Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 4: Vektörler

Yayınlanma

Böylece belgenin en somut bölümü olan beşinci başlığa geliyoruz: “Rusya Federasyonu’nun dış siyasetinin bölgesel istikametleri”.

İlk olarak “yakın yabancı ülkeler” ele alınıyor. Bu, bütün eski Sovyet ülkeleri (toplam 14 ülke) için kullanılan bir kavram. Listenin en başında bunların yer alması anlaşılır. “Rusya’nın güvenliği, istikrarı, toprak bütünlüğü ve sosyal-iktisadi gelişmesi, küresel gelişmenin ve uygarlığın etkili egemen merkezlerinden biri olarak pozisyonunun tahkimi için, BDT katılımcısı devletlerle ve Rusya ile yüzyıllara dayanan ortak devletlilik gelenekleriyle, muhtelif alanlarda derin bir karşılıklı bağımlılıkla, ortak dille, yakın kültürlerle bağlı bulunan diğer sınır devletlerle sürdürülebilir uzun süreli iyi komşuluk ilişkilerinin temini ve muhtelif alanlarda potansiyellerin birleştirilmesi, en önemli konudur.”

Böylece çerçeve çiziliyor. Burada benim dikkatimi en çok çeken, sadece BDT değil bütün “yakın yabancı ülkelerin” anılmış olması. 2016 tarihli dış siyaset konseptiyle somut hedefler itibariyle en temel farklardan biri burada yatıyor. Öyleyse BDT’de olmayan “yakın yabancı ülkelerin” listesine bakmalıyız: bunlar üç Baltık ülkesi, Ukrayna ve Gürcistan. Ne var ki BDT’nin aslında neredeyse sadece protokol birliği seviyesinde gevşek bir örgüt olmasından başka Moldova’nın üyeliğinin anlamsız, Türkmenistan’ın üyeliğinin ise parlamento tarafından onaylanmadığını da unutmamak gerek.

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 1 : “Varolma hakkını her tür vasıtayla savunacağız”

Belgeye göre Rusya’nın “yakın yabancı ülkelere” göstereceği öncelikli dikkat şununla ilgili: silahlı çatışmaların önlenmesi ve çözülmesi, devletlerarası ilişkilerin iyileştirilmesi ve istikrarın temini, bu kapsamda ‘renkli devrimlerin’ ve Rusya’nın müttefik ve ortaklarının iç işlerine diğer müdahale girişimlerinin kışkırtılmasının önünün kesilmesi”. Keza, “dost olmayan ülkelerin askeri altyapısının konuşlandırılmasına veya güçlendirilmesine ve Rusya’nın yakın yabancı ülkelerdeki güvenliğine diğer tehditlere karşı konulması”.

Belge, daha önce olduğu gibi, Belarus ile stratejik işbirliği ve entegrasyon sürecini özellikle vurguluyor; ayrıca BDT ve Avrasya Ekonomik Birliği çerçevesinde işbirliğinin ve en genelde “Avrasya ekonomik ve siyasi coğrafyasının entegrasyonuna yönelik uzun vadeli bir perspektifin” de altını çiziyor. Bu, Avrasya Ekonomik Birliği’nin etkisinin artacağına yorulmalı; tahminimde yanılmıyorsam, iç siyasete de etkisi olacak önemli bir gelişme. Tıpkı IMF-Dünya Bankası ile UNCTAD arasındaki programatik uyuşmazlıkta olduğu gibi, Rusya’da Merkez Bankası-Maliye Bakanlığı bloğu ile Avrasya Ekonomik Birliği arasında da (aynı türden) bir programatik uyuşmazlık var: ilk ikisinin liberalizmine karşı üçüncüsünde sola kayan bir keynesçilik gözlenir. Dolayısıyla, uyuşmazlığın sol tarafının Rusya içinde daha etkili olacağı öngörülebilir.

“Entegrasyon”, bu bölümde en çok tekrar edilen kelime. Emperyalizmle akrabalığı olan bir kelimedir bu, ama her akrabalık aynı olmayı gerektirmez. “Rusya…”da şöyle yazmıştım: “Emperyalist yayılmacılık ile ticari mübadele ve entegrasyon kurma ihtiyacı tamamen örtüşmez. Entegrasyon ve işbirliği süreci, her zaman emperyalist hegemonya ilişkisine işaret etmez. Kaldı ki, özellikle post-Sovyet bölgesinde bu ihtiyacı derinleştiren tarihi ve kültürel faktörler, ulaştırma ve dil, coğrafya ve ortak altyapı gibi daha pek çok unsur vardır.”

Daha somut, daha pratik açıdan bu altbaşlığın en önemli iki noktasından ilki şu: (öncelikli önem kapsamında) “Abhazya Cumhuriyeti, Güney Osetya Cumhuriyeti’ne kapsamlı destek, bu devletlerin Rusya ile entegrasyonu derinleştirme yönünde gönüllü tercihlerinin uluslararası hukuk temelinde hayata geçirilmesine katkı”. Abhazya’nın Rusya’ya katılma eğilimi güçlü değil; Güney Osetya’nın, güçlü. İkisinin de aynı şekilde değerlendirilmesi tuhaf. Bu bana kalırsa, Rusya Federasyonu bünyesine katma değil ama kapsamlı entegrasyon, kendi iç hukuku dışında ticaret ve turizm merkezi oluşturma hedefine işaret ediyor.

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi-2: Küreselleşmeye karşı küreselleşme

İkincisi ise (gene öncelikli önem kapsamında) Hazar Denizi’nin altının çizilmesi. Şöyle deniyor: “bu bölgeyi ilgilendiren bütün meselelerin çözümünde Hazar’da kıyısı olan beş devletin münhasır salahiyetinden yola çıkarak işbirliğinin güçlendirilmesi”. Sözkonusu beş devlet şunlar: Rusya, Azerbaycan, İran, Kazakistan ve Türkmenistan. Demek ki en azından perspektifte, bunların Hazar bölgesini bütün olarak ilgilendiren münhasır eylemlerinde veya üçüncü devletlerle (şirketlerle) ortak eylemlerinde diğer kıyı ülkelerin rızasının aranması öngörülüyor. Türkmenistan’dan veya Kazakistan’dan Hazar üzerinden geçirilerek kıyı devletlerden başka bir devlete gidecek boru hatlarının öncelikli olarak kastedildiği açık.

Beşinci bölümün ikinci altbaşlığı: “Arktik”. Kuzey Okyanusu’nun sularının giderek kaynaması kaçınılmaz, ama bu ayrı bir yazı, daha ciddi çalışmalar gerektiriyor. Şimdilik Putin ile Si Tsinpin görüşmesinde de bu konunun gündeme geldiğini ve tarafların bir “çalışma grubu” kurmasının kararlaştırıldığını hatırlamakla yetinelim.

51-54’üncü maddelerin konusu “Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan Cumhuriyeti”. Putin ve Si’nin Moskova görüşmeleri ve ilişkilerin “stratejik ortaklıktan” giderek (ekonomiyi de kapsayan bir) ittifaka evrilmekte oluşu, bu maddeleri daha önemli kılıyor. Bir önceki konseptte (2016) Çin için tek bir madde ayrılmıştı, bu defa iki ülke için etraflı bir altbaşlık ayrılmış olması bile yeterince anlamlı. Rusya’nın “gelecekteki dünya düzenine ve dünya siyasetinin kilit problemlerin çözümüne yaklaşımıyla ilkesel olarak örtüşen dost, egemen ve küresel güç ve gelişme merkezleriyle ilişkileri tam kapsamlı derinleştirme” kararlılığı vurgulanıyor. Çin’le küresel, Avrasya ve dünyanın başka yerlerinde “bütün alanlarda karşılıklı fayda getirecek işbirliğinin geliştirilmesi”, Hindistan’la “ayrıcalıklı stratejik ortaklık” öngörülüyor. ŞİÖ’nün “Avrasya’da güvenliğin teminindeki potansiyel ve rolünün güçlendirilmesi”, Büyük Avrasya Ortaklığı temelinde Avrasya Ekonomik Birliği, ŞİÖ ve ASEAN’a dayanan bölgesel çabalar, bir önceki konseptte de dile getirilmişti; bu defa “Avrasya Ekonomik Birliği’nin kalkınma planlarının ve Çin’in ‘tek kuşak tek yol’ inisiyatifinin birleştirilmesi” (Avrasya Ekonomik Birliği yönetiminin değişmez hayaliydi bu) vurgusu, çok dikkat çekici. Si Tsinpin ile bu konuda da görüşüldüğü ve mutabakata varıldığı anlaşılıyor.

Kuzey-Güney koridoru, Kuzey Deniz Yolu, Çin sınırındaki karşılıklı şehirlerin altyapısının geliştirilmesi, enerji ortaklığı, dijital ekonomi, Avrupa-Batı Çin koridorunun altyapısının iyileştirilmesi vb.nin Si-Putin görüşmesinde gündeme geldiği ortak açıklamalardan ve imzalanan belgelerden biliniyor. Ama belgede bunlardan başka Hazar ve Karadeniz bölgesi, Avrasya ekonomik koridorunun geliştirilmesi, “Rusya-Moğolistan-Çin” koridoru da Çin başlığı altında; demek ki iki liderin görüşmesinde bunlar da ele alındı. Gene Çin başlığı altında Afganistan da konu ediliyor: “Afganistan’daki durumun çözüme ulaştırılması, Afganistan’ın içinde yaşayan bütün etnik grupların menfaatlerine denk düşen istikrarlı bir ekonomi ve siyasi sisteme sahip egemen, barışçıl, tarafsız bir devlet olmasına katkı”. Bu, “Afganistan’ın Avrasya işbirliği bölgesine entegrasyon perspektifi” anlamına geliyor.

“Asya-Pasifik bölgesi”, bir diğer altbaşlık. 2016 konseptine göre ciddi bir değişiklik yok; bu bölgedeki faaliyetlerin eksenine ASEAN oturuyor.

“İslam dünyası” altbaşlığının varlığı kadar burada kullanılan kavramlar da girişteki ideolojik çerçeve ile uyumlu. Belge, bir “dost islam devletleri” kategorisi değil ama “dost islam uygarlığı” kategorisi çiziyor ve bu uygarlığın önünde “küresel gelişmenin bağımsız merkezi olma istikametinde geniş perspektifler açıldığını” ileri sürüyor.

“Öncelikli önem” sıralamasında ilk madde, aynı zamanda önem atfedilen ilişkiler sıralaması olarak görülmeli: “İran İslam Cumhuriyeti ile güvene dayalı kapsamlı işbirliğinin geliştirilmesi, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin her alanda desteklenmesi, keza Türkiye Cumhuriyeti, Suudi Arabistan Krallığı, Mısır Arap Cumhuriyeti ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın diğer üye devletleriyle, egemenlik ve Rusya Federasyonu’na yönelik yürüttükleri siyasetin yapıcılık derecesini dikkate alarak karşılıklı yarara dayanan çok katmanlı ortaklığın derinleştirilmesi”. İlişkinin derecesini karşı tarafın yaklaşımının tayin edeceği özellikle vurgulanıyor.

Yakındoğu ve Kuzey Afrika’da kapsamlı bir bölgesel güvenlik ve işbirliği mimarisinin inşası da hedefler arasında. Sunulan perspektif bölge devletleri için cazip olabilir: “Rusya, ilgili bütün devletler ve devletlerarası birliklerle, İran Körfezi’nde, Rusya’nın kolektif güvenlik temini Konsept’ini uygulamaya koyma hedefiyle aktif bir işbirliğine niyetlidir ve işbu inisiyatifi, Yakındoğu bölgesinde durumun sürdürülebilir ve kapsamlı bir normalleştirilmesine giden yolda önemli bir adım olarak mülahaza etmektedir.”

İslamofobiyle mücadele, bu altbaşlığın bir diğer konusu. Bizi daha ziyade ilgilendiren ise şu “öncelikli dikkat” konusu: “İslam İşbirliği Örgütü üyesi devletler arasındaki, keza bu devletlerle komşuları arasındaki (öncelikle İran İslam Cumhuriyeti ile Arap ülkeleri arasındaki, Suriye Arap Cumhuriyeti ile komşuları, Arap ülkeleri ve İsrail devletiyle) çelişkilerin yumuşatılması ve ilişkilerin normalizasyonu”. Özellikle Suriye ve İsrail arasındaki “çelişkilerin yumuşatılması ve ilişkilerin normalleştirilmesi” hedefi son derece dikkat çekici, dahası ilk bakışta olmayacak duaya amin demekten de farksız. Özellikle İsrail’deki gelişmeler daha çok önem kazanacak demektir.

Yakındoğu’daki silahlı çatışmaların çözülmesi de “İslam dünyasında” öncelikli dikkat konusu. Keza: “İslam İşbirliği Örgütü üyesi devletlerin iktisadi potansiyelinin Büyük Avrasya Ortaklığı’nın kurulması hedefiyle harekete geçirilmesi” de öyle.

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 3: Tehditler ve karşı tedbirler

24 Şubat 2022’den sonra Afrika ülkelerinin Rusya dış siyaseti açısından önemine bu yazı dizisinin ilk bölümlerinde değindim. Belgenin ayrı bir “Afrika” başlığı açmış olması önemi pekiştiriyor. 2016 konseptinde Afrika tek bir maddede ele alınmıştı ve işbirliğinin çerçevesi de Afrika Birliği ve alt-bölgesel örgütler olarak ifade edilmişti. 2023 konsepti böyle bir örgütsel çatı koymuyor, bunun yerine “ilgili Afrika devletlerini” geçiriyor. “Öncelikli dikkat” konuları, bu ülkelerin egemenliğinin ve bağımsızlığının desteklenmesinden başka “enerji güvenliği, askeri ve askeri-teknolojik işbirliği alanlarında” katkıda bulunmak. Temel ilke “Afrika’nın meselelerine Afrika çözümü” diye belirleniyor; bu ilkeye dayanarak etnik ve milli çatışmaların üstesinden gelinmesine katkıda bulunulması öngörülüyor. 2016’daki “Afrika Birliği” vurgusundan başka şimdi “Rusya-Afrika Ortaklık Forumu” çerçevesinde de ikili ve çok taraflı işbirliğinin derinleştirilmesi, keza “devletler ve entegrasyon örgütleriyle, öncelikle de Afrika kıtası serbest ticaret bölgesi, Afrika İhracat-İthalat Bankası ve diğer önde gelen alt-bölgesel örgütlerle” ticari ve yatırım hacminin artırılması, diğer öncelikler arasında. Bu ilişkilerin kurulmasında Avrasya Ekonomik Birliği’nin rol oynayacağı vurgusu, bu birliğe verilen küresel önemi bir kez daha hatırlatıyor. Sağlık, bilim, eğitim, manevi değerlerin savunulması ve inanç hürriyeti de aynı başlıkta vurgulanıyor.

Latin Amerika ve Karaip ülkeleriyle ilişkilerin “pragmatik, ideolojik olmayan ve karşılıklı yarar temelinde” olacağının altı çizilmiş. Bu, Afrika için sunulan perspektifle hemen hemen aynı. Brezilya, Küba, Nikaragua ve Venezuela’nın özellikle anılmış olması önemli.

Belgede (2016 belgesinde olduğu gibi) Antarktika’nın da 1 Aralık 1959 Antarktika Antlaşması çerçevesinde tek maddelik bir altbaşlık yapıldığını belirtelim.

Şimdi, birçok açıdan diğerlerinden daha önemli “vektörlere” bakabiliriz: “Avrupa bölgesi” ve “ABD ve diğer Anglosakson devletleri” altbaşlıklarına.

Aslında bu altbaşlıklar özel ve ayrıntılı olarak incelenmeyi hak ediyor, ama öyle yapmak yerine eksiksiz çevirmekle yetineceğim.

Şöyle:

Avrupa bölgesi

59. Avrupa ülkelerinin çoğunluğu, Rusya’ya karşı, Rusya Federasyonu’nun güvenlik ve egemenliğini tehdit etmeye, tek taraflı iktisadi avantajlar elde etmeye, iç siyasi istikrarı tahrip etmeye ve Rusya’nın geleneksel manevi-ahlaki değerlerini aşındırmaya, Rusya’nın müttefik ve ortaklarıyla işbirliğinin önüne engeller getirmeye yönelik saldırgan bir siyaset izliyorlar. Bu itibarla Rusya Federasyonu şunlara öncelikli dikkat göstererek milli menfaatlerini tutarlı bir şekilde savunmaya niyetlidir:

1) Rusya’nın, müttefiklerin ve ortaklarının güvenlik, toprak bütünlüğü, egemenlik, geleneksel manevi-ahlaki değerlerine ve sosyal-iktisadi gelişmesine yönelik dost olmayan Avrupa devletlerinden, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nden, Avrupa Birliği’nden ve Avrupa Konseyi’nden gelen tehditleri etkisizleştirme ve seviyesini düşürme;

2) Avrupa devletlerinin ve onların birliklerinin dost olmayan eylemlerini önlemek, bu devletlerin ve onların birliklerinin Rusya karşıtı tutumunu (bu kapsamda Rusya’nın iç işlerine karışılmasını da) tamamen reddetmek için, keza bunların Rusya ile uzun vadeli bir iyi komşuluk ve karşılıklı faydaya dayanan işbirliği siyasetine geçmeleri için şartların yaratılması;

3) Avrupa devletleriyle, Rusya’nın, müttefiklerinin ve ortaklarının güvenli, egemen ve sürekli bir gelişmesini, Avrasya’nın Avrupa kısmında kalıcı bir barışı sağlamaya imkân veren yeni bir birlikte yaşama modelinin, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı dahil çok taraflı formatların potansiyelini de hesaba katarak oluşturulması;

60. Avrupa devletleriyle yeni bir birlikte yaşama modelinin oluşturulması için objektif önşartlar, coğrafi yakınlık, Avrasya’nın Avrupa kısmındaki halklar ve devletlerin tarih boyunca hasıl olmuş derin kültürel-insani ve iktisadi bağlarıdır. Rusya’nın Avrupa devletleriyle ilişkilerini normalleştirmesini güçleştiren başlıca faktör, ABD ve onun muhtelif müttefiklerinin, Rusya ekonomisinin rekabet kabiliyetini zayıflatmak ve tahrip etmek, Avrupa devletlerinin egemenliğini sınırlamak, ABD’nin küresel hâkimiyetini sağlamak hedefiyle yürüttüğü, bölücü çizgiler çekme ve bunları derinleştirmeye yönelik stratejik tutumudur.

61. Rusya ile barış içinde birlikte yaşamanın ve karşılıklı yarara ve eşit haklara dayanan işbirliğinin alternatifinin olmadığının Avrupa devletleri tarafından kavranması, bunların dış siyasette bağımsızlık seviyesinin yükselmesi ve Rusya Federasyonu ile iyi komşuluk ilişkilerine geçmeleri, Avrupa bölgesinin güvenlik ve refahında karşılık bulacak, Avrupa devletlerinin Büyük Avrasya Ortaklığı’nda ve çok kutuplu dünyada layık oldukları yeri almasına yardımcı olacaktır.

ABD ve diğer Anglosakson devletleri

62. Rusya’nın ABD’ye yönelik tutumu, bu devletin küresel gelişmenin nüfuzlu egemen merkezlerinden biri ve aynı zamanda kolektif batının saldırgan Rusya karşıtı siyasetinin başlıca esinleyicisi, örgütçüsü ve uygulayıcısı, Rusya Federasyonu’nun güvenliği, uluslararası barış, insanlığın dengeli, adil ve kesintisiz gelişmesi için temel risklerin kaynağı olarak oynadığı rolü hesaba katan, kombine bir nitelik taşımaktadır.

63. Rusya Federasyonu, ABD’nin en büyük nükleer güçlerden biri oluşunu, stratejik istikrar ve bütün olarak uluslararası güvenliğin durumuna yönelik özel sorumluluğunu dikkate alarak stratejik paritenin korunmasına, ABD ile barış içinde birlikte yaşanmasına, Rusya ile ABD arasında menfaatler dengesi tesis edilmesine ilgi göstermektedir. Rusya ve ABD arasında bu modelde ilişkilerin meydana getirilmesi, ABD’nin kuvvet hâkimiyeti siyasetinden vazgeçmesine ve Rusya karşıtı tutumunu Rusya ile egemen eşitlik, karşılıklı yarar ve birbirinin menfaatlerine saygı prensiplerine dayanan bir işbirliği temelinde gözden geçirmesine bağlı olacaktır.

64. Rusya Federasyonu, diğer Anglosakson devletlerle ilişkilerini, bunların Rusya’ya karşı dostça olmayan tutumlarından vazgeçmeye ve Rusya’nın meşru menfaatlerine saygı göstermeye hazır oluşlarına bağlı olarak kurmaya niyetlidir.

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English