhret kültürü hem şöhret sisteminin kendisini hem de imparatorluk mertebesine yükselttiği akademisyenleri harcayacaktı. Bugün de aynı derecede zeki, üretken ve popüler akademisyenler var, fakat ufukta yeni akademik yıldızlar görünmüyor. 1990’ların eskileri ise ya yazmayı bıraktı ya da artık okunmuyorlar. Belki hâlâ önemli mevkilerdeler, genç meslektaşlarını himaye edebiliyorlar veyahut geniş bir hayran kitleleri var, ancak Paskalya Adası’ndaki başları hatırlatırcasına¹, sadece kaybolmuş bir geçmişin anıtları gibiler. Değişen Amerikan üniversiteleri mi, yoksa şöhretlilerin düşüşü, Hollywood’un ve yıldızları merkeze alan filmlerinin Y kuşağı öğrencileri arasındaki popülaritesinin azalmasıyla mı ilişkili?
Üniversiteler bu yıldızları, ne kadar kusur barındırırsa barındırsın [hâlâ] bir tür “eşitler cemaati” olarak işleyen profesörler topluluğunun üzerine çıkararak, gücü fakültelerden alıp yöneticilere kaydırmayı başardı. Şöhret olmanın cazibesi akademisyenlerin sadece meslektaşlarıyla aralarının açılmasına neden olmadı, aynı zamanda ünün getirdiği avantajlar ve ayrıcalıklarla sadakatlerini satın alan üniversite yönetimleriyle ortak bir zemin kurmalarını da sağladı. Artık bu şöhretlilerin takipçi kitlesi akademiyi eklesiyastik model gibi işleten senato ya da kardinaller koleji değil, ücret ödeyen öğrenciler ve onların anne babaları ile bu akademik ünlülerin genç meslektaşları ve tabii onların potansiyel halefleriydi.
Ne var ki akademisyenlerden müteşekkil bu konklav bir kez yok edildiğinde ya da en azından üniversitedeki karar ve güç merkezinden uzaklaştırıldığında, artık akademideki kalite kriterlerini de belirleyemez hale geldi. Bu da kriterlerin artık müşterilerden oluşan entelektüel pazar tarafından belirleneceği anlamına geliyordu. Akademik yıldızlar pazarı, geçerken belirtmek gerekir ki, çoğu zaman profesörler kurulunun koyduğu kurallara nazaran çok daha talepkâr olurdu, ancak tanımı gereği sınırlı bir pazardan söz ediyoruz. Akademik şöhretler, meslektaşlarının yargılarının altını oyarak akademisyenliğin daha da fazla piyasalaşmasına kapı aralarken bu durum eş anlı olarak onların da uzmanlaşmış becerilerini gözden çıkarılabilir kılıyordu. Dolayısıyla, namlı akademik çalışmaları şekillendiren “post” ön ekli entelektüel akımlar, yerini kolektif bir projeden ziyade bir okur piyasası tarafından değer biçilen bireylere bıraktı.
Bu dönüşümü, yeni entelektüel pazardaki akademik disiplinlerin gidişatında gözlemlemek mümkün. Edebiyat ya da dil bilimi gibi alanlar, 1990’larda akademik şöhretin zirvesindeyken, yeni şöhretler üretmenin yanı sıra Avrupa’dan yeni fikirlerin gelmesine de aracılık ediyorlardı. Bunun bir nedeni, kısmen felsefe gibi daha geleneksel disiplinlerin bu tür düşünürleri ağırlamakta isteksiz olmasıydı; tam da bu noktada karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin diğer alanlardaki bizler için nasıl “trend belirleyici” olduğunu anımsıyorum. Dünün yıldızlarının bu ilk yuvaları, araştırmaların kalitesindeki düşüşten ziyade pazarlarının büyüklüğü nedeniyle de böylesi bir rol üstlenmeyi bıraktılar.
Yalnızca üç akademik alan, bilim, tarih ve iktisat, üniversite kapısının dışında da kayda değer bir izleyici kitlesine sahip; sosyoloji ve teoloji de bunlara eklenebilir belki. Popüler bilim, popüler tarih ve popüler iktisat aslında kendi başlarına birer alan olarak varlar ve her biri dünyanın dört bir yanındaki havaalanlarında çok sayıda kitap satıyorlar. Uzun süre boyunca, bu vasata hitap eden pazarların akademik dünyada önemsiz olduğu, sadece yazarlarına biraz da olsa para kazandırmak için var olan utanç verici uğraşlar olduğu düşünülüyordu. Bugün ise bu kesimler başlıca okuyucu kitlemiz haline geldiler ve bunu yaparken de bilim dışındaki disiplinlerden tarih ve iktisadı çağımızın akademik trend belirleyicileri arasına soktular.
Akademisyenlerin yanı sıra genel kamuoyunun ilgisini çekecek bir kitap yazmak pekâlâ mümkün ve pek tabii akademisyenlerin her zaman genel kamuoyuyla ilişki kurma yükümlülüğü var. Ancak bu genel kamuoyu, entelektüel güvenilirliği “etki” ve üretim hızı gibi ölçütlerle değerlendiren üniversitelerin birincil kitlesi haline geldiğinde, akademisyenliğe dair çok önemli bir yön kaybedilmiş demektir. Uzmanlaşmış bir kitle için yazmaya giderek daha az ilgi duyan akademisyenler, yaptıkları işin git gide küçülerek zayıflamasına katkıda bulunmakta ve sonuç olarak yeni bilgi üretme olasılıkları giderek azalmaktadır – ya da sadece dijitalleşme ve kelime işlemcilerinin sağladığı imkânlarla yeni bilgi yığınları üretebilirler.
Akademik yıldızlar, en azından, meslekten olmayanlara hitap etmek zorunda kalmasalardı bu sayede entelektüel riskler almaya daha istekli olurlardı. Oysa genel okuyucu kitlesi için yazmanın sorunu, ajanslar tarafından satılan ve ticari yayınların editörleri tarafından düzeltilen kitapların -muhtemel ki- daha güvenilir olmasıdır. Ya da daha çok ilgi ve satış uğruna “kışkırtıcı” olabilirler. Velhasıl her iki durumda da birbirine benzeme eğilimindedirler; iki ya da üç kelimelik başlıkları, ardından “nasıl” ile başlayan ve tarih için geçmiş, ekonomi için ise gelecek zaman kipiyle kullanılan daha uzun bir cümle… Bu durum bilhassa hükümet politikalarını etkilemeyi amaçlayan kitaplar için geçerli; politikacılardan ve devlet bürokratlarından farklı ve onlara meydan okuyan bir retorik kullanmak yerine, büyük ölçüde onların dilini ve üslubunu tuttururlar.
Bu türden “değerli” çalışmalar, benim alanım da dahil olmak üzere birçok disiplinde artık bir ideal haline geldi. Bu çalışmalarda yanlış bir şey yok, fakat heyecan verici ya da çığır açıcı olma eğiliminde de değiller. Belki daha da önemlisi, akademik uzmanlaşmayı daraltarak onu daha yüksek düzey bir gazetecilik türü haline dönüştürüyor. Neoliberalizmin zafer yürüyüşüyle aynı döneme denk gelen şöhret akademisyenliğin altın çağı, Soğuk Savaş’ın son günlerinde başladı ve Terörizmle Savaş’ın erken dönem salvolarıyla sona erdi. Tüm bunlarla birlikte ise, profesörlüğün özerkliğinin yok olması, akademik yıldızların kayışına ve akademisyenliğin bir “evet adamlığı” olarak yükselişine yol açtı.
¹ Moai. Şili’nin yaklaşık 3700 km batısındaki Paskalya Adası’nda bulunan ve çoğunluğu sadece kafadan oluşan som taştan devasa heykeller. (ç.n)
DÜNYA BASINI
FT: İsrail birlikleri Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyecek
Yayınlanma
3 gün önce11/10/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız haber, İsrail’in Hizbullah bahanesiyle sınırlı olduğunu iddia ettiği Lübnan işgalinin daha da derinleşebileceğinin sinyallerine yer veriliyor. Haber, çoğu İsrailli uzman ve Batılı yetkililerin görüşleriyle destekleniyor.
***
İsrail’in Lübnan’da artan saldırıları uzun süreli savaş korkularını körüklüyor
Tahliye emirlerinin boyutu ve değişen söylemler, komşu ülkeye daha derin bir müdahaleye işaret ediyor.
James Shotter, Neri Zilber, Andrew England
İsrail’in 98. tümenine bağlı askerler yaklaşık yirmi yıl sonra Lübnan’a ilk kez girdiklerinde İsrailli yetkililer operasyonu “sınırlı, yerel ve hedefe yönelik” olarak nitelendirmişti.
Ancak geçen hafta içinde İsrail’in Hizbullah’a yönelik kara saldırısının boyutu hızla büyüdü. 98. tümen, üç diğer tümenle desteklendi ve binlerce İsrailli asker, batıdaki Rosh Hanikra’dan doğudaki Misgav Am’a kadar çeşitli noktalardan Lübnan’a ilerledi.
Aynı zamanda İsrailli liderler de kendilerini neyin beklediği konusunda söylemlerini sertleştirdiler. Başbakan Binyamin Netanyahu salı günü Lübnanlıları Hizbullah’a karşı ayaklanmaya çağırdı ve bunun alternatifinin “Gazze’de gördüğümüz gibi yıkım ve acıya yol açacak uzun bir savaş” olduğu uyarısında bulundu.
İsrail’in siyasi liderliğinden gelen değişen söylemler ve ordunun tahliye emirlerinin boyutu -Financial Times’ın hesaplamalarına göre, Lübnan’da sınır köylerinden 60 km kuzeydeki kıyı bölgelerine kadar 110’dan fazla alanı kapsıyor- bölgedeki ve batılı başkentlerdeki yetkililer, saldırının yakında sona ereceğine dair umutlarını yitirmiş durumda.
Batılı bir yetkili “İki hafta önce İsrailliler birkaç haftalık sınırlı bir kara harekâtından söz ediyorlardı ama bu iki hafta her geçen gün uzuyor gibi görünüyor. İsrail’in [5 Kasım’daki] ABD seçimlerinden önce duracağına dair umut yok gibi.”
İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyindeki işgali ve yıkımı belgelendi
İsrailli askeri yetkililer şimdilik kara harekatının tam niteliği ve ölçeği konusunda ketum davranıyor ve ayrıntıların çoğunu savaşın sisi ve askeri sansürün gölgesinde gizleniyor. Ancak operasyonların hedefe yönelik olduğunda ısrar ediyorlar ve İsrail güçleri, Akdeniz kıyısından İsrail birliklerinin işgali başlattığı Metula çevresindeki tepelik araziye kadar yılan gibi kıvrılan ve iki ülkeyi ayıran BM tarafından belirlenmiş “Mavi Hat”tın nispeten yakınında kalmaya devam ediyor.
İsrail’in ilerleyişini gösteren yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri 100 km’lik sınırın tamamı için mevcut değil. Ancak Marun er-Ras bölgesinden alınan görüntülerde İsrail tankları ve diğer araçların Lübnan içinde kısa bir mesafede ilerlediğini gösteriyor. Yaklaşık 27 araçlık bir grup sınırın 250 metre içinde, başka bir daha küçük grup ise sınırın bir km kadar içine girmiş durumda. Diğer görüntüler, İsrail güçlerinin Avivim ve Yiron köyleri yakınında sınırı ihlal ettikleri noktaları gösteriyor.
İsrailli yetkililere göre bu saldırının amacı, Hizbullah’ın sınır ötesi saldırı tehdidini ortadan kaldırmak ve İsrail topluluklarına yönelik tanksavar füzeleri gibi silahların doğrudan ateş hattını temizlemek, böylece çatışmalar nedeniyle yerinden edilen İsraillilerin evlerine dönmesini sağlamak.
Birçok Lübnanlı, ABD’nin İsrail’in Hizbullah’a karşı artan saldırılarına yeşil ışık yaktığından endişe ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Matthew Miller bu hafta Washington’ın “Hizbullah’ın kapasitesini azaltma çabalarında İsrail’i desteklediğini” belirtti. Ancak Miller, “nihayetinde bu çatışmaya diplomatik bir çözüm bulmak istediklerini” de ekledi.
WSJ: ABD, İsrail’in Lübnan işgalini fırsata çevirmeye çalışıyor
Hizbullah geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından sonraki günlerde İsrail’e ateş açmaya başlamış, 50’den fazla kişinin ölümüne yol açmış ve 60 bin İsrailliyi kuzeydeki evlerini terk etmek zorunda bırakmıştı. O tarihten bu yana geçen bir yıl içinde İsrail’in Lübnan’a düzenlediği saldırılarda iki bin 100’den fazla kişi öldü ve çoğu son birkaç hafta içinde olmak üzere bir milyon 200 binden fazla kişi yerinden oldu. Bombardıman aynı zamanda büyük bir yıkıma yol açarak sınıra yakın köy ve kasabaları yerle bir etti.
Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Ehud Yaari, İsrail’in saldırısını, Mavi Hat’tın kuzey tarafında, kara birlikleri ile iki km derinliğindeki bir şeritte hava saldırılarından daha kolay tespit edilen hedeflere yöneltilen bir “öğütücü” olarak nitelendirdi.
İsrailli yetkililer çatışmaların ilk haftasında 500 Hizbullah savaşçısının ve dokuz İsrail askerinin öldürüldüğünü iddia ediyor.
Yaari şöyle dedi: “Hizbullah’ın sınır bölgesinde kurduğu sistemleri yerle bir ediyorlar. Güçler tek bir şeye odaklanmış durumda: Hizbullah’ın bu bölgedeki tüneller, sığınaklar, silah ve mühimmat depoları gibi şaşırtıcı büyüklükteki askeri altyapısını yok etmek.”
“Bu sistemlerin bazıları köylerin içinde, ancak diğerleri bu sistemleri gizlemek için kullanılan sık çalılık ve çalılıklarla dolu kırsal alanlarda bulunuyor” diye ekledi.
Sınır boyunca yürütülen operasyonlara İsrail ordusunun İran’ın Hizbullah güçlerine ikmal yapma girişimlerini engelleme çabaları da eşlik ediyor. İsrail geçen ay saldırılarını genişlettiğinden beri jetleri Lübnan ile Suriye arasındaki sınır kapılarını ve Suriye’nin güneyindeki diğer hedefleri defalarca bombaladı. Ayrıca örgütün güçlü olduğu Bekaa Vadisi’ndeki Hizbullah hedeflerini de vurdular.
Cuma günü İsrail jetleri Suriye ile Lübnan arasında 3,5 km uzunluğunda bir tüneli imha etti. İsrailli yetkililer tünelin Hizbullah’ın silah sevkiyatı yapmakla görevli 4400 numaralı birimi tarafından kullanıldığını söyledi. Geçen hafta başında İsrail Beyrut’ta düzenlediği bir hava saldırısında birimin komutanı Muhammed Cafer Kasır’ı öldürmüştü.
Eski bir İsrail Savunma Kuvvetleri istihbarat yetkilisi olan ve şu anda Meir Amit İstihbarat ve Terörizm Bilgi Merkezi’nin başında bulunan Shlomo Mofaz, “Suriye’den Lübnan’a ve Irak’tan Suriye’ye giden tedarik zincirini kesiyoruz” dedi.
İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal ederek ülkenin güneyinde 18 yıl süren bir işgale dönüşmesi de dahil daha sonra genişleyen operasyonlar başlatma geçmişi ve kuvvetlerinin sınırlı kayıplar verdiği göz önüne alındığında, batılı yetkililer İsrail birliklerinin eninde sonunda Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyeceğini düşünüyor.
Salı günü sosyal medyada yayınlanan görüntülerde İsrail askerlerinin Marun er-Ras’ta ülke bayrağını göndere çektiği görülüyordu.
İsrailli yetkililer, 2006’daki son savaşın sonunda kabul edilen ancak iki tarafın da uygulamadığı 1701 sayılı BM kararında öngörüldüğü üzere, nihai hedeflerinden birinin Hizbullah’ı Mavi Hat’tın 30 km kuzeyine kadar uzanan Litani nehrinin gerisine itmek olduğunda defalarca ısrar ettiler.
Ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda muğlak kaldılar.
Batılı bir yetkili şunları söyledi: “Bence İsrailliler Hizbullah’a mümkün olduğunca çok zarar vermek ve sınır ile Litani nehri arasında mümkün olduğunca çok alanı temizlemek istiyor. Ancak bundan sonrası net değil.”
“Şimdi durmalarını ve zaten büyük ölçüde üzerinde anlaşılmış olan siyasi bir planı kabul etmelerini istiyoruz. Ancak öyle görünüyor ki askeri başarıları onları devam etmeye teşvik ediyor.”
Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı ve Washington’daki Amerika Ulusal Güvenlik Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Yaakov Amidror kara harekâtının nasıl gelişeceğinin siyasi ve askeri bir mesele olduğunu söyledi.
Ancak operasyonun askeri “mantığının” Hizbullah’ın Litani’nin güneyindeki varlığını kuşatmak ve yok etmek, ardından da geri dönmesini engellemek olduğunu söyledi.
Amidror şunları söyledi: “Başka cephelerde başka sorunlarımız varken, mevcut koşullarda bunu yapabilir miyiz? Daha uzun bir savaşa İsrail’in tepkisi ne olur? İsrail’in en azından güneyde Hizbullah’ı ezme planına devam ettiği açıkken dünyanın tepkisi ne olur? [Ama] askerî açıdan bakıldığında kara kuvvetleriyle yapılacak bir işgali haklı çıkarabilecek tek mantık bu.”
Mofaz, İsrail’in saldırısının hala Hizbullah’ı yok etmekten ziyade zayıflatmayı ve ardından ABD ve Fransa gibi uluslararası oyuncuların desteğiyle Hizbullah’ın Güney Lübnan’a dönmesini engelleyecek bir siyasi anlaşmaya ulaşmayı amaçladığına inandığını söyledi.
Ancak İsrail’in önceki operasyonlarının bunun değişebileceğini gösterdiğini de sözlerine ekledi: “Şimdilik bu sınırlı bir operasyon. Ancak Lübnan’da nerede ve ne zaman başlayacağınızı bilirsiniz. Ama ne zaman ve nerede bitireceğinizi asla bilemezsiniz.”
Pakistan üst düzey güvenlik önlemleri ile ŞİÖ Zirvesi’ne hazırlanıyor
Trump: Seçim günü düzeni korumak için ordu kullanılabilir
Rusya, BRICS için ABD hegemonyasına karşı alternatif ödeme sistemi önerdi
Almanya’dan Ukrayna’ya ağır silah yardımına ret
S&P, daha fazla gelişmekte olan ülkenin temerrüde düşmesini bekliyor
Çok Okunanlar
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
“Şok ve dehşet” zafer demek değil
-
RUSYA2 hafta önce
Ukrayna, Ugledar’ı kaybediyor: Savaşın seyri nasıl değişecek?
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Lübnan, Rusya’dan diplomatik yardım talep etti
-
ORTADOĞU2 hafta önce
İsrail ordusu, Lübnan sınırında 8 askerinin öldüğünü duyurdu
-
AVRUPA2 hafta önce
Polonya’da Ukrayna lejyonu kurma planları başarısız oldu