Bizi Takip Edin

Görüş

Rusya ekonomisinin geleceği

Avatar photo

Yayınlanma

Temel göstergeler. Çatışmanın ilk aylarında hükümeti de etkisine alan büyük bir panik yaşandı. Ancak daha 2022 sonuna gelinmeden bütün olumsuz beklentilerin tamamen öngörüsüz olduğu ortaya çıkmıştı.

Rusya’da liberal ekonomiye kurmay yetiştiren kurumlardan Rusya Kamu Ekonomisi ve Amme Hizmetleri Akademisi (RANHiGS) 2022 temmuzunda GSYH’nın yüzde 6,4 ile 11,5 arasında düşmesinin beklendiğini açıklamıştı. Akademiye göre 2023’te bu küçülmenin daha da büyük olması bekleniyordu. 2022 martında Maliye Bakanlığı, o yıl GSYH’da yüzde 11 düşüş öngörüyordu. O sırada Sayıştay başkanı olan, 90’ların “şok terapisinin” başlıca sorumluları arasındaki Kudrin’e göre küçülme yüzde 15’i bulabilirdi. İktisadi Kalkınma Bakanlığı’nın 2022 ağustosunda yayınladığı 2022-2025 tahmin raporuna göre 2022’de yüzde 4,2, ertesi yıl da 2,7 küçülme bekleniyordu. Bakanlık reel ücretlerde de 2022’de yüzde 2,8, 2023’te yüzde 1,2 düşme beliyordu. Enflasyon tahminleri ise 2022’den itibaren yüzde 13,4, 5,5 ve 4,2’ydi. İşsizlik beklentisi 2022 için yüzde 4,8, 2023 için de yüzde 5,2’ydi. Oysa 2022 itibariyle ekonomi sadece yüzde 2,1 küçüldü, 2023’te ise yüzde 3,6 büyüdü. Bu, son on yılın en yüksek büyüme oranıydı. İşsizliğin artması şöyle dursun, 2022 sonlarında işsizlik oranı yüzde 3,9’du; 2023 sonu itibariyle kapitalist restorasyon sonrası Rusya’da işsizlik rekor seviyede düşmüş ve yüzde 3 olmuştu. Buna paralel olarak 2022’de ücretler yüzde 9,9 arttı. 2023 sonu itibariyle reel artış oranı yüzde 7,2’ydi.

Bankacılık. Sektör 2022’yi sadece 200 milyar ruble kârla kapattı. Oysa bir önceki yılın kârı 2,4 trilyon rubleydi. Dahası, aslında kâr değil düpedüz büyük miktarda zarar bulunduğu da ileri sürülebilir, çünkü bilanço işlemleri, sermaye stokundaki kayıpları gizleyecek şekilde yapılmıştı. 2023’te ise sektör 2,7 trilyon kâr etti. Rusya Merkez Bankası verilerine göre bunun 0,6 trilyonu 2023 yazında benzeri görülmemiş miktarlara varan döviz spekülasyonundan kaynaklanmıştı. Benim tahminlerime göre ise döviz spekülasyonunun getirisi 1 trilyon ruble civarında olmalı; sektörün yüzde 60’tan fazlası (bu oran 2021 verilerine dayanıyor; bu hafta QiwiBank’ın lisansının iptalinden başka daha önemlisi Otkrıtiye’nin geçen yıl başında tamamen VTB’ye devredilmesi gibi işlemler devletin sektördeki payını daha çok artırmış olmalı) devlet kontrolü altındaki bankalardan oluştuğuna göre bütün bu spekülasyonlar en çok onlara yaradı.

Temerrüt. 2022 paniğine damgasını vuran şeylerden biri de temerrüt hikâyesiydi. Rusya’nın borçlarını ödemek için neredeyse sadece amuda kalkmadığı kaldı, bütün yaptırımlara rağmen bunları üstelik ilk yaptırımların yol açtığı kriz ortamında döviz olarak ödemeyi başardı, ta ki haziran sonunda ABD Maliye Bakanlığı’nın OFAS linansının iptaliyle birlikte eurobond kupon ödemeleri artık yapılamaz oluncaya kadar. Ve hiçbir şey olmadı! “Temerrüde düştü demesinler” korkusunun tamamen yersiz olduğu, temerrüdün ekonomi işlediği sürece iflas anlamına gelmediği gibi tersine borç ödemelerini yatırıma çevirmek zorunda bırakarak kalkınmaya yardım ettiği, yani bütün bu temerrüt hikâyesinin sadece bir saplantı olduğu ortaya çıktı ve bu, neoliberal dogmatizme saplanmış ekonomi yönetiminin değil ama dogmatik değil pragmatist davranmayı ilke edinen Kremlin’in ekonomiyle ilgili kararlarda da kendine güvenini pekiştirdi.

Sermaye çıkışı. 2022’de Rusya’dan 243 milyar dolar sermaye çıktı. 2023’te ise bu miktar 60 milyar dolar dolayındaydı. C tipi hesaplarda toplanarak çıkışı engellenen 10 milyar doları aşkın sermayeden başka IKEA’da olduğu gibi vergi borçları gerekçe gösterilerek bloke edilen başka yabancı varlıklar da var. Bugün artık, Rusya’nın dondurulan varlıklarının müsaderesi değilse bile (ve bu da er ya da geç olacaktır; nitekim ABD’nin Rusya’nın 500 bin dolar varlığını Estonya’ya vermesini bu yolda kesin bir başlangıç saymak gerek) bu varlıkların işletmesinden doğan kârın Kiev rejimine devredileceği kesin görünüyor. Rusya’nın Avrupa’da dondurulan varlıklarının 191 milyar avrosunu kontrolünde tutan ve geçen yıl bunlar sayesinde toplam kârının yüzde 70’ini (4,4 milyar avro) elde eden Euroclear’in isteksizliği (makul bir isteksizlik; vergi yoluyla da Belçika bütçesi için finansman çünkü) buna engel olamayacak.

Yeni sınıf kompozisyonu. Sermaye, iki yönlü bir hareketle yeni sınıfsal kompozisyonları ortaya çıkaracak şekilde zorlanıyor. Birincisi, Rusya’da liberal muhalefetin kitle tabanını teşkil eden müreffeh küçük ve orta burjuvazinin savaşla birlikte deklase olması, daha pandemi öncesinden beri bu sınıfın reorganizasyonuna yönelik planların hayata geçirilmesini hızlandırdı, ancak bunlar hâlâ üretken sektörlerden ziyade hizmet sektörüne yatırım yapıyor. İkincisi, sermayenin “millileştirilmesi” eğilimi hız kazandı; ülkeden ayrılan yabancı şirketler en az yarı yarıya indirimle ve bir de devlete, adına gönüllü denilen oysa gerçekte mecburi aidatlarla yerli şirketlere satılıyor. Yeni ortaya çıkan şirketler ise büyük ölçüde devletin stratejik planlama alanında kalıyor. Bunun yetmediği yerde, Carlsberg’de olduğu gibi satış pazarlığı bitmiş yabancı şirketlere kayyım atandığına da rastlanıyor. Bütün sektörlerde devletin kontrol alanı genişliyor.

Offshore. Rusya ekonomisinin yapısal hastalığı offshore meselesi tamamen çözülmüş değil, ama sermaye çıkışının yaptırımlarla birlikte zorlaşmasına paralel olarak “mali bloğun” ısrarına rağmen de sınırlanması (hükümetle “mali bloğun” iki başından biri olan Merkez Bankası arasında giderek daha görünür hale gelen bir çatışma var) bu meselenin dolaylı çözümünün önünü açtı. Hong Kong ve Şanghay modelleri esas alınarak kurulan iç offhore bölgeleri, Kaliningrad ve Vladivostok’taki iki ada, yerli şirketler tarafından mecburen şirket kaydı için daha sık kullanılmaya başlandı. Bunun on örneği olan Yandex Rusya’nın durumu, aynı zamanda, yabancı hukuk alanında faaliyet gösteren teknoloji şirketlerinin (Yandex gerçekte Hollanda şirketiydi) ülkeye taşınması yolunda en önemli adımı teşkil etti. Üstelik bu da, artık rutin olduğu üzere muazzam indirimlerle yapıldı. Forbes’un tahminine göre Yandex’in Rusya’daki varlıklarının değeri 12,5 milyar dolar; oysa satış sadece 5,3 milyar dolara yapıldı (475 milyar ruble). Aralarında Lukoil’un da olduğu dört alıcı var, ancak bunlardan en yüksek yatırım yapan yüzde 10’la Lukoil. Kesin veriler açıklanmış değil; ancak öyle görünüyor ki Yandex Rusya’nın tepe yöneticileri, beşinci alıcı grubu olarak en büyük paya sahip. Bu da devlet bankalarının kredisi olmaksızın mümkün değil. Dolayısıyla genel eğilimin tamamlandığını, Yandex Rusya’nın devlet mülkiyetine değilse bile devlet kontrolüne girdiğini kabul etmek mümkün.

“Mali bloğun” Kremlin’in kararnamelerini aşındırması. Bu tamamen engellenebilmiş değil ve engellenemeyecek, zira başta Merkez Bankası olmak üzere neoliberal dogmatizme dayanan “mali blok” sermaye hareketlerini Kremlin’in baskısına rağmen elinden geldiğince serbestleştirmeye çalışıyor. Bu, tuhaf bir şekilde, ülkeden ayrılan yabancı şirketlerin yönetimine kayyım atanmasını, gümrük resimlerinin döviz kuruna bağlanmasını, ihracatçı şirketlerin döviz gelirlerini iç piyasada satma mecburiyetini vb. getiren kararnameleri sulandırmak için gösterilen çabada ortaya çıkıyor.

Büyük burjuvazinin baskısı. 2022 “madencilerin” Kremlin’le savaşıyla geçti. Sektördeki büyük burjuvazinin (daha sonra onlara çimento üreticileri de katıldı) devlet demiryollarının (RJD) navlun tarifesinin düşürülmesi için yıl boyunca hem Kremlin’e hem de hükümete baskısı sonuç vermedi. Aşırı kârın vergilendirilmesinin önlenmesi girişimleri de öyle. Bununla birlikte kademeli gelir vergisine geçişi kesin olarak engellemeyi başardılar. Windfall tax (aşırı kâr vergisi) her ne kadar kuşa çevrilerek 300 milyar rubleye kadar düşmüş olsa da büyük burjuvazinin Kremlin tarafından gönüllülüğe mecbur kılınması bakımından önem taşıyordu.

Savaş ekonomisi? Rusya’nın krizden savaş ekonomisiyle çıktığı efsanesi giderek yaygınlık kazanıyor. Bu doğru değil. Rusya yönetimi Sovyetler Birliği’nin altyapısı üzerinde devlet sektöründe sivil ve askeri sanayinin iç içe geçmişliğinin avantajını kullanıyor. Sovyetler Birliği’nde bu durum, kapitalist restorasyonu önceleyen yıllarda bütün musibetlerin kaynağı gibi gösterilmesine rağmen, gerçekte Sovyet sivil sanayileşmesini teşvik eden bir rol oynuyordu. Sivil ve askeri alanların bu birliği sayesinde Sovyetler Birliği’nde her 10 kişiden biri savunma sektörüyle ilişkiliydi. Savaş sanayisi sivil sanayinin de reorganizasyonunu ve askerileştirilmesini, ayrıca çoğu durumda buna yönelik kaynak arayışı için savaş tahvillerini gerekli kılar; Rusya’da ne ilki ne ikincisi yapıldı. Sanayi zaten vardı, kaynak için bütçeden savunma üretimine ayrılan pay artırılmakla birlikte (2021’de bütçenin yüzde 16 kadarı savunma harcamalarına ayrılmıştı, 2023’te bu oran yüzde 22’ye çıktı, bu yıl yüzde 30’unu aşması bekleniyor) tahvil çıkarmaya ihtiyaç duyulmadı. Savunma bütçesindeki artış, sosyal harcamaların kısılmasına yol açtı. 2024’te toplam bütçe harcamalarının sadece yüzde 21 kadarının bu alanda yapılması planlanıyor ve bu, 2015-2021 ortalamasının (yüzde 28) çok altında. Ancak yeni ve konsolide bir küçük ve orta burjuvazi yaratma hedefiyle ilişkili olarak savunma sektörü yoğunlaştığı federal bölgelerde kâr ve gelir vergisinde daha önce görülmemiş artışlara yol açtı. Bunlar sırasıyla, federal seviyede yüzde 22 ve yüzde 13 arttı. İlki küçük ve orta burjuvazinin güçlenmesine işaret ederken ikincisi işsizliğin azalması ve ücretlerde yükselmeyle paralel bir artış. Sanayi sektörünün güçlü olduğu federal bölgelerdeki artış ise daha belirgin.

Bütçe açığı ve petrol-doğalgaz ekonomisinde gerileme. Bir hammadde üreticisi olarak geleneksel olarak bütçe fazlası veren Rusya’da iki yıldır bütçe açığının büyük miktarları buluyor olması, en ciddi sorunlardan biri. 2022’de bütçe açığı GSYH’nın yüzde 2,1’ine ulaşmıştı; 2023’te ise yüzde 1,9’u (3,2 trilyon ruble) oldu. Bununla birlikte açığın niteliğinde köklü bir değişiklik var ve bu, bir kez daha, 2023’te bir önceki yılın paniğinin tamamen ortadan kalkmasının ve kendine güvenin sonucu. Petrol ve doğalgaz gelirleri Rusya’da bütçenin yüzde 8-10’unu karşılar; 2023’te bu gelirler yüzde 23,9 düşmesine rağmen bütçe açığı bir önceki yıla göre azaldı. Bu, Rusya’nın petrol-doğalgaz ekonomisinden çıkma kararlılığına yorulmalı. Bu kararlılık siyasi çerçevesini stratejik planlama tartışmalarında buluyor. Stratejik planlama, fiilen, sektörel alanlarda devlet kontrolünün sadece şirketlerin kontrol paketlerinin devletin elinde tutulması yoluyla değil siyasi vasıtalarla da güçlendirilmesi ve uzun vadeli bir devlet planlamasının hâkim kılınması çabasına işaret ediyor.

Görüş

Rusya ile müzakerelerde aklıselimin galip gelme ihtimali

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Eksiği tamamlamak

 Geçen yılın son günü Harici’de “Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık” başlığıyla iki bölümlük bir yazı kaleme aldım. Bu yazının ana fikri şuydu:

1) “Rejimin savaşı askeri cephede mevcut konvansiyonel imkanlarla sürdürebilmesi artık çok güç.” Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, NATO’nun mütemadiyen yakındığı gibi, bütün batı ülkelerinin toplam askeri üretimi, Sovyet askeri sanayisi üzerinde yükselen Rusya’nın üretiminin gerisinde. İkinci neden de şu: Kiev rejiminin insan kaynakları sınırsız değil; 2022 başında 40 milyon civarında hesaplanan Ukrayna nüfusu geçen yılın ortasında en iyi ihtimalle 29 milyona düşmüştü; yıl sonuna kadar 3 milyondan fazla insan daha ülke dışına çıktı.

2) “Mevcut durumda temas hattında bir mütareke kaçınılmaz görünüyor.” Bunun nedeni, Rusya’nın değil Kiev rejiminin destekçilerinin “hazırlık” için zamana ihtiyacı olmasıdır. “Hazırlık” denen şey Rusya ile geniş çaplı bir savaşın hazırlığıdır ve bu tam bir kapitalist reorganizasyon anlamına gelir: “Avrupa’da sanayisizleştirme değil sanayinin askerileştirilmesi.” Bu yeni sınıfsal altüst oluş projesi esas itibariyle Komisyon tarafından ve daha 2021 eylülünde hazırlanmıştı; ancak beceriksizlik, aşırı ihtiras ve herhalde bir tür narsizmden kaynaklanan aşırı iradecilik gibi nedenlerle hayata geçmedi.

3) Rusya’nın tercihi geçici bir ateşkes veya mütareke değil kalıcı bir siyasi anlaşmadır; ancak bu, geçici mütarekeleri dışlamaz. Kalıcı bir barışın temeli ancak Putin’in geçen yıl haziran ayındaki ültimatomu olabilir, başka da bir şey olamaz. Bu ültimatomun esasları şunlardır: denazifikasyon ve demilitarizasyon hedefi halen geçerlidir; bunların ilki Kiev’de anayasal meşruiyetini kaybetmiş olan rejimin değişmesini ve 2022 nisanında İstanbul mutabakatında parafe edilen silahlı kuvvetlerin sınırlandırılmasını kapsar, ne var ki bunlara şimdi bir de Rusya’ya katılan dört yeni bölge eklenmiştir.

4) “Avrupa başkentleri… önemsiz, onlar rüzgâra kapılmış bir sivrisinek gibi amaçsızca uçup duruyor. … batıda sadece iki pozisyon var: ABD ve Britanya.” Britanya’nın, yani The City’nin, yani küresel mali sermayenin pozisyonu, Avrupalıları canlı top mermisi olarak kullanarak savaşı varabileceği en geniş sınırlarına vardırmaktır. Bu savaş kazanılamaz; ama zaten kazanılması da gerekmiyor. Gereken tek şey çatışmayı öngörülemez bir geleceğe kadar sürdürmektir.

5) Bu kapsamda ben, “eğer Britanya engeli alt edilebilirse” şubat-mart aylarında temas hattında NATO üyesi olmayan ülkelerin barışgücünden uluslararası bir misyon kurulmasını, mayıs ayında da Kiev’de seçimlerin yapılmasını bekliyorum.

Yarım asırdan uzun bir süre önce, o sırada yirmili yaşlarının ortasında olan genç, kararlı ve dahi bir devrimci, “kendi başlarına hem doğru hem de eksik” olan tanımların “eksik oldukları için de yanlış” olduğunu söylemişti. Ne yazık ki artık pek az kimsenin umurunda kendi yanlışları; siyasi mücadelede hemen herkes kendisinde peygamber yanılmazlığı görüyor, yanıldığında da dönüp geriye bakmayı bile zül sayıyor, yanılgısını kabul edip düzeltmek yerine unutmak ve unutturmak daha çok işine geliyor.

Benim yukarıdaki vargılarım “kendi başlarına” doğrudur; bu doğrular halen işliyor. Ne var ki sonuçtaki beklenti yanlıştır ve bu yanlış, tanımdaki eksiklikten kaynaklanıyor. Üstelik de Britanya’nın rolü vurgulanmış olmasına rağmen yanlıştır, çünkü bu yıkıcılığın gücü ve yeni sınıf ittifaklarının ortaya çıkma potansiyeli daha kalın çizgilerle ifade edilmeliydi.

Birinci eksiklik şudur:

Bir ölüm kalım mücadelesinde her zaman hasımların mantıklı davranacağı varsayımı yanlıştır. Hasımların zekâ seviyelerinin eşit veya yakın olacağı varsayımı da yanlıştır. Hasımlar, kendi kalıcı menfaatlerini kollamak yerine doğrudan doğruya bu menfaatlerin hilafına da davranabilir. Uzun vadede şahsi veya sınıfsal güç veya avantaj kadar (bunlar kendi maddi menfaatleri penceresinden mantıklı davranmayı gerektirir) kısa vadede iktidar hırsı da siyasi mücadelelerde belirleyicidir (ve bu, ne pahasına olursa olsun iktidarını korumak için alabildiğine mantıksız, hatta bazı durumlarda yenilgiyi hızlandıran bir rol oynayabilir). Bu, bir okurumun geçtiğimiz günlerde son derece veciz şekilde ifade ettiği bir siyaset dersidir: “Bu savaş sayesinde eksi IQ diye bir şey olduğunu fark ettim.” Aslında benzer bir şaşkınlığı 13 Mayıs’ta Putin de ifade etmişti: “Şunu-şunu kesinlikle yapmayacaklarmış sanılır, çünkü onlara zarar veriyor. Ama ahmaklar, yapıyorlar.” (Yeri gelmişken, çeviride biraz yumuşattım bu kelimeyi; gerçekte dediği şudur: “Ну делают же придурки…”)

İkinci eksiklik ise temel, yapısal bir şeyin yeterince vurgulanmamış olmasıdır: küresel burjuvazi bir bütündür. Bunların çeşitli seksiyonları arasındaki çatışmalar birinin diğerini yok etmesiyle sonuçlanmaz hiçbir zaman; tersine, her defasında yeni bir sentezle sonuçlanır. Rekabet işbirliğini, yani daha yüksek seviyede tekelleşmeleri doğurur. Tunç Akkoç geçtiğimiz gün bunun özel bir veçhesinden bakarak yorumlamıştı. Harici’de haberleştirilen, Lockheed Martin (Amerikan siyasi sisteminin ortaklarından) ve Rheinmetall’in (Almanya siyasi sisteminin yeni sahibi) Avrupa’da füze üretmek için ortak girişimine dikkat çektiği yorumunda şöyle demişti:

“Almanya’nın askerileşmesi, ABD silah sanayisine de yarar demiştik. İşte oluyor. Bu dinamiği hep gözönünde bulundurmakta fayda var.”

Bu kesinlikle doğru bir yorumdur. En önemlisi, siyasi eliti (eskiden “yönetici çevreler” denirdi bunlara) kan kokusuyla kendinden geçmiş bataklık sivrisineklerinden başka bir şey olmayan Avrupa ülkelerinin ekonomik güçlerini ve askerileşme hedefini korudukları sürece Amerikan siyaseti üzerinde de etkide bulunabileceğini gösterir. Aynı ölçüde önem taşıyan bir başka nokta da şudur: bu olgu, ABD’de Ukrayna meselesinde iktidar içi çatışmaların da temel nedenlerinden biridir. Lindsey Graham’ın Kongre’ye sunduğu “yıkıcı yaptırımlar” kanun tasarısı, bu doğrudan doğruya faşist eğilimin tezahürlerinden biridir.

Faşizmin Dimitrov tarafından formüle edilen klasik tanımını hatırlayalım:

“Faşizm mali sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür… Faşizm sınıflarüstü bir iktidar değildir, küçük burjuvazinin yahut lümpen proletaryanın mali sermaye üzerinde iktidarı değildir. Faşizm dış siyasette, başka halklara karşı zoolojik nefret besleyen en kaba haliyle bir şovenizmdir.”

Bütün eleştirilere rağmen faşizmin en karakteristik tanımı hâlâ budur; zira, birincisi, faşizmin mali sermaye ile ilişkisinin altını çizer; ikincisi, bir sürecin aşamaları olduğunu öngörür; ve üçüncüsü, “faşistin” ne olduğu doğrudan doğruya bu tanımdan çıkarılabilir. Lindsey Graham su katılmamış bir faşisttir. Bu faşistin en genel anlamıyla siyasi iktidar üzerindeki etkinliği biliniyor zaten; yönetim üzerinde de etkinlik kurduğu ise açıkça görülüyor. Böylece Amerikan yönetiminde iki kanat öne çıkıyor: Rubio-Kellogg ile müttefikleri (ve velinimetleri) Graham’le giderek daha çok yakınlaşıyor; tamamen ayrı bir sınıf ittifakını temsil eden JD Vance (ve Rusya’yla barış yanlısı Witkoff) ise bu etkinliği kırmaya çalışıyor. Yeni yönetimin kalıcılığı Vance’in, nihayetinde Trump’ın ikinci seçim zaferinin ana halkasını teşkil eden ideolojik-siyasi formülasyonuna ne kadar bağlı kalınacağıyla (ve aynı zamanda kendisinin ne kadar bağlı kalacağıyla da) ilişkili, eğer bunun yerine yeni bir şey geçirilirse geriye neocon haydutluğundan başka hiçbir şey kalmaz. Mesele aynı zamanda, böyle durumlarda hep olduğu gibi, biraz da veraset meselesidir; nihayetinde Trump sonsuza kadar yaşamayacak. İlk raundu kimin kazandığı belirsiz, şimdilik kanatlar Trump’ın dengeleyici rolünü kabul ediyor.

Özetle, küresel sermayenin muhtelif kesimlerinin tutumu ABD içindeki iktidar mücadeleleri üzerinde de etkide bulunuyor. İp üstünde denge şimdilik işliyor (ve paradoksal bir şekilde, işlemesinin nedenlerinden biri, Trump’ın hödükçe narsizmi ve ideal sınırlarına varan idare-i maslahatçılığı), ama yalpalayarak işliyor ve bunun sonunun nereye varacağı hâlâ belirsiz.

Gene de bir tahminde bulunmaktan kendimi alamayacağım. Eğer “aklıselim” galip gelirse, Rusya ile Rusya’nın şartlarında bir barış yapmak zorundalar. Bu, kaçınılmaz olarak, Putin’in geçen yılın haziran ayındaki ültimatomuna uygun olmalıdır: yani dört yeni bölgenin Rusya bünyesinde olduğunun de facto olsun kabulü ve bu bölgelere saldırmama güvencesi; ayrıca denazifikasyonun Kiev’de iktidar değişikliği, demilitarizasyonun ise İstanbul’da 2022 nisanında parafe edilen mutabakatın ruhuna uygun şekilde Kiev rejiminin silahlı kuvvetlerinin mevcut ve potansiyelinin daraltılması şeklinde yorumlanması. NATO güvencesi ve Kırım meselesi tartışma konusu bile değildir.

Aklıselimin galip gelme ihtimali nedir peki? Pek de yüksek bir ihtimal değil bu. Askeri çatışma alanında bu yönde girişimler devam edebilir, geçici bir süreliğine başarılı da olabilir; ama sivrisinek refleksini aşmak mümkün değildir.

Senaryolar meselesini bir sonraki yazıya bırakalım. Küresel mali sermaye açısından en aklıbaşında senaryoları geçen gün JPMorgan Chase formüle etti; oradan devam edelim.

Okumaya Devam Et

Görüş

Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü

Yayınlanma

Çin-Afrika enerji işbirliği, Afrika’nın kurak bölgelerinin temiz enerji vahalarına dönüştürülmesine yardımcı oluyor.

Doç. Dr. Cheng Jin, Şanghay Sosyal Bilimler Akademisi Ekoloji Araştırma Enstitüsü Başkan Yardımcısı

Bu makale, Çin-Afrika enerji işbirliğinin kurak bölgelerin hayatta kalma mantığını nasıl yeniden tanımladığını ortaya koymaktadır.

Eskiden kalkınmanın önündeki engeller olarak görülen yoğun güneş ışığı ve geniş çorak araziler, artık Çin’in temiz enerji teknolojileri sayesinde bölgesel büyümenin yeni itici güçlerine dönüşmüştür.

Makale, “teknik zorluklar – model inovasyonu – kalkınma yetkilendirmesi” şeklinde mantıksal bir çerçeve izleyerek üç bölüme ayrılmıştır: 1. Çin’in rüzgar ve kum direncine sahip fotovoltaik teknolojisinin, kurak bölgelerde elektrik üretimindeki verimlilik darboğazını nasıl aştığı; 2. “Fotovoltaik + ekolojik restorasyon + sanayi” üçlü modelinin ekonomik ve çevresel açıdan sağladığı çift yönlü faydalar; 3. Yerelleştirilmiş teknolojik yenilik ve sanayi sistemi gelişimi, buna yerel üretimin teşvik edilmesi, teknoloji transferi ve inovasyonun kolaylaştırılması ile Afrika’nın küresel sanayi zincirindeki konumunun güçlendirilmesi dahildir.

Sahra Altı Afrika’nın uçsuz bucaksız çöllerinde, yakıcı güneş ve kum fırtınaları bir zamanlar kalkınmanın önünde birer engel olarak görülürken, bugün Çin teknolojisi ve Afrika’nın bilgeliği sayesinde kalkınmanın altın kaynaklarına dönüştürülüyor.

En güncel verilere göre, Çin-Afrika işbirliğiyle inşa edilen fotovoltaik (güneş enerjisi) santrallerinin toplam kurulu kapasitesi 1,5 gigavatı aşmış durumda. Bu, Afrika’nın enerji sıkıntısını hafifletmesine ve iklim değişikliğiyle mücadele etmesine destek sağlıyor.

Fotovoltaik panellerin oluşturduğu diziler, çöl denizinde uzanan birer yeşil Çin Seddi gibi yükseliyor; panellerin altındaki damla sulama sistemi yeni yeşillikleri besliyor. Yerel fabrikalarda robot kollar “Afrika üretimi” güneş enerjisi bileşenlerini monte ediyor.

Çin ve Afrika’nın birlikte yazdığı bu enerji devrimi, yalnızca kurak toprakların temiz enerji vahalarına dönüşmesini sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda küresel Güney ülkelerinin iklim yönetişimine katılım yollarını da yeniden tanımlıyor.

Rüzgar ve kuma dayanıklı fotovoltaik teknoloji: “Güneş lanetini” enerji zenginliğine dönüştürmek

Afrika’nın kurak bölgelerinde yıllık ortalama güneşlenme süresi 3000 saati aşıyor, bu da teorik olarak dünyanın enerji ihtiyacının birkaç katını karşılamaya yeterli. Ancak, şiddetli kum fırtınaları, aşırı sıcaklık farkları ve su kaynaklarının kıtlığı uzun süredir fotovoltaik verimliliği kısıtlıyor. Geleneksel güneş panelleri kumla kaplandığında elektrik üretimi %40’a kadar düşebiliyor, sık sık yapılan manuel temizlik ise bakım maliyetlerini yüksek tutuyor. Buna karşılık Çinli şirketler, kum ve rüzgara dayanıklı çift camlı çift yüzeyli paneller, otomatik temizlik robotları ve akıllı takip sistemine sahip montaj yapıları geliştirdi. Bu sistemler, güneş enerjisi santrallerinin ömrünü 25 yıldan 35 yıla çıkararak, her bir panelin ömrü boyunca %15 daha fazla elektrik üretmesini sağladı.

Güney Afrika’nın Kuzey Cape eyaletindeki çöllerde, 248 metre yüksekliğinde bir güneş kulesi ve etrafını saran yansıtıcı aynalar etkileyici bir manzara oluşturuyor. Burası, bir Çin şirketi tarafından inşa edilen Güney Afrika’nın en büyük güneş termik santrali. Kablosuz cihazlarla, kule etrafındaki 40 binden fazla ayna güneşi otomatik olarak takip ederek güneş enerjisini maksimum seviyede topluyor. Aynı zamanda, dairesel tanklarda depolanan erimiş tuzlar uzun süre ısı depolayarak buhar türbinlerinin kesintisiz çalışmasını sağlıyor ve güneşin olmadığı saatlerde de elektrik üretimine olanak tanıyor.

“Fotovoltaik + Ekolojik Restorasyon + Sanayi”: Çölde döngüsel ekonomi yaratmak

Çin’in Kubuqi ve Ulanbuh çöllerindeki fotovoltaik projeleri gibi başarılı “çölü yeşillendirme” örnekleri dünya çapında dikkat çekiyor. Kurak çöllere kurulan birçok fotovoltaik santral, belirgin ekolojik iyileşme sağlıyor: Güneş panelleri yer sıcaklığını 3–5°C düşürüyor, su buharlaşmasını %30 azaltıyor ve bitki örtüsünün geri dönmesi için mikroiklim yaratıyor. Ayrıca, panel dizilerinin rüzgar kırıcı ve gölgeleme etkisi, sulama ve bakım uygulamalarıyla birlikte bitki örtüsü artışı, toprak kalitesinin iyileşmesi ve yerel iklimin değişmesi sağlanıyor.

Nijerya Ulaştırma Bakanlığı Raylı Taşımacılık Hizmetleri Dairesi Mühendisi Sulu Charles, Çin’in bu fotovoltaik çöl restorasyon modeline büyük övgüde bulunuyor. Özel bir eğitim programı sırasında Çinli uzmanlarla derinlemesine tartışmalarda bulunarak notlar alıyor. “Panel üstü enerji üretimi, panel altı restorasyon ve paneller arası tarım” modeli hem ekonomik hem de çevresel fayda sağlıyor. “Afrika’da birçok ülke bol güneş ışığına sahip, bu alanda daha fazla Çin-Afrika işbirliği görmek istiyoruz.”

Eylül 2023’te Çin, ilk Afrika İklim Eylem Zirvesi’nde, iklim değişikliğiyle mücadeleye yönelik Güney-Güney işbirliği “Afrika Güneş Kuşağı” projesini resmen başlattı. Bu proje, Afrika’nın güneş enerjisi potansiyeli ve temiz enerji kalkınma ihtiyacına odaklanıyor. İklim dostu “fotovoltaik+” projeler, politika çalışmaları, stratejik planlama, diyaloglar ve kapasite geliştirme programları aracılığıyla Çin-Afrika fotovoltaik kaynak işbirliğinde örnek bir kuşak oluşturmayı ve Afrika’nın iklim değişikliğiyle mücadele ve yeşil kalkınma çabalarına destek olmayı hedefliyor.

Yerelleştirilmiş İnovasyon: Afrika’nın Temiz Enerji Değer Zincirinin Uyanışı

Çin, geniş çaplı teknik yardım faaliyetleri yürüterek “balık vermek yerine balık tutmayı öğretme” anlayışıyla Afrika’da yerel teknik yeteneklerin gelişimini ve teknoloji inovasyon kapasitesinin artırılmasını aktif şekilde destekliyor; bu da Afrika ülkelerinin enerji dönüşümünde sağlam bir beşeri temel oluşturuyor.

Örneğin, Çin’in desteklediği Zambiya’daki Lower Kafue Gorge hidroelektrik santrali projesi, 15.000 kişilik istihdam yarattı ve yeşil kalkınma fikrinin ve teknolojisinin başarıyla aktarılmasını sağladı. Lesotho’nun başkenti Maseru’nun batısında yer alan Mafeteng Güneş Enerjisi Santrali, Nisan 2023’te şebekeye bağlanarak 3 yıllık işletme ve bakım hizmeti sürecine girdi. Çinli ekip, Lesotho Elektrik Üretim Şirketi ile işbirliği içinde yerel güneş enerjisi mühendislerini eğiterek, gelecekte santralin bağımsız işletimi ve bakımı konusunda onları yetkin hale getiriyor.

Çin teknolojisi sadece olduğu gibi transfer edilmiyor, “ortak Ar-Ge – yerel uyarlama – sanayi kuluçkası” şeklindeki üç adımlı stratejiyle Afrika’nın kendi iç dinamiklerini besliyor. Kenya’nın Mombasa kentinde kurulan güneş paneli üretim hattı, yıllık 500 megavat üretim kapasitesine sahip olup Doğu Afrika pazarına hizmet veriyor. Bu proje yerel tedarik zincirini canlandırırken 500’den fazla istihdam yarattı.

Geleneksel ekipman ihracatından farklı olarak Çin, Fas ile birlikte yenilenebilir enerjinin verimli kullanımı ve ileri teknoloji araştırmaları için bir yeşil enerji laboratuvarı kurarak Fas’ın ve Afrika’nın enerji yapısını dönüştürmeye ve sürdürülebilir kalkınmasına katkı sağlıyor. Bu “balık tutmayı öğretme” yaklaşımı, Afrika’nın yeni enerji sektörünün hızlı gelişimini mümkün kılıyor.

Afrika Güneş Enerjisi Sanayi Derneği’nin yayınladığı 2024 Güneş Enerjisi Yıllık Görünüm Raporuna göre, 2023 yılında Afrika’nın yeni kurulu güneş enerjisi kapasitesi 3,74 gigavat ile bir önceki yıla göre %19 artarak rekor kırdı ve toplam kurulu kapasite 16,3 gigavata ulaştı. Güney Afrika birinci sırada yer alırken; Burkina Faso, Moritanya, Kenya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Fildişi Sahili ve Mısır da önde gelen ülkeler arasında yer aldı.

Çin-Afrika karşılıklı yarar işbirliği, Afrika’nın zengin doğal kaynaklarını ekonomik ve sosyal kalkınmayı destekleyen yeşil bir güce dönüştürüyor. Bu yalnızca teknoloji transferinin bir örneği değil, aynı zamanda küresel iklim yönetişiminin temel mantığını yeniden şekillendiriyor — iklim değişikliğinden en fazla etkilenen bölgeleri, çözüm üretim merkezlerine dönüştürüyor.

Bir zamanlar unutulmuş bu topraklar, temiz enerji aracılığıyla insanlığın sürdürülebilir gelecek vizyonuna kendini yeniden dokuyor. Burada her bir güneş paneli, küresel iklim yönetişiminin bir sinir hücresi; her bir kuraklığa dayanıklı bitki, Güney-Güney işbirliğinin yeni bir paradigmasını yazıyor. Belki de bu, insanlık kaderi ortaklığının en çarpıcı açıklamasıdır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Orta Asya stratejisi ısınıyor: AB liderlik arıyor, Çin kazan-kazan işbirliğini savunuyor

Yayınlanma

Ma Jinting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezinde Araştırma Görevlisi

İlk AB-Orta Asya Zirvesi 3-4 Nisan 2025 tarihlerinde Özbekistan’ın Semerkant şehrinde düzenlendi. Zirve, AB ile beş Orta Asya ülkesi (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan) arasındaki diyalog mekanizması olan “5+1” formatında organize edildi.

Zirve, AB-Orta Asya ilişkilerinde bir dönüm noktası niteliğinde olup, AB ile Orta Asya ülkeleri arasındaki işbirliğini daha da derinleştiriyor ve daha derin bir stratejik ortaklığa işaret ediyor. Zirvenin temaları ekonomik işbirliği ve yatırım, jeopolitik ve güvenlik işbirliği, iklim değişikliği ve bölgesel enerji işbirliği, sürdürülebilir kalkınma için işbirliği ile beşeri etkileşimler ve tıbbi işbirliği konularına odaklandı. Bu aynı zamanda Orta Asyalı liderlerin Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile ilk kez bir araya geldiği toplantı oldu.

Şüphesiz, zirvenin hem ölçeği hem de sonucu, AB’nin Orta Asya’ya verdiği önemi ve Orta Asya’nın AB ile işbirliği yapma kararlılığını gösteriyor. Bir yandan AB, “Küresel Geçit” programına yatırım yapmayı önerirken, diğer yandan Orta Asya önemli konularda AB’nin yanında yer aldı. Zirveden sonra kaydedilen somut ilerleme henüz bilinmemekle birlikte, AB’nin karmaşık uluslararası durumda AB’nin etkisini artırmak amacıyla kurumsallaşmış işbirliği yoluyla Orta Asya’da daha sürdürülebilir bir düzen gerçekleştirmeye çalıştığı görülüyor.

Semerkant Bildirisi: AB-Orta Asya ilişkilerinde yeni bir aşama

Küreselleşme ve çok kutupluluk manzarasındaki derin değişimler altında, AB ile Orta Asya arasındaki işbirliği ilişkilerinin derinleşmesi kaçınılmaz bir eğilim. António Costa, zirveden önce AB Konseyi’ne yaptığı resmi açıklamada, “Düzensizlik ve bölünmüşlük içinde bir dünyada yaşıyoruz, AB için uygulanabilir bir çözüm, güçlü bir ortaklık kurmak ve böylece AB için refah ve kalkınmayı teşvik etmektir,” dedi.

Günümüzde, tek taraflılık ve jeopolitik çatışmaların yaşandığı bir ortamda, çok taraflılığa dayalı uluslararası işbirliği mekanizması giderek daha fazla önem kazanıyor. Çok taraflılık, ulusötesi sorunların kurumsallaşmış uluslararası işbirliği, diyalog mekanizmaları ve kural sistemleri aracılığıyla çözülmesini vurgulayarak AB’nin uluslararası konulardaki etkisini artırıyor. Bu nedenle AB, “5+1” konferans formatı aracılığıyla kurumsallaşmış ve açık bir platform oluşturmada öncü rol üstlendi. Orta Asya ülkeleri açısından bakıldığında, çok taraflılık kavramına dayanarak diyalog platformuna aktif katılımları, büyük güçlere dayanmadan stratejik özerkliklerini artırabilir ve ulusal çıkarlarını maksimize edebilir.

Zirveden önce, AB’nin Orta Asya politikası için nispeten istikrarlı bir çerçeve zaten oluşturulmuştu. Siyasi ve diplomatik alanlarda AB ve Orta Asya ülkeleri, Üst Düzey Yetkililer Diyalog mekanizması aracılığıyla güvenlik ve terörle mücadele gibi sınır ötesi yönetişim konularını ele alıyor. Ekonomi ve ticaret alanında AB, enerji konularına odaklanıyor ve karşılıklılık yoluyla uzun vadeli ekonomik işbirliği sağlıyor. Örneğin, AB, Kazakistan’ın ana ekonomik ve ticari ortağı olup, AB yatırımları 2024 itibarıyla ülkenin yabancı yatırımlarının yüzde 40’ından fazlasını oluşturuyor. Buna karşılık Kazakistan, AB’den çok çeşitli sanayi ve tüketim malları ithal ediyor. İnsandan insana temaslar alanında AB, Küresel Geçit Programı aracılığıyla Orta Asya ülkelerine eğitim, sağlık, hukuk ve demokrasi inşası konularında yardım sağlıyor. Aynı zamanda AB, üniversitelerde çeşitli fırsatlar sunuyor ve akademik kurumlar arasında bilgi paylaşımını teşvik ediyor.

Önceki işbirliği temelinde, hem AB hem de Orta Asya ülkeleri zirvede ortak bir bildiri, ilk Avrupa Birliği-Orta Asya zirvesinin ardından ortak bildiri (aynı zamanda “Semerkant Bildirisi” olarak da anılır) yayımladılar. Semerkant Bildirisi altı ana unsuru içeriyor: Birincisi, AB ile Orta Asya arasındaki stratejik ortaklığın tanımlanması; ikincisi, “Gelişmiş Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları”nın (GOİA) ilerletilmesi; üçüncüsü, “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi. Üçüncüsü, AB’nin 12 milyar avro yatırım yapacağını belirttiği “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi; dördüncüsü, orta koridorların inşasının desteklenmesi; beşincisi, terörle mücadele ve sınır güvenliğinde güvenlik işbirliğinin güçlendirilmesi; altıncısı, iklim değişikliği ve su kaynakları yönetimi gibi uluslararası sorunların ortaklaşa ele alınması. Kısacası zirve, mevcut işbirliği mekanizmaları temelinde ilişkinin siyasi ve ekonomik yönlerini yükselterek AB’nin Orta Asya’ya yönelik stratejik yöneliminin bir üst seviyeye çıktığını gösterdi. Semerkant Bildirisi, artan küresel belirsizlik karşısında AB ve Orta Asya’nın işbirliğini derinleştirme isteğini ortaya koyuyor ve AB’nin Orta Asya’da kurumsallaşmış bir işbirliği sistemi kurma girişimlerini vurguluyor.

Büyük güç rekabetinde Orta Asya: AB’nin angajman mantığı ve zorlukları

AB’nin Orta Asya’ya yönelik değerlendirmesi üç ana noktadan oluşuyor. Birincisi, Orta Asya, Asya ve Avrupa kıtalarının iç kesimlerinde yer almakta olup Asya ve Avrupa’nın kara ulaşım merkezi, bu nedenle Orta Asya büyük güçler tarafından “stratejik bir mihenk taşı” olarak da kabul ediliyor. Geleneksel olarak Orta Asya uzun süredir Rusya’nın etki alanında olmuş ve Rusya, ittifaklar yoluyla Orta Asya’daki etkisini sürdürdü. Örneğin, Rusya liderliğindeki askeri ittifak olan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) ve ekonomik kalkınmaya odaklanan Avrasya Ekonomik Birliği (AEB). Ukrayna krizinden bu yana AB, Rusya’nın Orta Asya’daki etkisini zayıflatmak amacıyla bölgedeki stratejik yapılanmasını hazırlandırdı. Amerika Birleşik Devletleri ise Orta Asya’yı bölgesel istikrarı korumak, terörle mücadele etmek ve büyük güçleri kontrol altında tutmak için bir dayanak noktası olarak görüyor. ABD askerlerinin Afganistan’dan çekilmesinden bu yana ABD, Orta Asya’nın “geçiş bölgesi” rolünü vurgulamaya başladı. Bu arada, Küresel Geçit Programı, Çin’in Orta Asya’daki etkisini sınırlamak amacıyla Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni dengelemeyi amaçlıyor. Küresel Geçit Programı, AB’nin “Asya-Avrupa Koridoru”nu inşa etmek için altyapı ve dijital bağlantı alanlarında alternatifler sunuyor.

İkincisi, bol enerji kaynakları Orta Asya’yı uluslararası toplumda oldukça bağımlı kılıyor. Orta Asya, petrol, doğalgaz ve nadir metal kaynakları açısından dünyanın zengin bölgelerinden biri. Özellikle Kazakistan ve Türkmenistan, güçlü enerji ihracat kapasitelerine sahip olup bu da onları dış güçler için son derece cazip hâle getiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi, enerji ve ulaştırma alanlarında iki tarafın birbirini tamamlayıcılığını artırmak için bir “orta koridor” inşasını daha da planlayacaktır.

Son olarak, Orta Asya geniş bir nüfusa ve geniş bir pazara sahiptir. Avrupa ile Orta Asya arasında sık ticaret olmasına rağmen, bu ticaret esas olarak doğal kaynaklar üzerinde yoğunlaşıyor. Orta Asya’nın önemli ticaret ortakları olan Çin ve Rusya, uzun süredir Orta Asya ülkelerinin dış ticaret yapısına hakim durumda. AB, kurumsallaşmış bir platform yardımıyla Orta Asya pazarındaki payını genişletmeyi umuyor. Ancak, son yıllarda Orta Asya ülkelerinin stratejik özerkliği güçlendi ve AB’nin vizyonunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hâlâ belirsiz.

Sonuç olarak AB, bu zirve aracılığıyla Orta Asya’daki etkisini ve cazibesini daha da genişletmek istiyor, fakat resmi politikalar ile sahadaki gerçekler arasında büyük bir uçurum olabilir. Siyasi-güvenlik açısından bakıldığında, Orta Asya, Rusya ile bir askeri savunma sistemi inşa edilmesi yoluyla halihazırda nispeten derin bir güvenlik bağına sahip. Aynı zamanda Orta Asya, Türkiye ve NATO ile yakın temas hâlinde. Siyasi ve güvenlik perspektifinden AB’nin etkisi sınırlı. AB, Orta Asya ülkelerini ancak uluslararası güncel sorunlara katılım yoluyla çekebilir. İktisadi ve ticari açıdan bakıldığında, AB’nin Orta Asya’da belirli bir etkisi var, ancak genel ekonomik ilişkilerde hâlâ Çin’in gerisinde Örneğin, Kazakistan İstatistik Kurumu tarafından yayımlanan rapora göre, 2024 itibarıyla Çin, Kazakistan’ın en büyük ticaret ortağı. Uluslararası alanda ise AB, hukukun üstünlüğü ve sürdürülebilir kalkınma gibi değerleri vurguluyor, ancak Orta Asya ülkeleri arasındaki farklılıklar nedeniyle bu değerlerin kabulü değişiklik gösteriyor. Sonuç olarak, AB’nin Orta Asya’daki genel etkisi sınırlı ve Orta Asya meselelerinde “dış lider” konumunda değil, bunun yerine etkisini belirli uluslararası konular aracılığıyla yayıyor.

Çin: Çatışma yerine işbirliği arayışı

Çin, çok taraflı ilişkilere karşı sürekli olarak çoğulcu ve açık fikirli bir tutum sergiledi. Çin, çok taraflılık ilkelerini benimsiyor, uluslararası ilişkiler normlarına bağlı kalıyor ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine riayet ediyor.

Çin, Küresel Kalkınma, Güvenlik ve Medeniyet Girişimi bağlamında somut eylemlerle çok taraflı diplomatik ilişkileri sürdürme konusunda aktif rol aldı. Her bölgenin kalkınma durumuna ve medeniyet çeşitliliğine saygı duyan Çin, uluslararası toplumda barış, istikrar ve kalkınmayı teşvik etmek için Orta Asya, AB ve diğer aktörlerle birlikte çalışmayı umuyor.

Çin açısından bakıldığında, Çin hiçbir zaman AB’yi stratejik bir rakip olarak görmedi ve uluslararası konularda işbirliği yapmayı dört gözle bekliyor. Orta Asya’da bazı küçük ve orta ölçekli ülkelerin dış politikası, kalkınma için alan aramalarına olanak tanıyan dengeli diplomasi modelini izliyor. Orta Asya’nın AB ile aktif işbirliği, sadece büyük güçlere aşırı bağımlılığını azaltmakla kalmaz, aynı zamanda bölgenin istikrarlı kalkınmasını da teşvik edebilir.

Aslında, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi açık ve kapsayıcı bir kalkınma platformu ve Çin, uluslararası toplumun sürdürülebilir kalkınmasını ortaklaşa teşvik etmek için diğer aktörlerle işbirliği yollarını keşfetmeye istekli. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış İlişkiler Bakanı Liyu Ciençao, Kazakistan Parlamentosu Üst Kanadı Genç Uzmanlar Kulübü’nde yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Orta Asya, Asya ve Avrupa’nın merkezinde yer almakta olup özel ve önemli bir coğrafi konuma ve geniş kalkınma beklentilerine sahip. Çin ve Orta Asya ülkeleri, ortak kalkınma arayan, barışı paylaşan ve birlikte ilerleyen dünya haritasında bölgesel işbirliği modeli şekillendirerek Çin-Orta Asya kader birliği inşasını teşvik etmişlerdir.”

Son yıllarda, özel jeopolitik ortama bağlı olarak Orta Asya ülkelerinin kendi aralarındaki işbirliği kayda değer ölçüde arttı. 2018’den itibaren beş Orta Asya ülkesinin liderleri, zirveler düzenleyerek bölgesel kimliği ve işbirliği mekanizmalarını güçlendiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi’nin düzenlenme formatı da bölgesel uzlaşıya dayalı çok taraflı bir işbirliği. Orta Asya ülkeleri sadece AB ile sık temas hâlinde olmakla kalmayıp, aynı zamanda “Orta Asya-Çin” ve “Orta Asya-ABD” C5+1 diyaloglarına katılarak uluslararası meselelerde aktif rol alıyorlar. Bu istekleri, uluslararası meselelerde harekete geçme yeteneklerini gösterdi.

Orta Asya’da enerji gelişimi ve bölgesel istikrar kritik konular hâline geldi. Ulusal kalkınma ile büyük güçler arasındaki ilişkiyi nasıl yönetecekleri ve önemli konularda taraf tutmak ile stratejik özerklik arasında dengeyi nasıl koruyacakları, Orta Asya ülkelerinin ele alması gereken meseleler.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English