Bizi Takip Edin

Görüş

2024’ten 2025’e Hindistan dış politikası

Avatar photo

Yayınlanma

2024’e veda ederken ve 2025’e merhaba demek üzereyken Hindistan’ın 2024’ünü değerlendiren ve 2025’ine dair öngörülerde bulunan bir özet yapalım.

Özet için son söyleyeceğimi başta söyleyeyim ki bu aynı zamanda Hindistan’ın 2025 dünyasına da göz kırpıyor: Delhi’nin Rusya ilişkileri dirençli, Amerika ilişkileri ihtiyatlı iyimser, Çin ilişkileri umutlu yol alırken Pakistan ilişkilerinde kayıtsızlık ve Bangladeş ilişkilerinde kaygı eşlik ediyor. Kanada ilişkilerinde ise bir boşvermişlik söz konusu…

2024’te Hindistan diplomasisindeki en önemli gelişmelerden biri, Başbakan Modi’nin -biri ağustosta yıllık zirve için, ardından ekimde BRICS Zirvesi için- iki kez Rusya’yı ziyaret etmesi idi. Modi’nin 2022 Rus-Ukrayna savaşından bu yana ilk ziyaretleri olan ve Batı dünyası tarafından yakından takip edilen bu temaslar adeta tüm dünyaya Delhi Moskova ilişkilerinin ne denli yakın olduğunun kanıtını sunmuştu…

Bir diğeri, Modi’nin Ukrayna ziyaretiydi. Bu ziyaret, bir Hindistan Başbakanı’nın yalnızca 2022 savaşından bu yana değil, aynı zamanda Ukrayna’nın 1991’deki bağımsızlığından bu yana yaptığı ilk ziyaretti. Çözümün savaş alanında gelemeyeceğini belirten ve diyalog ve diplomasiyi öneren Delhi tarafsız bir oyuncu olarak Moskova Kiev mesajlarını iletirken hem Rusya’da hem de Ukrayna’da bulunarak dünya işlerindeki dengeli tutumunun da ve kendi manevra iradesinin de bir kez daha kanıtını sunmuştu…

Ve bir üçüncüsü, Hindistan ve Çin barış konuşuyor. 4 yılı aşkın bir aradan sonra Çin lideri Xi ile Modi Kazan’da buluştu. Bu gelişme güven artırıcı önlemlerin yolunu açan bir ivme olsa da temel farklılık devam ediyor. Ancak her iki ülke de sabırlı diplomasi ve ihtiyatlı iyimserlik ile çalışıyor. 2025 için daha ileri adımlar bekleniyor…

2024’te Delhi’nin Amerika ile bağlarına damga vuran olay Hindistan’ın (Sih ayrılıkçısı/Khalistan savunucusu) Pannun cinayeti planına karıştığı iddiasıydı. Washington’daki Demokratlar ile ilişkiler pek iç açıcı bir yola girmiyormuş gibi gözükse de çok yaklaşan Trump başkanlığı ile -tarife sorununa karşın- umutlar yüksek tutuluyor…

Hindistan ve Amerika demişken bu arada Amerika, Hindistan, Japonya ve Avustralya’yı içeren Quad büyümeye devam ediyor. Delaware Zirvesi, grubun alınan somut önlemler ile büyümeye devam ettiğini gösterdi. Quad Moonshot Kanser Girişimi, 2025 denizde Quad Gemi Gözlem Misyonu, İklim değişikliğine yönelik yapay zeka kilit çıktılar. Ve bu arada Hindistan, 2025 Quad Zirvesine ev sahipliği yapacak…

Trudeau’nun Kanadası ile ilişkiler resmen dip yapıyor. Hindistan, Trudeau hükümetinin dış müdahale iddiaları üzerine ilişkiler bozulduğu için elçisini geri çağırdı ve Kanadalı diplomatları sınır dışı etti. İlişkilerde değişiklik yok çünkü Trudeau Ottawa’da, şu anda hükümeti ile birlikte siyasi çalkantı içinde 2025 seçimlerine gün sayıyor…

Ve Dakka’nın düşüşü Delhi için büyük sıkıntı yarattı. Bangladeş’te Hasina hükümeti düştü ve Yunus rejimi geçici hükümet olarak iktidara geldi. Delhi hep Hasina hükümetine yatırım yapmıştı, şimdi Delhi ile ilişkiler iç politika merceğinden görülürken Dakka’dan Hindistan karşıtı görüşler yükseliyor. Delhi ise Hindu karşıtı şiddetten kaygılı olmaya devam ediyor ve bir yandan da durumu biraz abartma yoluna gidiyor. Ayrıca Delhi Hasina’yı Hindistan’da misafir ederken Yunus başkanlığındaki geçici hükümet yargılamak için Hasina’yı geri istiyor. Ancak Delhi’nin kesinlikle Hasina’yı geri vermeyeceğini düşünüyorum (ki verirse en azından benim için sürpriz olur). Yani Hindistan Bangladeş ilişkileri şimdilik çok zor yolda…

Ve Pakistan; Pakistan ile kriket diplomasisi sona erdi. 2024’ün bir başka kritik gelişmesi olarak, Hindistan-Pakistan ilişkilerinin barometresi olan şey resmi olarak sona erdi. Hindistan, müzakereler ile terörün bir arada yürümeyeceğini ifade etti ve köprüleri attı. İlişkilerin düzelmesi konusunda pek umut yok…

Bir diğer önemli gelişme olarak Maldivler ilişkilerinde toparlanma yaşanıyor. 2024, ilişkilerin dibe vurması ile başladı, ancak her iki tarafın da sabırlı diplomasisinin bir sonucu olarak olumlu bir yükseliş ile sona erdi. Maldiv Cumhurbaşkanı Muizzu Delhi’yi 2 kez ziyaret etti. Ve Hindistan kilit bir kalkınma ortağı olmaya devam ediyor…

Ve Delhi için 2024’ün son gelişmesi olarak, Modi’nin 21-22 Aralık’taki Kuveyt ziyareti; 1981’den bu yana bir Hint başbakanının Kuveyt’e yaptığı ilk seyahat. (Indira Gandhi, 43 yıl önce Kuveyt’i ziyaret eden son Hindistan Başbakanıydı.) Bu ziyaret, 2024’ün Şubat ayında Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar ile başlayan bir yıllık Körfez ziyaretinin sonuncusuydu. Tarihsel olarak Kuveyt’in en büyük ticaret ortaklarından biri Hindistan’dır. Ve Kuveyt, Hindistan için önemli bir petrol kaynağı olmaya devam ediyor ve 2024 itibarıyla ülkenin enerji ihtiyacının yaklaşık yüzde 3’ünü karşılayarak dokuzuncu büyük tedarikçi konumunda bulunuyor. Ayrıca Hint topluluğu, yaklaşık beş milyonluk bir nüfusa sahip Kuveyt’teki en büyük göçmen topluluklarından biri; Kuveyt’te yaşayan yaklaşık bir milyon Hint, toplam nüfusunun yüzde 21’ini ve toplam işgücünün yaklaşık yüzde 30’unu oluşturuyor.

Özetin özeti olarak, Delhi, güçlü Rusya ve Amerika ilişkilerine ve Çin ile barışa odaklanırken tam gaz ilerleyen Doğuya Hareket politikası ile Güneydoğu Asya, Japonya ve Kore yarımadasını odak alıyor ve Orta Doğu’da Körfez odaklı, İran ilişkileri stabil ve İsrail ilişkileri güçlü, sağlıklı ve dinamik iken Afrika Birliği’ni eklemleyerek G-20’yi G-21 yapmasına karşın Afrika ilişkileri zayıf kalıyor.

Görüş

Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Fransız Le Figaro gazetesinde, Fransa ordusunun haritacılarının Romanya’da ‘Rusya’yla çatışma hazırlığına’ ilişkin dikkat çekici bir haber yayınlandı. ‘Fransız ordusunun haritacıları, Rusya ile artan gerilim rotasında NATO’nun doğu kanadında görevde’ başlıklı, Nicolas Barotte imzalı haberde, Rusya’nın saldırı beklentisiyle yapılan yeni askeri hazırlıklar detaylandırılıyor.

Habere göre, Fransız ordusunun haritacıları, Romanya’nın Moldova ve Ukrayna sınırındaki bölgelerin haritalarını çıkarıyor.

Askerlerin, her 5 kilometrede bir su veya çan kuleleri gibi yüksek noktaları belirlediği bilgisi paylaşılıyor.

Fransız askerlerine göre bu yapılar, gerektiğinde topçular için hedef belirleme konusunda referans noktaları olarak kullanılacak.

Fransız askerleri ayrıca, askeri birliklerin hareket güzergâhlarını ve ordunun ilerleyebileceği eksenleri de içeren son derece ayrıntılı bir harita hazırlamış. Haritalama faaliyetinin asıl amacı, uydu sinyalleri kesilse bile sahada yön bulmayı kolaylaştırmak.

Haritalandırmayı hangi askerler yaptı?

Söz konusu haritalandırma işleminin, 28. Coğrafi Grup (28e Groupe Géographique) tarafından yapıldığı belirtiliyor.

‘28e GG’ kısaltmasına sahip bu birim, Strasbourg yakınlarındaki Haguenau kentinde konuşlu, Fransa ordusunun en küçük ancak en stratejik birimlerinden biri. Kara kuvvetlerine coğrafi bilgi, harita üretimi ve topoğrafik analiz desteği sağlamakla görevli olan 28e GG, uzun yıllar istihbarat komutanlığına bağlıydı, 2023 sonbaharında ise Mühendislik Tugayı’na (brigade du génie) bağlandı.

Askeri harekat alanlarında harita üretimi, LIDAR (lazerli konum belirleme yöntemi), drone ve mobil veri toplama araçları gibi yöntemlerle 3 boyutlu arazi haritalandırması, askeri hedeflerin geçiş güzergahları ve altyapının tespiti ve savaş durumunda uydu sinyallerinin kesilmesi halinde kullanılacak referans noktalarının belirlenmesi, hedef tespiti ve ateş destek planlamasında topçulara destek sağlamak gibi kritik görevleri bulunan bu birim, Fransız ordusunun en kilit savaşa hazırlık birimlerinden biri. 350 askerden oluşan bu birlik, yalnızca operasyonlara değil, aynı zamanda planlama süreçlerine de aktif olarak katılıyor.

Romanya’da Fransız askeri varlığı

Bu arada, Fransız ordusunun Romanya’daki askeri varlığı yeni değil. Fransa, Rusya – Ukrayna savaşı başladığında NATO’nun doğu kanadını güçlendirme çabaları kapsamında Romanya’nın orta kesiminde, Transilvanya bölgesinde yer alan Cincu’ya bin asker konuşlandırmıştı.

Fransız askerleri, burada konuşlu NATO’ya bağlı NATO’nun kurduğu Çok Uluslu Savaş Grubu’nun (Multinational Battlegroup – Romania) liderliğini de yürütüyor.

Neden Romanya?

Le Figaro’nun haberine göre bu birlik, Romanya’da hazırladığı haritayı Haguenau’daki karargahının koridoruna asmış bile.

Romanya haritasında, ülkenin topoğrafyası üç boyutlu olarak gösteriliyor. 28e GG, her 5 kilometre bir referans noktaları belirledi ve olası rotaları saptadığı bir askeri hareketlilik haritası oluşturdu.

Harita, Google’nın sokak görünümü aracına (Street View) benzeyen bir teknolojiyle oluşturuldu. 28e GG tarafından kullanılan, yüksek çözünürlüklü kameralar ve lazer sensörüyle donatılmış bir araç, bölgeyi üç boyutlu olarak taradı.

Bütün bu askeri hazırlığın en can alıcı noktası ise Focșani Kapısı.

Focșani Kapısı

Focșani Kapısı (ya da Focșani Geçidi), Romanya’nın doğusunda yer alan ve tarih boyunca askeri strateji açısından son derece önemli bir bölge.

Doğu Karpatlar ile Tuna Ovası arasındaki dar ve düz bir geçit, Moldova, Transilvanya ve Tuna bölgesi arasında bir geçiş noktası.

Bölgenin dağlık yapısının aksine düzlük bir bölge olduğu için, savunan için zor, saldıran için kolay bir coğrafya.

NATO’nun beklentisi Rusya’nın buradan saldıracağı üzerine olduğuna göre, Rusya’nın Foşani’den yapacakları başarılı bir işgalin Romanya’nın kalbine, hatta Köstence üzerinden Karadeniz’e kadar yayılabileceği öngörülüyor.

Öte yandan, Focşani’nin Osmanlı, Rusya, Almanya ve Sovyetler tarafından askeri amaçlarla kullanılmış olması, bölgeye duyulan ilginin tarihsel sebeplerinden.

Rusya Focşani’den saldırırsa ne olur?

Focşani’ye verilen önem, kuşkusuz ‘Rus işgali’ anlatısıyla Avrupa’nın militarizasyonunu sürdürme çabalarının da önemli bir parçası. Ancak, NATO’nun öngörülerinin gerçekleşeceği varsayılırsa ne olur?

Eğer Rusya, NATO’nun beklediği gibi Focşani’den saldırırsa, ilk karşılacağı askeri güç Romanya’nın 8. Tümeni ve 2. Piyade Tümeni olacaktır. Saldırıya ilk tepki veren Rumen uçakları ise, Fetești ve Borcea’daki üslerden kalkacaktır.

Eğer NATO’nun 5. Madde’si yürürlüğe konur da NATO tüm gücüyle Rusya’yı karşılamaya karar verirse, ABD’nin Romanya’da Karadeniz kıyısındaki Mihail Kogălniceanu Hava Üssü ve devreye girecektir.

Rusların gerçekten Focşani’den saldırması durumunda, Baltık Bölgesi’ndeki yoğun NATO varlığının birincil düzeyde bir etkisi olmayacaktır. Örneğin, Polonya ve diğer Baltık ülkelerinin Moldova-Romanya eksenine doğrudan müdahalesi, Karpatlar nedeniyle lojistik olarak zor. Bu ülkeler en fazla, Rusya’ya kuzeyde yeni bir cephe açıp oyalama taktiği uygulayabilir.

Böyle bir durumda akla ilk gelen diğer NATO gücü, 2001’de NATO’nun Acil Müdahale Gücü olarak kurulan NATO İtalyan Hızlı Dağıtım Kolordusu olur.

Türkiye’nin konumu

Bütün bu simülasyonda, Türkiye’nin denge siyasetini bir kenara bırakıp, NATO’nun ikinci büyük kara ordusuna sahip bir ülke olarak ittifak yükümlülüklerine uyduğunu varsayalım. Bu durumda, Türkiye’nin olası adımları, birliklerini en geç 72 saat içinde Romanya’ya ulaştırma hedefini taşımalı.

2023 itibariyle Türkiye, 66. Mekanize Piyade Tugayı (İstanbul) veya Komando Tugayları gibi yüksek hazırlık seviyesine sahip birlikleriyle Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti (VJTF) içerisinde.

Bu bağlamda, İstanbul’daki 66. Mekanize Tugay ile Suriye operasyonlarından tecrübeli komando tugayları, Romanya’ya kara destek sağlayabilecek en hızlı birlikler olarak karşımıza çıkıyor.

Türk Donanması ayrıca, NATO’nun Standing NATO Maritime Group-2 (SNMG2) ve Standing NATO Mine Countermeasures Group-2 (SNMCMG2) gibi deniz görev gruplarına rotasyonel olarak fırkateyn, hücumbot ve mayın avlama gemileriyle katkı sağlayan, Karadeniz’de en büyük donanma gücüne sahip NATO gücü konumunda.

Aynı şekilde, Türkiye’nin hava gücü, Romanya’daki NATO üslerine hava yoluyla muharip birlik ve mühimmat takviyesi yapabilirken; SİHA’lar ve deniz karakol uçaklarıyla keşif ve caydırıcılık görevleri üstlenebilir ve çıkarma kabiliyetine sahip amfibi birlikler ve SAT/SAS komandoları da NATO harekât planı çerçevesinde Romanya topraklarına sevk edilebilir.

Elbette, Türkiye’nin böyle bir senaryoda doğrudan askeri çatışmaya dahil olması, Türkiye’ye atfedilen denge odaklı dış politika çizgisinin dışında kalan bir ihtimal olarak değerlendiriliyor.

Böyle bir simülasyonun gerçekleşmesi ihtimali, mevcut siyasi konjonktürde yine uzak bir ihtimal olduğu aşikar olarak, Rusya’nın önce Odessa’yı ele geçirip Moldova sınırına ulaşması, Moldova (Transdinyester) üzerinden hareketle Romanya’yı işgale kalkışması ihtimalinin gerçeğe dönüşmesiyle alakalı.

Ancak, Türkiye’nin savaşa dahli şimdilik uzak ihtimal olsa da, mevcut ‘caydırıcılık’ konseptinde yeni görevler üstlenmesi ihtimali artık yüksek sesle dillendirilmeye başlandı.

Özellikle, ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa’yı ‘terk ettiği’ bir siyasi iklimde gözler Türkiye’ye çevrilmişken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son olarak Antalya Diplomatik Forumu’nda yaptığı “Türkiye, Avrupa’nın güvenliği için sorumluluk almaya hazır” açıklaması, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Avrupa güvenlik mimarisinde daha aktif görevler alacağının en açık sinyallerinden biri.

Son dönemde Türk askerinin Ukrayna’ya gideceği sıkça konuşulsa da, NATO’nun önemli bir odak noktası olan Romanya’da da Türk birliklerini görmek sürpriz olmayacaktır.

Sonuç

NATO, Doğu Avrupa ile birlikte, Doğu Avrupa’yı da Rusya’nın olası saldırı rotalarından biri olarak değerlendiriyor ve savaş hazırlıklarını da buna göre şekillendiriyor. Trump dönemi ABD-Avrupa ilişkileri dalgalı seyrederken, yapılan hazırlıklar düşünüldüğünde iki tarafın da ABD’nin kısa vadede Avrupa’dan asker çekeceğine inanmadığı görülüyor. Keza, NATO ve ABD yetkilileri bu konuda ‘yatıştırma’ çabalarına başladı bile.

Öte yandan, NATO Rusya’nın saldırısında Romanya’yı stratejik bir rota olarak görüp, bölgeyi askeri açıdan kritik kabul ederken, böyle bir ülkenin NATO ve Avrupa Birliği (AB) karşıtı bir dönüşüm yaşamasının mevcut stratejilere vereceği ‘zarar’ da açıkça ortada. Bu da, Romanya’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turundan zaferle ayrıldığı halde, Calin Georgescu’nun adaylıktan dahi men edilerek yarış dışı bırakılmasının önemli sebeplerinden biri.

Okumaya Devam Et

Görüş

İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

İran ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki müzakereler, uzun süren iniş çıkışların ardından nihayet dün, 12 Nisan’da Umman’ın Maskat şehrinde gerçekleşti. Bu, İranlı ve Amerikalı tarafların birbirleriyle ilk kez müzakere ettiği bir durum değil; ancak Ortadoğu’nun kaderinin bu denli bu görüşmelere bağlı olması bakımından ilk kez böyle bir süreç yaşanıyor. Bu nedenle de bu İran-ABD müzakereleri niteliği açısından, daha önce tecrübe edilenlerden oldukça farklıdır.

Bu müzakere turunda Tahran, önceki döneminde İran’a maksimum ekonomik baskı uygulayan Trump’ın şimdi de savaş tehdidini doğrudan İran’ın üzerine saldığı bir ortamda masaya oturmuştur. İsrail, Gazze’deki soykırımını sürdürerek kendisini bir “soykırım zaferi”nin kazananı gibi sunmaktadır; Hizbullah Lübnan’daki iç siyasi denklemde pasif bir konuma itilmiş durumdadır; Şam artık, İsrail’e karşı direnişi sürdürmek için İran’ın Hizbullah ve diğer Filistin direniş gruplarına destek hattını kurduğu aktörlerin kontrolünde değildir; İran’a yakın güçler Irak’ta iç siyasi çatışmalarla meşguldür; ve İran’ın kendisi de ciddi bir döviz ve ekonomik krizle karşı karşıyadır. Tüm bunlara paralel olarak İsrail, Trump’ı İran’a karşı etkili ve acı verici bir darbe indirmeye ikna etmek için tüm lobi gücünü seferber etmiştir. Çünkü onlara göre İran artık İsrail’e karşı sert ve sürekli darbelerle bir savaş yürütebilecek stratejik kapasitesini kaybetmiştir.

Ancak İran, bu tabloya karşı olarak İsraillilerin iddia ettiği gibi zayıf bir konumda olmadığını ısrarla vurgulamakta ve İran’a yönelik askeri bir saldırının “Amerikan askerlerinin hayatıyla kumar oynamak” anlamına geleceğini ifade etmektedir. (Bu ifade, İran İslam Cumhuriyeti Lideri’nin danışmanı Ali Laricani tarafından dile getirilmiştir.) İran, İsrail ve ABD’nin stratejik altyapılarına yönelik saldırı gerçekleştirmesi durumunda ağır darbeler alabileceğini kabul etmekle birlikte, karşılık olarak vereceği darbelerin de ABD ve İsrail için son derece acı verici olacağını vurgulamaktadır.

İran’ın ABD ve İsrail’in tehditlerine karşı geliştirdiği bir diğer strateji ise, yalnızca doğrudan saldırıya cevap vermekle yetinmeyip, ABD askerleri ve çıkarlarını Ortadoğu’daki tüm Arap ülkelerinde meşru hedef olarak göreceğini ilan etmiş olmasıdır. Bu da güvensizlik ve krizin Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Katar ve Hint Okyanusu gibi bölgelere yayılması anlamına gelir. Böyle bir gelişme, Arap ülkelerinin kırılgan güvenlik ortamını ciddi bir krizle karşı karşıya bırakacaktır.

İşte bu bağlamda, İran-ABD müzakereleri her ne kadar yeni bir olgu olmasa da, hiçbir zaman bölge güvenliği üzerinde bu denli belirleyici ve etkili olmamıştır.

Cumartesi görüşmesinden cumartesiler müzakerelerine!

Birkaç saat süren “dolaylı” görüşmelerin ardından her iki taraf da cumartesi günü gerçekleşen müzakereye dair olumlu bir tutum sergiledi. Görüşmelerin nasıl geçtiğine dair iki tarafın aktardığı bilgiler arasında belirgin bir fark ya da çelişki bulunmuyordu; hem İranlı müzakereci hem de Beyaz Saray görüşmeleri olumlu değerlendirdi. İran Dışişleri Bakanı ve başmüzakerecisi Abbas Arakçi, ABD ile yaptığı müzakereleri “yapıcı”, “umut verici” ve “karşılıklı saygı çerçevesinde” olarak tanımladı. Arakçi, “İran’ın tutumunu kararlılıkla ve ileriye dönük bir yaklaşımla açıkladım. Her iki taraf da bu süreci birkaç gün içinde sürdürme kararı aldı” ifadelerini kullandı.

Öte yandan, Beyaz Saray da Umman’ın ev sahipliğinde gerçekleşen ilk dolaylı İran–ABD görüşmesine ilişkin olarak müzakereleri “tam anlamıyla olumlu ve yapıcı” olarak nitelendirdi. Beyaz Saray, tarafların önümüzdeki cumartesi günü müzakereleri sürdürme konusunda anlaştığını vurguladı.

Beyaz Saray’ın açıklamasındaki dikkat çekici bir nokta da şu ifadeydi: “Witkoff, Arakçi’ye Başkan Trump’tan, iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların mümkün olduğunca diplomasi ve diyalog yoluyla çözülmesi yönünde talimat aldığını iletti.”

Tahran ve Washington’un ilk tepkilerini karşılaştırdığımızda, her iki tarafın da ortak ve umut verici bir anlatı sunduğu görülmektedir. Bu da son haftalardaki gergin atmosferin en azından geçici olarak yatışmasına neden olmuş ve kısa vadede gerilimin azalabileceğine dair umutları artırmıştır.

Bununla birlikte, iki ülke arasındaki müzakere süreci karmaşık ve zorlu bir yoldur. Bu nedenle her ne kadar umut verici sinyaller alınsa da, her türlü gelişmeye hazırlıklı olmak gerekir. Ancak şu an için tarafların müzakereleri sürdürmeye hazır olduklarını göstermeleri, ABD’nin İran’ın kırmızı çizgileri olan nükleer endüstrinin tamamen kapatılması ve füze sanayisinin gündeme getirilmesini görüşme dışı tuttuğu anlamına gelir. Buna karşılık İran da nükleer silah üretmeyeceğine dair daha ciddi güvence ve taahhütler vermeye hazır görünmekte ve muhtemelen uranyum zenginleştirme seviyesini Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nda (JCPOA) üzerinde anlaşılmış düzeye geri getirmeye hazırdır.

Şimdiden umut edilebilir ki, eğer beklenmedik gelişmeler yaşanmazsa, İran’a uygulanan yaptırımların hafifletilmesi, dondurulmuş İran varlıklarının serbest bırakılması ya da İran’dan petrol alımı yapan ülkelere baskı uygulanmaması gibi başlıklar da önümüzdeki haftalarda müzakere edilecek konular arasında yer alacaktır.

Görünüşe göre önümüzdeki cumartesiler İran ve Ortadoğu için kader belirleyici günler olacak; haftanın sonu, haftanın kendisinden daha ilgi çekici hale gelecek.

Riskler

Cumartesi akşamından itibaren oluşan olumlu havaya rağmen, bu müzakereler hâlâ önemli risklerle karşı karşıyadır. Bu sürecin en büyük sorunu, İsrail’in açık muhalefetidir. İsrail, doğal olarak bu görüşmeleri İran’a yönelik “nihai darbe” stratejisiyle çelişkili görmektedir ve bu süreci sabote etmek için hiçbir girişimden kaçınmayacaktır. Bu sabotajlar; İran’ın nükleer ve füze faaliyetlerine dair yeni casusluk belgelerinin ifşa edilmesi, dünyanın farklı bölgelerinde sabotaj eylemlerinin gerçekleştirilmesi, İran’a yönelik provokatif eylemler (örneğin, İranlı yetkililere yönelik suikastler) gibi çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir. Washington’daki Siyonist lobinin çabaları da İsrail’in elindeki diğer bir önemli koz olup, Amerikalı müzakerecilerin zihnini bulandırma konusunda etkili bir araçtır—ki bu, İran’ın sahip olmadığı bir avantajdır.

Bu müzakerelerin en önemli risklerinden bir diğeri de bizzat Donald Trump’ın kendisidir. Trump, kendini yüceltmeye büyük bir eğilim duyan bir figürdür ve Amerikan seçmeninin gözünde kendisini bir “kahraman” gibi göstermeye çalışmak, siyasi faaliyetlerinin temelini oluşturur. Bu nedenle de diğer taraflara yönelik küçümseyici ve aşağılayıcı bir dil kullanmaktan çekinmez. Onun bu ruhsal ve psikolojik yapısı, Amerika’nın kendisine yönelik buyurgan ve küçümseyici tutumlarına karşı aşırı hassasiyeti olan İran için her an her şeyin sona ermesi anlamına gelebilir. Her ne kadar İran’ın müzakerelerin “dolaylı” biçimde yürütülmesindeki ısrarı rasyonel görünmese de, bu tavır aslında İran’ın Amerikan tarafının kibri, sadakatsizliği ve geçmişteki ihanetlerinden kaynaklanan derin travmalarını yansıtmaktadır. Belki de İsrail’den sonra, Trump temsilcileri ile İranlılar arasındaki müzakerelerin başarısızlığa uğraması açısından en büyük risk, bizzat Trump’ın geveze dili ve kibirli karakteridir.

Bir diğer sorun ise, İran iç siyasetindeki denklem değişimlerinin müzakereleri etkileme ihtimalidir. Eğer bu görüşmelerden önemli kazanımlar elde edilirse, doğal olarak Pezeşkiyan hükümetinin siyasi ağırlığı artacaktır. Bu durum da, içerideki siyasi rakiplerini daha fazla harekete geçirecektir. Her ne kadar Pezeşkiyan hükümeti, Ruhani hükümetinin aksine, kamuoyunu oyalayan reklam şovlarından ve “hayal satma” diyebileceğimiz hamlelerden uzak durmakta ve başmüzakereci Abbas Arakçi de selefi Cevad Zarif’in aksine daha temkinli bir duruş sergilemekteyse de, tüm bu ihtiyatlı tutuma rağmen, iç siyasette hükümeti başarısız göstermeye yönelik sabotaj riski her zaman vardır.

Geçtiğimiz hafta İran’ın eski Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin özel kalem müdürü Mahmud Vaezi, bir röportajında şu ifadeyi kullanmıştı: “Garip bir şekilde, bu 40 yıl boyunca ne zaman çeşitli ülkelerle bir açılım yapmak istesek, ya ülke içinde ya da dışında bir olumsuz olay yaşandı.”

Bu tür olaylar, şu anki müzakereler için de tekrar yaşanabilecek tecrübeler olabilir.

Okumaya Devam Et

Görüş

Trump’ın gümrük vergileri ticaret savaşını tetikliyor

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Trump’ın “Yeni Gümrük Vergisi Politikası” Ticaret Savaşını Tetikliyor: Hem Kendine Hem Başkalarına Zarar Veriyor

ABD Başkanı Donald Trump, 2 Nisan’da 180’den fazla ülke ve bölgeden ithal edilen ürünlere %10’luk “baz gümrük vergisi” uygulayacağını duyurdu. Bu vergi 5 Nisan gece yarısından itibaren yürürlüğe girdi; yalnızca Rusya şimdilik muaf tutuldu. Ayrıca, Trump, ABD’nin en büyük dış ticaret açığı verdiği ülkelere özel olarak daha yüksek “karşılıklı gümrük vergileri” uygulayacağını bildirdi. Bu vergiler ise 9 Nisan gece yarısından itibaren yürürlüğe girecek. Diğer tüm ülkeler için %10’luk temel vergi oranı geçerli olacak. Trump, gerektiğinde vergileri artırma veya düşürme “yetkisine sahip olduğunu” iddia etti. ABD Maliye Bakanı Besant ise ticaret ortaklarını misilleme yapmamaları konusunda uyardı. Aynı gün, ABD borsaları büyük bir çöküş yaşadı; üç büyük endeks de son beş yılın en büyük günlük düşüşünü gördü. Doların değeri de diğer para birimlerine karşı düştü.

Ticaret savaşı, barutsuz bir dünya savaşıysa, Trump bu savaşı pervasızca başlatarak ABD’yi tüm dünya ile karşı karşıya getirdi. Bu savaş sadece ülkelerin vergi gelirlerini değil, aynı zamanda küresel üretim, tedarik ve değer zincirlerini, dünya ticaret kurallarını ve ekonomik gelişmeyi, hatta kamuoyunun eğilimlerini, uluslararası ilişkileri ve küresel güç dengesini de etkiliyor.

Trump yönetimi, Cumhuriyetçi Parti’nin file olan sevgisini somut şekilde yansıtıyor; “yeni gümrük politikası”, dünya ticaret sistemi ve uluslararası ilişkilerin porselen dükkanına dalmış bir fil gibi davranıyor—önüne geleni yıkıp geçiyor, dost-düşman ayırt etmeksizin zarar veriyor, ve ABD’yi ilk kez “dünya düşmanı” ve “küresel bela” haline getiriyor.

Ekonomik açıdan, Trump’ın bu politikası, ithal mallara yüksek vergi koyarak diğer ülkeleri ABD ile yeni ticaret anlaşmaları yapmaya zorlamayı, ticaret dengesini sağlamayı, üretimi ABD’ye geri getirmeyi, istihdamı, vergi gelirlerini ve federal tasarrufları artırmayı ve Amerikan ürünlerinin pazar payını genişletmeyi hedefliyor—yani “Amerika’yı yeniden büyük yapma” planına hizmet ediyor.

Jeopolitik açıdan ise, seçim vaatlerini yerine getirmeyi amaçlayan bu politika, “ekonomik silahlar” kullanarak ABD’nin küresel ekonomi ve diplomasideki pazarlık gücünü artırmayı hedefliyor. Gümrük vergileri, stratejik rakiplere baskı kurmak, ABD’nin hegemonyasına meydan okuyan müttefik ve ortakları cezalandırmak ve fikir ayrılığı içindeki rakipleri bastırmak için bir güvenlik aracı olarak kullanılıyor. Amaç, ABD’nin uluslararası ilişkilerdeki üstünlüğünü korumak ve diğer ülkeleri menüye koyarken ABD’nin her zaman “sipariş veren” konumda kalması.

Trump’ın “yeni gümrük düzeni” üç yönlü zarar veriyor: kendine, başkalarına ve dünyaya.

Öncelikle, ithalat vergilerini genel olarak artırmak ABD’de üretimi yeniden canlandırmayabilir veya yatırımı ülkeye çekmeyebilir. Aksine, ABD’ye ithal edilen ürünlerin fiyatlarını ciddi biçimde yükselterek, özellikle otomobil, beyaz eşya ve elektronik ürünlerde, Amerikan tüketicisinin ve satıcılarının daha fazla ödeme yapmasına neden olabilir. Ayrıca, bu durum ekonomik durgunlukla birlikte enflasyon (stagflasyon) riskini artırabilir, tarım ve sanayi ürünlerinde maliyet artışına, ihracatta rekabet gücünün zayıflamasına ve pazar dışına itilmesine neden olabilir. ABD’de birçok iş çevresi bu politikayı sert şekilde eleştirirken, kamuoyu yoklamalarının yarısından fazlası da bu politikaya olumsuz bakıyor. Goldman Sachs, önümüzdeki 12 ay içinde ABD’nin resesyona girme olasılığını %20’den %35’e çıkardı—yani Trump, deyim yerindeyse “kendi ayağına sıkıyor”

İkinci olarak, ABD’nin diğer ülkelere ait mallara yüksek vergi uygulaması, hedef alınan tüm ülkeleri büyük sanayi, ticaret ve ekonomik zorluklarla karşı karşıya bırakacak; hatta sosyal ve siyasi krizlere yol açabilecek. ABD’nin yüksek gümrük tarifeleri, birçok çok uluslu şirketi geleneksel düşük maliyetli ülkelerden ayrılmaya ve daha düşük gümrük tarifesi uygulayan bölgelere taşınmaya zorlayabilir. Bu da, bu ülkelerde sanayisizleşmeye, ticari dışlanmaya, borsa ve döviz piyasalarında balonlara, ekonomik bozulmaya; hatta devlet iflaslarına, toplumsal kargaşalara, rejim değişikliklerine ve savaşlara neden olabilir. Tarihsel deneyimler gösteriyor ki, ABD gibi büyük ekonomiler krizlerini başka ülkelere ihraç ettiğinde, bu durum gelişmekte olan ülkeler için yıkıcı sonuçlar doğurur.

Üçüncü olarak, Trump’ın “yeni gümrük politikası”nın oluşturduğu ezici etki, adeta “fil sürüsünün geçtiği yerde ot bile bitmez” türünden bir yıkımı temsil ediyor. Bu “gümrük sopası”, sadece 180’den fazla ABD ticaret ortağını değil, tüm dünya fiyatlandırma sistemini, ticaret sistemini, iş bölümü sistemini, değer sistemini ve tedarik zincirini altüst ediyor. Bu politika, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra titizlikle kurduğu küresel ticaret döngüsünü ve arz-talep sistemini yıkıyor ve dünya ekonomisi için “destansı bir felakete” yol açıyor. İngiliz Financial Times gazetesi, Trump’ın tetiklediği küresel ticaret savaşının dünya ekonomisine 1.4 trilyon dolarlık zarar verebileceğini öngörüyor. Eğer ülkeler ABD’ye misilleme olarak %25 vergi uygularsa, bu durum 1930’lardaki Büyük Buhran’la eşdeğer bir küresel krize neden olabilir.

Trump’ın politikası, ABD’nin süper güç olarak yaşadığı “üçlü kaybı” ortaya koyuyor: ahlak kaybı, norm kaybı, dost kaybı.

Diğer ülkelere ağır vergiler uygulamak, ahlaki bir çöküşü, bencilliği ve sadece kendi çıkarlarını gözetmeyi temsil ediyor. Bu, Fransa Kralı XV. Louis’nin “Ben öldükten sonra isterse tufan kopsun” anlayışının günümüzdeki yansıması. ABD’nin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi değerlerini ve Hristiyan Evanjeliklerinin “mesih misyonunu” tamamen çiğniyor.

Bu aynı zamanda bir norm kaybıdır. ABD, Batı uygarlığının Amerika kıtasındaki devamı olarak, iki dünya savaşının kurtarıcısı ve savaş sonrası küresel düzenin mimarı olarak görülüyordu. “Amerikan Rüyası” Francis Fukuyama tarafından “tarihin sonu” olarak tanımlanmıştı. Ancak Trump’ın politikası bu imajı paramparça etti. Yakın komşular Meksika ve Kanada’dan başlayarak, Atlantik ötesi ortaklara ve Asya-Pasifik askeri müttefiklerine kadar herkese yüksek vergi uygulandı. Bu, liderlikten uzak bir tutumdur ve ABD’yi bir zorba gibi göstermektedir. Trump yönetimi, Batı’nın yüzyıllık “siyasi ikonunu” kendi eliyle yıkmaktadır.

Ayrıca, bu yaklaşım ABD’nin güvenilirliğini ve dostlarını da kaybetmesine neden oluyor. “Amerika’yı yeniden büyük yapma” adına, ABD komşularını, müttefiklerini, hatta yeni edindiği dostlarını bile hedef alıyor. Meksika, Kanada, Japonya, Güney Kore, Hindistan ve Vietnam bile Trump’ın bu politikalarından olumsuz etkilenmiş durumda. Avrupa liderleri “ABD artık Avrupa’nın düşmanı” diyerek tepki gösteriyor. Japonya eski Başbakanı Ishiba Shigeru “aşırı hayal kırıklığı ve üzüntü” duyduğunu dile getiriyor. Vietnam, Trump’ın “çekici diplomasisinin” iflas ettiğini düşünüyor.

Sonuç olarak, daha önce ABD’ye hayranlık duyan, güvenen ve onu takip eden ülkeler artık büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. ABD, dünyada yalnızlaşıyor.

Mao Zedong bir zamanlar şöyle demişti: “Devrimin ilk sorusu, düşmanın ve dostun kim olduğunu ayırt etmektir.” Günümüzde uluslararası ilişkilerde ve küresel ticarette de aynı soru geçerlidir. Mevcut durumda, ABD dünyaya karşı bir düşman haline gelmiştir. Günümüzün uluslararası ilişkilerine, küresel ekonomik ve ticari sistemlerine ve küresel dolaşım oyununa uygulandığında, tüm taraflar, normal ve adil uluslararası ilişkileri sürdürme ve sorunsuz, istikrarlı uluslararası ticaret ve ekonomik operasyonları sağlama sürecinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin kendisini tüm dünyaya karşı konumlandırdığını ve bir “küresel düşman” haline geldiğini kabul etmek zorunda kalacaktır. En azından tarife savaşları boyutuyla ölçüldüğünde, Amerika’nın sosyal sistemleri, siyasi yapıları, ideolojileri veya değerleri ne olursa olsun tüm uluslara yönelik kapsamlı düşmanlığı ve husumeti absürd bir uç noktaya ulaşmıştır. ABD, “önce gümrük tarifeleri, her şeyden önce para, yüce Amerika” doktrini altında hareket etmektedir. Trump bu günü ABD’nin “Kurtuluş Günü” olarak ilan etti ama aslında bu, ABD’nin “yeni muhafazakârlık” yoluna sapmasının, “küreselleşme liderliğini” terk etmesinin ve dünya ekonomisindeki liderliğini bitirişinin yıldönümüdür. Bu tarih, dünya ekonomisinin felaket günü, ve ABD’nin ticaret tek taraflılığına karşı küresel direnişin ilan günüdür.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English