Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Hizbullah yeni cepheyi İsrail topraklarında açtı

Yayınlanma

ABD merkezli düşünce kuruluşu Atlantik Konseyi (Atlantic Council) İsrail’in için uyarı niteliğinde bir makale yayınladı. Hizbullah’ın İsrail içinde ve Batı Şeria’da yeni birer cephe açtığını öne süren makale, bu yeni cephenin İsrail içinde periyodik olarak dağınık bir kaos ortamı yaratmanın çok ötesine geçen hedefleri olduğu görüşünde. Makale, bu cephelerin şu an ve gelecekteki olası büyük çatışmada Hizbullah’ın elini güçlendireceğini ve İsrail’in bu tehditle yüzleşmesi gerekeceğini ifade ediyor.  

 ***

Hizbullah ve İran dördüncü bir cephe açtı: İsrail’in içi

David Daoud

Mavi Hat, İsrail ile Hizbullah arasında 2006’da yaşanan çatışmadan bu yana nispeten sakin; aldatıcı sessizlik, her iki tarafın da kaçınılmaz olduğuna inandığı gelecekteki çatışmaya yönelik saplantılı hazırlıklarını gizliyor. İran’ın bölgesel stratejisi doğrultusunda Şii örgüt Güney Lübnan, Gazze Şeridi ve Suriye’de Yahudi devletiyle doğrudan ya da müttefikleri aracılığıyla savaşmak üzere çeşitli cepheler kuruyor. Ancak İsrail’in dikkati sadece örgütün sınırları ötesindeki faaliyetlerine odaklanmışken, Hizbullah’ın İsrail hatlarının gerisinde hem ülkenin resmi sınırları içinde hem de Batı Şeria’da, başka bir cephe kurduğu görülüyor.

Hizbullah’ın son zamanlardaki aşırı hareketleri nedeniyle İsrail güvenlik kurumları, örgütün İsrail ile yeni bir doğrudan savaşa ya da güvenlik tırmanışına hazır olup olmadığını gösteren sinyalleri tespite odaklanmış görünüyor. Mart ayında Hizbullah sınır boyunca görünürde silahsız bin personel konuşlandırdı (bunların dört yüzü Hamas’a bağlı Filistinlilerden oluşuyordu). Kısa bir süre sonra Şii örgüt, İsrail’e karşı iki saldırı düzenledi ancak İsrail’in misilleme yapmasını ya da gerilimi tırmandırmasını önlemek için bu saldırılarla arasına yeterli mesafe koydu. Mart ayı sonlarında Filistinli bir militan Lübnan’dan sızarak Megiddo’ya Hizbullah’ın damgasını taşıyan bir patlayıcı yerleştirdi. Ardından Nisan ayı başında Hamas Lübnan’dan İsrail’e otuz dört roketlik bir yaylım ateşi açtı.

Bunu takiben Hizbullah, İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilişini anmak için devasa ama nispeten rutin bir “savaş oyunu” sahneledi. Bu, daha küçük ölçekte de olsa Hizbullah’ın 2006’da İsrail’e karşı kazandığı “zafer”in anısına, Ağustos 2012’de düzenlediği Celile’ye yönelik on bin kişilik işgal tatbikatını andırıyordu. Grup bu kez gazetecileri, yanan çemberlerden atlayarak, motosikletlerin arkasından ateş ederek, duman bulutlarının arasından çıkarak ve tepelere asılmış İsrail bayraklarını havaya uçurarak İsrail’i yok etmek için eğitim alan maskeli savaşçıları gözlemlemesi için davet etti. Bir savaş tatbikatı olarak işe yaramayan gösteri; manşetlere çıkmayı, Hizbullah’ın savaş videoları için görüntüler üretmeyi ve destekçilerinin Hizbullah’ın İsrail’i caydırabileceğine, yenebileceğine ve yok edebileceğine olan inancını güçlendirmeyi amaçlayan saf bir askeri tiyatroydu. Ayrıca Hizbullah’ın İsrail topraklarına sızmasını ve Har Dov/Şeba Çiftliklerine iki ileri karakol kurmasını da kapsıyor olabilir; bu İsrail’in sabrının sınırlarını test etmek ve misillemeye maruz kalmadan angajman kurallarını kademeli olarak ayarlamaya çalışmaktır.

Bazı gelişmelerin ne kadar kritik olursa olsun Hizbullah’ın İsrail hatlarının gerisinde bir vekil güç noktası oluşturmaya yönelik daha tehlikeli inisiyatifini gölgeliyor. Hizbullah, en azından İsrail’in 1992’de dört yüz Hamas ve Filistinli İslami Cihad (PIJ) savaşçısını Güney Lübnan’a sürmesinden ve bir yıl sonra yeniden kabul etmesinden bu yana, onlarca yıldır böyle bir seçeneği arzuluyor. Bu geri dönenler Hizbullah ve İran’ın İsrail’le içeriden savaşması için bir çekirdek görevi gördü- bu çaba, Filistin Lideri Yaser Arafat’ın El Fetih’ine (1998’den başlayarak) ve ardından İkinci İntifada sırasında ve sonrasında birkaç silahlı gruba doğrudan silahlı yardımla devam etti.

O zamandan beri Hizbullah, İran’ın İslam Devrimi Muhafızları Ordusu (IRGC) ile birlikte veya ayrı olarak çalışarak, Arap İsraillileri, Lübnanlıları, yabancı pasaportlu Arap ülkelerinin vatandaşlarını ve Filistinlileri istihbarat toplamak, ek varlıklar kazanmak veya terör saldırıları planlamak amacıyla İsrail içinde uyuyan hücreler kurmak için önemli çaba harcadı. Bu amaçla, Lübnanlı ve Arap İsrail suç ağları arasındaki bağlantıların paha biçilmez olduğu kanıtlanmıştır.

Grubun geçmişteki ve şimdiki davranışlarına ek olarak Hizbullah ve İranlı yetkililerin açıklamaları, İsrail içinde periyodik olarak dağınık bir kaos ortamı yaratmanın çok ötesine geçen, iddialı üç hedefi ele veriyor.

İran’ın bölgesel stratejisinin bir parçası da vekillerinin yerel silah üretim kapasitelerini geliştirmektir. İran Devrim Muhafızları bu hedefe Lübnan’daki vekillerine güvenerek Güney Lübnan’daki Hizbullah ve Yemen’deki Husiler ile Gazze Şeridi’nde ulaşmıştır. Hizbullah’ın o dönemki askeri komutanı İmad Muğniye, 2005’te İsrail’in çekilmesinden bir süre sonra ve 2008’de suikasta kurban gitmeden önce aylarca kıyı bölgesinde Filistinli militanları roket ve fırlatma rampası üretimi ile tünel ve roket savaşı konusunda eğitti.

Buna paralel Hizbullah ve İran da bu sonucu Batı Şeria’da tekrarlamaya kararlı görünüyor. İran Devrim Muhafızları Genel Komutanı Hüseyin Selami 2022’de bunu itiraf ederek İran’ın amacının Batı Şeria’yı “Gazze’nin silahlandırıldığı gibi” silahlandırmak olduğunu söyledi. Fars Haber’e verdiği demeçte, “Bir şey içeride büyüdüğünde durdurulamaz” dedi. Kendilerine “[Yahya] Ayyaş Müfrezesi – Cenin’in Batısı” adını veren Hamas’a bağlı bir grup tarafından 26 Haziran’da Cenin’den roket atma girişiminde bulunulması ve Haziran ayında Doğu Kudüs’te bir fırlatma rampasının yanı sıra 3 Temmuz’da Cenin’de silah laboratuvarlarının bulunması bu çabaların sonuç vermeye başlamış olabileceğini gösteriyor.

Selami’nin 2014’teki ifadesine göre ikinci ve tamamlayıcı bir hedef de Batı Şeria’yı İsrail için “yakın zamanda dayanılmaz bir cehenneme dönüştürmek”. İran bu görevi, Batı Şeria’daki hücreleri toparlayan ve finanse eden Genel Sekreter Hasan Nasrallah’ın oğlu Cevad’ın liderliğindeki Birim 133 aracılığıyla Hizbullah’a verdi.

İsrail polisi ve Şin Bet’e göre, Hizbullah’ın İsrail ve Batı Şeria’ya sürekli silah kaçakçılığı 2021’den bu yana önemli ölçüde arttı. Bu artış, Haziran 2021’de başlayan ve Eriha gibi uzun süredir sakin kabul edilen şehirlere yayılan huzursuzlukla birlikte Batı Şeria’da devam eden şiddetin tırmanışından hemen önce gerçekleşti.

Bu çabaların bir sonucu olarak, bir zamanlar Batı Şeria’da (örneğin Hamas ve Filistin İslami Cihad) veya tüm bölgede (örneğin El Aksa Şehitleri Tugayları-AAMB) feshedildiği düşünülen gruplar yeniden canlanma yaşadı. Özellikle Cenin ve Nablus’ta yeni silahlı gruplar da ortaya çıktı. Tutarlı ideolojilerden beslenen bu gruplardan bazıları, PIJ Kudüs Tugayları ile bağlantılı Cenin Müfrezesi ve Nablus Müfrezesi ile AAMB’nin Hizam el-Nar ve Liva Şüheda’sı gibi büyük örgütlere bağlı.

Nablus merkezli, karanlık ve dağınık bir oluşum olan Aslanlar Yuvası gibi diğerleri ise daha çok hayal kırıklığı ile motive oluyor. Bu grup Ağustos 2022’de bağımsız olarak ortaya çıktı ve Filistinli gençlerin hem Filistin Yönetimi’nin etkinliği hem de İsrail ile müzakereler konusundaki hoşnutsuzluklarından yararlandı. Ancak burada da İran alevleri körüklüyor. Şin Bet Direktörü Ronen Bar kısa süre önce Tahran’ın örgüte katılımı teşvik etmek için online platformları kullandığını belirterek, İslam Cumhuriyeti’nin şiddeti kışkırtmak için mevcut herhangi bir vektörü (ideolojik motivasyon veya hayal kırıklığı) sömürdüğünü söyledi.

Son olarak ve belki de en tehlikelisi, İran ve Hizbullah, Direniş Ekseni jargonunda “cephelerin birleşmesi” olarak adlandırılan şeyi tesis etmek için Arap ve Yahudi İsrailliler arasındaki gerilimleri kullanmaya çalıştı. Bu amaçla Hizbullah Genel Sekreter Yardımcısı Naim Kasım, İsrail’in Mayıs 2021’de Gazze merkezli Filistinli militanlarla çatışmasıyla çakışan etnik gruplar arası isyanları “stratejik bir değişim ve tarihi bir dönüm noktası” olarak nitelendirdi. Batı Şeria, Gazze ve Kudüs’teki Filistinlilerin “48 Arapları” ile amaç birliği içinde olduğunu belirten Kasım, artık sadece doğrudan etkilenen kesimin değil tüm Filistinlilerin İsrail’in herhangi bir saldırısı ya da tecavüzüne toplu olarak karşılık vereceğini söyledi.

Kasım gibi Hizbullah Yürütme Konseyi Başkanı Haşim Safiedin de kısa süre önce bu gelişmenin örgütün İsrail’i içeriden vurmasına olanak sağlayacağını öne sürdü. “Birleşik cephelerin” Hizbullah’a İsrail içinde neredeyse istediği zaman kaos yaratma imkânı verdiğini hayal eden Safiedin, “Direniş’in [İsrail’in] 1948 sınırları içindeki operasyonlarda yer alacağı gün gelecek, İsrail’in hayal bile edemeyeceği bir şey… Bu [Siyonist] rejimin içeriden çökmesine neden olacak. Direniş’in ’48 topraklarına’ girmesi halinde neler olacağını bir düşünün” dedi.

İsrail ve Batı Şeria’da bir cephe açmanın Hizbullah için -şimdi ve grubun Yahudi devletine karşı vaat ettiği “kapsamlı savaş” sırasında- çok büyük faydası var. Şimdilik grubun İsrail’in kanını vekiller aracılığıyla akıtmaya devam etmesini sağlarken makul bir inkâr edilebilirlik sağlıyor. Bu durum en azından IDF’yi düşük seviyeli de olsa sürekli şiddetle mücadele etmek zorunda bırakıyor. En kötü ihtimalle, İsrail’in Filistinli militanlarla devam eden çatışmaları, taraflardan birinin ya da her ikisinin yanlış hesaplama ya da aşırı tepki olasılığını artırarak yeni bir intifadanın fitilini ateşleyebilir. Böyle bir sonuç hem liderleri hem de İsrail’le müzakereler konusunda hayal kırıklığına uğramış ve İkinci İntifada’nın kanlı yüzünü hatırlamayan genç Filistinli neslin, Filistin toplumunu silahlı çatışmaya geri dönme yönünde meyletmesi nedeniyle giderek daha makul görünüyor.

Hizbullah’ın İsrail içindeki “cephe hattının” gelecekteki faydası bir savaş sırasında ortaya çıkacaktır. Yıllar sonra Hizbullah bu savaşı İsrail-Filistin takviminde yer alan dini ya da milliyetçi açıdan hassas yıldönümlerinden birinde başlatabilir. Dini ya da milliyetçi duyguların (Filistin ve Yahudi taraflarından birinde ya da her ikisinde) yükseldiği bir döneme denk gelecek bir çatışma zamanlamasıyla örgüt Batı Şeria’da yetiştirdiği hücreleri harekete geçirebilir.

Ayrıca İsrailli Arap suç şebekeleri arasındaki bağlantılarını kullanarak Yahudi bir hedefe (örneğin Arap-Yahudi karışık bir İsrail kentindeki bir sinagoga) milliyetçi motivasyonla saldırı düzenleyebilir. Bu basit eylemle Hizbullah, etnik gruplar arasında bağımsız olarak yükselen gerilimlerden faydalanarak, tıpkı Mayıs 2021’de olduğu gibi Yahudi ve Arap aşırılık yanlıları tarafından bir eylem ve tepki dalgası başlatabilir ve bu dalga söz konusu toplulukların geri kalanına ve ülke geneline yayılabilir. Hizbullah, Yeşil Hattın her iki tarafında da karışıklıklar yaratarak İsrail’i, hükümetinin ve güvenlik güçlerinin dikkatini, örgütün hayatta kalması için en kritik yer olan Lübnan da dahil diğer aktif cephelerden, hatlarının gerisindeki ölümcül bir tehditle yüzleşmeye yönlendirmeye zorlayacaktır.

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.

İsrail Hegemon Olamaz

İsrail hükümeti, bölgesel hakimiyet için hamle yapıyor; ancak bu büyük ihtimalle başarılı olmayacak.

Stephen M. Walt, 16 Haziran 2025

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.

Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?

İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?

Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.

Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.

Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.

Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.

Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.

İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.

En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.

Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.

Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English