Dünya Basını
Rus Dışişleri: Barış zamanı değil

Aşağıdaki epey uzun yazı, 18 Ağustos’ta Rusya Dışişleri Bakanlığı resmi yayın organı “Mejdunarodnaya jizn” (The International Affairs) internet sitesinde yayınlandı. Bu tür yazılarda adetten olduğu gibi, “yazarın görüşleri editörün görüşleriyle örtüşmeyebilir” notu düşülerek.
Kişisel olarak ben, yazıdaki bazı noktaların eksik ve yetersiz olduğunu düşünüyorum; ama bu (resmi bir diplomasi dergisi için) şaşılacak kadar doğrudan, dolambaçsız yazının önemini azaltmıyor.
Rusya’da savaş ve çatışmaya ilişkin resmi ve yarı resmi jargonu bilmeyen okur, bu dolambaçsızlığı hissetmekte güçlük çekebilir. Çatışmayı sınırlı gösteren “özel askeri harekât” ifadesi bu jargonun ayrılmaz parçasıdır. Oysa yazıda, bunun yerine en genelde “savaş” denilmekte oluşu, çatışmanın hissedilen biçiminin değişmekte olduğuna da yorulmalı.
Yazı, yeni bir “Minsk”e kategorik olarak karşı. Eğer bir şeye karşıysanız, bu, o şeye yönelik bir eğilimin var olduğu anlamına gelir. Buna karşı olduğunuzu bildirdiğiniz platform Rusya’nın üç temel devlet organından Dışişleri ise (diğerleri Savunma Bakanlığı ve Başkanlık İdaresi) bu da açıkça siyasi bir tutum beyanı demektir.
* * *
Barış zamanı değil
Denis Baturin
Muhtelif mütareke seçenekleri, ateşkes şartları, görüşmelere başlama şartları yabancı medyada sık sık yer alıyor ve batılı siyasetçiler ve görevliler tarafından da ortalığa saçılıyor.
Bunların sonuncusu NATO genel sekreterinin özel kalem müdürü Stian Jenssen tarafından açıklandı: Bence çözüm, Ukrayna’nın topraklarından vazgeçmesi ve bunun karşılığında NATO üyeliği alması olabilir.” Jenssen’in Norveç’te yayınlanan Verdens Gang’da yer alan sözleri böyleydi. Jenssen, Ukrayna’nın askeri bloğa gelecekteki üyeliği konusunda da önemli ilerlemeler olduğunu vurguladı. Bu bağlamda kimi bölgelerin Rusya’ya bırakılmasının çatışan taraflar arasında uzlaşmaya yönelik olası yollardan biri olabileceğini belirtti. Kalem müdürü, toprak verilmesi meselesinin NATO’da da gündeme geldiğini ekledi. Jenssen’e göre herkes doğu Avrupa’da askeri bir çatışmanın tekrar edilmemesinden yana.
NATO yetkilisinin sözleri bir bomba etkisi yarattı. Ukrayna Yüksek Rada’da “Halkın Hizmetkârı” grubu lideri David Arahamiya şöyle dedi: “Topraklarımızdan neye karşılık olursa olsun vazgeçmek üzerine yapılan konuşmalar ancak saldırganlığı cesaretlendirir. … Topraklardan vazgeçilmesi savaşın sonu anlamına gelmez. Bu, yerkürenin başka noktalarında yeni çatışmaları garanti eder.”
Ukrayna başkanlık ofisi başkanı müsteşarı Mihail Podolyak’ın yorumu da kayda düştü: Ukrayna NATO üyeliğine karşılık toprak takası yapmayacak: “NATO şemsiyesine karşılık toprak vermek mi? Tuhaf. Yani bilinçli olarak demokrasiyi kaybetmeye … uluslararası hukuku yok etmeye ve savaşı da kaçınılmaz olarak diğer nesillere devretmek.” Potodyak, X’te (eski Twitter) böyle yazdı. Podolyak’a göre NATO’nun Rusya’ya toprak verilmesinden değil Ukrayna’ya silah sevkiyatını hızlandırmaktan bahsetmesi gerek.
ABD’nin Avrupa ordusu eski komutanı General Ben Hodges ise, Ukrayna’nın Rusya’ya toprak vermesi fikrinin “korkunç” ve “tehlikeli” bir teklif olduğunu söyledi. Dahası, general Kırım üzerinde de durdu, Kırım’ın Ukrayna için, esas olarak da NATO için stratejik önemini belirtti: “Bu korkunç bir fikir. … Ukrayna’nın ülkesinin hangi kısmından vazgeçmesi gerektiğini uzun uzun ve ısrarla düşünmesi gerek. Demek istediğim, Kırım’ı mı Rusya’ya bırakacak? Ukrayna’da düşünmeyi bilen herkes bunun son derece tehlikeli olduğunu, Rusya’nın hiçbir mutabakata uymayacağını bilir. Rusya Kırım’ı işgal altında tutarken Ukrayna’nın ekonomisini imar etmesi son derece güç olacaktır. Bu, limanlarındaki gemilerin seyrüseferini allak bullak edebilir. Yani bu korkunç bir teklif. Bence, Ukrayna’nın Kırım’dan vazgeçmesi gerektiğini kabul eden insanlar haritaya bakmalı ve bir tarih ders kitabı okumalı, bu nedenle ben bunda Ukrayna için hiçbir artı görmüyorum.” Hodges’in sözlerini yorumsuz bırakmak güç. Gerçekten de bizatihi generalin haritaya bakması ve bir tarih ders kitabı okuması gerek, Ukrayna ortaya çıkmazdan çok öncesinden beri Rusya İmparatorluğu’nun parçası olmuş Kırım’ın Rusya için varoluşsal önemini anlamayan herkes de öyle yapmalı.
NATO memuru Jenssen dört yandan tepkiler aldıktan sonra geri vitese taktı: “Bu konudaki görüşüm [Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşılık toprak vermesi] Ukrayna’nın geleceğine dair olası senaryolar üzerine çok daha geniş bir tartışmanın parçasıydı ve ben bunu ifade etmemeliydim. Bu doğru olmadı.”
NATO’dan da, Kiev’in ittifaka katılması meselesindeki tutumlarının değişmediği açıklaması yapıldı: blok, “sürdürülebilir bir barış” için Ukrayna’yı desteklemeye devam edecek.
“Sürdürülebilir bir barışın” ne olduğunu NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg açıkladı: “Ukrayna savaşı kazanana kadar NATO onu destekleyecek.” İttifakın genel sekreteri bir kez daha “barış savaştır” demiş oluyor. Ukrayna’ya bir silah-devlet, savaş meydanında yenmenin mümkün olmayacağı Rusya ile cepheleşmede NATO’nun vekil kuvveti rolü verildi; ama batı ümidini kaybetmiyor, Moskova’nın gücünü iktisadi yaptırımlarla zayıflatmaya çalışıyor ve Rusya’da iktidar değişikliği bekliyor. Yani mesele hiç de Ukrayna’da ne olduğu değil; mesele Rusya ile cepheleşme.
Ancak (ilginçtir) Kırım bağlamında görüşmelere hazır olunduğuna dair laflar da devam ediyordu. Fransa eski devlet başkanı, Nicolas Sarkozy, Kırım’ın Rusya toprağı olduğunu, Kırım’da yaşayanların kendilerini Rus saydıklarını, Kırım’ın Ukrayna bünyesine dönmesiyle ilgili konuşmaların illüzyon olduğunu söyledi. “1954’e kadar Rusya’nın olan ve nüfusun çoğunluğunun kendini halen Rus saydığı Kırım topraklarından söz edildiğinde, bence, [yarımadanın] herhangi bir şekilde geri dönüşü sadece illüzyondur.” Sarkozy’nin Figaro’ya verdiği beyanat böyleydi. Ancak Sarkozy, “mevcut durumu teyit etmek için” “uluslararası toplumun gözlemi altında bir referandumun” zaruri olduğunu da söylüyor. Sarkozy, bundan başka, eğer Ukrayna “dondurulmuş bir çatışma” istemiyorsa “bu toprakların Ukrayna’ya dönmesi meselesini nihai ve şeffaf biçimde” kapatmak için Rusya’nın yeni bölgelerinde de benzer referandumlar yapılması fikrini ifade etti. Sarkozy başkanlıktan ayrıldığından beri durumu epey kötü takip etmiş: Vladimir Putin bu tür beyanatlara karşı birkaç defa, “Kırım meselesinin kapanmış olduğu”, keza yapılan referandumların da yeterli olduğu cevabını vermişti.
Hodges de Sarkozy de Kırım’ı görüşme bağlamına soktular. Bu çerçevede tek bir günün olaylarına bakalım. 12 Ağustos’ta Rusya hava savunma sistemleri Kırım köprüsünü hedef alan üç füzeyi vurdular. Aynı gün hava savunma ve radyo-elektronik muharebe sistemleri tarafından 20 dron da vuruldu ve düşürüldü.
Bu hem batının bariz durumunu hem de Kiev’in çıkış yolu arayışını ortaya koyuyor. Durum şöyle. Karşı taarruzun bozgununu Moskva-City’den Kırım köprüsüne ve Sivastopol’e, yeni topraklara ve sınır bölgelerine Rusya topraklarına füze saldırılarıyla telafi etmeye çalışıyorlar. Bütün bunları peşi sıra medya başarıları ve batıyla askeri-teknik işbirliği dilenciliği biçiminde faaliyet için bahaneler takip ediyor. Bunu batıda da itiraf ediyorlar. The Guardian şöyle yazıyor: “Kiev muharebe meydanındaki başarısızlıklar yüzünden Rusya Federasyonu’na dronlarla saldırılar yapıyor. Ukrayna savunma bakanlığındaki kaynaklarımız, bu tür saldırıların başlıca amaçlarından birinin Rusyalılar üzerinde psikolojik etkide bulunmak olduğunu açıklıyorlar. Ancak bu strateji işlemiyor; saldırı girişimleri Rusya’da yaşayanların özel askeri harekâta yaklaşımları üzerinde belirgin bir etkide bulunmadı, insanlar bunları görmezden geliyorlar.”
Ukrayna Dışişleri Bakanı Dmitriy Kuleba da bunu teyit ediyor (Cidde’deki zirveye Çin’in de katılması sebebiyle Ukrayna’nın Rusya’ya karşı diplomatik ve, ona göre şimdilik sadece diplomatik zaferinin kehanetinde bulunan bu “yüksek profesyonel”): “Ukrayna’yı zorlu bir güz bekliyor, çünkü uluslararası toplum çatışmanın bitirilmesine dair görüşmelerin yürütülmesi zaruretine gitgide daha fazla eğilim gösteriyor.”
Kuleba’nın açıklamasından, Kiev’in savaşa devam etmeye hazır olduğu, ancak batı nezdinde “uluslararası toplumun” yorulmaya başladığı sonucu çıkıyor. Kuleba yorulmamış; Ukrayna yorulmuş, batı da Ukraynalı yetkililere şu fikri telkin etmeye başlıyor: “Ukrayna’nın kayıpları ölü ve yaralı olarak 150 bin askeri personeli aştı. The New York Times, batılı görevlilerin ve analistlerin değerlendirmelerine atıfta bulunarak böyle yazıyor.”
Bu, bir dizi planı kapsayan bir oyun. Kimse Rusya’ya karşı Ukrayna cephesini kapatmaya niyetli değil. Sadece, Minsk mutabakatlarında olduğu gibi nefeslenmeleri gerek; Ukrayna’nın olduğu gibi kendi kaynaklarını da yeniden yüklemek ve tamamlamak için zaman kazanmak istiyorlar. Bu, hububat anlaşmasındaki gibi bir hile olacak. Batı gerçek bir barışa hazır değil, Ukrayna da öyle; ve bu, onları yeni gerçekliği kabul etmeleri için hazırlamaya devam etmek gerektiği anlamına geliyor.
Bunun ne demek olduğunu Yevgeniy Norin “[Çatışmanın] Dondurulması Serabı” başlıklı makalesinde esas olarak serimlemiş. Ukrayna’nın barışa yaklaşımlarına dair tarihi tecrübe (Minsk mutabakatları vakıası) şöyle: “Ukrayna’yı ilgilendiren kesinkes bir barış değil, kendi zaferiydi. [Minsk mutabakatlarından söz ediyor. — Yazarın notu.] Şunu sürekli akılda tutmak gerek: bütün bu çatışma boyunca Ukrayna barıştan sadece kendi askeri zaferini anladı. Şu anda da buna dayanıyor.”
Kiev’in bu davranışı, sayısız gerçek olay ve Stoltenberg’ın açıklamalarıyla teyit edilen bir savaş ve barış mantığıyla da tamamen örtüşüyor. Makalede, “Minsk mutabakatlarının temel probleminin, mütarekenin Ukrayna’yı un ufak eden ve Rusya ile batıyı da içine çeken çatışmanın gerçek çelişkilerinin çözümüne imkân vermemesi” olduğu belirtiliyor. Mevcut çatışmayı dondurmaya yönelik her tür düşüncenin gerçek problemi, savaşı başlatan gerçek çelişkileri hiçbir şekilde çözmemekte oluşu. Rusya’nın durumu ve onun çağdaş dünyadaki geleceği kayboluyor. Batı mutabakatı, genel olarak, Rusya’nın ne bir statüsünün ne de geleceğinin olduğu ve Avrupa’ya açılan bütün pencerelerin sımsıkı kapatılması gerektiği şeklinde.
Rusya yönetiminin çatışmanın çözümü yerine dondurulması anlayışına dayanan eylemleri ancak bir moladır ve bunun arkasından yeni bir tırmanış gelecektir. Alıntılanan makalenin yazarı olan uzman, şu sonuçlara varıyor: “Eğer tam bir ustalık sergilenebilir ve problemin gerçek çözümü bulunabilirse çatışma kökten, yeni bir dünya mimarisiyle sonuca bağlanmalıdır. Bu masadan ayrıntılı ve net bir kararla kalkılmalıdır. Yahut en azından taraflardan biri masadan hiç kalkmamalıdır. … Ama mola bir son değildir. Bu savaş yeni bir ‘Minsk’ ile bitemez. Ancak zaferle bitebilir. Ve barışla.”
Epey sert, ama yerinde bir görüş. Ukrayna’nın karşı taarruzunun bozgunu tarafların potansiyelleri meselesini de aydınlattı; tarafların (Rusya’nın ve bizim karşımızda bulunan Ukrayna ve batının) hedefleri ise matematik sabitler olarak kalmaya devam ediyor.
NATO’nun kaynakları. İttifak bütün gücüne rağmen batı askeri-sınai kompleksinin ışıltısını ve sefaletini, cepheleşmenin temposuna olan hazırlıksızlığını, geniş bir askeri faaliyet alanında yoğun konvansiyonel cepheleşmeye yönelik savaş düzenlerinin uygulanamazlığını gösterdi: “NATO askeri komite şefi Amiral Bauer’in, Ukrayna için yeni savunma planlarının hayata geçirilmesinin (F-16’ların gönderilmesi dahil) uzun yıllar alacağına dair karanlık kehanetleri, NATO’nun bu savaşta karşılaştığı başlıca problemi de ortaya koyuyor. Problem, sanayinin seferberlik potansiyelinin açığa çıkmış olan eksikliğinde ve bu potansiyelin hızla yeniden yaratılmasının imkânsızlığında yatıyor.” Batıdaki sınai seferberlik çarkının dönmesi ve bu istikametteki harcamalarda artış “Avrupa’nın tüm sosyal alanını kendi altına gömüyor; bu sosyal gerilimde daha önce görülmemiş bir tırmanışa yol açacaktır ve bu gerilim devam ederken de geçtiğimiz günlerde Fransa’da yaşanan olaylar medeni bir parlamento tartışması gibi görünecektir.” Böyle bir seferberliğin olmayışı ise ileride Ukrayna’ya silah sevkiyatının kısılması anlamına gelir. Rusya pek çok sektörde ve işletmede seferberlik gücünü korudu; bu şimdi muhtelif başarılarla işliyor ve normal bir çalışma düzenine geçiyor: “Problemleri küçültmek doğru değil, bunlar çok fazla, bilhassa da elektronik ve ilgili sektörlerde, ama bunlar bizim dünyamızda mesela tank fabrikası olmamasından daha kolaylıkla çözülür.”
Ukrayna’nın ise kaynağı yok. Bunlar ya savaşın ilk aylarında yandılar, ya da depo, üs, ambar, altyapı yerlerine yapılan füze saldırılarıyla vuruldular. Ukrayna’nın kaynakları temas hattına tekerlekler üzerinde ulaştırılan batı silah ve mühimmatı. Tamamen Ukrayna kaynağı olan tek şey insan. Rengârenk bir paralı asker kolordusu hesaba katılmamalı; çatışma bu ölçeğin çok üzerinde. Bu nedenle Kiev’de dördüncü seferberlik dalgası üzerine konuşuyorlar şimdilerde. Rada milli güvenlik, savunma ve istihbarat komitesi başkan yardımcısı Yegor Çernev, Ukrayna’da dört “dalga” olması öngörülen bir seferberlik olduğunu söylemişti. Şimdilik bütün erkeklere celp çıkarma zorunluluğu yok, ama bu ortaya çıkarsa herkes savaşa gidecek. “Ancak bugün bu seçeneği konuşmuyoruz. Rusyalıları Ukrayna’nın doğu ve güneyinde tutmak için kaynaklarımız var.” Son sözler, öncesinde söylenenleri biraz yumuşatma girişimi sayılabilir. Ukrayna’daki seferberliğin durumunu bildiklerinden, sıradaki “mucize silaha” zincirlenmiş “Bin Yıllık Ukrayna” savunucuları da çok yakında cephelerde boy gösterecekler.
Çağdaş Ukrayna görüşme yürütemez. Devlet ideolojisi, siyasi sınıf, toplum, enformasyon alanı ve kültür… bütün bunlar Rusya ve Rus dünyasıyla her tezahüründe, her alanda ve her zaman cepheleşmeye yönelik. Bu sonuncusu tarihin yeniden yazılması ve çarpıtılmasıyla, keza Rusya’nın geleceğine dair vizyoner egzersizlerle ilgili; bunun bir örneği, Ukrayna Başkanlık Ofisi başkan yardımcısı müsteşarı Mihail Podolyak’ın ifadeleridir. Kendisi “Rusya’nın yerinde birçok devlet görüyor ve Rusya bayrağının beyaz bayrak olacağını” görüyormuş. Böyle hevesler.
Görüşme yürütecek gücü ve iradesi olmayan, buna hazır olmayan, Ukrayna; milli ve devlet çapında bir felaket hissi hem siyasetçilerde hem de toplumda mevcut, ama bunun kaçınılmazlığına dair henüz bir farkındalık yok. Bu, Rusya için, özel askeri harekâtın hedeflerine henüz erişilmedi anlamına geliyor. Bu, batı için, çatışmanın şişirilmesi ve desteklenmesi anlamına geliyor. Batıdan gelen silah partileri (bu mikro partiler) ancak bu işi görebilir: çatışmanın, Ukrayna’nın askeri potansiyelini Rusya’ya direniş göstermeye yetecek seviyede korunması yoluyla devamı.
Dünya Basını
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek

The Economist dergisinde, gelişmiş ülkelerin içine girdiği demografi krizini ve olası sonuçlarını ele alan “Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek“* başlıklı bir makale yayımlandı. Sizler için çevirdik.
John Uwagboe 2008’de İskoçya’ya taşındığında birkaç hafta boyunca başka bir siyahi erkek görmedi. Nihayet Edinburgh sokaklarından birinde karşıdan gelen bir siyahi adam gördüğünde tanışmak için hemen onun yanına gitti. Tanışmalarıyla birlikte uzun zamandır kayıp arkadaşlar gibi kucaklaştılar, birlikte yemeğe gittiler. “Adam aslında Nijeryalı bile değildi,” diye hatırlıyor Uwagboe, “Ganalıydı!”
2001 yılında İskoçya’da yaşayan Afrikalı sayısı sadece 5.000 idi; yani büyük oranda beyaz olan nüfusun %0.1’ini oluşturuyorlardı. 2022 nüfus sayımına göre bu sayı 11 kattan fazla artmış durumda ve muhtemelen o zamandan beri daha da büyüdü. Uwagboe, eğitim için geldiği İskoçya’da önce bir bankada çalıştı, sonra kendi restoranını açtı. Şimdi sadece Edinburgh’daki Nijeryalılar için kurulmuş bir WhatsApp grubunda 3.000’den fazla üye olduğunu söylüyor. Katıldığı Pentekostal kilisesinin 10 şubesi var. “Kesin olan bir şey varsa, o da Afrikalıların gelmeye devam edeceğidir,” diyor.
Bu kulağa tuhaf gelebilir; Donald Trump göçmenleri sınır dışı ediyor, Avrupa’daki siyasetçiler yerelciliğe yöneliyor, medyada ise Afrika’dan gelen göçmenler çoğunlukla kaçak yollarla sızan teknelerde anlatılıyor. Oysa Afrikalıların büyük çoğunluğu yasal ve normalyollarla kıtayı terk ediyor. Bu tür göç, göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine rağmen artmaya devam etti ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Bu eğilim, hem göç alan ülkelerde hem de Afrika’da derin etkiler yaratacak.
Bu artış, Afrika’nın –dünyanın en genç ve en hızlı büyüyen kıtası– ile diğer tüm bölgeler arasındaki olağanüstü demografik ayrışmadan kaynaklanıyor. Afrika’da işgücü artarken, diğer birçok bölgede azalıyor. Bu nedenle, Cornell Üniversitesi’nden demograflar Kathryn Foster ve Matthew Hall “Göçün geleceği Afrika menşeli olacak” diyor.
Danışmanlık firması McKinsey’in bu yıl yayınladığı “yeni demografik gerçeklik” raporuna göre Amerika, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere ilk dalga ülkelerin 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu (15-64 yaş) 340 milyon azalacak. Ortalama yaşam süresinin uzaması ve doğurganlık oranlarındaki büyük düşüş nedeniyle bu ülkelerde çalışma çağındaki kişi sayısının 65 yaş üstüne oranı 1997’de 7:1 iken, bugün 4:1’e geriledi. 2050’de bu oran 2:1’e düşecek.
İş Var, İşçi Yok
Benzer bir düşüş gelişmekte olan ülkelerde de yaşanıyor. BM’ye göre, 2060 yılına kadar Brezilya’da destek oranı 6.2:1’den 2.3:1’e, Vietnam’da ise 7.5:1’den 2.4:1’e düşecek. George Mason Üniversitesi’nden Michael Clemens, “Tarih boyunca bu kadar hızlı işgücü kaybı görülmedi” diyor.
Bunun istisnası Sahra Altı Afrika. Doğurganlık oranları burada da düşüyor ama yavaş ve yüksek bir seviyeden başlıyor. Bu bölge demografik geçişin daha başında. 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu yaklaşık 700 milyon artarak iki katına çıkacak. 2030 yılına kadar küresel işgücü piyasasına katılan her iki kişiden biri Sahra Altı Afrika’dan olacak.
Ancak bu insanlar kendi ülkelerinde iş bulmakta zorlanacak. Her yıl yaklaşık 15 milyon kişi işgücü piyasasına girerken, yalnızca 3 milyon formel iş yaratılıyor. Afrobarometer’ın yaptığı bir ankete göre, 24 Afrika ülkesinde halkın %47’si göç etmeyi düşündüğünü, %27’si ise bunu “ciddi şekilde düşündüğünü” belirtti. “Daha iyi iş fırsatları” en çok belirtilen neden oldu.
Göç eğilimleri, ülkelerin kişi başına düşen geliriyle karşılaştırıldığında çan eğrisi benzeri bir grafik oluşturur. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 5.000 dolara ulaşınca göç artar, 10.000 dolarda zirveye ulaşır, sonra düşer. Yani çok fakir ülkelerde insanların gitmeye gücü yetmez, zengin ülkelerde ise ihtiyaç duymazlar. Orta gelirli ülkelerde ise hem istek hem imkan vardır.
Göçle özdeşleşen Meksika ve Filipinler gibi ülkeler artık bu zirveyi geçmiş durumda. Oysa Sahra Altı Afrika nüfusunun %94’ü (yaklaşık 1.1 milyar kişi), kişi başına gelirin 10.000 doların altında olduğu ülkelerde yaşıyor. “Afrika’dan göç durdurulamaz bir güç,” diyor Clemens.
Gerek Var Ama İstek Yok
Göçmen kabul eden ülkelerdeki siyaset ise bu güce karşı hareketsiz bir nesne gibi duruyor. Trump, Afrikalı göçmenler arasında popüler olan “çeşitlilik vizesini” askıya aldı. AB, Afrika’dan gelen yasa dışı göçü azaltmak için milyarlarca euro harcıyor. Eski İngiliz hükümeti, Ruanda’dan gelen göçmenleri kabul etmektense İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya göndermeye daha hevesliydi.
Yerlilik savunusu, Afrika’dan göçü kısıtlayabilir. Ancak bu tür kısıtlamaların siyasi bedelleri olur. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi için hemşire ve doktor bulmak zorlaşır. Emek açığı ve sosyal güvenlik açıkları karşısında daha az tercih edilen önlemler (emeklilik yaşını yükseltmek gibi) gündeme gelir. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni seçim kampanyasında göçü azaltacağını vadetti, fakat iktidara geldikten sonra AB dışı ülkelere verilen çalışma vizesi sayısını artırdı. Brexit sonrası İngiltere’de net göç oranı yükseldi. Zengin ülkeler işgücü açığını kapatmak istiyorsa, bunu en çok Afrikalılarla yapacak.
Zaten Yapıyorlar
2024’te, BM verilerine göre 45 milyon Afrikalı ülkesi dışında yaşıyor. Bu, küresel göçmen nüfusunun %15’i. 1990’da bu oran %13’tü. O dönem Afrikalı göçmenlerin yalnızca %35’i Afrika dışındaydı; bugün bu oran %45. Yani Afrika dışındaki Afrikalı göçmen sayısı 1990’dan bu yana üç katına çıkarak 20.7 milyona ulaştı. Bu, Hindistan dışındaki Hintlilerden (18.5 milyon) ve Çin dışındaki Çinlilerden (11.7 milyon) fazla.
Avrupa’daki Afrikalı göçmen sayısı 1990’da 4 milyonken, 2024’te 10.6 milyona çıktı. Fransa’da 4 milyon, İngiltere’de 1 milyon Afrikalı göçmen var. Yeni gelenler, sömürge dönemine dayanan eski diasporalara katılıyor. Daha önce gelenlerin çocukları İngiltere’de sınavlarda ortalamanın üstünde başarı gösteriyor. Özellikle Britanyalı Nijeryalılar spor (rugby kaptanı Maro Itoje), iş dünyası ve siyasette (Muhafazakar Parti lideri Kemi Badenoch) öne çıkıyor.
Afrikalılar artık sadece doktor ya da mühendis olarak değil; bakım evlerinde çalışmak gibi daha mütevazı işler için de geliyor. 2023’te İngiltere’deki bakım evlerinde çalışan yabancı uyruklular arasında Nijeryalılar ilk sıradaydı. Zimbabwe ve Gana’dan da on binlerce kişi bu tür işlerde çalışıyor.
Yeni Azınlık
Son on yılda Amerika, Sahra Altı Afrika’dan en çok göç alan ülke olarak Fransa’nın önüne geçti. 1960’ta Afrika kökenliler toplam göçmenlerin %1’inden azını oluştururken, 2020’de bu oran %11 oldu. 1990-2020 arasında Amerika’ya gelen Afrikalı sayısı, köle ticareti dönemindekinden dört kat fazla.
Columbia Üniversitesi’nden Neeraj Kaushal’ın yakında çıkacak kitabı, “Amerika’nın geleceği Kara Afrika’da” tezini işliyor. Nijerya, Etiyopya, Gana ve Kenya diasporaları, 1980’deki Hint diasporasıyla aynı büyüklükte. Hintli göçmen nüfusu o zamandan beri 13 kat arttı. Benzer bir artış, 2060’a kadar bu dört Afrika diasporasından 10 milyon yeni göçmen anlamına gelir.
Kaushal, Trump döneminde bazı kısıtlamalar getirilse de uzun vadede Amerika göçmen ülkesi olarak kalmak istiyorsa, Afrika’nın en büyük kaynak olacağını savunuyor. Zira Afrika’dan gelen göçmenler hem eğitimli hem çalışkan: Nijeryalı Amerikalıların %64’ü üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran %33. Ayrıca iş gücüne katılım oranları da ortalamanın üstünde.
Göçmenler o kadar başarılı ki bazı Afro-Amerikalı akademisyenler, çocuklarının pozitif ayrımcılık uygulamalarından faydalanmaması gerektiğini savunuyor. Yeni gelenler “Afrikalı-Amerikalı” kavramını da dönüştürüyor. Atlanta’daki Kongo Koalisyonu’ndan Carl Kananda, “Ben Afrikalıyım. Amerika’ya gelene kadar siyah olduğumu öğrenmemiştim” diyor.
Batı Dışında da Varlar
2024 itibariyle, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde 4.7 milyon Afrikalı göçmen var; bu rakam 1990’dan beri üç katına çıktı. Suudi Arabistan, Kenya’ya en fazla döviz gönderen ikinci ülke. Ancak Körfez’deki Afrikalı işçiler çoğu zaman kötü muamele görüyor. Kenya’dan gidenlerin %99’u patronlarından kötü muamele gördüğünü söylüyor. Uganda’da aktivist Marie Mwiza, kadın hizmetçilerin “domates çuvalı gibi” görüldüğünü söylüyor.
Yine de pek çok kişi gitmeye devam ediyor. Uganda’da çalışan Steven Nuwuguba Katar’da zorlu koşullarda çalıştı ama ülkesiyle kıyasla yüksek kazanç elde etti. Birçok kişi bu gelirle iş kurabiliyor.
Afrikalılar Çin’de de var. Nijeryalılar, Endonezyalılardan fazla; Güney Afrikalılar neredeyse Taylandlılar kadar. Yiwu ve Guangzhou gibi şehirlerde binlerce Afrikalı ticaret yapıyor. 2018’de Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 80.000’di; bu sayı Amerika’daki Afrikalı öğrenci sayısından daha fazlaydı.
Afrika İçin Etkileri
Göç, “beyin göçü” korkularını da beraberinde getiriyor. Ancak Kamerunlu ekonomist Narcisse Cha’Ngom’a göre bu daha karmaşık. Evet, nitelikli iş gücü, tüketim ve vergi tabanı kaybediliyor. Ama göçmenlerin gönderdiği döviz, doğrudan yatırımlardan ve yardımlardan fazla. Göç ihtimali, ülkede eğitime olan talebi bile artırıyor.
Cha’Ngom’un 2023 tarihli çalışmasına göre, göç veren ülkelerin çoğu, kişi başına düşen GSYİH açısından göçten net fayda sağlıyor. Ancak bu faydayı artırmak için doğru politikalar gerekiyor. Filipinler hemşire ihracını sağlık eğitimiyle eşleştirdi. Hindistan, göçmenlerini ülkeye beceri ve sermaye getirmeye teşvik ediyor.
Afrika ülkeleri de benzer politikalar geliştiriyor. Kenya, Almanya ile mesleki eğitim ve dil kurslarını içeren bir göç anlaşması yaptı. Hedefleri, yılda 1 milyon Kenyalıyı yurt dışına göndermek. Etiyopya ve Tanzanya da benzer girişimlerde bulunuyor.
Yine de pek çok Afrikalı hükümetlerinin bu fırsatı doğru kullanabileceğine inanmıyor. İşçi ihracatı yapan şirketlerin siyasi elitlere ait olması kuşkuları artırıyor. Ancak yurt dışında şansını denemek isteyen genç Afrikalılar için bu durum pek caydırıcı değil.
Afrikalıların işe ihtiyacı var; dünyanın da işçiye. Bu çıkar birliği büyük bir fırsat. Yeter ki her iki taraf da bu fırsatı değerlendirmeyi bilsin.
Dünya Basını
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı

Eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı ve uzun süredir Asya uzmanı olan Kurt Campbell, ABD’nin Çin’le tehlikeli bir sarmalın içine girmekten kaçınması gerektiğini söyledi. ‘Önce Amerika’ politikası ‘Yalnız Amerika’ politikasına dönüşmemeli dedi.
Campbell, bu hafta Tokyo ve bölgede yaptığı ziyaret sırasında Nikkei Asia‘ya verdiği özel röportajda, “Muhtemelen Çin ve ABD kadar birbirine bağımlı iki ülke yoktur” dedi. Ancak “bu karşılıklı bağımlılıktan daha rahatsız olan iki ülke de yok” diye ekledi.
Joe Biden yönetiminin ikinci diplomatı olarak görevinden ayrıldıktan sonra ilk kez Asya’yı ziyaret eden Kurt Campbell, mevcut Başkan Donald Trump’ın Çin ile ticaret savaşı küresel ekonomiyi ve Asya’yı sarsarken konuştu. ABD, rakibine %145’e varan yeni gümrük vergileri uygulayarak bazı ürünlerin efektif vergisini %245’e kadar yükseltti. Pekin ise Amerikan mallarına %125 gümrük vergisi uygulayarak misilleme yaptı. Campbell, şu anda “Pekin ile Washington arasında neredeyse hiçbir iletişim kanalı bulunmaması”nın riski artırdığını söyledi.
Trump bu hafta iki tarafın müzakere halinde olduğunu ısrarla belirtirken, Çin görüşmelerin yapıldığını yalanladı.
Kurt Campbell, “ABD ile Çin arasında kasıtsız bir yanlış hesaplamadan endişe duyuyorum” diyerek, öncelikli hedefin “kasıtsız bir askeri çatışmaya girilmemesini sağlamak” olduğunu vurguladı.
ABD-Çin ilişkilerinin “derin rekabet” ile tanımlanmaya devam edeceğini belirten Campbell, Washington’daki herhangi bir yönetimin hedefinin “bu rekabeti mümkün olduğunca istikrarlı ve sağlıklı hale getirmek” olması gerektiğini söyledi.
2013 yılında kurucularından olduğu Washington merkezli danışmanlık şirketi The Asia Group’un başkanlığını yürüten Campbell, her iki tarafın da sessiz, kapalı kapılar ardında görüşmelerin yolunu aradığını düşündüğünü söyledi. Ancak “hiçbiri yüzünü kaybetmek istemediği” için diyalog yolunu bulmak “zor olacak” dedi.
Trump, anlaşma halinde gümrük vergilerinin “önemli ölçüde” indirilebileceğini belirtirken, Çin bazı ABD ürünlerine uyguladığı vergileri muafiyet kapsamına almayı düşünüyor.
Geri adım atma görevi, daha geniş uluslararası ilişkilerdeki değişiklikler nedeniyle karmaşık hale geliyor.
Rusya ve Kuzey Kore vurgusu
Kurt Campbell ayrıca, “Şu anda en çok endişe duyulan ilişki, açıkçası Rusya ile Çin arasındaki ilişkidir” dedi. Pekin’nin, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline devam etmesini sağlayarak, ekonomik destek ve çeşitli çift kullanımlı teknolojiler sağladığını savunan Campbell, bunun karşılığında Çin’in, ABD ve müttefiklerinin çıkarlarına “derinden aykırı” denizaltılar ve diğer yeteneklerle ilgili teknolojiler aldığını düşünüyor.
Aynı şekilde Campbell, Kuzey Kore’yi “tehlikeli bir joker kart” olarak nitelendirdi. Trump’ın Pyongyang ile “bir tür diplomasi kurmanın yollarını bulmakla ilgilendiğini” düşünse de, başarısız adımların tekrarlanmasından endişe duyuyor.
1994 tarihli ikili anlaşma çerçevesi, 2000’li yıllarda yapılan altı taraflı görüşmeler ve Trump’ın Kuzey Kore lideri Kim Jong Un ile yaptığı çok sayıda toplantıya atıfta bulunarak, “Önceki çabaların başarılı olmadığını unutmamalıyız” dedi. Bu arada Kuzey Kore’nin, “nükleer silahlar ve bunları uzun menzilli füzelerle fırlatma kapasitesi” konusunda ilerleme kaydettiğini kaydetti.
Bunun da ötesinde Campbell, Trump’ın ilk dönemine kıyasla “dünyanın, Kuzey Kore’nin Rusya ve Çin ile güçlenen ilişkileri göz önüne alındığında, ABD ile diplomasiye daha da dirençli hale gelebileceği şekilde değiştiğini” söyledi.
Güney Kore ve Japonya ile üçlü işbirliği ve gemi inşası
Campbell’a göre ABD’nin izlemesi gereken yol, Trump yönetiminin dost ve düşmanlara gümrük vergileri uygulayıp baskı yapmasına rağmen ittifakları güçlendirmektir.
“Atabileceğimiz en önemli adımlar, caydırıcılık ve benzer düşünen ülkelerle ortak çabalardır” dedi, bu ülkeler arasında, bölgedeki iki uzun soluklu müttefik olan Japonya ve Güney Kore ile üçlü işbirliğinin de yer aldığını belirtti.
Campbell, ticari ve askeri önemi ve Çin’in hakim konumu nedeniyle bu alanı ‘en büyük zorluklarımızdan biri’ olarak nitelendirerek, üçlü işbirliği için doğal bir alan olarak özellikle gemi inşasını gündeme getirdi. Güney Kore ve Japonya bu alanda en büyük ikinci aktörlerdir.
Campbell, “Bu tür bir işbirliğini zorlaştıran birçok kısıtlama var, ancak Başkan Trump’ın belirttiği şeylerden biri, iş yapmaya açık olduğu” dedi. “O, belirli alanlarda, askeri teknolojide ve özellikle gemi inşasında daha güçlü ilişkiler kurmak için uzun süredir var olan engelleri aşmaya hazır” ifadelerini kullandı.
Japonya bölgede ABD için en önemli ilişki
Trump’ın gümrük vergilerini bir baskı aracı olarak kullanmasına ve Tokyo’nun Washington ile bir anlaşma arayışına girmesine rağmen, Campbell “ABD’de bunun sadece önemli bir ilişki değil, ABD için en önemli ilişki olduğu ve bu ilişki üzerine bir dizi başka şey inşa ettiğimizin farkında olunduğunu” söyledi.
Campbell, Japonya’nın her zamanki gibi “geride kalma” zamanının değil, katılım ve fırsatları değerlendirme zamanı olduğunu söyledi.
Tokyo’ya “iki farklı yolda, tam hızla ilerlemesi” tavsiyesinde bulundu. Bunlardan biri, “Washington ile derin bir işbirliği içinde stratejik bir şekilde çalışmak için mümkün olan her şeyi yapmak.” Diğeri ise, çok taraflı ticaret çerçevelerini güçlendirmek, iklim değişikliği ve temiz enerji konusunda öncülük etmek ve Trump yönetiminin ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı (USAID) kapatarak yarattığı boşluğu doldurmak için Afrika, Pasifik ada ülkeleri ve Güneydoğu Asya’ya yardım sunmaya devam etmek gibi “Japonya’nın dünyadaki rolünü güçlendirmek için giderek daha bağımsız adımlar atmak.”
ABD-Japonya ittifakının güvenlik yönüne gelince, eski müsteşar, bunun “paternalist olamayacağını” ve “tamamen eşit bir ortaklık olması gerektiğini” söyledi.
“Genişletilmiş caydırıcılıkta Japonya’nın [daha büyük] bir rol oynamasını dışlamıyorum” dedi.
İmparatorluk ve işgalin hatıralarının hala taze olduğu bir bölgede, daha aktif Japon kuvvetleri muhtemelen şüpheyle karşılanacaktır. Ancak Kurt Campbell, “Mesajım şudur: Şimdi cesur olmak, kendinden emin olmak, dış politikada bazı riskler almak ve Japonya’nın küresel sahnedeki rolünü ilerletmek için doğru zaman” dedi.
“Zorluklar ve riskler olduğu kesinlikle doğru, ancak fırsatlar da var. Bu fırsatları şekillendirme zamanı” diye ekledi.
Campbell ayrıca, ABD’nin askeri varlığının ve nükleer caydırıcılığının önemini vurgulayarak, “Dikkatli olmalıyız ve Amerikan dış politikasının en büyük başarılarından birinin, çoğu ülkenin Avrupa ve Asya üzerinde ABD’nin genişletilmiş caydırıcılığını açık ve net bir şekilde kabul etmesi olduğunu kabul etmeliyiz” dedi ve ekledi: “Barış ve istikrarın korunması için çok önemli olan bu sağlam taahhüdü ülkelerin sorgulamasına neden olmayacak adımlar atmaya devam etmeliyiz.”
Tayvan vurgusu
Ona göre bu, Tayvan için de geçerli.
Campbell, Washington’un Pekin’i tanıyan ve Taipei ile gayri resmi ilişkiler için bir çerçeve belirleyen 1979 tarihli Tayvan İlişkileri Yasası’nı “dış politikadaki en önemli yasama liderliği örneği” olarak nitelendirdi. Tayvan’da barışı korumak ABD’nin çıkarlarına uygun olduğunu savundu.
“Sadece şunu söylemek isterim: [Tayvan ile] gayri resmi ilişkilerimizi derinleştirmek ve güçlendirmek ABD için hayati önem taşıyor ve Tayvan’ın Pasifik’te, güvenlik ve teknoloji alanlarında yaptığımız pek çok şeyde demokratik bir aktör ve gayri resmi ortak olarak gücünü kutlamalıyız” dedi.
Pekin, Tayvan yakınlarında askeri tatbikatlar düzenlerken, “saldırganlığı caydırmak, özellikle Tayvan Boğazı’nda hiç bu kadar önemli olmamıştı” dedi.
Campbell, Çin’in 1,4 milyarlık nüfusu ve ekonomik gücüyle Soğuk Savaş dönemindeki Sovyetler Birliği’nden daha zorlu bir rakip haline geldiğini belirterek, bunun yine ittifakların güçlendirilmesine bağlı olduğunu savundu.
“Nihayetinde Çin’i caydırmanın en iyi yolu, ortaklarla birlikte hareket etmektir” dedi. Ancak ABD’nin gümrük vergileri ve diğer adımlarıyla kendini izole ettiğini belirtti.
Campbell, ‘Amerika Önce’ politikasının ‘Amerika Yalnız’ politikasına dönüşmemesi gerektiğini vurguladı. ‘Yalnız Amerika’, ABD’yi zayıflatacak, bizi daha fakir, daha güvensiz ve açıkçası hala bir dereceye kadar Amerikan liderliğine ihtiyaç duyan bir dünyada çok daha endişeli hale getirecektir.”
Dünya Basını
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?

Tahran ile Washington nükleer anlaşma için kritik aşamaya yaklaşırken, İran’ın Bender Abbas kentindeki en önemli limanında yaşanan ve en az 46 kişinin öldüğü patlamanın sabotaj mı yoksa kaza mı olduğu tartışılıyor.
Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz haber, bu soruyu patlamayla ilgili İran basınında yapılan tartışmaları ve yetkililerin açıklamalarına yer vererek yanıtlamaya çalışıyor:
***
İran-ABD diplomasisi ilerlerken İran’ın önemli limanında büyük yangın
Amwaj.media / 28 Nisan 2025
Olay: İran ve ABD, Tahran’ın nükleer programı konusunda üçüncü tur dolaylı müzakereleri tamamladı. Müzakereler, ayrıntıların olası anlaşmanın geleceğini belirleyeceği kritik bir aşamaya girerken, iki taraf Avrupa’da bir araya gelecek. Bu gelişmeler yaşanırken, İran’ın güneyindeki liman kenti Bender Abbas’ta meydana gelen ölümcül patlama, bunun bir kaza mı yoksa müzakereleri sabote etmeye yönelik gizli bir İsrail operasyonu mu olduğu sorularını gündeme getirdi.
Nükleer müzakereler: 26 Nisan’da Umman’da yapılan görüşmelerin ardından taraflar, 3 Mayıs’ta yeniden toplanmak üzere ön anlaşmaya vardı. Üst düzey İranlı bir siyasi kaynak Amwaj.media’ya yaptığı açıklamada, bir sonraki turun Avrupa’da olacağını ancak yine Umman’ın arabuluculuk yapacağını belirtti.
-Muskat’ta yaklaşık altı saat süren görüşmelere İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ve ABD’nin Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff katıldı. İlk kez teknik uzmanlar düzeyinde de paralel görüşmeler yapıldı ve bu, nükleer silahların yayılmasını önleme ve yaptırımların kaldırılması gibi teknik konuların detaylıca tartışılmasına zemin hazırladı.
-Irakçi görüşmeleri, “çok ciddi” olarak tanımladı. Baş müzakereci Irakçi, ilerleme kaydedildiğini kabul etti ancak “hem önemli konularda hem de detaylarda hâlâ farklılıklar” bulunduğunu söyledi.
-Irakçi, “Müzakere sürecinden ve hızından memnunum. Ciddiyet ve kararlılık var. Ancak anlaşmaya varılabilir mi? Umutluyum ama çok temkinliyim” dedi.
-İsmi açıklanmayan bir ABD’li yetkili de Axios’a “ilerleme kaydedildiğini” doğrularken, “hala yapılacak çok iş olduğunu” belirtti.
İran basını 27 Nisan’da müzakereler konusunda iyimser bir ton sergilemeye devam etti ancak müzakerecilerin anlaşma detaylarına odaklandıkça ilerlemenin yavaşlayabileceğini de kabul etti.
-Reformist günlük Hammihan gazetesi, müzakerelerdeki “hızlı ilerlemeyi” överken, ekonomi odaklı Donya-e Eqtesad gazetesi ise “anlaşmaya yönelik ortak bir istek” olduğunu savundu.
-Siyasi yorumcu Abdülreza Feracirad, reformist Arman-e Melli gazetesinde yazdığı makalede, “teknik müzakerelerin daha zor ve zaman alıcı olacağını” belirtti. Bu nedenle, başarılı bir sonuca ulaşmanın “her iki tarafın da daha fazla sabır, hassasiyet ve esneklik göstermesini gerektireceğini” ifade etti.
NYT: İsrail’in İran saldırısı ABD’deki çatlak nedeniyle rafa kalktı
-Muhafazakâr Horasan gazetesinde yazan yorumcu Muhammed Mehdi Rahimi ise, 2015 İran nükleer anlaşmasında yer alan ve İran’a yönelik BM yaptırımlarının otomatik olarak geri getirilmesine yol açan “snapback” mekanizmasının, planlandığı gibi Ekim 2025’te sona ermesi gerektiğini savundu. Bu değerlendirme, Batı’nın 2015 anlaşmasının süresi dolan hükümlerini yeni bir anlaşmayla uzatma çabalarına ilişkin haberlerin gündeme geldiği bir dönemde yapıldı.
Patlama: Umman’daki görüşmeler sürerken, Bender Abbas’taki Şehid Recai Limanı’nda bir konteyner terminalinde büyük bir patlama meydana geldi. En az 40 kişi hayatını kaybetti, binden fazla kişi yaralandı.
-İran Parlamentosu Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Komisyonu üyesi Ali Hezriyan, patlamanın güçlü devlet kuruluşu Müstezafin Vakfı’na bağlı bir holding ve yatırım şirketi olan Sina Liman ve Denizcilik Hizmetleri şirketinin kullandığı bir terminalde meydana geldiğini açıkladı.
-Şirketin CEO’su Said Caferi, aynı gün yaptığı açıklamada, “son derece tehlikeli malların” normal ürünler gibi etiketlenerek terminale yerleştirildiğini iddia etti.
-İçişleri Bakanı İskender Mumini, patlamanın yaşandığı terminalin, limanın toplam 30 bin konteynerlik kapasitesinin onda biri kadar bir alanı kapladığını ancak olayın yine de büyük bir felaket olduğunu söyledi.
Bazı gözlemciler, çıkan turuncu dumanın, füze yakıtı üretiminde kullanılan kimyasalların yanarken çıkardığı dumana benzediğini iddia etti.
-Ancak Savunma Bakanlığı Sözcüsü Rıza Taleenik, 27 Nisan’da yaptığı açıklamada, olayın yaşandığı bölgede askeri amaçlı veya başka türde herhangi bir yakıtın depolandığı iddiasını kesin bir dille reddetti. Sözcü, yabancı medyayı “hedefli sahte haberler” yoluyla “psikolojik operasyonlar” yürütmekle suçladı.
-Olayla ilgili soruşturma devam ederken, yetkililer şu ana kadar patlamanın resmi nedenine ilişkin herhangi bir açıklama yapmadı.
Özellikle patlamanın zamanlaması, İran’da birçok kişinin olayın kasıtlı bir sabotaj olup olmadığı konusunda şüphe duymasına yol açtı.
– İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in kıdemli danışmanı Ali Şamhani’ye bağlı Nour News, Umman’daki nükleer görüşmelerle aynı zamana denk gelen patlamanın “bir kaza mı yoksa kasıtlı bir plan mı” olduğunu sorguladı. Ajans, erken sonuçlara varmaktan kaçınılması gerektiğini söyledi ve ABD ile nükleer müzakereler boyunca “sabırlı olunması” çağrısında bulundu.
– Muhafazakar Kayhan gazetesi, yetkililere soruşturmayı hızlandırmaları ve olayın “ihmal ve hata” sonucu mu yoksa “başka faktörlerden” mi kaynaklandığını bir an önce açıklamaları çağrısında bulundu.
-Reformist gazeteci Armin Montazeri ise Şehid Recai Limanı’nın ticari önemine ve olayın zamanlamasına dikkat çekerek, “yabancı müdahale olasılığının yüksek” olduğunu belirtti.
Patlamanın nedeni üzerindeki tartışmalar sürerken, bu trajedi İran genelinde büyük bir dayanışma dalgası yarattı.
-Vatandaşlar, yaralılara yardım etmek için hızla bölgedeki kan bankalarına akın etti. Öte yandan, Bender Abbas’ta faaliyet göstermeyen yolculuk paylaşım uygulaması Tapsi, rakibi Snapp üzerinden şehir sakinlerine ücretsiz yolculuk kodu sağlayarak kan bağışı merkezlerine ulaşmalarına yardımcı oldu.
-İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, 27 Nisan’da Bandar Abbas’a giderek patlamada yaralananları ziyaret etti ve patlama alanında incelemelerde bulundu.
Aynı gün, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney de hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı dileklerini iletti.
-Yayımladığı açıklamada Hamaney, yetkililere olayın arkasında herhangi bir ihmal veya kasıtlı eylem olup olmadığının “titizlikle araştırılması” ve “uygun yasal adımların atılması” talimatını verdi.
-Ayrıca, hükümet 28 Nisan’ı ulusal yas günü ilan etti.
Bağlam / Analiz: Şehid Recai Limanı, İran’ın en büyük ve en modern konteyner limanı. Ülkenin toplam ticaretinin %55’i ve tüm konteyner faaliyetlerinin yaklaşık %85’inden fazlası bu liman üzerinden gerçekleşiyor.
-Yılda 100 milyon ton mal işleme kapasitesine sahip liman, ülkenin ana ticari limanı olarak hizmet veriyor.
-Hürmüz Boğazı’na yakın stratejik konumuyla bu tesis, İran’ı dünyanın dört bir köşesinden 80 farklı limana bağlıyor ve hem ithalat, hem ihracat hem de bölgesel transit için hayati öneme sahip. Büyüklüğü ve bağlantı ağı nedeniyle Şehid Recai Limanı, İran ekonomisinin ve uluslararası ticaret akışının merkezinde yer alıyor.
Konteyner terminalinde füze yakıtı üretiminde kullanılabilecek tehlikeli maddelerin depolandığı iddiasını yetkililer resmen yalanlasa da yılın başlarında böyle maddeleri taşıyan gemilerin limana yanaştığına dair haberler bulunuyor.
-Batılı medya kuruluşları, açık kaynak verilerine dayanarak, 2025 yılı Şubat ve Mart aylarında, her biri yaklaşık bin tonluk iki büyük sodyum perklorat sevkiyatının Şehid Recai Limanı’na ulaştığını bildirdi. Sodyum perkloratın katı füze yakıtı üretimi için kritik bir kimyasal madde olduğu biliniyor.
Öte yandan, İran’ın nükleer programının ister diplomasi ister askeri müdahale yoluyla olsun tamamen sökülmesini talep eden İsrail’in, İran’a yönelik uzun bir gizli operasyon geçmişi bulunuyor. Bu operasyonlar özellikle İran’ın nükleer ve füze programlarını hedef alıyor.
-İsrail’e atfedilen önceki gizli operasyonlar arasında, 2010 yılında ABD ile ortak yürütüldüğüne inanılan Stuxnet siber saldırısı yer alıyor. Bu saldırı, İran’ın uranyum zenginleştirme santrifüjlerine ciddi zarar vermişti.
-Ayrıca Tel Aviv, İranlı nükleer bilim insanlarına yönelik bir dizi suikastın, İran’daki askeri ve nükleer tesislerde meydana gelen patlamaların ve 2018 yılında İran nükleer arşivlerinin çalındığı iddia edilen olayın da arkasında olmakla suçlanıyor.
Gelecek: Bender Abbas’taki patlamaya ilişkin İran’ın yürüteceği soruşturma, yalnızca İran içinde değil, aynı zamanda yabancı hükümetler ve istihbarat servisleri tarafından da yakından izlenecek.
-Eğer olayın bir sabotaj olduğu doğrulanırsa, bu durum nükleer müzakerelerde yeni bir güven bunalımı yaratabilir ve İran’ı müzakere masasında daha sert bir tutum almaya itebilir. Bununla birlikte, Tahran’daki karar alıcılar, üçüncü tarafların sabotaj girişimlerinin amacının diplomasi sürecini sekteye uğratmak olduğunu bilerek, pozisyonlarını buna göre dikkatle ayarlayacaklardır.
-Öte yandan, eğer olayın resmi olarak bir kaza olduğu açıklanırsa, yetkililer diplomatik sürecin zarar görmemesi için patlamanın etkisini hafifletmeye çalışabilir.
Bu arada, bir sonraki müzakere turunda, özellikle ABD Başkanı Donald Trump’ın 2017-21 dönemindeki ilk görev süresi sırasında 2015 nükleer anlaşmasından tek taraflı olarak çekilmesi nedeniyle, uranyum zenginleştirme, yaptırımların kaldırılmasına ilişkin takvim ve gelecekteki ihlallere karşı garantiler gibi teknik konulara daha derinlemesine girilmesi bekleniyor.
-Hem İranlı hem de Amerikalı yetkililer, süreci ilerletme konusunda kararlı görünse de, müzakereciler için anlaşmayı sonuçlandırmak adına zaman daralıyor.
-Müzakereler uzadıkça hem iç hem de uluslararası siyasi baskıların artması ve İran-ABD diplomasisine karşı olan üçüncü taraflara fırsat doğması riski büyüyor.
-
Ortadoğu2 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Avrupa6 gün önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Görüş2 hafta önce
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi
-
Dünya Basını1 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Dünya Basını1 hafta önce
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir
-
Amerika1 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Görüş1 hafta önce
Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!
-
Avrupa1 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor