GÖRÜŞ
Ukrayna’da nükleer tehdit ve sürdürülebilir risk
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınFransa’nın başındaki Rothschild bankerinin mealen “Kiev’e destek için kıta göndermek mümkün olabilir” şeklindeki açıklamasından sonra Stoltenberg, NATO’nun Ukrayna’ya kıta göndermeyi planlamadığını söyledi. Stoltenberg, NATO üyesi ülkelerin 2014’ten beri Ukrayna’ya askeri yardımda bulunmakta olduğunu, ama “Ukrayna’da NATO askeri birlikleri konuşlandırma planı olmadığını” belirtti. Aralarında ABD’nin de olduğu bir dizi ülke daha Stoltenberg’i takip etti; Fransa savunma bakanı ise amirinin sözlerini “ihtimalleri dışlamamak tırmandırma anlamına gelmez” diye düzeltti — aslında onayladı.
Aydın Sezer, görüşlerine çok değer verdiğim, bu cephedeki siyasi gelişmeleri gün gün takip eden sayılı birkaç kişiden biridir; dün Rothschild bankerinin sözlerinin ciddiye alınacak tarafı olmadığını, herhalde sarhoşluk anında söylendiğini yazmıştı.
Ben tamamen aksi fikirdeyim. Fransa’nın başındaki Rothschild bankeri sarhoş olabilir; velinimeti öldüğü için (Marquez’in sözlerini hatırlamamak mümkün değil) kederinden lafın ötesini berisini bilmeden konuşmuş da olabilir. Ama her iki durumda da söylediklerini ciddiye almamak değil daha fazla ciddiye almak gerekir, çünkü bu bir itiraf niteliği taşır. Rothschild bankerinin başbakan atadığı Attal’ın da amirinin ardından aynı şeyleri söylemesi, dışişleri bakanı atanan sevgilisi Séjourné’yle birlikte Fransa’nın en kilit iki makamını elinde tutan bu genç adamın ihtiraslarına yorulabilir, ama o zaman da tehlike artar.
Üstelik, şunu da unutmamak gerek: ondan önce Slovakya başbakanı Robert Fico söyledi bunu, şu ifadelerle: “Bazı AB ve NATO ülkeleri Kiev rejimiyle ikili anlaşmalara dayanarak kıta göndermeye hazırlanıyorlar.”
Fico’nun sözlerinde iki nokta öne çıkıyor: “bazı ülkeler” ve “ikili anlaşmalar”. Yani bu hazırlıkların NATO ve AB adını taşımadığı ve taşımayacağı anlaşılıyor: “bazı” NATO ve AB ülkeleri kuşkusuz NATO ve AB’nin onayı, hazırlığı ve örgütlemesiyle ama NATO ve AB’nin kendini dışında tutması yoluyla Ukrayna topraklarına muharip birlik gönderebilirler.
Kuşkusuz, bunu yaptıktan sonra söz konusu ülkeler gene de kendilerinin Rusya ile savaş halinde olmadığını iddia edebilirler. Şimdiye kadar olduğu gibi. Polonya’nın muharip gönderdiği toplanan cesetlerden biliniyor mesela; Britanya’nın muharip göndermekle kalmayıp Rusya içine ve Karadeniz donanmasına saldırıları planladığı da biliniyor; ABD’nin paralı asker gönderdiğini bilmeyen yok; Fransa’nın muharip gönderdiğini Harkov’da Rusya’nın bombaladığı otelin enkazlarından biliniyor, vb. Dahası, Financial Times’in üst düzey bir Avrupalı yetkiliye dayandırarak yazdığına göre, Ukrayna topraklarında batılı bir özel harekât birliği operatif durumda zaten; ve The New York Times’ın yazdığına göre, Ukrayna-Rusya sınırında 8 yıldır kurulan 12 CIA üssünden oluşan bir ağ da operatif durumda zaten; ve Britanya’nın başındaki Goldman Sachs bankerinin söylediğine göre, Kiev kuvvetleri Britanyalı askeri personel tarafından Ukrayna topraklarında eğitiliyor zaten; vb.
Resmi olarak muharip göndermenin yaratacağı fark bunun hukuki sonuçlarından ibaret olacaktır; bununla birlikte o hukuki sonuçlar göğüslenebilir.
Kaldı ki, Rusya bunu savaş ilanı olarak değerlendirse bile, kendi muhariplerini Fransa’ya ulaştırmak için dört ülkeden geçmesi gerek ve bugün 19’uncu yüzyılda yaşamıyoruz; kaldı ki 1799’da Suvorov ordusu Roma’ya kadar yürürken Avusturya-Macaristan ordusuyla ittifak halindeydi; 1814’de I. Aleksandr muzaffer ordunun başında Paris’e girdiğinde gene Avusturya-Macaristan ve Prusya ile ittifak halindeydi.
Bugün ise Rusya eğer sınırı bulunmayan ülkelerin olası muharip göndermesini savaş ilanı sayarsa (ve bu, eşyanın tabiatı gereği savaş ilanıdır zaten), diplomatik ilişkilerin kesilmesi, savaş halindeki düşmana ait varlıklara el konulması gibi tedbirlerden başka elindeki tek vasıta nükleer silahlar olur. Eğer kendileri de nükleer güç olan bu ülkeler nükleer silahları sürdürülebilir bir risk sayıyorlarsa, muharip göndermeyi resmileştirebilirler.
Bu sürdürülebilir bir risk midir? Evet, sürdürülebilir bir risktir.
Böylece nükleer caydırıcılığın yerine nükleer savaş tehdidi geçer; ama taraflar düğmeye basmayı göze alamadıkları ve karşı tarafın da göze alamayacağına inandıkları sürece, çatışma devam eder.
Rusya’nın nükleer doktrini gereği nükleer caydırıcılık ancak nükleer silahların kullanılmasına kadar geçerlidir; nükleer silahlar kullanılmaya başlandığı anda nükleer caydırıcılık siyaseti sona ermiştir: “Nükleer caydırıcılık barış zamanında, dolaysız saldırı tehdidi döneminde ve savaş zamanında, nükleer silahların kullanılmasının başlangıcına kadar aralıksız hayata geçirilir.” (https://medyagunlugu.com/doktrine-bakin/)
Nükleer silahlar ise ancak şu şartlar altında kullanılabilir:
“a) Rusya Federasyonu ve (veya) müttefiklerinin topraklarına saldıran balistik füzelerin ateşlendiğiyle ilgili güvenilir istihbarat alınması;
“b) düşman tarafından nükleer silahların veya diğer kitle imha silahlarının Rusya Federasyonu ve (veya) müttefiklerinin topraklarında kullanılması;
“c) düşmanın, Rusya Federasyonu’na ait, devreden çıkması halinden nükleer kuvvetlerin cevabi eyleminde başarısızlığa yol açacak kritik önemdeki devlet ve askeri tesisleri üzerinde etkide bulunması;
“d) Rusya Federasyonu’na karşı konvansiyonel silahlarla yapılan saldırganlık, bizatihi devletin varlığı tehdit altına girdiğinde.”
Demek ki Rothschild Fransa’sı veya Goldman Sachs Britanya’sı yahut Yeşiller Almanya’sı (şansöliye kategorik olarak karşı çıktı, ancak şansöliyenin kategorik olarak karşı çıktığı her şeyin gerçekleştiğini unutmamalıyız), yani Rusya ile doğrudan sınırı bulunmayan ülkelerden biri veya bir bölüğü Ukrayna’ya Rusya ile savaşmak için muharip gönderdiği takdirde, bu, nükleer savaş anlamına gelmez; sadece, diğer şartlar baki kalmak kaydıyla, esas itibariyle bu konvansiyonel saldırı Rusya devletini doğrudan tehdit eder hale getirilmeden, riskin sürdürülebilir olduğu anlamına gelir.
Üstelik muharip gönderilmesi, Rusya’nın diplomatik ilişkilerin kesilmesi ve düşman ülkeye ait varlıklara el konulması gibi tedbirlerini tetikleyeceğinden, muharip gönderen ülkelerin de Rusya’ya karşı aynı türden tedbirlere başvurmasını kolaylaştırır. Böylece Rusya’nın varlıklarına el konulmasındaki ihtiyat payını da artık gözetmeye gerek kalmaz.
Demek ki, “Rusya’ya karşı Ukrayna’ya resmi muharip gönderilmesi mümkün değil, çünkü bu NATO ile savaş demektir ve nükleer savaşın düğmesine basmak anlamına gelir,” argümanı doğru değil. Birincisi, Fransa’nın Kiev’e muharip göndermesi, herhangi bir Afrika ülkesine asker göndermesinden farksızdır; eğer bu karar NATO için bağlayıcı sayılmıyorsa hiç de NATO’nun o Afrika ülkesiyle çatışmaya girdiği anlamına gelmez. Fiili durum ve hukuki durum farklıdır; kuşkusuz böyle bir kararın NATO’dan bağımsız alınamayacağını yeterince açıktır ama bu fiili durum hukuki olarak NATO’yla çarpışma anlamına gelmez; sadece bir NATO ülkesiyle çarpışma demektir.
İkincisi de, saldırgan başta Kremlin olmak üzere Rusya devletinin en temel askeri ve siyasi kurumlarını yok etmek üzere eyleme geçmediği sürece nükleer savaş riski sürdürülebilir.
Kuşkusuz gene de riskli bir adım olur bu (Peskov’un dediği gibi, Rusya bu durumda NATO’yla çatışma ihtimalini değil bu çatışmanın kaçınılmazlığını vurgulayacaktır, ama çatışmanın lokalize olduğu Ukrayna toprakları dışına çıkması yakın zamanda beklenemez). Batılıların bu riski göze alıp alamayacaklarını zaman gösterecek.
Kapalı kapılar ardında şehvetle konuşanların kamuoyu karşısında itidal abidesi haline gelmesi boşuna değil. İtalya Kiev rejimiyle ikili anlaşmaya imza atarken bunun kuvvet konuşlandırmak anlamına gelmediğini özellikle vurgulamak zorunda hissetti kendini; Polonya kategorik bir şekilde reddetti; Almanya’dan başka İsveç ve Çekiya da ret kervanına katıldılar.
Ama önemli olan şu: kategorik bir risk değildir bu ve avantajları da hiç az sayılmaz.
Fransa’nın başındaki Rothschild bankerinin problemi, kendisini çok seven ve kelimelerin şehvetine çok çabuk kapılan çok küçük bir adam olmasıdır belki de; ama bu niteliksizlikler söylediklerini önemsizleştirmiyor, tersine daha fazla önem vermek gerekiyor. Gaf, tanımı gereği, palavracı yalanı değildir; gaf, zayıf kişiliklerin genellikle böbürlenmek için çenesini kapalı tutamaması demektir. Hem zaten bu sözleri gaf, boşboğazlık saymak da kolay değil; çünkü her ne kadar kendisinin kıta gönderilmesinden yana olduğunu ima etse de “göndereceğiz” veya “gönderilmeli” demedi, sadece bu ihtimalin dışlanmaması gerektiğini söylemekle yetindi, ancak “konsensüs” olmadığını da vurguladı.
Bu yüzden, Fransa savunma bakanı Sébastien Lecornu’nün, amiri Rothschild bankerinin sözlerine açıklama getirirken ister istemez sirkatin söylediği görülüyor. Bakan, “Rusya’ya karşı savaşa girmek için asker göndermenin söz konusu olmadığını” söylemiş, “konsensüs olmadığını” o da vurgulamış, peşinden de eklemiş: “Hiçbir ihtimali dışlamıyoruz demek zayıflık ya da tırmandırma değildir.”
Demek ki ileride “asker gönderiyoruz ama savaşa girmek için değil,” demek gayet mümkündür.
Financial Times’in Avrupalı üst düzey bir yetkiliye dayandırarak, ABD ve NATO’nun aksi yöndeki açıklamalarına rağmen bu ikisinin Kiev’e muharip gönderme ihtimalini dışlamadığını yazması boşuna değildir.
İlginizi Çekebilir
-
ABD’den Ukrayna’ya 20 milyar dolarlık kredi
-
WaPo: Ukrayna, Suriye’deki muhaliflere askeri yardım sağladı
-
Narışkin: Ukrayna’daki harekât hedeflerine yaklaşıyor
-
Zelenskiy, ABD’nin 18 yaşındaki gençlerin silah altına alınması talebini reddetti
-
Ukrayna savaşının üçüncü yılında Rusya’da devletleştirme rekoru
-
Trump: Ukrayna, Rusya ile masaya oturmak istiyor
Biraz pişmiş aşa su katmak biraz da şeytanın avukatlığı ama görünen o ki, Suriye’deki son olaylar ve ortaya çıkan yeni durum pek de bizim lehimize gelişiyor gibi değil. Aslında yeni şartların yani Suriye’nin devlet olmaktan çıkması sonucu doğurması kuvvetle muhtemel kargaşadan en fazla kimin kazançlı çıktığını geçtiğimiz pazar akşamı (8 aralık) Netanyahu bütün dünyaya ilan etti.
Suriye-İsrail sınırına giden İsrail başbakanı Esat’ın ülkeyi terk etmesini ve Baas rejiminin çökmesini İsrail açısından büyük zafer olarak ilan etti. Bunda kendilerinin Suriye’yi sürekli bombalayarak vurdukları darbelerin önemli bir rol oynadığının altını çizdi. Amerika derseniz aynı şekilde bayram havasında… Önceki yıllarda cihatçı terör örgütü lideri olarak tanımladıkları Colani çoktan ‘muhalif’ lidere dönüşmüş durumda ve ABD medyası tarafından parlatılıyor. Halep’ten aşağıya Suriye şehirlerini (Hama, Humus ve Şam) sırasıyla kendi kontrolleri altına alan ‘muhalifler’ ise ‘temiz yüzlü gençler’ olarak pazarlanıyorlar. Colani ve ekibi bütün Suriye halkına ılımlı mesajlar veriyor ama bu sürecin ne kadar devam edeceği meçhul.
İSRAİL İÇİN İYİ OLAN BİR ŞEY BİZİM İÇİN DE İYİ OLAMAZ MI?
İsrail için iyi olan bir şey bizim için kötü veya bizim için iyi olan bir şeyin İsrail için kötü olması şart değil. Sonuçta İsrail bizim ideolojik rakibimiz veya düşmanımız değil; Amerika da aynı şekilde…. Fakat İsrail ve Amerika’nın öncelikleri açısından baktığımızda onların yapmak istedikleri bizim hak ve menfaatlerimizle örtüşmüyorsa veya bizim hak ve menfaatlerimiz açısından tam anlamıyla ‘tehlikeli’ unsurlar içeriyorsa o zaman sorun var demektir.
Nitekim Netanyahu’nun Suriye sınırında yaptığı açıklamaların ardından İsrail Hava Kuvvetleri Şam başta olmak üzere pek çok şehirdeki hava savunma sistemlerini, askeri tesisleri vururken aynı zamanda hükümet binalarını, tapu dairelerini de bombalıyor. Limanlar, deniz kuvvetleri tesisleri vs. hepsi yerle bir. Bu hava operasyonlarının devam edeceğine hiç şüphe yok. Öte yandan İsrail kara birlikleri Suriye sınırını geçerek yaklaşık 14-20 kilometre içeriye girmiş bulunuyorlar. Bunun devam etmesi de oldukça muhtemel. Bu arada Tel Aviv 1973 Arap-İsrail savaşının ardından 1974 yılında İsrail ile Suriye arasında oluşturulan ateşkes hattının da Suriye birlikleri o bölgeden çekildiği için sona erdiğini duyurdu. Yani özellikle Durzilerin yaşadığı o coğrafyada kalıcı bir şeyler planlamakta olduğunu şüphe kalmadı.
İsrail’in o bölgede ne yaptığı veya yapacağı da meçhul değil. Yıllardır İsrailli liderler ve siyasi elit tarafından dile getirilen Suriye’yi dört parçaya bölme (Durzi devleti, Sünniistan, Alevi devleti ve Kürt devleti) projesi hayata geçirilme aşamasına gelmiş durumda.
Bu parçalı yapının Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet eder bir tarafı olmayacağı açık; ama esas sorun bu yapının Kürt devleti olarak Fırat’ın doğusundaki geniş ve verimli topraklarda kurulacak Teröristan’ın nasıl önleneceği ile ilgili. Daha şimdiden Amerika’da sesini yükselten İsrail lobisinin önemli isimleri (Lindsay Graham ve vd.) Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki bu yapıya dokunmasına izin verilmemesi gerektiğini hatta buna kalkışırsa yaptırım uygulanmasını konuşmaya başladılar bile.
İsrail ise PKK/PYD kontrolündeki bu örgütlenmenin denize açılma sorununu çözmek için Tanf’den Suriye’nin Durzi bölgesine giden bölgeyi kendi kontrolüne alıyor. Hatta almış durumda… Böylece 2014-15 yıllarında denenen ve Türkiye’nin silahla karşılık vermesi yüzünden gerçekleştirilemeyen ‘koridor’ – ki, buna Türk yetkililer doğru bir şekilde terör koridoru adını vermişlerdi – şimdilerde güneyden dolaştırılarak İsrail üzerinden Akdeniz’e açılmış olacak. Türkiye’nin bu bölgeye harekat yapma girişimi her defasında hem Amerika-İsrail hem de Suriye içinden merkezi hükümeti kontrol eden HTŞ ve bileşenleri tarafından engellenmeye çalışılacaktır. Gerekçe olarak da İran’ın bu bölgeden uzak tutulması gibi şeyler söylenecek ki, bunlar Türkiye’deki siyasal/selefi İslamcı grupların da kulağına hoş gelecektir. Böyle bir Kürdistan yapısı ise daha sonra Türkiye’den de kopartılacak büyükçe bir parça ile birlikte oluşturulacak Büyük Kürdistan’ın temel taşları görevini görecektir.
ANAYASA VE GEÇİŞ DÖNEMİ
Suriye’de bölünmeden önceki senaryo yeni bir anayasa ile başlayacaktır. Şu anda milli-üniter yapıdaki Suriye anayasasının değiştirilmesi, içinde otonom ve/veya federe üniteler barındıran yeni bir anayasal yapıya gidiş anlamına gelir. Yıllardır Türkiye’nin Suriye hükümetine tavsiye ettiği ve benim sürekli olarak eleştirdiğim böyle bir gidişatın şimdilerde önünün açıldığına hiç şüphe yok. Böyle bir anayasanın uygulamaya girmesiyle aslında bölünmenin alt yapısı hazırlanmış olur; çünkü yukarıda belirtilen dört devlet (Sünnistan, Alevi Devleti, Durzi devleti ve PKK/PYD bölgesi) kendi iç yönetimleri ve güvenlik kuvvetleri (ordu, polis ve hatta yargı) de bulunan otonom veya federe bölgeler haline gelip anayasaya dahil edilirler. Hristiyanlara böyle bir bölge verilip verilmeyeceğini söylemek şimdilik erken görünüyor.
Öte yandan böyle bir anayasa yapım süreci ve geçiş dönemi yeni çatışmaları da beraberinde getirebilir. Örneğin Irak’ta ciddi sayıda Amerikan, İngiltere ve başka Avrupalı ülkelerden birlikler doğrudan alanda görev yaparken bu tür çatışmalar başlamıştı. Baas mensupları – gerek güvenlik kuvvetleri gerekse Baas bürokrasisi – yeni anayasa sürecinden dışlanınca Baas Sünnilerin temsilcisi gibi muhalefete ve hatta silahlı direnişe başlamış; ardından El Kaide unsurlarının Irak’a gelmesi orada kendileriyle uyumlu gruplar ve insanlarla birleşmesiyle başlayan eylemler yüz binlerce Iraklının hayatına mal olmuştu.
Benzeri gerilimlerin Suriye’de de yaşanmayacağının garantisi yok. Suriye’de halen en örgütlü yapının Baas olduğunu düşünecek olursak bunların yeni sisteme entegre edilip edilmeyeceği önemli sonuçlar doğuracaktır. Amerika Irak’ı önce işgal etmişti ve bu istila için BM’den herhangi bir onay çıkmamıştı; ancak tek taraflı ve gayri meşru bu işgalin ardından Amerika BM Güvenlik Konseyi’nden işgalci ülke statüsü almıştı. İşgalci ülke olarak kuvvet bulundurmak hakkı ve asayişi sağlamak yükümlülüğü vardı. Anayasa ise büyük ölçüde Amerika tarafından hazırlanarak Irak halkına empoze edilmişti; ancak bütün bunlara rağmen ciddi karışıklıklar çıkması engellenememişti. Suriye’de Amerikan birlikleri kadar büyükçe bir güç yok/olmayacak. Birbirlerine şüpheyle hatta düşmanca bakan grupların sayısı Irak’taki Kürtler ve Araplar ile Araplar arasında da Sünniler ve Şiiler ayrımlarından çok daha fazla. Dolayısıyla Türk yetkililerin bütün Suriyeliler için demokratik, huzurlu ve mutlu bir Suriye beklentisi Akdeniz’in sularına yazılan bir yazıya benziyor.
NELER YAPILABİLİR? SORULAR, SORULAR…
Türkiye Esat ile anlaşmak suretiyle ulusal çıkarlarını çok daha kolaylıkla koruyabilir ve Türkiye-Suriye sınırlarında güvenlik sorunları olmayabilirdi. Aynı zamanda ülkedeki Suriyeli sığınmacıların gönderilmesi ve Suriye ile birlikte PKK/PYD ve Cihatçı terör örgütlerine karşı ortak mücadele edilebilirdi. Ancak bu ihtimaller şimdi artık tarih oldu. Ayrıca öyle bir uzlaşma ile Suriye’deki mevcut durum sürdürülerek PKK/PYD üzerinde psikolojik baskı kurulabilir ve görevi devraldığında Trump’ın bu ülkeden çekilmesi daha kolay hale getirilebilirdi.
Yeni dönemde Türkiye’nin önceliği PKK/PYD’nin devletleşmesini önlemek olmalıdır; fakat hem İsrail’i en sert biçimde eleştirerek Amerika’daki İsrail lobisinin tamamen Türkiye karşıtı haline gelmesine sebep olup öte yandan da Amerika nezdinde girişimlerde bulunmak nasıl sağlanacaktır? Yıllardır yeni bir Suriye anayasası isteyip şimdilerde bu anayasada PKK/PYD’nin otonom bir ünite olarak yer alması nasıl önlenir? Eğer bunlar önlenemezse -ki, çok zor – o zaman sınırlarımızda iki Teröristan görmemiz hiç de ihtimal dışı değil.
Birisi HTŞ ve bileşenlerinin kontrolünde ve ipleri tamamen Amerika ve özellikle İsrail’in elinde olanı diğeri ise PKK/PYD. Diğer sorun ise aslında Suriye’den çekileceğini söyleyen Trump’ın görevi devraldığında şartların çekilmeyi ciddiyetle değerlendiremeyeceği kadar karmaşık hale gelmiş olması ki, mevcut durumun o tarafa evrilmesi hiç de azımsanacak bir ihtimal değil. Televizyonlardaki çubuklu veya Vileda saplı uzmanlar veya sokaklarda ‘Halep’i düşürdük’ naralarıyla tempo tutanlar bu soruların cevaplarını pek tabii ki bilemezler; ama inşallah yetkililer nelerle karşı karşıya olduğumuzu düşünmüşlerdir.
8 Aralık’ta, Suriye muhalefet koalisyonu ve “Suriye Milli Ordusu” Şam’ı ele geçirip kontrol altına aldıklarını açıkladı. Aynı gün, Rusya’da sürgünde olan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad istifa ettiğini ve eski hükümetin barışçıl bir şekilde muhalif güçlere teslim olmasını emrettiğini duyurdu. 10 yıllık iç savaşın zorluklarına dayanmış olan Esad rejiminin yalnızca 12 gün süren bir saldırıyla yıkılacağı kimsenin aklına gelmezdi. Rejim, hayal bile edilemeyecek bir hızla çöktü ve Esad ailesinin Suriye üzerindeki yarım yüzyıllık hâkimiyetine son verdi.
Kasım ayı sonunda patlak veren “Suriye Savaşı 2.0″ın gelişimine baktığımızda, Esad rejiminin yalnızca muhalifler tarafından değil, aynı zamanda İsrail ve Türkiye tarafından mağlup edildiği, Rusya ve İran gibi uzun süre destek veren ülkeler tarafından terk edildiği görülebilir. Ancak nihayetinde Esad rejimi kendi yetersizliği yüzünden yenildi. Özetle, karmaşık ve çok yönlü faktörler Esad rejiminin tarihi bir çöküşe sürüklenmesine neden oldu.
27 Kasım’da, İdlib eyaletinde üslenen muhalif gruplar ani bir saldırı başlattı. Sadece iki gün içinde hükümet güçlerinin savunma hatlarını kırdılar, Halep vilayetine girdiler ve vilayet başkenti Halep’i ele geçirdiler. Sekiz yıl boyunca Şam’ın kontrolünde olan bu kuzeydeki büyük şehir tekrar el değiştirdi. Bir hafta sonra, isyancılar saldırılarını güneye doğru genişletti, birbiri ardına Hama ve Humus’u kolaylıkla ele geçirerek sonunda başkent Şam’ı da aldılar.
Suriye ordusu, 12 gün içinde rejimi savunmaya yönelik hiçbir büyük çaplı veya organize direniş sergileyemedi. Rusya ve İran, oldukça zayıf olan isyancı ittifakını püskürtmek için kayda değer hiçbir destek sağlamadı. Lübnan Hizbullahı, Şam’ın düşmek üzere olduğu sırada sadece 2.000 silahlı kişiyi destek için gönderdi ancak bu güçler kısa sürede geri çekilmek zorunda kaldı. Irak Halk Seferberlik Güçleri ise yardım etmeyeceklerini açıkça belirtti. Kısacası, “Suriye Savaşı 1.0” sırasında Esad rejimini savunmak için her tarafın seferber olduğu durum tamamen ortadan kalkmıştı. “Direniş Ekseni” veya “Şii Hilali,” Doğu Akdeniz’in batı kanadında tamamen çökmüş ve Rusya ile İran, bu bölgedeki stratejik varlıklarını kaybetmişti.
Ülke ve rejimin bir kez daha kaderinin dönüm noktasında olduğu bu süreçte, Halep’ten Hama’ya, Hama’dan Humus’a, oradan da Şam’a kadar, Suriye ordusunun hayatî bir direnişi veya etkili bir savunması görülmedi. Halkın silahlanarak isyancıların ilerleyişini durdurduğu da gözlenmedi. Aksine, askeri moralin dağılması ve halkın desteğini tamamen kaybetmesi, rejimin kendi iç dinamikleriyle çöktüğünü gösterdi. Bu durum, dört yıl önceki rejim savunma savaşlarından tamamen farklı bir manzara sergiliyordu. Üstelik karşılarındaki düşmanlar ne aşılmaz bir güce sahipti ne de uluslararası meşruiyet kazanmıştı.
Muhalif güçlerin çekirdeğini oluşturan koalisyonda, Türkiye destekli “Suriye Milli Ordusu,” Suriye’nin kuzeybatısındaki Afrin’de üslenmiş ve operasyonlara katılmıştı. Koalisyonun ana gücü ise Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) idi. Bu örgüt, El Kaide’nin Suriye kolu olan ve daha sonra bağımsız bir oluşuma dönüşen “El Nusra Cephesi”nden doğmuştu. Örgütün terör geçmişi ve mevcut faaliyetleri nedeniyle, Birleşmiş Milletler, ABD ve Türkiye tarafından terör örgütü olarak tanımlanmıştı. Diğer yandan “Suriye Milli Ordusu,” Türkiye tarafından desteklenen bir vekil güçtü. Bu güç, Afrin bölgesindeki Kürt ayrılıkçı grupları bastırmayı, bu grupların Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kürt kuvvetleriyle birleşmesini önlemeyi ve Türkiye’nin kuzey Suriye’de oluşturduğu “güvenli bölge”yi sağlamlaştırmayı amaçlıyordu. Ayrıca Türkiye sınırını geçen Kürt ağlarını keserek Türkiye’deki Kürt isyanlarını ve ayrılık hareketlerini bastırıyordu.
Suriye hükümet güçlerinin, kuzeybatıdan gelen isyancılar karşısında bu kadar kolay bir şekilde çökmesi şaşırtıcıydı. Ancak bölgenin jeopolitik dengelerini dikkatlice incelediğimizde, bu olayın kaçınılmaz olduğu anlaşılabilir.
İlk olarak, çeşitli muhalif gruplar, uzun bir süre sessiz kalarak kendilerini toparladı ve savaş yeteneklerini önemli ölçüde geliştirdi. Rusya ve Türkiye’nin arabuluculuğuyla Mart 2020’de sağlanan ateşkesten sonra, Suriye’nin kuzeybatısında üslenmiş olan muhalifler dört yıl boyunca pusuya yattı ve tekrar ayağa kalkmak için doğru anı bekledi. Hükümet güçlerinin zayıfladığını veya savunma hatlarının gevşediğini fark eder etmez, ateşkesi bozarak kendi kontrol alanlarını genişletmeleri, savaş yoluyla kaynak elde etmeleri ve güçlerini artırmaları kaçınılmazdı.
İkincisi, dört yıl süren ateşkes, Suriye hükümetinin kuzeybatıdan gelebilecek tehditlere olan stratejik önemini göz ardı etmesine neden oldu. Özellikle Halep gibi en büyük şehir ve stratejik giriş kapısının yeterince savunulmadığı anlaşıldı. Suriye rejimini destekleyen Rusya’nın bölgedeki askeri varlığı ve İranlı danışmanlar, isyancıların toparlanıp karşı saldırıya hazırlandığına dair istihbarat toplamada, tehdit değerlendirmelerinde ve savaş hazırlıklarında ciddi stratejik hatalar yaptı. Çatışmalar başladıktan sonra, Rusya, Suriye’deki askeri komutanı Sergei Kisel’i görevden alarak yerine Alexander Chaiko’yu atadı. Bu, yapılan hatalardan dolayı bir hesap verme hamlesiydi.
Üçüncüsü, bir yılı aşkın süredir devam eden “Altıncı Ortadoğu Savaşı,” bölgedeki karmaşık jeopolitik ilişkileri daha da karmaşıklaştırdı. Özellikle İsrail, “İkinci Lübnan Savaşı” sırasında Hizbullah’ı ağır bir şekilde zayıflatmış ve Suriye’deki İran askeri varlığını daha da azaltmıştı. Bu durum, isyancı grupların kuzeybatıdan yeniden güçlenip ilerlemesi için uygun bir fırsat yarattı. Rus Gazeta’ya göre, Halep’in savunması esasen Suriye Cumhuriyet Muhafızları’nın 32. Tugayı, yerel milisler ve İran Devrim Muhafızları tarafından sağlanıyordu. Ancak bu güçlerin önemli bir kısmı, Suriye çöllerindeki “İslam Devleti”nin yeniden aktifleşen hücrelerini bastırmak için bölgeden çekilmişti. Bu durum, kuzeybatı savunmasını tamamen zayıflatmıştı. Ayrıca İsrail’in Halep’in banliyölerine yönelik sık sık düzenlediği hava saldırıları, kalan savunma güçlerini darmadağın etmiş ve savunma hatlarını daha da kırılgan hale getirmişti.
Dördüncüsü, İsrail, Lübnan ile ateşkes yapmadan hemen önce, Suriye-Lübnan sınırındaki önemli kara geçişlerini bombalayarak, Hizbullah’ın Suriye üzerinden İran ile kara bağlantılarını kesti. Bu durum, “Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”nin batı kanadını yok etmekle kalmadı, aynı zamanda Suriye isyancı gruplarını cesaretlendirerek zayıflıkları fırsata çevirmelerine olanak sağladı.
Beşincisi, daha geniş bir stratejik bağlamda, Ukrayna’daki savaşın uzaması ve Rusya ile NATO arasındaki gerilimin savaşın eşiğine gelmesi, Moskova’nın Suriye gibi nispeten daha az önemli bir alanda dikkatini dağıttı. Aynı şekilde, İran da bir yılı aşkın süredir İsrail’le karşı karşıya gelmiş ve “direniş ekseni”ni sürdürmek için “yedi cephede” mücadele etmekteydi. Bu nedenle Suriye’ye odaklanmakta ve isyancı grupların yeniden harekete geçme riskini öngörmekte başarısız oldu.
Altıncı olarak, “Astana Süreci” ülkeleri (Rusya, İran ve Türkiye) yaptıkları müzakereler sonucunda Esad rejimini terk ederek “Esad sonrası Suriye” için bir çıkar değişimi yapma kararı aldılar. Bu çatışma patlak verdikten sonra, Rusya ve İran, Esad rejiminin yeniden çöküşün eşiğine gelmesine rağmen yardım eli uzatmadılar. Bunun yerine eski müttefiklerini terk ederek, Türkiye ile “Astana Süreci”ni yeniden canlandırdılar ve Esad rejiminin tabutuna son çiviyi çaktılar.
Düşmanlıkların yeniden başlamasının ardından, Suriye, Rusya ve İran, isyancıların karşı saldırısını İsrail ve ABD’nin organize ettiği suçlamasında bulundular. Suriye iç savaşına derinden müdahil olan Türkiye, birkaç gün sessiz kaldıktan sonra Esad rejiminin devrilmesini desteklediğini resmen açıkladı. Aslında, “Suriye Savaşı 2.0″ın hızlı ilerleyişi ve isyancıları destekleyen farklı aktörlerin rolleri, karmaşık bir çıkarlar ve hesaplamalar ağına işaret ediyor.
Birincisi, ABD isyancıların arkasındaki kışkırtıcı veya itici güç değildi. Çatışmanın başından itibaren ABD, saldırılarla hiçbir ilgisinin olmadığını vurguladı ve kamuoyu önünde Türkiye’ye baskı yaptı. İsrail’in Jerusalem Post gazetesine göre, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı arayarak, “Suriye Milli Ordusu”nun saldırılarını sınırlamasını ve Suriye’deki istikrarı sağlamasını istedi. ABD, Rusya’ya yakın duran ve İran’la “Direniş Ekseni”nin bir parçası olan Esad rejiminden hoşlanmasa da, Suriye’nin yeni bir kaosa sürüklenmesini istemiyor. Böyle bir durum, radikal ve terörist güçlerin yeniden büyümesine olanak tanıyabilir ve ABD’yi Ortadoğu’da başka bir terörle mücadele savaşına zorlayabilir. 2 Aralık’ta AFP, ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün, ABD’nin hiçbir koşulda HTŞ gibi bir terör örgütünü desteklemeyeceğini söylediğini aktardı. Reuters, ABD’nin Suriye’deki durumu istikrara kavuşturmak için taraflara çağrıda bulunduğunu ve aynı zamanda Suriye ile İran arasındaki ilişkileri zayıflatmak amacıyla Suriye’ye uygulanan yaptırımları kaldırmayı düşündüğünü bildirdi.
İkincisi, Türkiye, isyancıların büyük çaplı saldırılarında ana itici güçlerden biriydi. Türkiye’nin desteği veya sessiz onayı olmadan, “Suriye Milli Ordusu”nun “Suriye’nin Kurtuluşu” koalisyonu gibi güçlerle koordinasyon sağlaması mümkün olmazdı. Türkiye uzun zamandır, Suriye hükümetinin muhalefetle diyalog kurması ve kapsayıcı bir hükümet oluşturması gerektiğini savunuyor ve aynı zamanda Şam ile ilişkilerin normalleşmesi için diyalog çağrısında bulunuyordu. Ancak Suriye hükümeti, kuzeybatıdaki silahlı grupların tamamını terör örgütü olarak sınıflandırıyor ve Türkiye’nin Suriye’nin kuzey topraklarını işgal etmeye devam ettiği gerekçesiyle diyalogu reddediyordu. Analistler, Türkiye’nin bu yeni çatışma dalgasını, Şam hükümetine boyun eğdirme veya hatta devirmeye yönelik bir fırsat olarak gördüğünü ve böylece Esad sonrası dönemde daha fazla söz sahibi olmak ve yeni Ortadoğu jeopolitik haritasını şekillendirmek istediğini belirtiyor.
Üçüncüsü, İsrail, “Direniş Ekseni”ni zayıflatmada ve çatışmaları tırmandırmada önemli bir rol oynadı. “Suriye Savaşı 1.0” sırasında, aşırılıkçı ve terörist örgütler, Suriye ve İsrail arasındaki düşmanlığı ve Suriye ordusunun İsrail ateşkes hattı yakınında ağır silah kullanmama eğilimini kendi lehlerine kullanmışlardı. Analistler, bu çatışmada isyancıların ağır silahlar, insansız hava araçları ve gelişmiş elektronik harp tekniklerini kullanmasının İsrail’in istihbarat teşkilatlarının müdahalesini gösterdiğini düşünüyor. Her iki tarafın da ortak bir düşmanı vardı: Suriye hükümeti ve onun müttefiki olan “Direniş Cephesi.” İsrail, saldırılarla resmi bir ilgisinin olduğunu reddetse de, iki taraf arasındaki örtük bir anlayış açıkça görülüyor. Suriye’deki çatışmaların yeniden başlaması, İsrail’in “Direniş Ekseni”nin dikkatini ve kaynaklarını başka yönlere dağıtmasına olanak tanıyarak İsrail’e kuzeydoğu ve İran’dan gelen baskıları azaltma imkânı tanıdı. 8 Aralık’ta İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, Esad rejiminin çöküşünü “İsrail’in İran ve Hizbullah’a karşı yürüttüğü operasyonların doğrudan bir sonucu” olarak nitelendirdi ve “Bu durum, tüm Ortadoğu’da bir zincirleme reaksiyon başlattı” dedi.
Dördüncüsü, Ukrayna da bu çatışmaya müdahil olmakla suçlandı. 3 Aralık’ta Rusya’nın Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi, Ukrayna istihbarat teşkilatlarını Suriye isyancılarına silah sağlamak, eğitim vermek ve Suriye’deki Rus hedeflerine yönelik operasyonlar düzenlemekle suçladı. 4 Aralık’ta Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova, Ukrayna hükümetinin doğrudan Suriye isyancılarının saldırısına müdahil olduğunu öne sürdü. Ukrayna bu suçlamalara karşı sessiz kaldı ve üçüncü taraflarca Ukrayna istihbaratının bu çatışmaya müdahil olduğuna dair hiçbir kanıt sunulmadı. Ancak teorik olarak, Rusya’yı Ortadoğu’da ikinci bir cephe açmaya zorlamak, Ukrayna’nın doğudaki askeri baskısını hafifletebilirdi.
“Şii Hilali” ve “Direniş Ekseni”nin kilit bir devleti olan Suriye’deki çatışmanın evrimi, büyük sonuçlar doğurabilir. Daha önce Şam hükümetine yardım için asker gönderen Hizbullah ve Irak Halk Seferberlik Güçleri, bu kez sınır ötesine asker göndermeyeceklerini açıkladılar. İran, Suriye hükümetinin talep etmesi halinde asker göndermeye hazır olduğunu defalarca ifade etse de, somut bir adım atılmadı. Rusya da Suriye hükümetine desteğini sürdüreceğini açıkladı. Ancak, mevcut güçlerini ve ekipmanını isyancı saldırılarını püskürtmek için kullanmak dışında, Doğu Akdeniz’de füze tatbikatları düzenleyerek caydırıcılık sağlamak dışında, Rusya’nın “Suriye Savaşı 1.0” sırasında olduğu gibi büyük çaplı bir askeri müdahale yapacak ne isteği ne de kapasitesi kaldı.
Esad rejiminin çöküşü, Suriye halkı için bir zafer değil, daha çok hükümetin beceriksizliğinin ve dış müdahalenin birleşik bir sonucudur. Şam’da rejim değişikliği, Suriye’de uzun vadeli barış ve istikrarın başlangıcı anlamına gelmeyebilir; aksine, yeni bir güç mücadelesinin başlangıcı olabilir. Suriye’nin batısı, merkezi ve güneyi artık HTŞ ve “Suriye Milli Ordusu”nun kontrolü altında; kuzeyi Türkiye’nin “güvenli bölgesi” tarafından yönetiliyor; doğu ve kuzeydoğu ABD destekli Kürt güçlerinin elinde; güneybatıdaki Golan Tepeleri ise uzun süredir İsrail işgali altında. Geçen hafta boyunca İsrail, Suriye tarafındaki birkaç stratejik noktayı ele geçirerek savunma çevresini daha da genişletti… Bu “parçalanmış” Suriye, dış müdahalelere karşı savunmasız kalmaya ve daha belirsiz bir gelecekle yüzleşmeye devam edecek.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Ortadoğu’daki aktörlerin rasyonel pozisyonları: Hizbullah, İran, Rusya ve milli birliğini tamamen kaybeden Suriye halkı.
Yedi yılda küllerinden doğduktan sonra yedi günde yok olan bir devlet. Bağımsız devletlerin varlığını gizlemek için adına federasyon denilmiş bir tür quasi-devlet.
Her halükârda bunlar gene de teorik tartışmalar sayılabilir. Ancak gelinen noktada tek bir şey, hiçbir analize gerek bırakmayacak kadar aşikârdır: Filistin İhvan’ı Hamas’ın 7 Ekim saldırısı, Gazze’de önüne koyduğu siyasi ve askeri hedeflerin hiçbirisini gerçekleştiremediği gibi bu saldırıyla tetiklediği olaylar serisi (Ceyda Karan’ın deyişiyle) ilk jeopolitik sonucunu Suriye’de doğurmuş, hatta daha da ileri giderek ilk stratejik yenilgiye Suriye’de yol açmıştır. Suriye devletinin bütünüyle dağılmasıyla birlikte stratejik yenilginin tersine çevrilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıktı; artık durdurulması da mümkün değildir.
Bugünden bakınca Filistin İhvan’ı Hamas’ın arkasında hizalanarak saldırıyı kayıtsız şartsız meşru kabul edenlerin söyledikleri bütün anlamını kaybetmiş ve sadece siyasi yanılgıların ne tür felaketlere yol açabileceğinin yeni, trajik bir örneği haline gelmiştir.
Böylece, Filistin İhvan’ı Hamas’ın 7 Ekim saldırısının tetiklediği olaylar serisi şu sonuçlara yol açmıştır:
1) Gazze’de mutlak yenilgi.
Saldırı, Gazze’de koyduğu hedeflerin hiçbirine ulaşamamıştır.
Halkların belleği zayıftır, fırtınalar içinde geçen süreçlerde yaşama kaygısı öne çıktıkça bellek daha da zayıflar. Ama bu hedefleri hatırlamalıyız: a) Rehineler yoluyla Filistinli tutsakların kurtarılması. Bu, Filistinli güçlerin rehine siyasetinin temelidir. b) “Mescid-i Aksa oldubuttilerine son vermek”. c) “Gazze ablukasını hafifletmek”. Bu son ikisi, Yahya Sinvar’ın 7 Ekim’in ardından deklare ettiği hedeflerdir. Bunların ilki zaten pratik bir sonuç doğuramazdı, esasen propagandif bir amaçtı; ancak gerçek askeri amaç, ikincisiydi. Peki sonuç nedir? Gazze’nin taş üstünde taş bırakılmamacasına tamamen yıkımı. Kuzeyinin insansızlaştırılması. Büyük bir çoğunluğu sivil, 40 binin üzerinde ölü.
Bu sürecin sonu herhangi bir savaşın “pozitif” sonucuna yol açacaktır: düşmanın (Gazze halkının) tam bir imhası, bölgenin tamamen insansızlaştırılması veya Gazze’deki silahlı güçlerin tamamen yok edilmesi. Bu artık büyük ölçüde tamamlanmış bir süreçtir ve kalanı da mart ayında hiç değilse bazı ülkelerin prensip anlaşmasına vardığı ortaya çıkan, Filistinli mültecilerin ülkelere göre paylaşım planına göre “temizlenecektir”.
2) Hizbullah’ın istemediği, hazır olmadığı ve kendi yenilgisine de yol açabileceğini bildiği bir savaşa çekilmesi.
Filistin direnişini bütün enerjisini vererek destekleyen ve bu bağlamda Hamas’ın (çok sevdiği için değil; sadece Filistin halkının iradesinin tek temsilcisi haline gelmiş olduğu kabulüyle, yani fiili durumdan yola çıkarak) destekçisi bir dostum, Suriye silahlı kuvvetlerinin tamamen dezorganize olduğunun artık kör gözüm parmağına ortaya çıktığı gün yaptığımız bir konuşmada, Hizbullah önderi Hasan Nasrallah’ın üstelik de Hizbullah’ın zaferiyle biten 2006 savaşından sonra yaptığı bir konuşmayı hatırlattı; Nasrallah o zaman şöyle demişti: “Sonuçlarını öngörmüş olsaydık bu işe girişmeden önce iki defa daha düşünürdük.”
Nasrallah Ortadoğu’nun yakın tarihinin gördüğü göreceği en nitelikli önderdi, ne yazık ki bu toprakların yakın zamanda Nasrallah gibi bir başka önder daha bulması çok güç görünüyor. Hizbullah liderinin 3 Kasım 2023’te yaptığı konuşma, ondan İsrail’e karşı savaş ilanı bekleyenlerde hayal kırıklığı yaratmıştı; Nasrallah bu konuşmada rakamlar vererek İsrail’le zaten sürekli bir çatışma halinde olduklarını vurgulamış, ancak doğrudan savaş ifadesini kullanmaktan kaçınmıştı. Dahası, ölümünden sadece iki hafta önce, çatışmanın geleceğinin Hizbullah kuvvetleri ve Lübnan halkı için yaratacağı tehlikelerin tamamen farkında olarak, faşist Netanyahu hükümetiyle Hizbullah kuvvetlerini sınır hattından uzaklaştırma karşılığında Gazze’ye saldırıların durdurulması anlaşmasını yapmaya hazır olduğunu da biliyoruz.
Başka deyişle Nasrallah, olanca temkinliliğine rağmen; Filistin, kendi kuvetleri ve Lübnan halkı karşısındaki sorumluluklarını dengeleyerek çatışmaya girmekten kaçındığı halde neticede bunu yapmak zorunda bırakıldı ve bu kendi ölümüne yol açtı.
Buna bir de pager patlamalarıyla iki bine yakın savaşçısının parmaklarını veya ellerini kaybetmesi, yani savaş yetilerini kaybetmesi eklenmelidir.
3) İran’ın çatışmaya çekilmesi.
İran’ın bu çatışmanın dışında kalamayacağı zaten belliydi, zira “direniş ekseni” denen şeyin ideolojik merkezini Filistin meselesi teşkil ediyordu. Dolayısıyla bu mesele İran’ın dış siyasetinin de omurgasıydı. Ancak İran’ın tutumu, askeri bir desteğin çok ötesine geçti ve kayıtsız şartsız ideolojik-siyasi angajman haline geldi. Başka deyişle İran, otuz senedir oluşturmaya çalıştığı ve etkili bir güç haline getirmeyi de başardığı eksenin geleceğini bütünüyle 7 Ekim sonrası ortaya çıkan tabloya bağladı.
Bu, bugünkü bozgunu yaratan bir dizi stratejik hatanın en önemlilerinden biridir; nedeni, İran’ın, Hamas’ı bu eksen içinde kendi amaçları için kullanabileceği, ortak çabaları koordinasyonun çok ötesine geçen bir kaldıraç olarak kullanma hedefidir. İttifaklarınız ancak taraflarının güçleri oranında önem taşır; yıkımın eşiğindeki bir gücü ittifak siyasetinizin temeline oturtursanız bu siyaset kaçınılmaz olarak çöker. Böylece İran’ın İsrail içlerine yaptığı ve askeri açıdan kesinlikle sonuç alıcı olan iki dalga füze saldırısı da siyasi tabloyu değiştiremedi ve zaten değiştiremezdi de; bu sayede faşist Netanyahu yönetimi siyasi inisiyatifini yakın zamanda kaybetmemecesine tahkim etti.
4) İsrail toplumunun Filistinlilerle birlikte yaşamaya açık kesiminin marjinalize edilmesi.
Elbette, İsrail toplumuyla bir arada yaşamanın ilanihaye mümkün olmadığını, çünkü bu toplumun bütünüyle hırsız, bütünüyle çapulcu, bütünüyle militarize edildiği düşüncelerinin yaygın olduğunu biliyorum. Oysa ne İsrail toplumu mutlak kötülüktür, ne Filistin toplumu mutlak iyiliktir. Temel ilke: mutlak diye bir şey yoktur.
Yukarıda yazdığım gibi, solda da yaygın bu düşünceler, o yüzden hepsi de kendi dönemine bugünkünden daha uygun olsa bile aslında o zamandan yanlışlanmış olan 1924 model Sultan-Galiyev veya 1950 model Çu Enlay tezlerini yeni baştan ısıtıyorlar ve dahası, bunun da farkında değiller ve yeni bir şey keşfettiklerini sanıyorlar. Bunlar doğru değildir. Bir toplumun olduğu her yerde sınıflar vardır, sınıfların olduğu her yerde mücadeleler vardır, mücadelenin olduğu her yerde ittifak olanakları vardır. Toplumlara toptancı yaklaşılamaz.
Ama toptancı yaklaşıldı: 7 Ekim saldırısının yapıldığı bölgelerin İsrail’in geleneksel olarak “solcu” (bu kavramı şartlı kullanıyorum) bölgeleri olması, saldırının yıkıcı etkisini pekiştirdi. Yakın zamanlı kamuoyu araştırmaları genç nüfusun Netanyahu’nun arkasında durduğunu, yani faşist yönetimin toplumun sadece hep olduğu gibi dinci-gerici kesimlerini değil en dinamik kesimlerini de konsolide etmeyi başardığını gösteriyor. Bu, Filistin halkı lehine bir umut varsa bile onu karartan faktörlerden biridir.
5) Hizbullah’ın siyasi yenilgisi.
İsrail’in Lübnan’ın güneyinde giriştiği işgal hareketinin başarısızlığı genellikle Hizbullah’ın zaferi olarak sunuluyor. Bu yanlıştır. Birincisi, gerçekte uygulanmayan, ancak tarafların kâğıt üstünde uygulanabilirmiş gibi yaptığı anlaşma zaten Netanyahu yönetiyle Nasrallah arasında varılmış, ne var ki Tel Aviv’de iktidar kavgalarıyla paçavraya çevilmiş olan anlaşmaydı. Oysa o kabulün arkasından paçavraya çevirenler hiçbir bedel ödemedikleri gibi Lübnan’ın güneyinin altyapısı yerle bir edildi, Nasrallah öldürüldü ve Hizbullah kuzeye çekilmek zorunda bırakıldı. Bu şartlarda Hizbullah için zafer şöyle dursun pat durumundan bile söz edilemez. Nasrallah önderliğinde 2006 savaşının muzaffer gücü, milli birliği daha 1984’te parçalanmış olan Lübnan’ı az çok bir millet olarak tutan Hizbullah, tam da bu nedenlerle, herhangi bir silahlı çatışmada pat durumunu kabul etse bile bu onun için siyasi yenilgi sayılırdı; oysa şimdi sözümona Amerikan garantörlüğünde, yani hiç şüphesiz Amerikan yönetimi İsrail’in ihlallerine göz yumsun ve imkân sağlasın diye yapılmış bir anlaşma, düpedüz yenilgidir.
Öte yandan, İsrail’in askeri bir zafer kazanamadığı da doğrudur — ama siyasi zafer veya hiç değilse siyasi inisiyatifini pekiştiren bir kazanım elde ettiği yerde askeri zafere kimin, neden ihtiyacı olsun?
6) Suriye’ye saldırıda sahadaki geleneksel (ve yegâne) müttefiklerinin (İran ve Hizbullah’ın) müdahale gücünü kaybetmesi.
28 Kasım’da birleşik tekfirci saldırısıyla başlayan süreç Suriye ordusunun yozlaşmasını ve derin demoralizasyonu göz önüne serdi. Bu süreçte irili ufaklı yerleşim yerlerinin arka arkaya, neredeyse hiç çatışmasız teslim edilmesi devlet yapısının halihazırda ortadan kalktığını gösteriyordu. Ne var ki unutmamak gerek: Sezar yaptırımlarıyla Suriye halkının umutsuzluğa mahkûm edilmesi ve savaş yorgunluğu herhangi bir güçlü saldırı karşısında direnme gücünü zaten neredeyse sıfırlamıştı; sahada (karada) destek askeri güçler de olmayınca tablo gerçek bir bozguna dönüştü.
29 Kasım günü, Filistin direnişini kayıtsız şartsız destekleyen bir dostumla konuşmamda, herhalde herkesin hemfikir olacağı ama o sırada pek az insanın üzerinde düşündüğü şu ifadeleri kullanmıştım: a) (Yukarıda saydığım nedenlerle) Hizbullah’ın destek vermesi mümkün değildir. b) Bunu gerçekten isteyip istememeleri bir tarafa, İranlı milislerin destek vermesi pek mümkün değildir, zira geçiş yerleri Irak güçlerinin kontrolündedir ve bunların izin vermesi beklenemez. c) İran ordusunun destek vermesi mümkün değildir, çünkü (yeni yönetimin bütünüyle pragmatist ve ilkesiz yaklaşımından başka) tehdidin ucu doğrudan İran’a dokunduğunda eksen anlamını yitirir. d) Rusya’nın destek vermesi mümkün değildir, çünkü (i) sunabileceği temel destek hava kuvvetleridir ve bunlar sahadaki istihbaratı Suriye ordusundan alıyor, dolayısıyla ordunun dağıldığı yerde bu destek de anlamını kaybetmiş demektir; ve (ii) sahada Suriye ordusunun direniş odakları bulunmadığında (Prigojin’in darbe girişiminden sonra zaten büyük ölçüde tasfiye etmek zorunda kaldığı) Vagner tipi oluşumların çatışma bölgesine gönderilmesi de anlamsızdır; fiilen dağılmış bir çark taşıma suyla çevrilemez.
7) Yok olan bir devlet, bağımsız devletlerin varlığını gizlemek için adına federasyon denilmiş bir tür quasi-konfederasyon.
Yedi yılda küllerinden yeniden doğmayı başarmış bir devletin bir haftada yok olduğuna tanık olduk. Bunun ilk siyasi sonucu, öyle görünüyor ki, bir dizi bağımsız devletin ortaya çıkması olacaktır, ancak şimdilik hepsi bir tür quasi-federasyon çatısı altına toplanacaktır. Ne var ki bu quasi-devlet sürdürülebilir değildir, devleti yıkan güçlerin ganimetten azami pay alma mücadelesinden başka tarafların ideolojik formasyonları da yıkıcı etkide bulunmaya devam edecektir. Bu quasi-devlette ilk aşamada güneyde Durzilerin İsrail’e iltihakı hiç şaşırtıcı olmaz, böylece İsrail, 1967’den beri uluslararası hukukla yaşanan bütün sorunlara kalıcı bir çözüm bulmuş olacaktır.
Bizim açımızdansa son on güne sığan bütün bu gelişmelerin yeni “açılımla” (veya adına her ne deniyorsa) ilişkili olduğu açık görünüyor; bundan başka fatihin etrafında yeni bir konsolidasyon, derin ekonomik krize karşı yıkılmış topraklarda yeni yatırım imkanları ve paralize olmuş bir muhalefet karşısında yeni bir “milli mutabakat” vaat ediyor her şey.
Somali’de iç savaşın ayak sesleri: Hükümet ve eyalet askerleri çatışıyor
Macron, “ılımlı” sağcı ve solcularla geçici ittifak arayışında
Çin kritik merkezi ekonomik çalışma konferansına hazırlanıyor
Rusya’dan HTŞ’nin statüsüne ilişkin açıklama
“Storm Shadow” tartışmasında gözden kaçan: Britanya’dan Rusya’ya nükleer tehdit
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
ORTADOĞU2 gün önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ4 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
RUSYA3 gün önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
RUSYA2 hafta önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
DİPLOMASİ1 hafta önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2