Görüş
Filistin ve İsrail ateşkesi hiçbir kazananın olmadığı bir zafer

17 Ocak’ta Hamas ve İsrail, ateşkes anlaşmasını resmi olarak imzaladı ve anlaşma 19 Ocak’ta yürürlüğe girdi. Bu, Hamas’ın “Aksa Tufanı” operasyonunu başlatmasından sonra İsrail’in yoğun misillemelerine neden olup “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nı tetiklemesinden 460 günden fazla bir süre sonra, Orta Doğu’da başarıya en yakın ateşkes çabası olarak kabul ediliyor.
Uluslararası toplum Filistin ve İsrail arasındaki ateşkesi genel olarak memnuniyetle karşıladı. Yemen’deki Husilerin İsrail’e yönelik saldırılarının durması beklenirken “Altıncı Orta Doğu Savaşı” sona erecek gibi görünüyor. Ancak bu ateşkes hâlâ kırılgan bir barış öncesi dönemi temsil ediyor. Taraflar arasındaki tarihi anlaşmazlıklar çözülmeden ve “iki devletli çözüm” uygulanmadan, her ateşkes yalnızca bir sonraki çatışma veya savaşın arası olabilir.
Haberlere göre, ABD, Katar ve Mısır’ın birçok tur arabuluculuğuyla Hamas ve İsrail, üç aşamalı bir ateşkes anlaşmasına vardılar. 19 Ocak’ta başlayan ilk aşama 42 gün sürecek. Bu süre zarfında Hamas ve İsrail tamamen ve tamamen ateşkesi uygulayacak; İsrail, Gazze Şeridi’ndeki yoğun nüfuslu bölgelerden çekilecek; Hamas, 33 tutukluyu serbest bırakacak, karşılığında İsrail yüzlerce Filistinliyi serbest bırakacak ve Gazze Şeridi’ne büyük miktarda insani yardımın girmesine izin verilecek.
Anlaşmanın ikinci ve üçüncü aşamalarının detayları, ilk aşama uygulandıktan sonra açıklanacak. Bu aşamalarda, tarafların kalıcı ateşkesi müzakere etmesi, Hamas’ın cenazeleri iade etmesi ve Gazze Şeridi’nde büyük ölçekli yeniden yapılanmanın başlaması yer alıyor.
Amerika, Katar ve Mısır’ın ateşkes anlaşmasını garanti etmesi ve denetlemesine rağmen, ikinci ve üçüncü aşamaların uygulanması ilk aşamanın gerçekleştirilmesine bağlı. İsrail, serbest bırakılacak Filistinli tutukluların listesini veto etme hakkı talep etti ve İsrail’in güvenlik kabinesi, ilk aşama anlaşmasını onaylamayı erteledi. Ayrıca İsrail’in aşırı sağcı güvenlik bakanı istifa tehdidinde bulundu. Bu gelişmeler, iki taraf arasında ciddi bir güven eksikliği olduğunu, İsrail içinde de görüş birliği olmadığını ve ateşkes anlaşmasının her an bozulma veya sabote edilme riski taşıdığını ortaya koyuyor.
Hamas, ateşkes anlaşmasının “Filistin halkının efsanevi direniş ruhu ve Gazze Şeridi’nde 15 ay boyunca gösterdiği kahramanca direnişin sonucu” olduğunu iddia ediyor. İran Devrim Muhafızları ise bunu “Filistin için büyük bir zafer” olarak nitelendiriyor. Analistler, bu tür açıklamaların hem başkalarını kandırmaya hem de kendini aldatmaya yönelik olduğunu düşünüyor. Başarı ve başarısızlık açısından bakıldığında, bu 15 ay süren ve onlarca bölgesel ve dış aktörün dahil olduğu “Altıncı Orta Doğu Savaşı,” önceki Orta Doğu savaşlarıyla karşılaştırıldığında gerçek bir kazanan bırakmadı. Geriye sadece çok taraflı bir kayıp durumu kaldı ve yalnızca kimin daha fazla kaybettiği veya daha kötü yenilgiye uğradığı tartışılabilir.
Hamas veya Filistin Kazanan mıydı?
Gerçekler bunu göstermiyor. Filistin halkı, özellikle Gazze Şeridi’ndeki Filistinliler, İsrail’in bir yıldan uzun süren askeri kuşatması ve ekonomik ambargosu altında büyük acılar çekti. Yaklaşık 50 bin kişi hayatını kaybetti, bunların çoğu kadın ve çocuktu; 100 binden fazla kişi yaralandı veya sakat kaldı; kritik altyapılar tamamen yok oldu ve ekolojik sonuçlar uzun vadeli olacak. Hayatta kalanlar ölümle yaşam arasında mücadele ediyor. Kısacası, savaş sırasında Gazze Şeridi, siviller için adeta bir cehennem haline geldi ve halk inanılmaz acılar yaşadı. Bu, 1948’den bu yana Filistinlilerin yaşadığı üçüncü büyük ulusal felaket ve eşi görülmemiş bir can ve mal kaybına neden oldu. Gelecekte, düşük seviyeli ekonomik yeniden yapılanma ve toplumsal iyileşme bile onlarca yıl alacak.
Hamas’ın İsrail’i kışkırtan askeri eylemleri, İsrail’in orantısız misillemelerine yol açarak Filistin sorununu dünya gündemine taşımış ve İsrail’in daha önce hiç olmadığı kadar izole olmasına neden olmuştur. Ancak bu, Filistinlilerin büyük fedakarlıkları ve felaketleri pahasına başarılmıştır. Ayrıca, tarafları yeni bir kin ve intikam döngüsüne sürüklemiş ve şiddet ve kan dökülme kısır döngüsünü pekiştirmiştir.
İsrail Bu Savaşın Kazananı mı?
Gerçekler aksini gösteriyor. Orta Doğu’nun en güçlü askeri gücü olan İsrail, “yedi cepheli savaşta” üstün performans göstermiş gibi görünse de, Hamas ve Lübnan’daki Hizbullah’a ölümcül darbeler indirerek “Direniş Ekseni”ni paramparça etse de, bu zaferler yanıltıcıdır. İsrail’in karşısındaki çoğu rakip, asker sayısı, teçhizat seviyesi ve dış destek açısından uzun yıllardır ABD’nin güçlü yardımlarıyla desteklenen İsrail ile kıyaslanamayacak olan devlet dışı aktörlerdir. Buna rağmen İsrail, Hamas’ın kalıntılarını yok edememiş, gözaltındaki personelini geri almak için yüksek ödüller vermek zorunda kalmış ve krizi çözmek için nihayetinde esir değişimi ve ateşkesi kabul etmiştir. Bu savaş, İsrail için siyasi ve ekonomik bir başarısızlık olmuş, çok sayıda can kaybına, ülke istikrarının bozulmasına, uluslararası imajının zarar görmesine ve küresel kamuoyu desteğini kaybetmesine neden olmuştur. Dahası, İsrail’in Başbakanı ve eski Savunma Bakanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından “savaş suçlusu” olarak ilan edilmiştir.
Eğer ne İsrail ne de Filistin kazanan olmadığına göre, savaşa katılan diğer taraflar bu savaştan fayda sağlayıp kazanan oldular mı? Bana göre, hiçbir taraf kazanan olmadı. Kazanan olarak görülenlerin bile durumunu uzun vadeli ve eleştirel bir bakışla değerlendirmek gerekir.
ABD’nin Durumu
Amerika Birleşik Devletleri tartışmasız büyük bir kaybedendir. Orta Doğu’daki bu çatışmada ilk kez girişim üstünlüğünü kaybetmiş, etkisiz bir rol üstlenmiş ve ne savaşa ne de barışa karar verebilmiştir. ABD, sadece Orta Doğu’daki karar alma ve liderlik otoritesini kaybetmekle kalmamış, aynı zamanda İsrail’in “devlet rehinesi” haline gelmiştir. Savaş boyunca pasif kalmış, sadece retorik destek ve askeri yardım sunabilmiştir. Oysa önceki Orta Doğu savaşlarında ABD baskın bir güçtü:
– 1948’deki İlk Arap-İsrail Savaşı’nda, ABD iki kez ateşkes sağlayarak İsrail’in beş Arap ülkesini yenmesine yardımcı oldu.
– 1956 Süveyş Krizi’nde, İngiltere, Fransa ve İsrail’i geri çekilmeye zorlayarak Orta Doğu’da etkinliğini artırdı.
– 1967 Altı Gün Savaşı’nda, ABD İsrail’i tam donanımlı hale getirerek Sovyet destekli Arap blokunu mağlup etmesini sağladı.
– 1973 Yom Kippur Savaşı’nda, ABD acil askeri yardım sağlayarak İsrail’i kurtardı ve “mekik diplomasisi” ile taraflar arasında ateşkesi sağladı.
– 1982 Lübnan Savaşı’nda, ABD önce İsrail’in askeri zaferini garanti etti, ardından diplomasi yoluyla Filistin Kurtuluş Örgütü liderlerini korudu ancak onları İsrail-Filistin çatışma hattından uzaklaştırdı.
İran’ın Durumu
İran da büyük bir kaybedendir. “Direniş Ekseni” ve “Şii Hilali”nin çift motoru olarak, Hamas ve Hizbullah’ı İsrail’in ağır askeri saldırılarından koruyacak ne isteği ne de gücü vardı. Yemen’deki Husileri ABD, İngiltere ve İsrail’in hava saldırılarından koruyamadı ve nihayetinde Suriye rejimini terk etti. Bu başarısızlıklar, İran’ın etkisini tarihsel olarak Basra Körfezi ve Mezopotamya’ya geri çekilmek zorunda bıraktı. İran’ın İsrail ile doğrudan karşı karşıya geldiği iki durumda da, İsrail’i önceden bilgilendirerek kayıpları en aza indirmeye çalıştı. İran, İsrail’i kızdırmaktan ve durumu kontrol edilemez hale getirmekten kaçındı.
“Altıncı Orta Doğu Savaşı,” İran’ın kritik anlarda çekingenliğini ve zayıflığını ortaya koydu. İran’ın, milli çıkarlarını korumak adına bencilce bir pragmatizmle hareket ettiği ve bölgesel bir güç olarak ahlaki otoriteden ve kapasiteden yoksun olduğu görülmüştür. Bu, İran’ın sahip olduğu hedeflerle gerçek kapasitesi arasındaki uyumsuzluğu göstermekte ve İran’ın arzuladığı “taç” için henüz hazır olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca bu savaş, İran’ın 50 yıllık İslam Devrimi diplomasi yatırımlarını boşa çıkarmıştır. İran, artık dış politikası, stratejik etkinliği ve hatta rejimin meşruiyeti konusunda iç soruşturmalarla karşı karşıya kalabilir. Bu durum, İran’ın siyasi istikrarını da etkileyebilir.
Rusya da Kesinlikle Büyük Bir Kaybedendir
Rusya, kritik bir dönemde Beşar Esad rejimini terk etmiş, Orta Doğu’daki son stratejik varlığını kolayca kaybetmiş ve on yıl önce büyük askeri ve diplomatik kaynaklar harcayarak koruduğu geleneksel nüfuz alanını bırakmıştır. Filistin-İsrail çatışması sırasında Beşar Esad rejiminin kolayca ve beklenmedik bir şekilde devrilmesi, Şam’ın en büyük müttefiki olarak Rusya’nın, birinci sınıf bir jeopolitik ve askeri güç statüsünü tamamen kaybettiğini göstermektedir. Rusya’nın stratejik istihbarat, değerlendirme, müdahale ve koordinasyon konusundaki yetersizlikleri çarpıcı bir şekilde açığa çıkmıştır. Suriye’yi kaybetmek, Rusya’nın aynı anda iki bölgesel savaşla başa çıkma yeteneğini kaybettiği ve Orta Doğu’da dünya çapında bir güç olarak hareket etme kabiliyetine artık sahip olmadığı anlamına gelir.
Bir Diğer Büyük Kaybeden: Birleşmiş Milletler
Birleşmiş Milletler de “Altıncı Ortadoğu Savaşı” karşısında tamamen çaresiz kalmış, ciddi şekilde dışlanmış ve hatta İsrail tarafından defalarca aşağılanmış ve kışkırtılmıştır. Güvenlik Konseyi’nin Filistin ve İsrail’i ateşkese çağıran taslak kararları, Amerika Birleşik Devletleri tarafından tekrar tekrar veto edilmiştir. Zorla kabul edilen kararlar bile hiçbir tarafça uygulanmamıştır. İsrail, defalarca Birleşmiş Milletler’in meşruiyetini sorgulamış, Genel Sekreter’in istifasını talep etmiş, BM misyonlarını karalamış ve BM barış gücünü açıkça aşağılamıştır. Tarihsel olarak, BM Genel Kurulu 1947’de 181 sayılı kararı kabul ederek İsrail’e “doğum sertifikasını” vermiş ve Filistin sorununu başlatmıştır. 1948 ile 1982 yılları arasında büyük güçler tarafından manipüle edilmesine ve bölünmeye rağmen, BM yine de çatışan taraflar arasında ateşkes sağlama ve 1967’deki 338 sayılı karar ile 1973’teki 242 sayılı karar gibi ünlü Güvenlik Konseyi kararlarını çıkarma konusunda önemli bir rol oynamıştır. Bu kararlar, Orta Doğu barış sürecinin “toprak karşılığı barış” çerçevesinin hukuki temelini oluşturmuştur.
Türkiye’nin Rolü: Kazanan mı?
Bazıları Türkiye’nin bu savaştan en büyük kazanan olarak çıktığını iddia edebilir. Ancak bu yanlıştır. Yüzeysel olarak veya kısa vadede Türkiye’nin Beşar’ı devirmek için isyancılara destek verdiği ve yeni Suriye güç yapısında daha büyük bir söz sahibi olacağı ve Kürtlere karşı baskıyı artıracağı görülüyor. Ancak bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin Suriye meselelerine derinlemesine dahil olması, onu Orta Doğu bataklığına daha fazla sürüklemiş, İsrail, Suudi Arabistan, diğer Arap ülkeleri, Rusya, İran ve hatta Amerika Birleşik Devletleri ile rekabetlerini ve sürtüşmelerini artırmıştır. Bu durum, Türkiye’yi “Arap Baharı” sonrası karşılaştığı çok yönlü zorlukların acı sonuçlarını bir kez daha yaşama riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır.
Daha Geniş Etkiler
7 Ekim 2023’te, “Aksa Tufanı” operasyonu, İsrail’in yarısını hava, kara ve deniz üzerinden ders kitabı niteliğinde bir taktikle başarıyla vurduğunda, kimse bunun büyük çaplı, uzun süreli, çok taraflı ve yıkıcı bir “Altıncı Ortadoğu Savaşı”na dönüşeceğini tahmin etmedi. Kimse, İsrail liderlerinin savaş suçları nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından küresel çapta aranan kişiler olacağını beklemiyordu. Ayrıca, 13 yıl boyunca iktidarını koruyan Suriye hükümetinin bu kadar hızlı bir şekilde çökeceği ve en beklenmedik kaybeden olacağı da öngörülemedi.
Dünya ve tarihsel gelişmeler açısından bakıldığında, Filistin-İsrail çatışmasının en büyük kaybedeni, tüm bölgenin barışı, kalkınması, refahı ve ilerlemesidir. Bu büyük çaplı çok taraflı kayıp, yalnızca bir ülke ya da bölgenin kazanç ya da kaybı meselesi değil, onlarca ülkenin ve yüz milyonlarca insanın kolektif başarısı ya da başarısızlığıdır. Dünyanın hiçbir kıtası, Orta Doğu kadar uzun süre çatışma, savaş ve kaos içinde kalmamış, hiçbir halk Orta Doğu halkları kadar her gün, her yıl ve her nesil kan dökülmesine, öldürmeye, yıkıma ve şiddete tanıklık etmemiştir. Şiddet bu bölgede, ulusal ve ekonomik gelişmenin sürdürülmesi için bir yöntem haline gelmiş ve halkın günlük yaşamı ve kaderi olmuştur.
Filistin-İsrail çatışmasının bunca çalkantıdan sonra ateşkesle sonuçlanması elbette kutlanması gereken bir olaydır. Çünkü bu, katliamların devamından çok daha fazla akılcılığı ve insaniyeti temsil eder. Ayrıca, çatışan tarafların halklarına bir nefes alma ve yaşama umudu verir. Ancak, taraflar köklü sıfır toplamlı zihniyetlerini, şiddet felsefelerini ve orman kanunlarını terk etmezse, Orta Doğu’da barış asla gelmeyecek ve insanlık medeniyetinin beşiklerinden biri olan bu bölge, tarihin en büyük başarısızlıklarından biri olmaya mahkûm olacaktır.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Modi dönemi, Hindistan’ın ‘karanlık döneminin’ ileri bir uyarlaması mı?

50 yıl önce, 25 Haziran 1975’te, kurucu iktidar Kongre Partisi’nden kurucu Başbakan Jawaharlal Nehru’nun kızı Başbakan Indira Gandhi, iç istikrara yönelik bir tehditten bahsederek ülkede bir Acil Durum ilan etti. Bu dönemde halkın demokratik ve temel hakları çiğnendi. 1975 ile 1977 yılları arasında 21 aylık Olağanüstü Hal döneminde Indira Gandhi ve küçük oğlu Sanjay Gandhi, Anayasa tarafından garanti altına alınan temel hakların askıya alınmasına ve muhalif politikacıların ve demokrasi yanlısı aktivistlerin ve gazetecilerin ve entelektüel kesiminin tutuklanmasına başkanlık etti. Zorla kısırlaştırmalar ve uzun süreli tutukluluğa izin veren İç Güvenliğin Korunması Yasası (MISA) aracılığıyla muhalefetin bastırılması gibi olaylar o dönemin “normalleri” arasındaydı (ancak özellikle zorla kısırlaştırmalar tarihin dehşet verici az bilinen örnekleri olarak kayda geçti).
Evet, bu gerçekten de Hindistan’ın otoriterlikle ilk deneyiydi. Demir Leydi Indira Gandhi tarafından ilan edilen sıkıyönetimin 50. yıldönümü şu sıralar -aslında bir süredir-Hindistan’da yeni bir tartışmayı alevlendirdi: Hindistan’ın cumhuriyet tarihinde “karanlık çağ” olarak anılan benzeri görülmemiş bu demokratik kopuş dönemine en yakın tarihsel benzetmenin yapıldığı Modi dönemi…
Narendra Modi’nin 2014’te başbakanlığa yükselmesi, eskiyi süpürüp yeniyi getirme vaadi ile geldi. Geçen yıl 24 Haziran’da Modi, yeni nesil Hindistan’da “Hindistan Anayasası’nın tamamen reddedildiğini, Anayasa’nın her bölümünün parçalandığını, ülkenin hapishaneye çevrildiğini ve demokrasinin tamamen bastırıldığını” asla unutmayacağını söylemişti. Yine geçen yıl temmuz ayında Modi hükümeti, Kongre Partisi’nin Anayasa’ya saygısızlığını vurgulamak amacıyla 25 Haziran’ın her yıl “Samvidhan Hatya Divas” (Anayasa Katliam Günü) olarak anılacağını duyurmuştu.
Bugün Indira Gandhi’nin torunu Rahul Gandhi, Hindistan Parlamentosu’nun alt meclisi Lok Sabha’daki ana muhalefet Kongre’nin lideri. Hindistan demokrasisinin bu karanlık bölümünü vurgulamak, Modi liderliğindeki iktidar Hindistan Halk Partisi BJP’nin Hint halkına başlıca rakibi olan Kongre Partisi’nin demokratik olmayan doğasını hatırlatmasına olanak tanır.
İronik ki veya tuhaf ki bugün Rahul Gandhi cebinde Anayasa’nın bir kopyasını taşırken görülüyor ve partisinin Modi rejimine karşı mücadelesini Anayasa’yı koruma mücadelesi olarak haykırıyor. Hatta Rahul Gandhi’nin dahi partisi adına Olağanüstü Hal dönemindeki aşırılıklar için özür dilediğini de ekleyeyim.
(İronik ki veya tuhaf ki dedim çünkü) Bugün BJP muhaliflerinin Modi’nin 2014’te göreve gelmesinden bu yana Hindistan’da “ilan edilmemiş OHAL” ilan edildiğini iddia ettiği görülüyor. Örneğin, Hindistan’ın önde gelen muhalefet liderlerinden biri olan Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee, Birlik hükümetinin 25 Haziran’ın Samvidhan Hatya Divas olarak kutlanmasını isteyen talebini reddederek, anayasal değerlerin ve demokrasinin Modi yönetimi altında her gün ayaklar altına alındığını iddia etti.
Ki Modi dönemi, yalnızca “yükselen süper güç” olarak değil, aynı zamanda gerek ifade özgürlüğü anlamında olsun gerekse azınlıklara özellikle Müslümanlara yönelik muamele anlamında olsun, çokça tartışmalı bir dönem. Modi’nin, BJP’sinin ideolojik-örgütsel ebeveyni Rashtriya Swayamsevak Sangh RSS ile beraber, sağcı muhafazakar Hindu milliyetçi Hindutva yönetimi, nefret söylemi ile nefret suçlarının artmasına ve azınlıkların özellikle Müslümanların ve Hristiyanların dışlanmasına yol açan bir çoğunlukçu yönetim biçimini adeta normalleştiriyor. Gerçek olaylardan esinlenen dönem filmleri veya dizileri, hükümet politikalarının eleştirileri, karakter isimleri, safran bayrağı veya lotus çiçeği.. Modi hükümeti, kendi monolitik dünya görüşüne uymayan her türlü ifadeye karşı aşırı duyarlı bir tutum içinde..
Bugün Hindistan’da siyasi muhaliflerin yanı sıra Hindistan’ın büyük bir aydın kesiminin Indira Gandhi’nin açık ve resmi Acil Durumu ile Modi’nin “örtülü ve gayrıresmi” otoriterliği arasında paralellikler kurduğu yoğun tartışmalar yaşanıyor. Indira Gandhi hükümeti 1975-77 yılları arasında hakları tamamen askıya alırken Modi döneminde hak temelli yasaların giderek zayıflatıldığı ve terörle mücadele yasalarının ve bunların eleştirmenlere karşı kullanımının daha da sertleştirildiği gözlemlenebiliyor. Öte yandan Acil Durum hükümeti azınlıkları dışlamaya çalışmamışken Modi yönetimi azınlıkların ülkede yalnızca ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamasını sağlamak istiyor gibi görünüyor.
Bugün Indira Gandhi’nin 75-77 resmi otoriter yönetimi ile Modi döneminin örtülü gayrıresmi uygulamaları arasındaki benzerlikler farklılıklar tartışmaları Hindistan demokrasisine ilişkin kaygıları yansıtıyor olabilir, ancak buradaki anahtar soru demokrasinin tehdit altında olup olmadığı değil, içeriden yavaşça metodik aşınıp aşınmadığı. Demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları gibi konular üzerinde yetkin araştırma enstitüleri veya STK’ların son zamanlardaki raporlarında Hindistan’ın sistematik demokratik gerilemeyi takip ettiğine vurgu yapılıyor ve Hindistan artık “seçimsel otokrasi” ve “kısmen özgür” olarak sınıflandırılıyor. Sıralanan başlıca nedenler arasında azınlıklara yönelik dışlama veya eziyet, kurumsal yıkım, muhaliflere karşı yasal araçların silahlandırılması ve Hindu milliyetçi ideolojisi yönünde açık bir baskı. En rahatsız edici sonuçlardan biri ise sıklıkla Müslümanları hedef alan soykırım söylemleri veya çağrıları. Ki 2022 yılında Soykırım Gözlemevi Kurucu Başkanı Gregory Stanton, “soykırımın erken uyarı işaretlerinin çoğunun Hindistan’da görülebilir olduğu” konusunda uyarılarda bulunuyordu.
Çağdaş Hint tarihçi Gyan Prakash’ın “hukukun yasal askıya alınması” olarak tanımlamış olduğu Indira Gandhi’nin Acil Durumu olağanüstü bir istisna idi ise, Modi’nin yönetimi istisnanın kendisini normalleştirerek rutin bir yönetim aracına dönüştürüyor gibi gözüküyor. Çağdaş İtalyan filozof Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı, yasallık ile yasadışılık arasındaki sınırın kaybolduğunu anlatır.
Örneğin 2019’da Jammu ve Keşmir’in özel statüsünü kaldırılması tam siyasi bir mutabakat olmaksızın gerçekleştirildi ki Hindistan anayasacılığının merkezinde yer alan federal normları da ihlal etti. Ya da 2019 Vatandaşlık Değişiklik Yasası, örneğin, bağımsız Hindistan’da ilk kez dini, vatandaşlık için bir ölçüt olarak tanıttı. Ve aslında nihai hedef ise Hindistan’ın laik demokratik cumhuriyetini demokratik olmayan amaçlar için demokratik yollarla yeniden inşa ederek demokratik olmayan bir teokratik “Hindu rasthra” kurmak..
Görüş
Seçim Arefesinde Moldova

2025 Parlamento Seçimleri arifesinde Moldova, ülke içerisindeki çelişkiler, iç politikadaki istikrarsızlık ve büyük ölçekli dış etkiler nedeniyle derin dönüşümler içindedir. Ülkenin verimli bir değişim noktasına mı veya tam tersine mevcut otoriter gidişatı sürdürmeye mi daha yakın olduğunun tartışıldığı günümüz koşullarında, hali hazırdaki gerçekliği şekillendiren temel faktörlerin analizi özellikle değerlidir. Çünkü bu durumun sıradan bir seçim süreci olmadığına; dahası ülkenin nihai medeniyet paradigmasını değiştirebilecek potansiyeldeki ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir noktaya sürüklenmesi muhtemel bir süreç olduğuna dair veriler mevcut.
İç Politikanın Kısa Analizi
Son yıllarda, Eylem ve Dayanışma Partisi – PAS ve bireysel olarak Mayya Sandu tarafından yönetilen iktidar rejimi, muhalefete, bölgesel hareketlere ve Rusça konuşan nüfusa karşı baskıyı artırma yönünde bir politika izledi. Bu süreçte Moldova’da enformasyon alanında tam sansüre odaklanan otoriter devletin oluşturulduğu gözlemleniyor. Örneğin: Rumen faşist diktatör Ion Antonescu’yu yücelten ders kitapları, eğitim müfredatına sokuldu. Yerel yetkililer, “Rus müdahalesine” karşı mücadele gerekçe gösterilerek siyasi muhaliflere karşı baskıcı önlemler alıyorlar. Alexandr Nesterovschi, İrina Lozovan ve Marina Tauber gibi siyasetçilere yönelik baskılarla birlikte alternatif politikaya engel getirildiği gözlemleniyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nda Faşizme karşı zaferin temsili olan 9 Mayıs Zafer Günü kutlamaları da yasaklanıyor. Bu da demokrasinin kademeli olarak terk edilmesi ve otoriter eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor.
Yetkililerin yetkileri sınırlama ve ekonomik baskı politikası izlediği özerk bir bölge olan Gagauzya’daki duruma da özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Ülkedeki birçok siyaset bilimciye göre bu tür eylemler özerklik nüfusunu protestolara ve çatışmalara itebilir. Pekala bu durum da iç düzeni daha da istikrarsızlaştıracaktır.
Yaklaşan seçimler bağlamında, protestocuların haklarını kısıtlayan yasaların aktif bir şekilde kullanılması ve bölgelerdeki seçim sürecini yeniden biçimlendirme girişimleri gözlemleniyor. Örneğin: Mevcut iktidar, Gagauzya’daki seçim prosedürünü değiştirmek suretiyle oylamanın sonucunu kontrol etme ve muhalif güçlerin etkisini en aza indirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.
Bir diğer husus ise “Transdinyester Meselesi”. Moldova yetkilileri, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti üzerinde ekonomik ve insani baskı politikası izliyor gibi görünüyor. Bölgeye yönelik çifte gümrük vergisi politikası, bankacılık ablukası ve ilaç tedariğinin yasaklanması gibi durumlar gözlemleniyor. Transdinyester lideri Vadim Krasnoselski, kendilerine “soykırım politikasına eşdeğer bir politika” izlendiğini iddia ediyor ve Moldova iktidarının bölgede fiziksel ve politik bir yıkıma yönelik girişimleri olduğunu belirtiyor.
Dış Politikanın Kısa Analizi
Ülke liderliğinin Bağımsız Devletler Topluluğu – BDT ile bağları koparma ve Rusya ile kültürel ve ekonomik bağları azaltma çabalarına rağmen, bu önlemler ekonomik durumun kötüleşmesine ve iç gerginliklerin artmasına yol açıyor. Özellikle, BDT ülkelerinin çoğuyla vizesiz rejimin sona ermesi ve Rusya ile işbirliği yapmayı reddetme kararının ardından ülkenin ihracat verilerinde bir düşüş meydana geliyor. Resmi rakamlara göre 2024 yılının sonuna kadar yaklaşık %45 oranında ihracatın azaldığı belirtiliyor ve Rus pazarına yapılan ihracatın da %50’den fazla azaldığı görülüyor. Bu tür göstergeler, nüfusun refahı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olan önemli bir ekonomik izolasyona işaret ediyor.
Bununla birlikte, yetkililerin jeopolitik yönelimine rağmen, nüfusun çoğunluğu hala Rusya yanlısı veya dengeli bir dış politikayı tercih ediyor (anketlere göre, katılımcıların %60’tan fazlası Rusya’ya veya her iki etki merkezine -Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği- yönelik bir dış politika yönelimine meyilli). Bu, Batı yanlısı stratejileri destekleyen entelijansiya ile Rusya’yla kültürel ve tarihi bağları sürdüren vatandaşlar arasındaki iç çatışmayı gözler önüne seriyor.
AB ve diğer Batılı yapıların tepkisi de açık: Seçim arifesinde Avrupa Komisyonu, Moldova’ya yardımı onayladı. Bu, Avrupa’nın etkisini güçlendirme ve ülkeyi yeni rotasında istikrara kavuşturma çabalarını göstermektedir. Ancak, bu tür mali destek (2 Milyar Avro), ülkenin dış bağışçılara bağımlılığı ve olası koşullar konusunda endişelere yol açmaktadır.
Öte yandan NATO ve Avrupa Birliği’nin açıkça desteğiyle birlikte Moldova’da aktif bir şekilde militarizasyon gözlemlenmektedir. Ulusal ordu 8.000 kişiye çıkarıldı ve Avrupa hava savunma sistemlerine entegrasyon söz konusu. Ek olarak Moldova karayolları ve hava sahası, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemek için Batı güçleri tarafından kullanılıyor.
İfade Özgürlüğü ve Jeopolitik
İfade özgürlüğüne karşı ve medyayı kontrol etmeyi amaçlayan enformasyon politikasının etkinleştirilmesi konusu da Moldova özelinde hususi bir yer işgal etmektedir. Seçim kampanyası sırasında yetkililer, kamu protestolarını kısıtlayan yasa tasarıları yürürlüğe koyuyor ve ek olarak nüfusun önemli bir bölümüne nesnel bilgi sağlayan Rusça yayın yapan medyayı bastırmaya çalışıyorlar.
Buradaki kilit bir faktör ise: Rusya ve Batı’nın enformasyon savaşları yoluyla iç siyasi durumu etkileme girişimleridir. Bu, olası krizlerin ve artan iç anlaşmazlıkların habercisi haline gelmektedir. Ekonomik durum ve toplumsal gerginliklere yol açması muhtemeldir ve bunun örnekleri yakın geçmişte birçok şekilde karşımıza çıktı.
Bir diğer yandan Moldova ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Sanayi geriliyor, gaz ve elektrik ithalatına olan enerji bağımlılığı yüksek kalmaya devam ediyor ve tarife politikaları halk arasında hoşnutsuzluğa neden oluyor. 2024 yılında hem Rusya hem de diğer BDT ülkeleriyle ihracatta düşüş yaşandı ve bu da ekonomik durumu kötüleştiriyor.
Sosyolojik açıdan incelendiğinde özellikle gençler ve Rusça konuşan nüfus ciddi anlamda baskı altında gibi görünüyor. Yetkililer, etnik azınlıkların haklarını sınırlamak için adımlar atıyor. Örneğin: Onlara seçimlere katılma fırsatını veya Rusça konuşan vatandaşlara yönelik entegrasyon önlemlerini reddediyorlar. Bu, direnişe ve potansiyel çatışma durumlarının gelişmesine neden oluyor.
Romanya ile Etkileşim ve Entegrasyon Süreçleri
Buradaki en kritik hususlardan birisi: Moldovalılara Rumen vatandaşlığı verilmesidir. Ek olarak Rumen işadamlarının ekonomiye dahil edilmesi ve kamuoyu üzerinde medya etkisi yoluyla uygulanan Romanya ile entegrasyon çabalarının yoğunlaşmasıdır. Uzmanlara göre bu stratejinin ülkenin egemenliğinin kaybına ve Moldova halkının fiili olarak Romanya’ya asimile olmasına veya Avrupa Birliği’ne entegrasyonun genişlemesine yol açabileceğine inanıyor.
Nüfusun çoğunluğu tarafsız kalmaya veya Rusya ile entegrasyona sıcak bakan duygulara sahip. Buna karşılık yetkililerin AB’ye ve milliyetçi söylemlere yakınlaşmak için başlattığı adımlar ise iç direnişe neden oluyor.
Sonuç olarak, Moldova’daki 2025 parlamento seçimleri öncesi durum, yüksek derecede iç gerginlik, artan dış bağımlılık ve ülkenin kimliği için mücadele ile karakterize haldedir. Dış güçlerin etkisi altındaki siyasi elit, bölge üzerindeki gücü ve kontrolü sağlamlaştırmak için baskıcı yöntemler kullanıyor. Bu da otoriterlik risklerine yol açıyor. İç çelişkiler, ekonomik kriz ve vatandaşların hükümete olan güvensizliğinin seviyesi, protesto hareketlerinin ve toplumun daha da bölünmesinin ön koşullarını yaratıyor. Moldova’nın kalkınma beklentileri, siyasi istikrarı koruma, dış etkiyi dengeleme ve değişim için kamuoyu desteğini sağlama becerisine bağlı gözüküyor. İç güçlerin, çeşitli etnik ve bölgesel grupların görüşlerini dikkate alan ve demokratik kurumlar ve ekonomik sürdürülebilirlik geliştirme yoluna bağlı kalan bir uzlaşmaya varabilmesi bu süreçteki en önemli hususlardan birisi olarak ön plana çıkıyor.
Görüş
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?

Modern Alman edebiyatının en önemli yazarı Thomas Mann’ın doğumunun 150. yılının kutlandığı bu günlerde, sayısız başyapıt kaleme alan Mann önemini ve güncelliğini korumaya devam ediyor.
Her büyük yazar gibi Mann da romanlarında yaratıcı yeteneğiyle kendi çağındaki karmaşık çatışmaları berrak biçimde ortaya koyarak, toplumdaki çelişkilerin nasıl şekilleneceğine dair öngörüsünü dile getirmiştir.
Yüzyıl önce savaş sonrası Almanya’nın toplumsal ve kültürel sorunlarını irdelediği eserleri, bugün yine Rusya’ya karşı savaşı açıktan destekleyen ya da sessizce onaylamak zorunda kalan Alman entelektüellerin düşünsel mirasına dair çok şey söylemektedir.
Yüzyıl önce yayımlanan eseri Büyülü Dağ romanında Rusya karşıtlığını, İslam ve Doğu toplumlarına karşı önyargıları dile getiren karakterleri, bugünkü Alman aydınlarının geçmişteki gölgeleri gibidir.
Diğer taraftan Mann’ın yüzyıl önce Doğu’ya yaptığı seyahat, Avrupa’nın ilerlemeci ve hümanist geleneğini temsil eden yazarların dahi Batılı muhafazakarların birçok önyargısını nasıl paylaştığını göstermektedir.
Yüzyıl önceki krizde Avrupa’nın geleceğini tartışan ve savaşın muhasebesini yapan Thomas Mann’ın eserleri, bugünkü savaş ve kriz koşullarındaki Avrupa için hatırlatılması gereken derslerle doludur.
Mann’ın İstanbul izlenimleri
Thomas Mann, 1925 yılında başta Kahire olmak üzere Doğu’ya uzun olmayan bir seyahat gerçekleştirmiştir. Yusuf ve Kardeşleri eserlerine ilham veren Mısır izlenimleri dışında, Mann’ın bu seyahati, en titiz biyografi eserlerinde dahi görmezden gelinmiştir.
Mann’ın biyografisini kaleme alanların ihmalinde bir ölçüde haklılık payı vardır. Mann’ın izlenim notları şaşılacak derece yüzeysel ve kısadır. Bu kısa gezi notları okurda, Mann’ın kendi isteği dışında bir zorunluluk sonucu seyahate çıkmak zorunda kaldığı hissini uyandırır.
Özellikle Mann’ın İstanbul ziyaretine dair izlenimlerin yüzeyselliği ve kısalığı dışında, bakışındaki politik ve sosyolojik sınırlılıklar çarpıcıdır. Eserlerinde etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar betimleyen büyük yazarın merakının genişliğini gölgelemektedir.
Bağımsızlık savaşı vererek yeni bir demokratik cumhuriyet kurmuş, işgal altındaki imparatorluk başkentinin hürriyet sonrasında yaşamakta olduğu dönüşümüne dair en ufak izlenimler rastlanmaz Mann’ın notlarında.
Bir yüzyıl önce İstanbul’u ziyaret eden Alman seyyahların izlenimlerimi andırır Mann’ın gözlemleri: Fes giyen insanlar, Avrupai kadınlarla birlikte Doğu ile özdeştirilen geleneksel kadınların tezatlığı… O kadar ki İstanbul’un ihtişamına dair neredeyse tek övgü Ayasofya’ya aittir.
Şüphesiz bu durumun oryantalist düşünceyle doğrudan bağlantıları vardır. Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk izlenimlerindeki tüm oryantalist tınıya rağmen, gözlemlerinin yoğunluğu ve derinliğiyle kıyaslandığında, Mann’ın durumu daha çok ilgisizlik, kayıtsızlık şeklinde değerlendirilebilir.
Ancak Mann’ın 1918 yılında yazmaya başladığı ve 1924 yılının sonunda yayımlanan başyapıtı Büyülü Dağ eserini göz önünde bulundurursak, İstanbul’a dair notları değerlendirmek çok daha karmaşık hale gelir.
Romanın en önemli karakterlerinden hümanist, Aydınlanma geleneğinin temsilcisi Settembrini “Olanları doğru buluyordu çünkü uygarlığa yarayacak bir yol izleniyordu. Avrupa’da genel bir barış ve silahsızlanma havası esiyordu. Demokratik düşünceler gelişiyordu. Jöntürklerin devrimci ayaklanma için hazırlıklarını tamamladıklarını el altından öğrendiğini iddia ediyordu. Türkiye anayasal bir ulus devlet olacaktı, insanlık için ne büyük bir zafer!” sözlerini dile getirir.
Settembrini’nin geleceğe dair Akdenizli iyimserliğini paylaşmasa da Weimar Cumhuriyeti’ni savunan, demokratik düşüncenin Almanya’da kalıcı şekilde kök salmasını isteyen Mann bu fikirleri paylaşmaktaydı.
Mann’in İstanbul’a dair notlarını daha geniş bakışla ele almak için, Settembrini’nin romandaki politik konumunu, aynı zamanda Settembrini’nin düşünsel ağırlığını dengeleyen karşı kutuptaki Naphta’yı, önemli ölçüde bugün hale devam eden aralarındaki tartışmayı eleştirel okumayla ele alacağız.
Büyülü Dağ’da savaşın muhasebesi
Settembrini’nin Türkiye’deki anayasal ulus devletinin zaferini müjdelediği bölümün, Naphta’nin romana girdiği kısım olması çarpıcıdır. Naphta karakteri romana girene kadar Settembirini’nin Hans ve Joachim’e verdiği politik ve estetik öğütler hayata dair, Avrupa burjuva toplumunun temel değerlerine dairdir. Bir anlamda Naphta’nin dediği gibi “Bizim şu Voltaire’e, akılcıya kulak verin” bağlamında, Aydınlanma’nın akılcılığına ve ilerlemeye olan sarsılmaz inancı döne döne tekrar eder.
Naphta’nin romana girmesiyle, politik ve estetik tartışma bir katman daha genişler ve trajik biçimde yoğunlaşır. Romanın ideolojik çerçevesi Avrupa’nın sınırlarını aşarak, savaşa ve kaçınılmaz olarak Batı-Doğu çatışmasına, uluslararası politik sistemdeki krize kayar.
Settembirini’nin Türkiye’deki demokratik ulus devletin doğuşuna dair sözlerine karşı Naphta alaycı biçimde “İslamiyet’in özgürleşmesi, Aman ne iyi. Aydınlanmış fanatizm – harika.” sözleriyle karşı çıkar.
Özellikle 11 Eylül sonrası birçok Batılı entelektüelden duyduğumuzda bizi şoke eden bu sözlerin yüzyıl öncesindeki düşünsel köklerini tüm çıplaklığıyla görmek sarsıcıdır.
Bu bağlamda Büyülü Dağ eserini okuduğumuzda, birçok başyapıt gibi eserin güncelliği bizi büyüler. Mann, romanı Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru kaleme almaya başlamıştı. Eser İkici Dünya Savaşı’nda önce yayımlanmıştı.
Roman yayımlandıktan sonra okuyanlar eseri, savaşın bir muhasebesi, savaşı yaratan toplumsal hastalıkların teşhisi ve savaşı olumlayan Avrupa’daki fikirsel iklimin eleştirisi olarak değerlendirmişlerdi.
Kitabı 2. Dünya Savaşı sonrası okuyanlar ise, Büyülü Dağ’ı, büyük bir yazarın Avrupa’da yükselen otoriter rejimlerin derin bir öngörüsü, Avrupa burjuva toplumunun hastalığının kaçınılmaz sonuçlarının derin seziyle anlatılması olarak değerlendirmişti. Böylece her büyük yazar gibi Mann’a da iki savaş sonrası ‘kahin’ gözüyle bakılmıştır.
Bugünkü uluslar arası politik sistemdeki çatışmalar, özellikle Ukrayna krizi sonrası, Avrupa’nın yeniden savaşla yüz yüze gelmesi, Rusya ile yaşanan siyasi krizin kültürel krize doğru genişlemesi sonucu Batı-Doğu çatışmasına dair tarihsel önyargıların yeniden dirilmesinin yanı sıra Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülist partiler, Batı liberal demokrasinin krizi, parlamenter rejimdeki yapısal sorunlar…. daha benzeri birçok sorun Büyülü Dağ’ı yeniden önümüze koyup değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçirmeye bizi zorlamaktadır.
Büyülü Dağ’ın bu kışkırtıcı kehanetleri, özellikle Settembirini ve Naphta’nin gerçek hayatta kimleri temsil ettiği hep tartışılmıştır. Belki de çarpıcı ve en yakın benzetmeyi Alman yazar Safransky yapmıştır. Safransky, Settembrini’yi Kantçi Cassier ile Naphta’yi Heidegger ile özdeşleştirir.
Romanın geçtiği Davos’ta, romanın yayımlanmasından sadece 4 yıl sonra Cassier ile Heidegger 1920 yılında bir konferansta, karşı karşıya gelerek ‘İnsan nedir’ temel sorusundan hareketle, Batı felsefesinin temel ayrılık noktalarını tıpkı Settembrini ve Naphta gibi tartışmıştı.
Çözülmekte olan Weimar Cumhuriyeti sonrası yolları keskin biçimde ayrılacak, trajik şekilde karşı düşman kamplarına bölünecek Alman aydınlarının yaşadığı derin tartışmaydı. Bu bağlamda da Mann, romanında gündeme getirdiği özgürlük, savaş, Avrupa’nın düşünsel mirasına dair uzlaşmaz karşıt fikirleri ortaya koyarak, öngörüsünü ortaya koymuştur.
Safransky’yi böylesi benzerliği düşündüren belki de, Settembrini’nin “Pan-Germanizm’i savunuyorsunuz demek? Öyle mi?” diyerek Naphta’yi suçlamasıdır. Heidegger’in Nazizm’in saflarına katılması düşünüldüğünde kurulan bu benzetme daha çarpıcı hale gelmektedir.
Bugün Avrupa’da en çok da Almanya’da gözlemlenen Rusya karşıtlığı ise, Naphta’nin sözlerinde yüzyıl önce yankılanmaktadır: “Ben de sizin bir Rus hayranı olduğunuzu düşünüyorum.” Yüzyıl önceki ideolojik ve kültürel kırılmalar bugün de canlı şekilde hissedilmektedir.
Avrupa hümanizminin savaşla imtihanı
Tolstoy hayranı Mann’ı düşündüğümüzde, romanın bu bölümleri Dostoyevski’nin eserindeki tansiyonu hiç düşmeyen dramatik politik tartışmalara benzemektedir. Mann da Dostoyevski gibi, karşıt görüşleri dile getiren karakterleri en güçlü argümanlarıyla konuşturmaktadır.
Güçlü fikirler yoğunlaştığı noktada içe doğru çökmeye başlar, böylelikle en tumturaklı söylemlerin dahi gizlemeyeceği çelişkiler meydana çıkarılır. Karşıt, uzlaşmaz gibi görülen fikirler, dramatik biçimde yakınlaşarak, evrensel etik ilkeler eğilip bükülmeye başlar.
Savaşa karşı romandaki karakterlerin politik konumlanışında da aynı izler gözlemlenir. Asker Joachim “Savaş gerekli bir şeydir. Moltke’nin dediği gibi, savaş olmazsa dünya kısa zamanda bozulur” sözleriyle savaşın kaçınılmazlığını hatta gerekliliğini dile getirir.
‘Princeps scholasticorum’ entelektüel Naphta da tartışmanın en hararetli noktasında “bu arada kalabalıktan boğulmak üzereyiz; tüm meslekler öylesine insan kaynıyor ki yakında daha önceki savaşlar, bir parça ekmek için yapılacak kavgaların yanında solda sıfır kalacak. Açık alanlar ve yeşil kentler! Irkın güçlendirilmesi! İyi de uygarlık ve ilerleme savaş olmayacak dediğine göre neden güçlensin ki? Savaş bu sorunların icabına bakacak ve ırkı güçlendirmeye de, doğumların azalmasına da çözümler üretecek” sözleriyle savaşı, yaşanan tüm toplumsal sorunların tek ve geçerli çözümü olarak sunmasıyla tartışma biter.
Askerden üniversitedeki aydına kadar savaş aynı ahlaki ilkeler temelinde savunulur. Emperyalist burjuva toplumunun, derin ekonomik ve siyasi kriz karşısında çözüm olarak her zaman bir savaşı gündeme getirerek insanlığı felaketin kıyısına götürdüğü çıplak biçimde gözlemlenir.
Avrupa’yı veba gibi saran bu savaş taraftarlığı karşısında hümanist, barışı ve ilerlemeyi savunan Settembrini nasıl pozisyon almaktadır? Settembrini, özgür ve eşit devletler sistemine geçilerek uluslararası barışın tesis edileceğini dile getirir. Ne var ki Settembirini, gerçeklikteki olgulardan ziyade prensiplerden, iyimser ideallerden hareketle savaş karşıtı tavır alır.
Bu noktada Mann, Settembirini’nin zayıf noktalarının ortaya çıkmasına izin verir. En başta Settembirini, Avrupa burjuva toplumun içine sürüklendiği krizi görmez ya da kabul etmez. Avrupa burjuva toplumunu, 18. yüzyıldaki ilerici ve devrimci karakterini değişmez ve evrensel kabul eder, akılla özdeşleştirdiği burjuva toplumunun artık akıldışı eğilimlere sahip olduğunu göremez.
Savaşın yüksek sesle dile getirildiği Avrupa’da hümanist geleneğin neden bu savaş taraftarlığına karşı kamuoyunda etkili olmadığının işaretleri bu noktalarda saklıdır.
Naphta tüm kışkırtıcı dini fikirlerine rağmen, Settembirini’ye göre daha gerçekçidir. Kapitalizmin krizine karşı kendinden emin muhafazakar bir seçeneği ortaya koyar. Hatta Avrupa’da kapitalizme karşı en güçlü muhalif sesi dile getirerek, kriz sonucu huzursuz insanlar için çekim noktası olur. Tartışma sonunda Hans ile Joachim’in, Naphta’dan hoşlanmasalar da bazı konularda ona hak vermeleri bunun çarpıcı örneğidir.
Settembirini’nin diğer çelişkisi çok daha dramatiktir. Savaş karşıtı, hümanist duruşuna rağmen, Settembirini de ilerleme ve özgürlük adına bir noktada savaşı savunur: “Voltaire bile uygarlığı yaymaya yarayan savaşları onaylamış ve İkinci Frederik’e Türklere savaş açmasını önermiştir.”
Tartışmanın devamında Settembirini Haçlı Seferleri’ni savunma noktasına kadar gelir: “Savaş bile, sevgili bayım, sırasında ilerlemeye hizmet etmeye zorlanmıştır; sizin o çok sevdiğiniz dönemdeki, yani, Haçlı Seferleri dönemindeki belirli olayları hatırlarsanız o savaşlar uygarlık adına halklar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri sıkılaştırmış ve Batılıları tek bir düşünce altında toplamıştır.”
Şüphesiz Settembirini’nin çelişkileri Aydınlanma’nın, özellikle ılımlı Aydınlanma’nın, çelişkilerini açığa vurur. Montesquieu’nün medeniyetlerin nitelik farkını coğrafya ve iklimler teorisiyle açıklayan görüşleri, Aydınlanmanın Doğu’ya dair fikirlerini oryantalist söylemle ele almasını başlatmıştı. Voltaire gibi birçok filozof ise bu oryantalist görüşün kemikleşmesine neden olmuştu.
Roman boyunca zıt kutupları, karşıt değer yargılarını temsil eden Settembrini ve Naphta, trajik biçimde savaş ve Doğu’ya bakışta özdeşleşir.
Dostoyevski’nin romanlarındaki gibi iki zıt karakter aslında birbirini tamamlamaktadır, birinin varlığı diğerini zorunlu kılmaktadır. Settembirini ve Naphta birbirlerini tamamlayan ötekilerdir.
Avrupa’da yükselen savaş taraftarlığının izleri Aydınlanma’ya kadar uzanmakta, Batı’nın Doğu’ya dair emperyalist oryantalist bakışı Aydınlanma’nın birçok fikrinden hareket etmektedir.
Bunun en çarpıcı ifadesi Settembirini’nin Türkiye’de demokratik gelişimi coşkuyla selamlamasına rağmen, Doğu’yu atalet, hareketsiz, devimine ve ilerlemeye kapalı medeniyet olarak genellemesidir: “Ben Avrupalıyım, bir Batılıyım. Sizin derecelemeniz tam Doğu’ya göre; Doğu eylemden nefret eder. Lao-Tzu, yerle gök arasında hiçbir şey yapmamak kadar hayırlı bir şey olmadığını ve insanlık eylemlerden vazgeçmiş olsa yeryüzüne tam bir barışın ve mutluluğun egemen olacağını öğretir”
Settembirini tam olarak Batılı, Avrupalı olduğu için kendi burjuva toplumundaki çelişkileri göremez. Bu kör nokta onun, Avrupa’da yükselen muhafazakar savaş taraftarlığına ve Doğu’ya dair oryantalist söyleme karşısında bocalamasına yol açarken, net bir cephe almasını engeller.
Birinci Dünya Savaşı öncesi küçük bir azınlık entelektüel dışında, muhafazakardan hümaniste, radikal avangartlara kadar Avrupalı aydınların, sanatçıların savaşın saflarında yer almasının tarihsel ve ideolojik köklerini bu noktalarda irdelemek gerekir.
Batılı, Avrupa’nın hümanist geleneğinin temsilcisi Thomas Mann’ın da İstanbul notları ve hatta savaşın başında Mann’ın çelişkili tutumu bu bakış açısıyla tartışılmalıdır.
Büyülü Dağ’daki yüzyıl önceki tartışmayı Naphta kazanmıştı, bugünkü tartışmayı yine Naphta’nın kazanamayacağını kim söyleyebilir?
-
Görüş2 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Ortadoğu2 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi2 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor
-
Dünya Basını7 gün önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Avrupa2 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor
-
Görüş2 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?