Görüş
Türkiye-Rusya ilişkisi: Odi et amo

Klasik bir Latin şairi olan Gaius Valerius Catullus, 2 bin yıldan uzun bir süre önce, giriş dizesi “Odi et amo” (nefret ediyorum ve seviyorum) olan en ünlü şiirini yazdı.
İnsanlık tarihinin en bilinen dizelerinden biri olan bu şiir, aynı zamanda en kısaları arasındadır ve 14 kelimelik sadece iki satırdan oluşur. Ama aslında olay örgüsü, yukarıda belirtilen teze bile indirgenebilir; bu tezin harfi harfine çevirisi “nefret ediyorum ve seviyorum”dur. Kişinin partneriyle son derece karmaşık ilişkilerini tarif eder.
Bu beyitin yaratılış tarihi ve saatinden şüphe duyabiliriz; ancak Catullus’un olgunluk döneminde yazdığı son başyapıtlarından biri olduğu açıktır. Ayrıca Catullus’un son yıllarını Anadolu’nun Roma vilayetlerinde, yani günümüz Türkiye topraklarında geçirdiği de biliniyor.
Neredeyse 20 yıl önce, üniversitede okurken – hadi hikayemizi Umberto Eco benzeri bir şeyle dolduralım – en keyifli saatlerden biri kısa bir Latince kursuydu. Catullus’un sözlerini inceleyen Profesörümüz bize, Klasik Latince’de bu kelimelerin doğru telaffuzunun, Sevgi ve Nefret’in aynı anda bölünmemiş bir ikiliği olan ‘Oditamo‘ olarak okunabileceğini söyledi.
Catullus’un haleflerinden biri olan Ovid (Publius Ovidius Naso) da hayatının önemli bir bölümünü Roma’dan çok uzakta geçirdi. Anlatının en güvenilir versiyonuna göre Roma İmparatoru, Ovidius’un sözlerinden utanmış ve onu İmparatorluğun dış mahallelerine sürmüştür.
Ovidius’un sürgünü modern Romanya’da bir yerde, belki de Köstence şehrinde gerçekleşti; ancak eski Ruslar – edebiyatımızın kurucusu Alexander Puşkin gibi – miras almaya cesaret ettikleri ünlü şairin Rusya’nın güneyinde, modern Ovidiopol kasabasında bir yerlerde yaşadığına inanıyorlardı.
İki ana Antik Roma şairinin tesadüfen, Türk ve Rus evreninin parçaları haline gelmesi şaşırtıcı değil mi?
Şimdi, 2000 yıl sonra, o dünya değişmedi. Hâlâ, ana tepesini ve orada bulunan devlet organını Latince bir kelimeyle ‘Capitolium’ (ABD Başkenti) olarak adlandıran denizaşırı bir İmparatorluğumuz var. Bu İmparatorluk, iklim değişikliği, ekonomi, iç istikrarsızlık, ahlaki düşüş gibi birçok nedenden dolayı kademeli olarak bozuluyor, ancak yine de bol miktarda güce, en büyük orduya ve ne olursa olsun baskıcı bir yaklaşımla tüm dünyaya empoze etmek istediği Kanun ve Düzene sahip.
Bunun nedeni, bu İmparatorluğun; Çin, Hindistan veya Persler (günümüzde İran) gibi – Roma’dan daha yaşlı ve daha kültürel olmalarına rağmen – diğer tüm toplumları “Barbar kabileler” olarak görmesidir. Bununla birlikte, eğer yönetici aktör gerçekten barışı, eşitliği, adil ticareti ve bağımsız adaleti tesis edebilseydi, bu diğer medeniyetler Roma Hukuku ve Düzenini takip etmeyi kabul edebilir ve PAX ROMANA’ya (Roma Evreni) küçük ortaklar olarak katılabilirlerdi.
Yine de şimdi ne görüyoruz? PAX AMERICANA (Amerikan Evreni), denizaşırı topraklar bir yana, Amerikan vatandaşları için bile rahatsız, istikrarsız ve tehlikeli bir alan haline geliyor. Günümüzün Ovidius’u Rusya, bağımsız politikası nedeniyle sürgüne gönderildi ve yaptırıma tabi tutuldu. Doğu ve güney sınırlarında terörle mücadele faaliyetleri yürüten günümüzün Catullus’u Türkiye, kendini Amerikan bilgini ilan edenlerin utancıyla karşı karşıya.
Neden böyle bir anti-evren çökmüyor diye sorabilirsiniz. Çünkü modern Roma bir önceki taktikle aynı taktikleri kullanır: ‘Divide et impera‘. Bu, ‘Düşmanlarınızı bölün ve tüm gücü ele geçirin’ anlamına gelir.
Gerçekten de, bu yüzyılın şafağında, üniversitedeyken duyduklarıma bakın: “Türk erkekleri Rus kadınlarını kaçırıp tecavüz ediyor”, “Çin, Sibirya’yı fethetmek istiyor”. “İranlı Müslümanlar El Kaide tarzı teröristlerdir”.
Bu tür anlatılar medya, kanaat önderleri ve akademisyenler arasında yaygındı.
Ve eminim ki, belirli ülkelerden meslektaşlarım da Rusya ve diğer potansiyel ABD rakipleri hakkında aynı şeyleri duymuşlardır. O zamandan beri sahne kısmen değişti, ancak Amerikan yanlısı – ve geniş ölçüde Batı yanlısı – aktörler, medyamızı, maliyemizi, siyasetimizi, eğitim sistemimizi, kültürümüzü vb. kontrol ederek etkili rollerini oynamaya devam ediyor.
Dolayısıyla, Moskova ve Ankara’nın karşılıklı yakınlaşması – her iki taraftan da – büyük zorluklarla karşı karşıya. Bu çiftin gerçek ilişkileri en iyi, Catullus’un ‘Odi et amo’ şiiriyle anlatılabilir.
Mevcut Rusya-Ukrayna krizinde Türkiye, Bayraktar insansız hava araçları, Kirpi araçları, diplomatik destek ve diğer yardımları sağlayarakUkrayna’yı destekliyor. Her Rus bunu varoluşsal bir tehlike olarak değerlendiriyor, çünkü böyle bir silahlanma Ukrayna’nın güneydoğusundaki etnik Rus sakinlerini öldürmek için kullanılabilir.
Öte yandan, Karabağ krizi sırasında Rusya, karşı tarafa, Türkiye’nin bölgedeki kardeş ülkesi Azerbaycan tarafından tehdit olarak görülen silahları temin etti.
Karadeniz’den Kafkasya’ya, Kıbrıs’tan Suriye’ye kadar bu iki gücün dosttan çok düşman olması muhtemeldir. Ancak özünde, ikisinin de göründüğünden daha fazla ortak noktası var. Amerika, Eski Roma’dan en kötü yanlarını -otokrasi, yolsuzluk ve kayırmacılık- ödünç alırken, aynı Antik İmparatorluğun aynı halefleri olan Rusya ve Türkiye, onun en iyi özünü miras aldı: Adalete bağlılık. Yani birisine bir söz verdiğimizde, ikiyüzlülüğümüzü savunmak için çifte standartlar icat etmek yerine, ona uyuyoruz. Batı’nın, Pensilvanya’da FETÖ’cüleri, Stockholm’de YPG’li katliamcıları ağırlarken kendi demokrasisini övdüğünü hatırlayın.
Bu nedenle Rusya ve Türkiye’nin böylesine değer temelli bir bağlılığı kaçınılmazdır. Her iki ülke de bu gerçeğin farkına varana kadar daha ne kadar kayıp verecek bilmiyorum. Ama dünyanın en küçük parçasının – eski Roma ya da modern Capitol Hill – insanlığın geri kalanına zalimce dikte edemeyeceğini biliyorum.
Yazar, Rusya, St. Petersburg Ekonomi Yüksek Okulu’nda misafir Profesördür.
Görüş
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3

Hindistan-Pakistan çatışmasının sonuçlarını ele alan yazı dizisinin üçüncü ve son bölümü:
Kazanımlar şablonu çizmeden önce, iki anahtar sorunun açıklığa kavuşturulması gerekiyor:
- Acımasızca öldürmeleriyle her şeyi başlatan Pahalgam teröristleri nerede?
- İlk kez test edilen Genelkurmay Başkanlığı sisteminin reklamı yapıldığı gibi çalışıp çalışmadığı konusunda netlik gerekiyor.
Görevleri kim planlıyor ve ‘savaşı’ kim yürütüyordu? Entegre savunma personeli miydi yoksa Kara Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri bölgesel komuta karargahlarının Başkomutanları mı sinerji yaratıyorlardı? Çatışmaların kapsamı hava sahasıyla sınırlı olsa da bu sorunun yanıtı daha yüksek savunma örgüt yapısının reklam edildiği gibi gücü ve devam eden revizyonu için paha biçilmez bir girdi olurdu. Bir savaş zamanı potasından daha iyi bir deneyimi tekrar bulmak imkansız gibi.
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2
Hindistan’ın Kazanımları
- Hindistan tek ses olarak birleşti, muhalefet hükümet ile birlikteydi. Özellikle Jammu ve Kaşmir yöneticileri ile Tüm Hindistan Müslüman Meclisi Birliği (AIMIM) Başkanı Asaduddin Owaisi’nin, Birlik hükümeti ile tek yumruk olması burada ayrıca önemli.
- Pakistan’ın bunu bir “savaş eylemi” olarak adlandırmasına karşın Indus Su Anlaşması hala askıda ve Hindistan, Pakistan’ın davranışına bağlı olarak yalnızca yeniden müzakere edecektir. Bu nedenle anlaşmanın uzun süre askıda kalması büyük olasılık. “Kan ve su bir arada akmaz” dedi Başbakan Modi, silahların susmasının ardından yaptığı ulusa seslenişteki zafer konuşmasında. Hindistan, Indus Su Anlaşması’nda hareket etme fırsatını kullandı ve bunu Pakistan’ın davranışına bağlı tuttu. Bu gerçekte Hindistan için politik bir hedefti —Sınır ötesi terörizmle bağlantılı Indus Su Anlaşması— terör sınır ötesinden durana kadar askıya alınacaktır. Hindistan bu fırsatı kendi büyüyen ihtiyaçları doğrultusunda projelerini tamamlamak ve yenilerini yapmak için kullanacaktır. Ki aslında zaten öncesinden de Pakistan’daki su baskısı sessizce arttı. Hindistan’ın 2016’dan beri İndus kollarına barajlar inşa ederek aşağı akıştaki akışı etkileme yeteneğini artırdığının farkında olan çok az kişi var. Bu yalnızca tarımı değil, aynı zamanda elektriği ve gıda güvenliğini de etkiliyor. Indus Nehri Pakistan’ı besliyor, ancak kaynakları ve kolları Hindistan’da bulunuyor. Pakistan’ın ekonomik ve politik açıdan en önemli iki eyaleti olan Sindh ve Punjab’dan geçiyor. 1960 yılında Hindistan ve Pakistan, her iki tarafın ne kadar su alacağını düzenleyen İndus Suları Anlaşması’nı imzaladılar. 1960 yılında Dünya Bankası’nın arabuluculuğunda imzalanan anlaşmaya göre Pakistan’ın bundan sonra Dünya Bankası da dahil olmak üzere dünya örgütlerinde protesto gösterisi yapması muhtemel. Ancak nihayetinde Hindistan’ın anlaşmayı askıya almasını ve yeni barajlar inşa etmesini yasal olarak engelleyemezler. İndus ve Jhelum önemli değil çünkü Pakistan topraklarına çok erken giriyorlar. İndus’un diğer dört kolu önemli çünkü Hindistan’ın akışlarını düzenlemesi mümkün.
- Bir terör saldırısına nasıl yanıt vereceği konusunda yeni bir normal belirledi: “Terör eylemlerini bir savaş eylemi olarak değerlendireceğini ve buna göre yanıt verileceğini” duyurdu. Bu, büyük askeri önlemlerin olacağı ve nükleer caydırıcılığa karşın Hindistan’ın tırmanma merdivenini tırmanacağı anlamına geliyor.
- İki ülke de bu çatışmada birbirlerinin ne durumda olduklarının nabzını yokladılar, ancak Pakistan’ın henüz çok yoğun olmayan bir çatışmanın üçüncü gününde nükleer sinyal vermesi, Hindistan açısından onun eksikliğinin ve savunmasızlığının bir göstergesi olarak algılandı.
- Hindistan aynı zamanda Pakistan’ın çatışmada kullandığı Çin silahlarını deneyimledi. Birincil rakibi Çin olduğu için bu noktada Hindistan’ın bir şeyler öğrenmesi onun için bir kazanım oldu.
- Bununla birlikte kendi yerel üretim savunma teçhizatının ekipmanlarının da denemesini yaptı. Çok başarılı olarak yansıtsa da mutlaka eksikliklerini tespit etmiştir. Ancak bu arada tanıtımını da yapması açısından önemli bir fırsat oluşturdu. Reklamın iyisi kötüsü olmaz neticede.
- Hindistan, savunma hazırlığının yetersizliğini, mevcut finansman düzeyinin yetersizliğini ve özellikle özel sektör olmak üzere yerel kapasiteyi inşa etmesi gerektiğini anladı. Maddi açıdan görece ucuz bir çatışmada operasyonel koşullarda değerli dersler öğrendi. Bu daha büyük bir çatışmaya hazırlanmasına yardımcı olacaktır.
- Uluslararası imaj olarak da bir kazanım söz konusu: Artık güç kullanmaya ve durumun gerektirdiği şekilde tırmanmaya istekli olduğunu gösterdi. Bu, Hindistan’ın güvenlik ortaklarına olumlu bir mesaj gönderebilir.
Son çatışmalar Pakistan’ı da Hindistan’ın siyasi liderliğinin kavrayamayacağı birçok yönden açıkça cesaretlendirdi.
Pakistan’ın Kazanımları
- Tüm bu olay Pakistan ulusunu, halkını ve siyasi partilerini genel olarak bir araya getirdi. Son birkaç yıldır siyasi olarak çok zor bir dönemden geçen Pakistan, Hindistan’ın saldırısı karşısında dikkate değer bir birlik gösterdi. Bu birlik ve daha büyük bir dış tehdit karşısında direnmeye dönük yeni keşfedilen istek, belki de Pakistan liderliğini yönetimde daha iyi kararlar almaya itecek ve ülkenin savunma kararlılığını daha da güçlendirecek bir şeydir.
- Pakistan ordusu her zamankinden daha popüler hale geldi. Son birkaç yıldır Pakistan’ın iç siyaseti, güçlü ordusunda kutuplaştırıcı bir imaj yarattı. Ancak, artık durum böyle değil. İnsanlar ve siyasi liderlikler, ülkenin egemenliğine yönelik gerçek tehditin Pakistan’ın doğu komşusu Hindistan’dan gelmesi nedeniyle silahlı kuvvetlerini güçlendirmeleri gerektiğini her zamankinden daha fazla fark ediyor. Pakistan’ın Hindistan’ın şehirlerine yönelik saldırılarına karşılık vermesi kolay değildi. Askeri liderlik olası tepkisini değerlendirirken Hindistan ülkeyi hata yapmaya zorlamak için Pakistan’ın hava sahasını insansız hava araçları ve füzelerle dolduruyordu. Pakistan’ın Hindistan’a karşı misillemesini engellemesi için bir uluslararası baskı da vardı. Pakistan bunlara karşın karşılık verdi.
- Pakistan Hindistan’ın yeni normaline kendi büyük misillemesi veya kendi yeni normali ile karşılık verdi ve Jammu ve Keşmir’deki Hint şehirlerini, hava üslerini, komuta merkezlerini, lojistik sahalarını ve birçok askeri sahayı hedef aldı. En önemlisi de Hindistan’ın yeni normali çerçevesinde, Hindistan’ın Keşmir’deki her terör saldırısının bundan sonra bir “savaş eylemi” olarak görüleceği duyurusu tehlikeli bir politika. Hindistan bu politikayı izleyerek dünyaya Pakistan ile sık sık savaşta olabileceğini ve ordusunun her zaman savaşa hazır olması gerektiğini söylüyor. Hindistan’ın orantılı bir misillemeyle karşılaşmadan Pakistan’a periyodik olarak saldırma modeli oluşturabileceği fikri yalnızca hatalı değil, aynı zamanda tehlikeli derecede yanıltıcı.
- Pakistan’ın Hindistan ile yaşadığı bu son askeri çatışmada bir diplomatik zafer elde ettiği söylenebilir. Pakistan’da, Pahalgam saldırısına ilişkin tarafsız bir soruşturma talep etmek, Hindistan’ın kışkırtmalarına karşı ölçülü olmak ve yalnızca kendini savunmak için hareket etmek gibi olgun bir şekilde olaylarla başa çıkma yaklaşımının uluslararası toplumun saygısını kazandığına dair bir his var. Daha da önemlisi, Amerika’nın bu krizdeki rolünün Hindistan’dan çok Pakistan’ı kayırdığı algısı oluştu. Örneğin, Trump, Keşmir krizini çözmek için Hindistan ve Pakistan arasında arabuluculuk yapma teklifini yineleyerek, konuyu uzun yıllar sonra küresel sahneye taşıdı. Bu, Keşmir krizinde her zaman üçüncü taraf arabuluculuğundan kaçınmaya çalışan Hindistan’ı kesinlikle zor bir duruma soktu. Trump’ın teklifi, Hindistan ile Keşmir anlaşmazlığının çözümünde üçüncü tarafların yer almasını her zaman isteyen Pakistan’ı memnun ederken Hindistan bundan hiç hoşlanmadı. Ayrıca, Trump hem Hindistan hem de Pakistan ile ticareti artırma sözü verdi. Bu, Pakistan’ın ticaret ve ekonomik durumu için rahatlama sağlayabilir. Dahası, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Hindistan ve Pakistan hükümetlerinin “tarafsız bir yerde geniş bir dizi konu hakkında görüşmelere başlamayı kabul ettiğini” duyurdu. Bu, esasen iki tarafın önümüzdeki haftalarda İndus Su Anlaşması, terörizm ve Keşmir gibi konular da dahil olmak üzere bir dizi konu hakkında diyaloğa başlayabilmesi için bir fırsat doğuruyor. Ve en önemlisi, Pakistan’ın bakış açısından, Amerika bir kez daha Pakistan’ı Hindistan ile eş tuttu. Hindistan bu statüden kurtulmak için çok çabalarken Pakistan, dünyanın kendisini bölgesel bir güç olarak görmesini ve ona uygun ağırlık vermesini istediği için Hindistan ile eşitliğe sahip olmaktan rahatsızlık duymaz.
- Hindistan bu kriz sırasında yalnızca Pakistan’la değil, Pakistan ve Çin’le birlikte karşı karşıya olduğunu anladı. Pakistan Hava Kuvvetleri’nin, Çin savaş uçakları ve platformlarını kullanarak Hindistan Hava Kuvvetleri’ne yaptığı misilleme, Hindistan için korkunç bir uyarı niteliği taşıdı. Pakistan’ın hava performansının küresel çapta ilgiyi üzerine çekmesi, Pakistan ve Çin ordularını birbirine daha da yakınlaştırabilir ve Pakistan’ın boşlukları doldurmasına yardımcı olabilir. Dahası, Hindistan ve Pakistan’ın periyodik çatışmaları Çin’in çok umursayacağı bir şey olmasa da Çin’in Hindistan ile doğrudan bir çatışmaya girmeden Hindistan askeri ve karar alma kapasitelerini görmesini ve öğrenmesini sağlar. Hindistan için bu bir aksilikten başka bir şey değil. Ve en önemlisi, Hindistan-Pakistan gerginliği belirli bir eşiğin altında kaldığı ve ikisinin eş tutulması veya aynı bağlamda tutulması devam ettiği sürece Çin’in nüfuzu ve fırsatı var. Bunun nedeni, Pakistan’dan gelen güvenlik tehdidiyle başa çıkmakla ilgilenen veya kaynaklarını ve sermayesini Batı sınırına yönlendiren bir Hindistan’ın Çin tehdidinden uzaklaşmış bir Hindistan olmasıdır. Hindistan için bu tehdit yalnızca kuzey ve doğu sınırlarında değil, aynı zamanda Hint Okyanusu bölgesinde de bulunuyor ve Hindistan’ın odak noktasını kıtasal sahnede sınırlayıp deniz alanından uzaklaştırır. Bu nedenle düşük düzeyde yerel bir çatışma Çin’in bakış açısından olumsuz bir sonuç değil. Çin için zorluk, ekonomik ve güvenlik çıkarlarını etkileyen tam ölçekli bir savaşa tırmanmadır. Sonuç olarak Çin’deki kamuoyunun Hindistan üzerindeki baskıyı canlı tutmak için eşiğin altındaki yöntemleri desteklediğini gördük. Ve bu yöntemlerin çoğu büyük ölçüde anlatısal değer taşıyor ve Çin’in Hindistan-Pakistan ilişkilerine derinlemesine dahil olma konusundaki isteksizliğini gösteriyordu. Zaten Çin gerçekten BRICS, alternatif ödeme sistemleri veya dolar dışı rezerv stratejisi aracılığıyla ABD öncülüğündeki finansal ve ticari mimariye bir alternatif inşa etmek istiyorsa Hindistan’a ihtiyacı var. Hindistan olmadan, küresel ticareti Amerikan hegemonyasından kurtarmaya veya para düzenini yeniden yönlendirmeye yönelik herhangi bir girişim güvenilirlik ve ölçekten yoksun kalacaktır. Rusya bunu anlıyor. Çin de anlıyor. Bu yüzden tam bir kopuşu göze alamaz. Ama Hindistan’ın yükselişinin itirazsız ilerlemesine de izin veremez. Saldıramaz da benimseyemez de görmezden gelemez de… Yani Çin için bir şeyler yapmak da risklidir, hiçbir şey yapmamak da risklidir… Ancak Çin, Hindistan-Pakistan ihtilafları konusunda yaptığı çok temkinli açıklamalarla Pakistan’a verdiği gerçek askeri desteği genellikle örtbas ediyor. Yaptığı açıklamalar genellikle kısa, genel ve tarafsız. Hindistan’ı zayıflatmak ve Hindistan’ın güçlerini Pakistan cephesine yoğunlaştırmak her zaman Çin’in işine gelir.
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1
Çin faktörü
Bugün Hindistan’ın hem doğu sınırı yani Çin sınırı Fiili Kontrol Hattı hem de batı sınırı yani Pakistan sınırı Kontrol Hattı aktif sıcak noktalardır; Hindistan silahlı kuvvetlerinin uzun zamandır tanık olmadığı vahim bir güvenlik durumu. Hindistan’a, her iki alanda da yanıt verme kabiliyetini tehlikeye atacak şekilde asker ve silah sistemleri konuşlandırmasını optimize etme stratejik zorunluluğunu dayatıyor. Bu arada belirtelim: Pakistan ile Çin arasındaki ilişki bir ittifak değil, bir ortaklıktır; çok güçlü, geniş ve derin bir ortaklık, Pakistan’ın Çin’e tek taraflı bağımlılığına dayanan bir ortaklık ama yine de bir ortaklıktır, bir ittifak değildir. Çin henüz NATO’nun eşdeğerini kurmadı; bu, savaş zamanlarında birbirlerine yardım garantisi veren ve güvenlik konularında yerleşik, resmi yapılar içinde işbirliği yapan bir devletler grubudur. Ne Şanghay İşbirliği Örgütü ne de BRICS gibi gevşek bir yapılanma böyle bir ittifaktır. Her iki sistemin de Hindistan’ı kapsadığını hatırlayalım. Hiçbir şekilde Hindistan’a yöneltilemez. Elbette bu, böyle bir yapının -bir tür Çin NATO’sunun- bir gün ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor; ancak şimdilik Çin’in, Pakistan’ın Hindistan güçleriyle çatışmasına yardım etme zorunluluğu yok.
Bugün için bu bir kaygı kaynağı olmasa dahi Hindistan’ın Çin ve Pakistan ile paralel bir savaşa girmesi senaryosu kesinlikle dikkate alınması gereken bir durum ancak aynı zamanda Hindistan’ın en az hazırlıklı olduğu senaryo; örneğin, savaş uçaklarının sayısı açısından. Bu arada Çin de zaten buna hazır değil. Üç ülkenin de nükleer silahları var. Ve Çin üçü arasında (ekonomik, askeri ve teknolojik olarak) en güçlüsü olmasına karşın, Çin’in diğer cephelerde de zorlukları var. Bunların başında Amerika ile artan rekabet ve Tayvan meselesine odaklanılması geliyor. Çin’in Pakistan’a silah satması gibi, ABD de Hindistan’a giderek daha fazla silah satıyor. Birkaç yıldır Amerikan istihbaratının, Çin güçlerinin Himalayalar’daki hareketlerine ilişkin istihbarat bilgilerini Hindistan ile paylaştığı yönünde spekülasyonlar var. Çin’in herhangi bir Hindistan-Pakistan çatışmasına doğrudan müdahil olması, Amerika’dan bir tepki gelmesine ve küresel çapta bir domino etkisi yaratmasına neden olabilir. Çin’in de aynı şekilde düşünüp düşünmediğini elbette bilmiyoruz ancak kesinlikle ihtiyatlı davranıyor. Son aylarda, en azından geçen yıl ekimden bu yana, Çin, Hindistan ile ilişkileri yatıştırmak isteyen taraf olarak görülüyor. Dolayısıyla şimdilik Hindistan için en kötü senaryo olan çifte savaş ihtimali, tamamen gerçek dışı olmasa da pek olası görünmüyor. Ama Pakistan’ı yıllardır silahlandırıyor. Herhangi bir Hindistan-Pakistan çatışmasında en azından Pakistan’a silah ve yedek parça gönderebilir, yeni silahları yıldırım hızıyla satabilir veya hediye edebilir, yeni bir kredi verebilir, hatta belki Pakistan güçleriyle bilgi (istihbarat, uydu, vb.) paylaşabilir. Çin’in bundan elde edeceği kazanç ise çok açık: Hindistan ile çatışma riski olmadan Hindistan’ı zayıflatmak…
Hindistan, 1,4 milyon askeri, uçak gemileri ve ekonomik gücüyle üstün gelirken Pakistan ise 650 binlik ordu gücü, modernize hava kuvvetleri ve Çin ve Türk jetleri gibi desteklerle dirençli. Hindistan’da 160, Pakistan’da 170 savaş başlığı var ve iki tarafın nükleer cephaneliği topyekun savaşı imkansızlaştırıyor olabilir AMA BU, görece küçük büyük çatışmalara veya vekalet savaşlarına engel değil…
Görüş
Küresel enerji ve ticarette Orta Asya’nın yükselen rolü

Orta Asya’nın stratejik rolüne odaklanan Astana Uluslararası Forumu aralarında Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko ve Afganistan’ın Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani Harici’ye açıklamalarda bulundu.
Nikola Mikovic, gazeteci-yazar
Orta Asya’nın zengin enerji kaynakları ve stratejik olarak önemli konumu, onu büyük dünya güçleri için ilgi odağı haline getiriyor. Geleneksel olarak Rusya’nın jeopolitik etkisi altındaki bu bölgede, Çin, Avrupa Birliği ve kısmen de Amerika Birleşik Devletleri varlıklarını artırmaya çalışırken, dünyanın dört bir yanındaki küçük ve orta ölçekli ülkeler de Orta Asya devletleriyle daha yakın ilişkiler geliştirmeyi hedefliyor.
Moskova’nın Ukrayna’daki savaşla meşgul olması, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan’da diğer aktörlerin nüfuzlarını artırmaları için bir kapı araladı. Sonuç olarak, 2024 yılında Çin’in Orta Asya ile toplam ticaret hacmi 94,8 milyar dolara ulaştı. Aynı zamanda, bölgenin en büyük ülkesi olan Kazakistan’ın ana ticaret ortağı olarak Rusya’yı geride bıraktı.
Öte yandan Avrupa Birliği, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’nin (BRI) AB versiyonu olan Global Gateway projesi ve Orta Asya devletleriyle düzenli zirveler aracılığıyla, bu enerji zengini bölgede varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Trump yönetiminin bu medya kuruluşuna verdiği hibeleri durdurmasının ardından Radio Free Europe’u (Orta Asya’da yaygın olarak Radio Azattyq olarak bilinir) ayakta tutmak için acil fon sağlama kararı, Brüksel’in yerel halkın gönlünü ve aklını kazanma konusunda ciddi olduğunu açıkça gösteriyor.
Bireysel AB üyeleri de bölgeyle daha güçlü ilişkiler kurma konusundaki isteklerini ortaya koyuyor. En iyi örnek, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin 30 Mayıs’ta Kazak başkentinde düzenlenen Astana Uluslararası Forumu’na (AIF) katılmasıdır. Bu iki günlük etkinlikte, iklim değişikliği, enerji güvenliği ve sürdürülebilirlik gibi genişletilmiş bir gündem çerçevesinde dünyanın dört bir yanından siyasi ve iş dünyası liderleri bir araya geldi. Meloni ayrıca, Özbekistan’dan gelerek Başkan Şevket Mirziyoyev ile görüştükten sonra Astana’da düzenlenen ilk Orta Asya–İtalya zirvesine de katıldı.
Meloni, AIF’te yaptığı konuşmada, İngiliz siyasal coğrafyacı Halford Mackinder’ı alıntılayarak, Orta Asya’nın dünyanın kaderinin döndüğü “kilit noktalar”dan biri olduğunu söyledi. Mackinder, Orta Asya’yı temel parça olarak içeren Heartland Teorisi ile bilinir; bu teoriye göre Heartland’ın kontrolü, tüm Avrasya kıtasının kontrolünü sağlar. Bu nedenle, İtalya ve diğer AB üyelerinin enerji zengini bu bölgede kendilerine bir dayanak noktası oluşturmaya çalışmaları sürpriz değildir.
Ancak Avrupa Birliği ve Çin dışında, diğer aktörler de Orta Asya’da pay sahibi olmaya çalışıyor. Türkiye gibi büyük oyuncular bölgede en azından bazı jeopolitik hedeflerine ulaşmayı amaçlarken, Afganistan gibi ülkeler Orta Asya devletlerini ekonomik zorluklarını aşmada potansiyel ortaklar olarak görüyor.
Afganistan İslam Emirliği’nin Kazakistan’a atadığı Maslahatgüzar Muhammed Rehman Rahmani, Harici’ye verdiği demeçte, “Son birkaç yılda, bölgenin en büyük ekonomisi olan Kazakistan’la iyi ilişkiler kurmayı başardık ve şimdi iki ülke arasındaki ekonomik bağları güçlendirmeyi umuyoruz,” dedi.
Taliban’ın Sanayi ve Ticaret Bakan Vekili Nuruddin Azizi ise Astana Uluslararası Forumu’nun oturumlarından birinde yaptığı konuşmada, savaş yorgunu Afganistan’da yol ve demiryolu altyapısının inşası konusunda Kazakistan’ın yardımını beklediklerini ifade etti. Astana’nın, Afganistan’ı Güney Asya pazarlarına ihracat için önemli bir geçiş ülkesi olarak gördüğü sır değil; bu nedenle genellikle “İmparatorluklar Mezarlığı” olarak anılan ülkede konumunu güçlendirmeyi hedefliyor.
Kazakistan’ın 2024 yılında Taliban’ı terör örgütleri listesinden çıkarması, Astana’nın savaş sonrası Afganistan’ın yeniden inşasında potansiyel rol oynamasının önünü açtı. Taliban yönetimindeki ülkedeki varlığı, Kazakistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Roman Vassilenko’nun “dengeli, yapıcı ve pragmatik dış politika” olarak tanımladığı çizgiyle de örtüşmektedir.
Vassilenko, Harici’ye verdiği demeçte, “Dünyada hiçbir ülkeyle gergin ilişkimiz yok ve uluslararası barışa, güvenliğe ve istikrara katkı sağlamayı amaçlıyoruz,” dedi ve Kazakistan’a yapılan doğrudan yabancı yatırımın ülkenin dış politika önceliklerini yansıttığını vurguladı.
Ancak Astana, Afganistan ile ticaret hacmini 3 milyar dolara çıkarma hedefini başarırsa, Taliban yönetimindeki ülkenin Orta Asya’daki ana ekonomik ortağı haline gelebilir. Bu yaklaşım, büyük küresel güçlerin Kazakistan’da nüfuzlarını genişletme yarışında, Astana’nın Afganistan’la ilişkilerini jeoekonomik hedeflerinin en azından bir kısmını ilerletmek için kullanabileceğini gösteriyor.
Eş zamanlı olarak, yaklaşık 20 milyon nüfusa sahip petrol zengini ülke, şu anda Kazak petrol gelirlerinin yüzde 98’ini kontrol eden yabancı enerji şirketlerine karşı kendi konumunu güçlendirmeyi de şüphesiz hedefleyecek. Orta Asya’da faaliyet gösteren büyük yabancı güçlerin, bu bölgedeki diğer devletlerle benzer düzenlemeler yapmayı hedefledikleri açık; zira bu, onların bölgenin kritik minerallerinden, petrol, gaz ve su kaynaklarından tam anlamıyla faydalanmalarını sağlayacaktır.
Ancak Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan, Arap petrol zengini devletlerin yaptığı gibi, yabancı enerji şirketleriyle devletin gelirlerin çoğunu kontrol ettiği enerji ortaklıkları kurma gücüne sahip olacak mı? Orta Asya ülkeleri açısından, böyle bir hedef enerji politikalarının en öncelikli konularından biri olmalıdır.
Görüş
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?

ABD Dışişleri’nden dikkat çekici Avrupa eleştirisi: İnsan hakları ve ifade özgürlüğü bu sefer kimi hedef alıyor?
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde, ABD ile ikili ilişkiler üzerinden Avrupa siyasetini hedef alan bir makale yayınlandı.
Bakanlığın Demokrasi, İnsan Hakları ve Çalışma Bürosu (DRL) Kıdemli Danışmanı Samuel Samson imzalı makale, ABD’de Donald Trump’ın yeniden Başkan seçilmesiyle başlayan dönemin, ABD’nin resmi kurumlarının Avrupa’ya bakış açısını nasıl dönüştürdüğünü gözler önüne seren tipik bir metin.
Makalesinde, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkinin yalnızca coğrafi yakınlık ya da karşılıklı çıkarlardan ibaret olmadığını belirten Samson, bu bağın ortak kültür, inanç, aile bağları ve özellikle Batı medeniyeti mirasından beslendiği ve bu ilişkinin ‘sıkıntılı zamanlarda birbirine yardım etme geleneğiyle pekiştiği’ tezini işliyor.
‘Amerika Avrupa’ya minnettar’
Samson, ‘Batı’ya özgü geleneklerle güçlendiğini’ söylediği Transatlantik ittifakının kökenini Atina ve Roma’ya dayandırıyor ve Amerika’nın ‘Avrupa’ya minnettar olduğunu’ söylüyor:
“Bağımsızlık Bildirgesi’nde yer alan ‘İnsanların, Yaratıcıları tarafından kendilerine verilen devredilemez haklara sahip olduğu’ yönündeki devrimci ifade, Aristoteles, Thomas Aquinas ve diğer Avrupalı düşünürlerin fikirlerini yansıtır. Bu düşünceler, insanların doğal haklarının herhangi bir hükümetin keyfi kararlarına tabi tutulamayacağına dayanır. Amerika bu entelektüel ve kültürel miras açısından Avrupa’ya minnettardır.”
Samson görüş ayrılığı yaşansa dahi bu ‘bağın’ Amerika ile Avrupa arasında diyalog imkanı tanıdığı görüşünde. Ancak bu bağ Samson’a -yani Trump ABD’sine- göre zedelenmiş durumda. Makalede bu endişeye dair ABD Başkan Yardımcısı JD Vance’in 14 Şubat 2025’te Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı tartışma yaratan konuşmasının hatırlatılması ise dikkat çekici.
Anlaşılan Trump yönetiminin kalemşörleri, Vance’in Münih konuşmasını, aynı Rusya lideri Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşması (10 Şubat 2007) gibi bir ‘dönüm noktası’ olarak görüyor.
Putin’in tek kutuplu dünya düzenine, NATO’nun genişlemesine ve Batı’nın müdahaleci politikalarına sert eleştiriler yönelttiği, bir dönüm noktası olarak kabul edilen tarihi konuşması ve Vance’in “asıl tehlike içimizde” temalı tepki çeken konuşması…
Samson da, makalesinde Vance’in konuşmasındaki şu cümleyi doğrudan aktarıyor:
“Asıl endişem iç tehditler. Avrupa’nın en temel, ABD ile paylaşılan değerlerden geri adım atması.”
Samson ayrıca, Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’ tezine atıfla, Avrupa’nın iki büyük dünya savaşının ardından ‘bir daha felaketler yaşamamak için’ uluslarüstü yapılarla kurduğu yeni düzenin ‘bir enkaza dönüştüğü’ görüşünde:
“Bugün ise bu vaat enkaz haline gelmiş durumda. Yerini, Batı medeniyetine karşı yürütülen saldırgan bir kampanya almış bulunuyor. Avrupa genelinde hükümetler, siyasi kurumları kendi vatandaşlarına ve ortak mirasımıza karşı birer silaha dönüştürdü. Demokratik ilkeleri güçlendirmek yerine, Avrupa; dijital sansür, kitlesel göç, dini özgürlüklerin kısıtlanması ve demokratik öz-yönetimi baltalayan başka pek çok tehdidin merkezi haline geldi.”
Samson, Avrupa’nın ‘Batı medeniyetinden’ uzaklaşmasına örnek olarak ise, İngiltere’de kürtaj karşıtlarının ve göç krizine dair ‘eleştirel çevrimiçi yorumları’ nedeniyle 12 binden fazla İngiliz vatandaşının tutuklanmasını’, Almanya için Alternatif (AfD) partisinin, Alman istihbaratı tarafından “aşırılıkçı” ilan edilmesini, Polonya ve Romanya’da siyasi partilerin (sağ partiler kastediliyor) engellenmesini gösteriyor. Avrupa’da bir ‘baskı ortamı’ tarifi yapan Samson, bunun kıtadaki seçim süreçlerini de olumsuz etkilediği görüşünde.
‘Orwellvari bir denetim aracı’
Avrupa Birliği’nin Dijital Hizmetler Yasası’nın, çocukları zararlı içeriklerden koruma iddiasıyla sunulsa da aslında muhalif sesleri susturmak için kullanılan Orwellvari bir denetim aracına dönüştüğünü dile getiren Samson, bağımsız düzenleyici kurumların X de (eski adıyla Twitter) dahil olmak üzere sosyal medya şirketlerini denetlediğini ve devasa para cezalarıyla tehdit ettiğini söyledi.
Samson’un tarif ettiği bütün sorunlara çözümü ise, ‘ortak küresel mirasın yeniden canlandırılması’:
“Umudumuz, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Batı mirasına yeniden bağlılık göstermesi ve Avrupa hükümetlerinin bu mirası savunanlara karşı devleti bir silah gibi kullanmaktan vazgeçmesidir. Kapsam ve taktikler konusunda her zaman aynı fikirde olmayabiliriz; fakat Avrupa hükümetlerinin siyasi ve dini ifadeyi korumaya, sınır güvenliğini sağlamaya ve adil seçimleri garanti altına almaya yönelik somut adımlar atması, memnuniyetle karşılanacak gelişmeler olacaktır.
İlişkimiz çok önemli, tarihimiz çok kıymetli ve uluslararası riskler çok büyük. Bu ortaklığın bozulmasına izin veremeyiz. Bu nedenle, Atlantik’in her iki yakasında da, ortak kültürümüzün değerlerini korumalı ve Batı medeniyetinin erdemin, özgürlüğün ve insan gelişiminin kaynağı olarak nesiller boyu sürmesini sağlamalıyız.”
Samson’un tezleri ne anlama geliyor?
ABD’nin Avrupa’da ‘medeni ittifaklara’ ihtiyaç duyduğu fikri etrafında şekillenen yazı, ABD ile Avrupa arasındaki ilişkinin ‘yalnızca coğrafi yakınlık ve karşılıklı çıkar ilişkileriyle açıklanamayacağı, ilişkilerin ‘ortak kültür, inanç, aile bağları ve paylaşılan Batı medeniyeti mirasıyla’ şekillendiği fikrini işliyor.
ABD-Avrupa ilişkilerindeki bu tarihsellik vurgusu, sadece stratejik işbirliğini değil, ‘binlerce yıllık bir hukuki ve kültürel akrabalık’ tezine dayandırılıyor.
Samson’un bu anlatısının güncel siyasetteki yansıması ise, Avrupa’da yükselen sağ, veya sağın popüler deyişlerinden biriyle, ‘hor görülen muhafazakarlık’… Samson, Avrupa’daki ‘sağ’ ve ‘Hristiyan-muhafazakar’ kesimleri, ‘medeniyetin temel savunucuları’ olarak tarif ediyor ve ‘Hristiyan ulusların’ haksız biçimde otoriter ve insan hakları ihlalcisi olarak damgalandığından yakınıyor.
Yani Samson’a göre Hristiyanlık, bugün Avrupa’da sahip çıkılması gereken bir aidiyet biçimi.
Ayrıca, Avrupa’da yükselen sağ akımlar da, Samson’a göre Batı medeniyetini koruma misyonunu üstlenen ve Hristiyan kimliğe sahip siyasi akımlar.
Düşman ise, kabaca liberal merkez veya merkez soldan merkez sağa kadar uzanan bütün partiler. Bu partiler, Samson’a göre Avrupa’yı ‘medeniyetsizleştiren, değerlerinden uzaklaştıran ve yozlaştıran’ partiler.
ABD’de Trump iktidarı ve ‘muhafazakarlık’ ana başlığıyla öne çıkardığı değerler, Demokrat Parti ABD’sinin kavram setinden rahatsızlık duyan kesimler ve hatta hükümetler tarafından memnuniyetle karşılandı/karşılanıyor.
Öyle ki, USAID’in tasfiye edilmesi kimi ‘Amerikan karşıtı’ kesimler tarafından çok büyük bir coşkuyla karşılanmıştı.
Trump yönetiminin özellikle LGBTİ karşıtı, Hristiyan inanç temelli ve gelenekselci söylemleri ise Rusya başta olmak üzere Avrupa’da ABD karşıtlığıyla bilinen ülkelerde geniş sempati topladı.
Peki, gerçekte olan neydi?
Bir emperyalist süper güç olarak ABD, Demokrat Parti (Joe Biden) döneminde ABD’nin uyguladığı ve ihraç ettiği ideoloji, cinsel/etnik kimlik politikalarıyla şekillenen, sosyal adalet, eşitlik gibi kavramların öne çıkarıldığı ve en genel terimle ‘woke’ ideolojiydi.
‘Trumpizmin’ sıkça ‘radikal sol/Marksist’ diye kodladığı ideoloji, sermaye düzeniyle çelişmeyen, neoliberal piyasa mekanizmalarıyla son derece uyumlu, kimlik temelli ayrışmaları derinleştirerek sınıf mücadelesini gölgeleyen bir işleve sahip.
‘Rota yeniden oluşturuluyor…’
Trump yönetimi ise, iktidara geldikten sonra mevcut düzeni yıkmak yerine, onu daha muhafazakar ve milliyetçi bir çerçevede yeniden inşa etmek için kolları sıvadı. Yani, temelinde yine ABD’nin jeopolitik çıkarlarını hedefleyen, odak değiştikçe farklı kavramların öne çıktığı bir rota değişikliğiyle karşı karşıyayız.
ABD siyasetinde yaşanan bu dönüşümün en yakıcı etkileri ise doğal olarak Avrupa’da hissediliyor. Samson’un klasik Trumpist bir bakış açısıyla kaleme aldığı bu makale, işte tam olarak Trumpizmle Demokratların pişirdiği Avrupa siyaseti arasında yaşanan gerilimin bir dışavurumu.
Samson’un tarifi ise Avrupa’da taraftar bulmaya çok müsait. Zira Avrupa’da halkların güvenlik, istikrar, refah gibi sol talepleri, solun uzun yıllardır sistemli bir şekilde bastırıldığı bu politik iklimde sağ alternatifleri güçlendirdi ve özellikle Batı karşıtı ülkelerde yeni bir tür sağcı-milliyetçi hegemonya inşa edilmesine hizmet etti. Bu durumun en dikkat çekici örneği olarak, birkaç ay öncesine kadar ABD karşıtı sloganlarla meydanları dolduran Romanya sağının, Trump’la birlikte bu sefer ABD bayraklarıyla sokakları doldurması gösterilebilir.
ABD emperyalizmi, böylelikle Avrupa’daki ‘AB şüphecisi’, ‘Batı karşıtı’ güçleri -Rusya gibi ‘düşman’ bir ülkede bile- kendi ideolojik çerçevesine hapsedebilen bir yöntem geliştirdi. Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, İspanya, Avusturya, Belçika, İsveç, Finlandiya, Slovakya, Sırbistan, Romanya gibi sağın yükselişte veya iktidarda olduğu ve siyasi hayatında çeşitli düzeylerde ‘Batı karşıtı’ siyasetler bulunan bütün Avrupa ülkeleri, bugünlerde Trump’ın dünyayı ‘eşcinsellikten kurtarmasını’ alkışlıyor.
Samson, makalesinin sonunda “Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa ile güçlü bir ortaklık kurmaya ve ortak dış politika hedefleri doğrultusunda birlikte çalışmaya kararlı” diyor ve “Bu ortaklığın bozulmasına izin veremeyiz” ifadesiyle bir anlamda aba altından sopa gösteriyor.
ABD’nin ‘sorunların çözülmesi için birlikte çalışma’ vurgusunu, her zaman rejim değişikliği operasyonları takip eder. Avrupa’da Trump ABD’siyle uyumlu siyasetler ise şimdiden ciddi başarılar kazanmış durumda.
İnsan hakları, sivil özgürlükler, ifade özgürlüğü gibi kavramlar özellikle 2022’den bu yana Demokratlar ve Avrupalı elitler tarafından Rusya’ya karşı kullanıldı. Aynı kavramlar belli ki bu sefer Trump yönetiminin resmi anlatısı olarak yeni muhafazakarlık ve yükselen sağ akımların mağduriyetlerini anlatacak.
-
Dünya Basını2 hafta önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Görüş2 hafta önce
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü
-
Diplomasi2 hafta önce
Lavrov’un ziyareti ve Ermenistan’da son durum: Denge mi, savrulma mı?
-
Görüş2 hafta önce
Rusya ile müzakerelerde aklıselimin galip gelme ihtimali
-
Söyleşi2 hafta önce
Eski AP Türkiye Raportörü Kati Piri Harici’ye konuştu: AB’nin tutarlı bir Türkiye stratejisi yok
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Rusya-Ukrayna barışını teşvik girişimi stratejik açmaza dönüştü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Tantura katliamı: İsrail’in örtbas ettiği savaş suçu
-
Avrupa5 gün önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor