Dünya Basını
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?

“Güneş panelleri ve bataryalar Çin’de neden bu kadar ucuz? Tepkisel cevap, bunların sadece haksız sübvansiyonlar ve sömürücü çalışma koşulları nedeniyle ucuz olduğu yönünde olacaktır. Ancak bu, gerçekte neler olup bittiğine dair modası geçmiş bir bakış açısı. Çin’in bu pazarlara hakim olmasının başlıca nedeni, bu teknolojiler için uzun vadeli bir sanayi stratejisi üretmiş ve bunun sonucunda optimize edilmiş, modern bir tedarik zinciri geliştirmiş olmasıdır…”
Hannah Ritchie’nin makalesini Mert Cafer Eral çevirdi.
***
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
Bu, ucuz işgücünden çok otomasyon ve son teknoloji üretim süreçleriyle ilgilidir.
Hannah Ritchie, Sustainability by numbers
15 Mayıs 2025
Olay yeşil enerji teknolojileri olduğunda, kimse Çin’in eline su dökemez.
Çin ana enerji minerallerinin tedarik zincirini domine ediyor. Güneş enerjisini sadece ülke içinde kullanıma sunmuyor, aynı zamanda güneş panellerini dünyanın her yerine ihraç ediyor. Aşağıdaki grafikte Çin’in dünyanın kalanına yaptığı güneş paneli ihracatını görebilirsiniz. Bu paneller giderek artan bir şekilde, enerjiye aç olan ve ucuz olanın -Çin güneş enerjisi- peşinden gidecek olan düşük-orta gelirli ülkelere gidiyor.
Çin dünya üzerindeki bataryaların %75’ini üretiyor. Çin’in en büyük elektrikli, araç üreticisi BYD, yüksek kalite elektrikli araçları 10 bin dolar gibi cüzi bir rakama imal ediyor ve çoğu markette hızlı pazar payını artırıyor. BYD şu sıralar ülke içindeki pazara odaklanıyor. Dünyanın en büyük batarya üreticisi CATL 300 millik mesafe kat etmek için 5 dakikalık bir şarja ihtiyaç duyan batarya üretimi gibi gelişmelerle batarya teknolojisinin sınırlarını zorluyor.
Liste uzar gider.
Avrupalı ve Amerikalı üreticiler geride kalıyor. Buna verilen tepkilerden biri ise korumacı politikalar oldu: gümrük vergileri koymak ve ithalat kotaları uygulamak. Daha önceki bir yazımda, amaç Avrupa ve Amerika pazarlarında enerji sektöründeki istihdamın artırılmasıysa bu tür müdahelelerin çözüm sunmadığını savunmuştum. Çünkü temiz enerji işlerinin çoğu üretimden ziyade dağıtım ve bakım alanlarında yer almaktadır ve yüksek maliyetler yenilenebilir enerjilerin yaygınlaşmasını yavaşlattığından, artan fiyatlar temiz enerji alanında çalışan toplam insan sayısını azaltır (üretimde çalışan sayısı artsa bile). Bu politikalar aynı zamanda Batılı üreticileri küresel pazarda rekabetçi kılmayacağı gerçeğini de göz ardı etmektedir.
Bu da şu soruyu gündeme getiriyor: Güneş panelleri ve bataryalar Çin’de neden bu kadar ucuz?
Tepkisel cevap, bunların sadece haksız sübvansiyonlar ve sömürücü çalışma koşulları nedeniyle ucuz olduğu yönünde olacaktır. Ancak bu, gerçekte neler olup bittiğine dair modası geçmiş bir bakış açısı. Çin’in Batılı üreticilerle ancak gerçek bir uzmanlık yerine işin kolayına kaçarak rekabet edebileceği fikri kibir kokuyor. Çin batarya üreticilerine sübvansiyonlar sağlıyor ve ülkenin bazı tedarik zincirlerinde zorla çalıştırmaya dayandığına dair ikna edici kanıtlar var. Bu noktalara daha sonra değineceğim. Ancak Çin’in bu pazarlara hakim olmasının başlıca nedeni, bu teknolojiler için uzun vadeli bir sanayi stratejisi üretmiş ve bunun sonucunda optimize edilmiş, modern bir tedarik zinciri geliştirmiş olmasıdır.
Çin’in üretim çıktısının tamamen merkezi bir hükümet programının sonucu olduğu düşüncesi yanlıştır; Çin, fiyatları düşürmek ve rakiplerini yenmek için her türlü avantajı elde etmek için savaşan şirketlerle inanılmaz derecede rekabetçi bir pazar geliştirdi. Güneş enerjisi ve batarya sektörleri, dar kar marjları ile oldukça acımasız sektörlerdir.
Bu teknolojilerin Amerika ve Avrupada neden daha pahalı olduğuna ve makası kapatmak için neler yapılabileceğine bakalım. CRU Grubu, bu verilerin ve içgörülerin çoğunun geldiği küresel batarya pazarlarını inceleyen harika bir çalışma yaptı.
Önde gelen Çinli batarya üreticileri de yerli rakiplerinin çok ilerisinde
Maliyetleri Avrupa ve ABD’dekilerle karşılaştırmadan önce, en iyi Çinli üreticilerin – yani BYD ve CATL’nin – Çin’deki diğerlerine göre çok daha düşük üretim maliyetlerine sahip olduğunu belirtmek gerekiyor.
Aşağıdaki grafik ve tablo, bu maliyetlerin nereden geldiğinin dökümünü gösteriyor. Batılı üreticilerle aradaki farkı da açıklayan birkaç şey göze çarpıyor.
Birincisi, BYD’nin işçilik maliyetlerinin daha düşük olması, maaşların çok daha düşük olmasından değil, yüksek otomasyon seviyelerinden kaynaklanıyor. BYD fabrikalarında gigawatt-saat (GWh) üretim başına 50 kadar az işçi çalışırken, başka yerlerde 233 kadar işçi çalışıyor.
İkincisi, “verim” daha yüksek olma eğilimindedir, bu da katot ve anot üretimi için daha düşük maliyetlere yol açar. “Verim” bize tedarik zincirinin bir sonraki adımında kullanılacak kadar iyi olan ürünlerin yüzdesini söyler. BYD yüksek verime sahiptir, bu da ürettiği bileşenlerin neredeyse tamamının nihai ürünlerde kullanılmak için gereken kalite standartlarını karşıladığı anlamına gelir. Diğer üreticilerin verimleri orta veya düşüktür; bu da birçok bileşenin kalitesiz olduğu ve hurdaya çıkarılması gerektiği anlamına gelir. Bu, parayı çöpe atmaktır ve malzeme kullanımı için de iyi değildir. Önde gelen üreticiler bu yüksek verime sahiptir çünkü son derece modern, en az hatayla optimize edilmiş üretim süreçleri geliştirdiler.
Batarya üretiminin maliyetini ne oluşturur ve bu maliyet bölgeler arasında nasıl kıyaslanır?
Bataryaların nihai maliyeti üç bileşenden oluşur: malzemeler, bunları bir araya getirmek için gereken işçilik ve malzemeleri nihai ürüne dönüştürme maliyeti (ki bu çoğunlukla enerjidir).
Aşağıdaki grafikte Çin, Güney Kore, Avrupa Birliği ve ABD’nin maliyetleri karşılaştırılmaktadır.
Ekstra maliyetlerin nereden kaynaklandığını hemen görebiliyoruz. Malzeme maliyetleri AB ve ABD’de biraz daha yüksek. Ancak, ABD’deki en büyük fark yüksek işgücü maliyetleri. AB’de ise elektrik Çin ve ABD’ye kıyasla daha pahalı olduğu için işleme söz konusu.
Mesele sadece düşük işçilik maliyetleri değil; Çinli üreticiler son derece otomatize olmuş durumda.
Aşağıdaki şelale grafiği, CRU Group’un ABD’nin maliyet rekabetçiliğini artırmak için neler yapabileceğini düşündüğünü gösteriyor. Solda temel maliyetler yer alırken, sağdaki her bir çubuk farklı faktörlerden kaynaklanan potansiyel maliyet düşüşlerini göstermektedir. “Optimize edilmiş durumda” fiyatlar yarı yarıya düşmektedir.
ABD’li üreticilerin – özellikle de deneyimi olmayan yeni girişimcilerin – yapabileceği ilk şey verimi artırmaktır. “Optimize edilmiş” durum, verimi %94’e yükseltmek anlamına geliyor ki bu da üreticilerin bugün bundan biraz daha azını başarabildiği anlamına geliyor. Batarya bileşenlerinin önemli bir kısmı yetersiz kalitede oldukları için hurdaya gidiyor. Bu durum, Çin’deki lider üreticilerin hataya en az yer veren son teknoloji ürünü, bilenmiş üretim süreçlerinden ne kadar faydalandığını bir kez daha vurgulamaktadır. Bugüne kadar üretilen elektrikli otomobil akülerinin %70’inden fazlası Çin’den geldi, dolayısıyla bu şaşırtıcı değil.
Çin aynı zamanda birçok minerali ve daha küçük bileşenleri de rafine ettiğinden, tedarik zincirleri inanılmaz derecede entegre olabiliyor ve bu da onları daha optimize hale getiriyor.
İkinci büyük kalem ise işgücü maliyetleri. ABD’deki ücretlerin Çin’dekinden daha yüksek olduğu yadsınamaz bir gerçek. Ancak bunun nedeni Çin’deki maaşların çok düşük olması değil. Evet, Amerikan ya da Avrupa standartlarına göre düşükler, ancak fabrika rolleri için ücretler genellikle ABD’nin güney komşusu Meksika’dakinden daha yüksek.
İşgücü maliyetlerindeki en büyük etken ise otomasyondur. ABD GWh başına altı kat daha fazla işçi kullanıyor, bu nedenle işgücünün çok daha pahalı olması şaşırtıcı değil. Çin otomasyona büyük yatırım yaptığından birçok süreç çok az insan girdisi ile çalışıyor.
“İmalat işlerini eve getirme” konusunu değerlendirirken akılda tutulması gereken bir başka husus da bu. Bunun için kesinlikle bir alan var, ancak düşük maliyetlerin genellikle insan emeğine değil otomasyona dayandığı gerçeğiyle çelişiyor. Özellikle yapay zekanın gelişmesiyle birlikte bazı imalat işleri giderek daha savunmasız hale gelebilir.
Yüksek enerji fiyatları Avrupa’nın rekabet gücünü kırıyor
İşçilik maliyetleri ve otomasyon eksikliği Avrupa için de geçerli. Avrupa’nın rekabet gücünü öldüren bir diğer faktör de – sadece bataryalar için değil, birçok endüstriyel ürün için – yüksek elektrik maliyeti.
Eğer enerji, üretim maliyetinin önemli bir kısmını oluşturuyorsa, elektrik maliyetlerinin yüksek olduğu yerlerde üretim yapmanın bir anlamı yok. Ne yazık ki, özellikle Çin ve ABD ile karşılaştırıldığında, birçok Avrupa ülkesi için ikilem bu.
Peki ya Çin’de insan hakları ihlalleri?
Yukarıdaki veriler Çin’in bazı tedarik zincirlerinde büyük olasılıkla sömürücü uygulamalarda bulunduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor ya da inkar etmiyor. Daha önce Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki kobalt madenciliği ile ilgili sorunlar hakkında yazmıştım (ancak bu sadece Çin için bir sorun değil; diğer ülkeler de bu kobaltı satın alıyor).
Burada ise Uygurların ve Çin’in kendi içindeki diğer azınlık gruplarının zorla çalıştırılmasından bahsediyorum. Bu durum en çok güneş paneli üretimi için polisilikon endüstrisinde göze çarpıyor gibi görünüyor, ancak çoğu bataryanın temel bileşeni olan lityum üretimi için de gerçekleştiğine dair raporlar var.
Sincan, kısmen kaynaklar açısından zengin olması ve ucuz kömüre sahip olması nedeniyle Çin’deki temiz enerji teknolojisi üretiminin ana merkezi haline geldi. Hükümetin “İşgücü Transferi Yoluyla Yoksulluğun Azaltılması” programı, milyonlarca insanın Çin genelinde iş bulabilecekleri bölgelere (sadece imalatta değil, tarım gibi sektörlerde de) transfer edildiği bir program olarak tanıtılıyor. Bu gönüllü bir program olarak tanıtılsa da, birçok kişi işçilerin aslında bir seçeneği olmadığını bildiriyor.
İşte ABD Enerji Bakanlığı’nın Çocuk İşçiliği veya Zorla Çalıştırmayla Üretilen Mallar Listesi. ABD’nin aslında Sincan’dan zorla çalıştırılarak üretilen malların ithalatını yasaklamayı amaçlayan bir Uygur Zorla Çalıştırmayı Önleme Yasası (UFLPA) var. Bu – yerli enerji istihdamını artırdığınızı düşünürken aslında onlara zarar vermekten ziyade – aslında daha sıkı ticaret politikalarına sahip olmak için iyi bir neden.
Dolayısıyla Çin’in tedarik zincirlerinde en azından bazı sömürücü uygulamaların olması ya da olmuş olması çok muhtemel görünüyor. Bunun kötü ve kabul edilemez olduğunu düşündüğümü söylemeye gerek yok. Ancak benim söylemek istediğim, Çin’den gelen bu malların başka yerlerden daha ucuz olmasının nedeninin hala bu olmadığı (ya da sadece çok küçük bir neden olduğu). İşgücü maliyetlerinin düşmesinin ana nedeni otomasyon; insan işçi çalıştırmamak.
Peki ya Çin’in verdiği tüm sübvansiyonlar?
Evet, Çin temiz enerji endüstrilerinin gelişimini teşvik etmek için bir dizi finansal destek mekanizması sağladı. Bunlar arasında belirli enerji yoğunluğu ve güvenlik eşiklerini karşılayan batarya üreticileri için potansiyel vergi indirimleri de yer alıyor. CATL ayrıca araştırma, inovasyon ve ölçek büyütmeyi desteklemek için yılda yüz milyonlarca dolar gibi önemli sübvansiyonlar aldı.
Ancak Çin bunu yaparken yalnız değil. ABD de dahil olmak üzere pek çok ülke stratejik endüstrileri desteklemek için benzer araçlar kullandı. Tesla ilk yıllarında Enerji Bakanlığı’ndan 465 milyon dolar kredi aldı (geri ödedi) ve o zamandan beri milyarlarca düzenleyici kredi ve vergi teşvikinden yararlandı. Enflasyon Azaltma Yasası, Tesla gibi şirketlere on milyarlarca dolarlık potansiyel sübvansiyonlarla mali destek sağlamak için kuruldu.
Bu Tesla’ya ya da ABD’ye yönelik bir eleştiri değil; bunu yapmak için iyi nedenler var. Buna iyi bir sanayi stratejisi denir. Ancak aynı şeyi yaptığı için Çin’i “hile yapmakla” suçlarken bu programları destekleyemezsiniz.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş6 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu4 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi7 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Avrupa4 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor