Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Alman kapitalizminin tükenişi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Olaf Scholz hükümetinin, Almanya’nın savaş sonrası tarihinde sahip olduğu en başarısız hükümetlerden biri olduğu düşünülüyor. Uluslararası alanda sözlerinin dikkate alınma sıklığı azaldı; örneğin Scholz, Avrupa Parlamentosu’na açılış konuşması için geldiğinde salonun yarısı boş oluyor zira kimse ondan dikkat çekici açıklamalar beklemiyor. Merkel konusunda durum biraz daha farklıydı.

Scholz ve Dışişleri Bakanı Baerbock yönetimindeki Almanya, Washington’dan gelen her şeyi tekrarlayan, uluslararası sahnede önemsiz bir ülkeye dönüşme tehlikesi ile karşı karşıya.

Ancak Scholz, Alman basının bile artık açıkça haber yaptığı koalisyonundaki kavgadan da anlaşılacağı üzere kontrolü kaybetti. Washington ve Brüksel’in öngördüğü ve Scholz hükümetinin öncü bir rol oynadığı Rusya karşıtı politikanın uygulanması göz ardı edilirse Scholz iç politika açısından da tek bir girişim başlatmadı. Ekonomi Bakanı Habeck’in Washington’a yaptığı ilk ziyareti sırasındaki “ABD’ye hizmette öncülük etmek” istediğine dair açıklaması hatırlatılmakta. Bu nedenle Almanların Scholz hakkındaki düşünceleri de net: ZDF televizyonunun Politbarometre’sine göre Almanların yüzde 71’i Scholz’un önemli siyasi konularda sözünü geçiremediğini düşünüyor. Yani Almanya’da kimsenin “patron” olarak görmediği —üstelik savaş sonrası dönemin en büyük ekonomik krizi yaşanırken— bir başbakan var.

Hükümetin sundukları ve bakanlarının Almanya’daki sıradan insanların sorunlarına karşı ne denli kibirle yaklaştıkları düşünüldüğünde, AfD’nin yükselişte olmasına şaşırmamak gerek. Bu durum en başta mülteciler söz konusu olduğunda daha da belirginleşiyor. Almanya’daki mültecilerin masrafları, barınma tahsis etmek zorunda olan kentler ve belediyeler tarafından karşılanıyor. Federal hükümet, kentlere ve belediyelere masrafların sadece bir kısmını geri öderken, aynı zamanda ülkeye giderek daha fazla mültecinin girmesine izin veriyor. 2023’ün ilk yarısında ülkede 2016’daki mülteci krizinin yaşandığı dönemdeki kadar mülteci vardı.

Ve 2015 yılında Almanya’da “Mülteciler hoş geldiniz” propagandası yapılırken, Politbarometre’ye göre Almanların yüzde 59’u artık mültecilerin sınır dışı edilmesine ilişkin daha katı kurallardan yana. Bu kesinlikle AfD’nin anketlerde yükselmesini sağlayan konulardan biri zira iktidar partileri tam tersini istiyor. Ve Almanya’da insanlar muhalefetteki CDU/CSU’ya da ürkek bir şekilde daha katı kuralları savunması halinde güvenmeyeceklerdir zira Merkel 2015’te sınırları açtığında CDU/CSU iktidardaydı. Alman ekonomisinin varoluşsal sorunları olduğu gerçeği artık o kadar bariz ki artık bu konuda soru soran bile yok.


Almanya’nın Avrupa kapitalizmi modeli tükendi

David Karas
Jacobin
8 Ağustos 2023

Angela Merkel’in iktidarı boyunca neoliberal Avrupa entegrasyonu Almanya’nın ihracata dayalı büyümesinin iskeletini oluşturmuştu. Ancak kıtadaki savaş ve bir dizi kriz bu modelin sınırlarını test etti ve Olaf Scholz hükümeti içinde ayrışmaları beraberinde getirdi.

Economist, Der Spiegel, Politico ya da Financial Times gibi liberal kalemler “kaçırdığınız fırsatlardan” yakınarak siyasi mirasınızı gömmek için çabalarken, bunu biraz kişisel algıladığınız için affedilebilirsiniz. Özellikle de adınız Angela Merkel ise ve hala Time’ın sizi “Hür Dünyanın Şansölyesi” olarak selamlayan o eski sayısına tutunuyorsanız durum daha da vahim.

Merkel’in Almanya’nın dümenindeki on altı yıllık görev süresi, Avrupa’nın neoliberal direncini gözler önüne serdi. Merkel’in uzun saltanatı, küresel mali çöküş, Avrupa borç krizi, Syriza referandumu, 2015 göç krizi, Brexit, Donald Trump ve Kovid-19’u kapsayan, sonsuz gibi görünen bir felaket döngüsünü halının altına süpürme sanatını mükemmelleştirdi.

Sanki bir işaretmiş gibi, 2021’in sonlarında sahneyi terk eder etmez siyasi dram patlak verdi: Vladimir Putin Ukrayna’yı işgal etti, Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizmi duvara tosladı ve siyasi sistemi artık yönetilemez görünüyor. Daha geniş anlamda, bir zamanlar kıtanın neoliberal entegrasyonunun arkasında duran Avrupa siyasi konsensüsü bugün darmadağın olmuş durumda.

Merkel sonrası bir buçuk yılını geride bırakan Olaf Scholz liderliğindeki Alman hükümeti, o kadar derin bir ayrışma içinde ki bakanlar neredeyse her önemli politika girişiminde birbirleriyle çelişiyor. “Kırmızı” SPD (Sosyal Demokratlar), “sarı” şahin neoliberal FDP (Hür Demokratlar) ve Yeşiller’in renklerine atıfla “trafik lambası” koalisyonu olarak adlandırılan bu koalisyonda her parti Merkel’in mirasını yönetme konusunda farklı stratejileri destekliyor. Fosil yakıtların içten yanmalı motorlardan ya da ev ısıtma sistemlerinden aşamalı olarak çıkarılması, Avrupa’da kemer sıkma politikalarının canlandırılması ya da gömülmesi ya da tahmin edilebileceği üzere Ukrayna’daki çatışmanın nasıl ele alınacağı gibi konularda hükümet hiçbir konuda hemfikir görünmüyor.

Hür Demokratlar en azından tutarlı; mali kemer sıkma ve ordoliberal rekabet politikasına olan inatçı bağlılıkları, onları Almanya ve Avrupa’nın karbonsuzlaşma ajandasını desteklemek için kullanılan devlet teşviklerinin doğal düşmanı haline getiriyor. Hatta bu tür dogmalar, serbest piyasacı partiyi fosil yakıt lobileri ve karbonsuzlaştırmaya karşı popülist isyanlarla fiili bir ittifaka doğru itiyor.

Yeşillerin enerji lobisiyle uzlaşıları tabanlarının bir kısmını yabancılaştırmasıyla aynı şekilde dönüşümün işçi sınıfı Almanlar üzerindeki etkilerini göz ardı etmeleri de karbonsuzlaşmanın faturasını ödeyeceklerinden kaygı duyan daha geniş halk kesimlerini de yabancılaştırmayı başardı.

Sosyal Demokratlara gelince, Scholz’un kararsız liderliğinde parti, Merkel’den miras kalan statükoya yatırım yapmaya devam etti ve Alman ihracat sektörlerini rekabetçi tutmak adına yıkıcı yeşil sanayi politikası ihtiyacı ile mali titizlik ortodoksisine tavizler arasında şizofrenik bir şekilde gidip geldi. Bu üç partinin her birinin desteği bugün ulusal düzeyde yüzde 20 civarında oy alan aşırı sağcı Alternative für Deutschland’ın gerisinde.

Bu ne sadece parti politikası ne de sadece Almanya’nın meselesi: Berlin’deki sıradan görünen demokratik çekişmelerin ardında ülkenin ihracata dayalı kapitalizmi ve uzun zamandır Almanya’nın makroekonomik tercihleri konusunda bir araç işlevi gören Avrupa Birliği için birbiriyle bağlantılı varoluşsal bir kriz yatıyor.

Tıpkı Almanya’nın Merkelci düzeni Scholzcu anarşiyle takas etmesi gibi, Avrupa Birliği de son kırk yıldır Avrupa entegrasyonunun neoliberal aşamasını sürdüren fikirlerin ve siyasi koalisyonların çöküşüyle karşı karşıya. Avrupa neoliberalizmini somutlaştıran siyasi dogmalar —“tüketici refahına” indirgenmiş rekabet politikası, mali kemer sıkma, enflasyon hedeflemesi, kuralsızlaşma ve daha da temelde kaynakların tahsisinde piyasaların etkinliğine duyulan dini inanç— son on yılda sorgulanmaya başlandı. İdeolojik çerçeveler parçalanırken, örgütlü sermaye, ulus devletler ve AB kurumları arasında uzun süredir gizlice depolitize edilmiş bir Avrupa entegrasyonu tarzını sürdüren siyasi koalisyon da yok oluyor.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin jeo-ekonomik sonuçları, Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizm modelinin krizi ve AB entegrasyonunun kendisi, neocon Robert Kagan ve Bungacast ekibinin “Tarihin Sonunun Sonu” (ABD hegemonyasına bağlı onlarca yıllık neoliberal uzlaşının ardından (jeo)politik ve ideolojik çatışmaların olağanüstü bir şekilde yeniden canlanması) olarak adlandırdığı şey konusunda birbirine bağlı bir Avrupa yayı oluşturuyor.

Bu çatışmaların neoliberalizmin kuğu gölü balesini mi yoksa onu sürdürmek adına gerekli olan artan şiddeti mi işaret ettiği bölücü bir sorun: yelpazenin her iki tarafında da neoliberal ölüme karşı süreklilik tartışması, Schrödinger’in kedisinden farklı olarak ya ölü ya da diri olan içsel olarak tutarlı bir sistem varsaydığında indirgeyicidir. Gerçek şu ki, kapitalizmde, neoliberal ya da başka türlü, çeşitli alt sistemler (kurumsal, siyasi, ideolojik) farklı değişim yörüngelerini takip edebilir ve ediyor, bu da çeşitli gerilim ve çelişkileri teşvik ediyor.

Fransız regülasyon teorisi (FRT), verili bir kapitalist birikim sistemi ile onu sürdüren düzenleme biçimi arasındaki sürtüşmelerden kaynaklanan kapitalist krizlerin bütün bir taksonomisini önermişti. Antonio Gramsci’nin “doğmak için mücadele eden yeni dünya” ile ilgili aynı, bağlayıcı olmayan alıntısını yeniden işleyen fikir yazılarının çiçek açan üslubuna ekleme dürtüsüne direnerek, Avrupa neoliberalizminin mevcut durumunu değerlendirmek adına daha verimli olacak egzersiz, ortaya çıkan bu krizleri tanımlar: Almanya’nın ihracata dayalı modelini uzun süredir Avrupa Birliği’nin kalbinde sabitleyen somut kurumlar, siyasi konfigürasyonlar ve ideolojiler düzeyinde değişim ve sürekliliği birbirinden ayırmak.

Kırılgan model

Almanya’nın ihracata dayalı birikim stratejisi uzun zamandır üç temel unsura dayanıyor: Birincisi, hâkim partiler, muhafazakâr küçük ve orta ölçekli işletmelerin (KOBİ’ler) yanı sıra büyük, ihracata yönelik sanayi holdingleri ve imalat sektörlerindeki örgütlü emek kesimlerinin koalisyonu. İkinci olarak, Almanya’nın para, işgücü ve firmaları düzenleyen yerel kurumları AB seviyesine taşındı; Almanya’nın ücret baskısı modeli ve mali titizlik ve düşük enflasyona dönük ordoliberal taahhütler, AB’nin geri kalanına empoze edildi. Üçüncüsü, bölgesel ve küresel ticaret sistemleri Alman çokuluslu şirketlerine ucuz girdilere —Doğu Avrupalı işgücü, ucuz Rus enerjisi— ve Çin ve ABD’deki istikrarlı ihracat pazarlarına erişim sağladı. Bugün tüm bu sütunlar çatırdamış durumda.

Alman kapitalizmi, iç siyasi istikrarı için (Mittelstand olarak adlandırılan) KOBİ’lerle bağlantılı ordoliberal kanat ile küreselleşme ve Orta Avrupa’nın AB’ye entegrasyonundan istifade eden daha fırsatçı, büyük ihracatçı sanayi holdingleri arasında uzun süredir devam eden ideolojik ve siyasi bir uzlaşıya dayanıyordu.

Bu uzlaşı bozuldu: ihracata dönük sanayi kanadı, Alman sanayisinin ABD ve Çinli rakipleriyle rekabet edebilmesi için mali kısıtlamaların kaldırılması yönünde lobi faaliyetlerinde bulunsa da ordoliberal kanat kemer sıkma politikalarına bağlı kalmaya devam ediyor. Geçtiğimiz dört yıl boyunca Ekonomi Bakanlığı, sanayi politikası teşebbüslerini, Mittelstand’ı stratejik açıdan marjinalleştirerek Almanya’nın sosyal blokunu yeniden dengeleme amaçlı bir araç olarak kullandı.

Liberal Maliye Bakanı Christian Lindner (FDP) ile koalisyon ortakları arasında siyasi bir çatışma gibi görünen durum, aslında Alman sermayesinin devletin ve seçmenlerin farklı kesimleriyle alakalı farklı fraksiyonları arasındaki bir kırılma. Yakın zaman önce yapılan çalışmalar, Almanya’nın ihracat başarılarının paradoksal bir şekilde Alman finans ve sanayi sermayesi arasında boşanmaya yol açtığını göstermişti: Alman sanayi firmaları eskiden yerel bankalara güvenirken artık kendilerini uluslararası sermaye piyasalarında finanse ediyor, Alman bankaları da yurt dışına yatırım yapmayı tercih ediyor.

İkincisi, AB uzun süre Almanya’nın ihracat-büyüme gücüne dışsal bir iskele sağlamış olsa da Avrupa entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerindeki neoliberal uzlaşı bugün tükendi. AB, kapitalizmin yirmi yedi farklı ulusal modelinden oluşan bir birlik olabilir ama Almanya, sadece büyüklüğü nedeniyle eşitler arasında birinci değil, yerel kurumları tüm birliğin düzenleyici çerçevesini büyük ölçüde şekillendiren bir kapitalist devlet.

1986 Avrupa Tek Senedi* ile 2007 küresel mali krizi arasında, AB entegrasyonunun biçimi, içeriği ve amacı üzerinde neoliberal bir uzlaşı hâkim oldu ve organize sermayenin, çekirdek AB üye ülkelerinin ve Komisyon’un çıkarlarını uzlaştırdı. 1980’lerin ortalarında bu ittifak, özelleştirme, kuralsızlaşma ve ulusötesi birleşmelerin Avrupa’daki durgun büyüme ve rekabetçiliği canlandırmaya dair en iyi umutlar olduğu ortak fikri etrafında şekillendi.

Organize sermayenin yanı sıra iki aktör de önemli ölçüde fayda sağladı: Bunlardan ilki, para, ücretler ve firmaların yönetimine ilişkin iç politika tercihleri mali kemer sıkma, anti-enflasyonist para politikası, ücretlerin bastırılması ve ordoliberal rekabet politikası yoluyla AB düzeyine taşınan Almanya’ydı. Bu da Almanya’nın ihracata dayalı kapitalizm modelini etkin bir şekilde Avrupalılaştırdı. İkinci faydalanıcı ise Komisyon oldu; ekabetin önündeki kısıtlamaları belirleyip kaldırarak AB entegrasyonunu yönlendirme yetkisi, Komisyon’un göreli özerkliğini kayda değer ölçüde artırdı.

Buna karşın bugün, mali kemer sıkma konusundaki uzlaşının yerini AB’nin kamu harcamaları üzerindeki Avusturyacı frenlerine karşı halk isyanları ile mali titizliği yeniden empoze etmeye ve “acil durum Keynesçiliği” sayfasını kapatmaya çalışan bir ortodoksi arasındaki savaş alanı aldı. Bir zamanlar Avrupa’nın neoliberal uzlaşısının kalbi olan AB rekabet politikası, şimdi onu Avrupa’nın rekabetçiliğine giydirilmiş bir deli gömleği olarak nitelendiren Fransız ve Alman hükümetleri tarafından olağanüstü bir şekilde reddedildi. Daha da temelde, Komisyon’un yetkilerini genişleten “gizli” federalizme şimdi çekirdek üye ülkeler şiddetle karşı çıkıyor: Berlin, Paris ve Brüksel, Avrupa’nın egemenliğinden ve “stratejik özerklikten” söz etse de Avrupa’da meşru egemenin kim olduğunu ve kimin özerkliğinin artırılması gerektiğini tanımlama konusunda (Komisyon’un mu, Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi’nin mi yoksa üye ülkelerin mi?) bariz bir çekişme yaşanıyor.

Uzun zamandır hâkim olan görüş, krizlerin egemen ulus devletleri kolektif eylem sorunlarının üstesinden gelmeye çalışırken yetkilerini ve kaynaklarını bir araya getirmeye zorlayarak AB’yi mekanik bir şekilde federalist bir yola iteceğini varsayıyordu. Fakat federal bir geleceğe doğru “ilerleyemeyen” Avrupa Birliği fikri Brexit, Kovid-19 ve kıtadaki mevcut savaşla ciddi bir teste tabi oldu. Son on beş yılın sürekli kriz yönetimi, bilakis Komisyon’u marjinalleştirdi ve Avrupa Konseyi’ni —ve dolayısıyla ulusal liderleri—AB’nin etkin idarecileri olarak güçlendirdi (Merkel fiili başkandı). 1980’lerde Komisyon’a emanet edilen teknokratik düzenleyici yakınsama yoluyla Avrupa entegrasyonunu öngören konsensüs büyük ölçüde tükendi. Ancak bugün AB’nin mevcut güçlüklerle başa çıkabilmek için yetkilerini derinleştirme çağrısı, Avrupa başkentlerinde Komisyon’a ekstra yetkiler verilmesine karşı güçlü bir muhalefetle birleşmiş durumda.

Son olarak, Almanya’nın ucuz girdilere ve istikrarlı ihracat pazarlarına erişimi maddi olarak kısıtlandı. Alman sanayi tedarik zincirleri, dikkate değer bir Orta Avrupa kümelenmesi ile ulusötesi ağları: 1990’lar ve 2000’ler boyunca Almanya, Doğu Asya sanayisinin rekabetçi baskısına, ücret ve enerji maliyetlerini sıkıştırmak için düşük katma değerli üretim segmentlerini sosyalizm sonrası Orta Avrupa ülkelerine dış kaynak kullanarak adapte oldu. Alman çokuluslu şirketleri için Orta Avrupa sadece ucuz işgücü değil, aynı zamanda Rus fosil yakıtlarına dayanan düşük maliyetli bir enerji altyapısı da sağlıyordu.

Bugün, 2022 enerji fiyat şokunun etkileri apaçık ortada: Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin ardından enerji fiyatları Avrupa’da ABD veya Çin’den çok daha fazla arttı ve en başta enerji yoğun imalat ihracat sektörlerinin fiyat rekabetçiliğini vurgu.

İkinci bir konu da Almanya ve Orta Avrupa’da ciddi boyutlara ulaşan işgücü açığı. Son tahminlere göre Almanya’nın kendi ülkesindeki işgücü açığını kapatabilmesi için yılda dört yüz bin kişilik istikrarlı bir net göç dengesine (yani gelenlerin gidenlerden daha fazla olması) ihtiyacı var. Nüfus azalması, yaşlanan demografik yapı ve düşük ücret, bugün Alman sanayisinin hinterlandı olarak işlev gören Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin tipik profilini oluşturuyor.

Dikkat çekici bir şekilde, Orta Avrupa’daki nüfus azalmasının bir sonucu olarak ücretlerde seküler bir artış yaşandı ve bu da bölgenin önemli bir karşılaştırmalı avantajını zayıflattı. Teoride bu, örgütlü emek için daha iyi bir kaldıraç anlamına gelmeli ama pratikte Orta Avrupa, emek ve doğal kaynakların sömürüsünü —radikalleşmiş emek karşıtı mevzuat, kurumlar vergisi oranlarında dibe doğru yarış ve AB dışından uysal ve düşük ücretli işgücü ithal etmeye yönelik ikili anlaşmaların çoğalması— iki katına çıkararak Alman sermayesine kenetlemeye dönük umutsuz tedbirlerin laboratuvarı haline geldi.

Değişen rota

Şu an yükselen sesler, Almanya’nın ihracata dayalı birikim sisteminin mevcut haliyle sürdürülebilir olmayabileceği konusunda uyarıda bulunuyor. Sonuçta hem ülke içinde hem de daha geniş anlamda Avrupa’da bu sistemi destekleyen kurumlar, siyasi ittifaklar, ideolojiler ve altyapılar derin krizlerle karşı karşıya. Önümüzde iki ana senaryo var: ya Almanya ve AB düzeyinde yeni kurumsal, siyasi ve ideolojik yapılandırmalar ihracata dayalı büyümeyi ayakta tutmanın bir yolunu bulacak ya da bu birikim sistemi çökecek.

İlk senaryoda, neoliberal restorasyon mevcut zorlukların üstesinden gelmek için yeterli olmayacaktır; mevcut durumda Budapeşte’den Berlin’e veya Roma’ya, Küresel Güney’den düşük ücretlerle, asgari çalışma haklarıyla ve yurttaşlık haklarından açıkça dışlanarak kısa süreli, sendikasızlaştırılmış geçici işçi kitlelerini ithal etmeye dönük yeni yasal çerçevelerin normalleşmesi, Avrupa-Alman ihracat liderliğindeki modeli yeniden canlandırmak için gerekli olacak distopik yeniliklerin sadece bir örneği.

İkinci senaryo ise bu birikim sisteminin çökmesi; işgücü, yabancı teknoloji, enerji ve doğal kaynaklar gibi girdilere erişim, küresel ABD-Çin rekabetine yakalanan Avrupalı firmalar açısından önemli ölçüde kısıtlanabilir. Avrupa’nın Çin ve Amerikan ihracat pazarlarına erişimi de ciddi şekilde kısıtlanabilir; ya da tersine, bu pazarlar çok cazipse ve bir değiş tokuş söz konusuysa, AB firmaları Avrupa’daki dayanaklarını feda etmeyi tercih edebilir. Siyasi açıdan Avrupa’da sağ, ilk senaryo için gerekli koşulları yaratmaya çoktan başlamış durumda: buna karşı koymak ve bir alternatif önermek ise sola düşüyor.

 

 

(*) Avrupa Birliği tek pazarını ve Avrupa Politik İş Birliğini resmen başlatan Roma Antlaşmasında köklü değişiklikler yapan antlaşma. Senet, 17 Şubat 1986 tarihinde Lüksemburg’da, 28 Şubat 1986 yılında da Lahey’de imzalandı. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Yeşiller’in “denazifikasyonu” mümkün mü?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 1990’lı yıllar boyunca İrlanda Yeşiller Partisi’nin aktif bir üyesi olan, uzun yıllardır ise Avrupa’daki yeşil hareketin ve onun siyasal partilerinin titiz bir gözlemcisi olarak yazılar kaleme alan David Cronin’e ait.

Cronin, politik ekolojinin kökenleri üzerine katıldığı tartışma gruplarında Nazilerin yeşil hareketin erken bir temsilcisi olarak benimsendiği yönünde ilginç bir aktarımla başlıyor yazısına. Devamında ise Almanya Dışişleri Bakanı olan Yeşiller üyesi Annalena Baerbock üzerinden Alman Yeşiller’inin, Nazi geçmişin bir kefareti olarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım saldırılarına nasıl arka çıktığına dair birtakım güncel hatırlatmalar yapıyor.

Aslında Cronin’in gözlem ve aktarımları, Alman Yeşiller’inin Nazilerle olan tarihsel ve ideolojik yakınlığı üzerine yazılıp çizilenlerin güncelle bağını kuran etraflı bir toparlama gibi. Zira on yılı aşkın süredir pek çok akademik ve gazetecilik araştırması Nazi figürlerinin yeşil hareket ve yeşil partinin kuruluşu, gelişimi ve bugünündeki kilit rolünü ortaya koymaya çalışıyor.


Alman Yeşiller’i denazifiye edilmeli

David Cronin
Electronic Intifada
26 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

1990’lı yıllarda İrlanda Yeşiller Partisi’ne katıldıktan kısa bir süre sonra, politik ekolojinin kökenleri üzerine bazı tartışmalara katıldım.

Bu tartışmalara pek katkım oldu mu hatırlamıyorum, aslında sadece oturdum ve benden daha zeki ve daha bilgili olan aktivistleri dinledim.

Bu aktivistlerden biri, doğaya güçlü bir bağlılık ifade eden sabık bir siyasi örgütlenmeden bahsetti: Evet, Naziler sık sık kan ve topraktan bahsederdi.

O vakitler Nazilerin uluslararası yeşil hareketi herhangi bir şekilde etkilemiş olabileceğine inanmak istemiyordum. Televizyonda gördüğüm Alman Yeşillerin hemen hepsi “savaşma, seviş” felsefesini benimsemiş gibi görünüyorlardı.

Bugün ise Yeşiller’in Annalena Baerbock’u, Berlin hükümetinde dışişleri bakanı. Ülkesinin geçmişinden ders çıkarmaktan dem vursa da genelde bunun tam tersini yapıyor.

Baerbock Holokost’u “dünyanın gördüğü en kötü suç” olarak tanımlıyor. Bunun kefaretini ödemek için ise Gazze’de, dünyanın bu yüzyılın başından bu yana gördüğü en büyük suç olan bir başka soykırıma göz yumuyor.

Almanya, geçtiğimiz üç ay içerisinde İsrail’e 100 milyon dolardan fazla askeri teçhizat ihraç edildiğini onaylayan yeni veriler yayımladı.

Söz konusu veriler, Baerbock ve Yeşiller şürekasının İsrail’e yönelik yeni silah sevkiyatlarını onaylamayı reddettikleri yönündeki haberlerle açıkça çelişiyor. Yeşillerin, Alman silahlarının soykırım için kullanılmayacağına dair yazılı bir garanti talep ettikleri söyleniyordu.

Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un İsrail’e silah sevkiyatının devam etmesinde ısrarcı olması bu noktada epey dikkat çekici – hem de Baerbock’tan herhangi bir tepki gelmeden (en azından kamuoyunun önünde).

Baerbock’un silah sevkiyatına ilişkin belgelere bir “soykırım maddesi” ekletmek istediği yönündeki iddialara şüpheyle yaklaşmak için çeşitli nedenlerimiz var.

Almanya aslında soykırım suçlamasına karşı İsrail’i koruyor.

Güney Afrika, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanı’na gittiğinde, Almanya alelacele İsrail’in tarafında olacağını duyurmuştu. Baerbock ise ocak ayında yaptığı açıklamada, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve “meşru müdafaa” olarak tanımladığı savaşın, “soykırım amacı” taşıdığına dair herhangi bir işaret görmediğini savunmuştu.

Tarihin istismarı

Baerbock geçtiğimiz Haziran ayında Almanya’nın eski sömürgeleri hakkında bir konuşma yaptı.

Ülkesinin 1900’lerin başında Güney Batı Afrika’da (bugün Namibya) “Herero ve Nama halklarına uygulanan soykırımda” “tarihsel sorumluluğu” olduğunu çok kesin bir dille ifade etti.

Baerbock, Almanya’nın şu anda bir soykırıma arka çıktığını kabul etmeden geçmişle nasıl yüzleşilmesi gerektiğinin yanıtlarını arıyor.

İsrail’in 2019-2023 yılları arası ithal ettiği tüm büyük silahların yaklaşık yüzde 30’u Almanya’dan gelmişti. Bu dönemde İsrail’e daha fazla silah sağlayan diğer tek hariç güç ise ABD’ydi.

[Gazze’ye dönük] soykırım başladığında Baerbock haftalarca ateşkes çağrısı yapmayı reddetmişti.

Kasım 2023’te Deutsche Welle’ye verdiği bir röportajda, “Alman sorumluluğumuza bağlıyız” diyecekti.

“Bu, Almanya’nın Nazi diktatörlüğü altında yok etmeye çalıştığı Yahudi erkek ve kadınlara güvenli bir ülke sağlamak demek. (…) İşte o ülke İsrail devletidir ve tam da bu nedenle İsrail’in güvenliği Almanya için bir devlet meselesidir.”

Holokost’u bu şekilde anmak, anabilmek tarihi açıkça istismar etmektir.

Naziler Yahudileri Untermensch¹ [alt insan] olarak görmüş ve ari ırk hedefi uğruna onları yok etmeye çalışmıştı.

İsrail ise Filistinlileri “insansı hayvanlar”² olarak görüyor ve onlara karşı amansız bir imha savaşı yürütüyor. Baerbock’un bağlılığını ifade ettiği, nükleer silahlarla donatılmış “güvenli ülke” (İsrail) Binyamin Netanyahu’nun başbakan olarak kalabilmesi ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarının etno-dinsel üstünlük ferasetini sürdürebilmesi için dünya barışını açıkça tehlikeye atıyor.

Açık ki, yeşil hareketin artık denazifiye gerekiyor.

Şayet Annalena Baerbock ve Alman Yeşilleri İsrail’in suçlarını desteklemeye devam edecekse Avrupa’daki kardeş yeşil partiler tarafından bir an önce tecrit edilmeleri gerekiyor.

Mevzu soykırım ise görüş ayrılığına yer yoktur: Yeşiller soykırımın ya yanındadır ya da karşısında.


¹ Naziler tarafından “Doğu’dan gelen kitleler” olarak adlandırılan ve “Aryan” olmayan halk ve toplulukları imleyen terim. Yahudiler’in yanı sıra Romanlar ve Slavlar da bu tanım altına sokulmuştu. (ç.n)
² İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Aksa Tufanı sonrası Gazze Şeridi’nin tamamen kuşatılması ve bölgeye hiçbir şekilde elektrik, yiyecek ve yakıt sağlanmaması talimatını verirken, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz” ifadelerini kullanmıştı. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir

Yayınlanma

David E. Rosenberg, Foreign Policy
31 Ekim 2024

İkinci bir Trump yönetimi İsrail’e daha az sempati duyabilir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde yapılan anketler Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile eski Başkan Donald Trump’ın başa baş gittiğini gösteriyor. Ancak oylama İsraillilerle sınırlı olsaydı, Trump açılış konuşmasını yazmaya başlayabilirdi. İsrail Trump’ın ülkesi ve Trump’ın bir numaralı destekçisi de başbakanı Benjamin Netanyahu. Ancak Trump’ın sicili, değişken kişiliği ve seçim kampanyası sırasında İsrail hakkında yaptığı açıklamalar bu coşkuyu haklı çıkaracak pek bir şey sunmuyor.

İsrail’in son bir yıldır sürdürdüğü savaş, onu 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar ABD’ye bağımlı hale getirdi. Kim olursa olsun İsrail’in bir sonraki ABD başkanının tam desteğine ihtiyacı var. Ancak Netanyahu bir adaya soğuk bakmaya ve tüm kozlarını politik içgüdüleri çoğunlukla İsrail’in çıkarlarına ters düşen başka bir adaya vermeye istekli görünüyor.

Netanyahu her zaman Demokratlardan çok Cumhuriyetçilerle kendini evinde hissetmiştir. 2012 seçimlerinde, görevdeki Barack Obama yerine Senatör Mitt Romney’i tercih ettiğini açıkladı. Romney o yıl temmuz ayındaki bir ziyaretinde devlet başkanı muamelesi gördü ve Netanyahu (sözde kendisinin haberi olmadan) bir Obama saldırı reklamında yer aldı. Netanyahu sonraki iki seçimde geri adım attı ama bu sefer yine favorileri oynuyor.

Her şey bir tür uzlaşmayla başladı. Trump, Netanyahu’nun 2020’deki seçim zaferinden dolayı Başkan Joe Biden’ı tebrik etmesine kızdı. Sonraki dört yıl boyunca iki adam konuşmadı. Geçtiğimiz nisan ayında Time ‘a verdiği bir röportajda Trump, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırmasını sağlayan başarısızlıklardan Netanyahu’yu sorumlu tuttu. Bu, güvenlik başarısızlığı konusunda herhangi bir sorumluluk kabul etmeyi reddeden İsrailli bir lider için sert bir eleştiriydi.

Netanyahu geçtiğimiz temmuz ayında Mar-a-Lago’ya yaptığı bir ziyarette buzları eritmişti. O tarihten bu yana ikilinin birkaç kez telefonla görüştüğü bildirildi. İki adam birbirleri hakkında gerçekten ne düşünüyor olursa olsun, her ikisi de dost ve müttefik olarak görülmeyi siyasi açıdan faydalı buluyor.

İsrailliler Trump’a verdikleri destekle Batı demokrasileri arasında öne çıkıyor. İsrailli yayın kuruluşu Channel 12 tarafından kısa süre önce yapılan bir ankete göre İsraillilerin yüzde 66’sı Trump’ı tercih ederken Harris’i tercih edenlerin oranı yüzde 17’de kaldı (yüzde 17’si ise görüş belirtmedi). Karşılaştırmak gerekirse, Gallup International tarafından 43 ülkede (İsrail hariç) yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü Harris’i tercih ederken, bu oran Trump’a verilen desteğin iki katından fazla. Trump’ı en çok destekleyen iki ülke olan Sırbistan ve Macaristan’da bile Trump, ankete katılanların sırasıyla yüzde 49 ve 59’undan fazlası tarafından tercih edilmedi.

Ortalama bir İsraillinin Trump’ı tercih etmesinin nedeni muhtemelen Harris’in tanınmayan biri olması. Biden’ın Gazze’deki savaş boyunca gösterdiği muazzam yardıma duydukları minnettarlığın çok azı ya da hiçbiri başkan yardımcısına aktarılmadı.

Ancak Trump’ın popülaritesi büyük ölçüde, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdığı, Golan Tepeleri üzerinde İsrail egemenliğini tanıdığı, İran nükleer anlaşmasından çekildiği ve İsrail ile bir grup Arap ülkesi arasındaki ilişkileri normalleştiren İbrahim Anlaşmalarını düzenlediği ilk görev döneminden kaynaklanıyor. Trump’ın aynı zamanda bir Filistin devletini öngören bir barış planı önerdiği ve Netanyahu’nun Batı Şeria’nın bir kısmını ilhak etme planlarını boşa çıkardığı gerçeği unutulmuş gibi görünüyor.

İsrailliler bu olumlu jestleri Trump’ın İsrail’e olan sevgisinin bir göstergesi olarak görme eğiliminde. Ancak kayıtlar bunu pek de doğrulamıyor. Trump başkanlığı döneminde İsrail’e sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. Buna karşılık Biden, 7 Ekim 2023’teki saldırıdan günler sonra güçlü ve kişisel bir destek gösterisiyle Gazze’deki savaşın ilk günleri de dahil olmak üzere iki kez İsrail’e gitti. 2016 kampanyasının başlarında Trump, İsrail yanlısı konuşma noktalarını yanlış anladı ve bir CNN röportajcısına İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili olarak “mümkünse tarafsız olmak istediğini” söyledi. Gafını fark ettikten sonra hemen kendini düzeltti ama bunun güçlü bir kişisel dürtüyü yansıttığını varsaymak yanlış olmaz.

Mevcut kampanyasında Trump, Gazze’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve İran gibi İsrail’in karşı karşıya olduğu en acil sorunlarla ilgili olarak karışık ve çoğu zaman belirsiz bir duruş sergiledi.

İsrail-Hamas savaşının ilk birkaç ayında Trump, “savaşınızı bitirme” ve “hızlı bir şekilde halletme” ihtiyacından bahsetti. Eylül ayında Harris ile yaptığı münazarada, “Bunu hızlı bir şekilde halledeceğim” dedi. Son zamanlarda ise savaş çabalarını biraz daha destekleme yönünde hareket ederek Netanyahu’ya bir telefon görüşmesinde “Ne yapman gerekiyorsa yap” dedi. Ancak Trump, Netanyahu’nun İsrail’in hedefi olduğunu söylediği “topyekûn zafer ”den hiç bahsetmedi.

Trump’ın danışmanlarının, Trump’ın Biden’ın yaklaşımını izleyerek İsrail’e ateşkes ve rehine anlaşmasını kabul etmesi için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledikleri aktarıldı. Trump, İbrahim Anlaşması başarısını İsrail ve Suudi Arabistan arasında bir anlaşmayla taçlandırmaya hevesli göründüğünden, Netanyahu kendisini, Filistin devletine doğru ilerleme için Suudi taleplerini karşılamak üzere bir Trump yönetiminin baskısı altında bulabilir.

İran konusunda Trump kamuoyu önünde sert bir tavır takındı ancak Netanyahu’nun istediği kadar sert değil. Trump Tahran’a yönelik “azami baskı” kampanyasını hızlandırmaktan söz etti ancak bununla savaşı değil daha ağır ekonomik yaptırımları kastediyor. Bir danışmanı geçtiğimiz günlerde Financial Times’a verdiği demeçte “Genel olarak savaşa karşı büyük bir isteksizliği var” dedi.

Bu da Trump’ın İsrail’in çıkarlarıyla pek uyuşmayan daha geniş dünya görüşüne işaret ediyor. Trump müttefiklerine şüpheyle yaklaşıyor, özellikle de savunma konusunda kendi payına düşeni yapmayanlara. Çok taraflılığı kesinlikle sevmiyor. Tüm bu alanlarda İsrail bir Trump yönetiminde savunmasız olacaktır.

Geçmişte İsrail, Trump’ın takdir ettiği türden bir müttefik olarak görülebilirdi. Evet, ABD’den milyarlarca dolar yardım alıyordu ve bunun bedelini zor ödüyordu ama en azından İsrail hiçbir zaman Amerikan askerlerinin kendisini savunmasını istemedi. Güçlü ve etkili ordusu da çoğu zaman ABD’nin çıkarlarına hizmet etti.

Hamas ile savaş ve buna paralel olarak Hizbullah ve İran ile yaşanan çatışmalar bu dinamiği değiştirdi. Brown Üniversitesi Watson Uluslararası ve Kamu İşleri Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ABD 30 Eylül itibariyle İsrail’e doğrudan askeri yardım ve bölgedeki ilgili ABD operasyonları için en az 22.7 milyar dolar harcadı. O tarihten bu yana, İsrail ve İran arasındaki kısasa kısas saldırılar nedeniyle Washington’un daha fazla yardımda bulunmasıyla bu rakam daha da arttı.

Paranın ötesinde, ABD çeşitli zamanlarda bölgeye ilave uçak gemileri, savaş uçakları ve askerler gönderdi. Bu ayın başlarında İsrail’e bir Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) balistik füze savunma sistemi ve İsrail’in hava savunmasındaki açıkları kapatmak üzere bu sistemi kullanacak 100 personel gönderdi. ABD ayrıca İsrail’e başka hiçbir ülkeden temin edilemeyecek ya da kendi ülkesinde üretilemeyecek büyük miktarlarda silah tedarik etmektedir. Çok taraflılık adına Biden, İran füze saldırıları düzenlediğinde İsrail’e yardım etmek üzere iki kez Batılı ve Arap güçlerden oluşan bir koalisyon kurdu.

Çatışmalar eninde sonunda sona erecek, ancak İsrail’in ABD’ye olan bağımlılığı öngörülebilir bir gelecek için yüksek kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İsrailli planlamacılar önümüzdeki yıllarda savunma harcamalarını önemli ölçüde arttırmak zorunda kalacaklarını, özellikle de ekonomik büyüme yavaşlarsa bu harcamaları karşılamakta zorlanabileceklerini varsayıyorlar.

Trump’ın savunucuları İsrail’in özel bir durum olduğunu söyleyecektir. Diğer müttefiklerinin aksine, ABD’de Evanjelik Hıristiyanlar ve pek çok Yahudi arasında kendi içinden yetişmiş bir seçmen kitlesi var. Cumhuriyetçi Parti’de İsrail’e destek olmazsa olmaz bir unsurdur. Ama bu yeterli olacak mı?

Trump gelecek hafta kazanırsa bir daha seçmenlerin karşısına çıkmak zorunda kalmayacak ve istediğini yapabilecek. Netanyahu ile şimdilik barışmış olabilirler çünkü siyasi olarak birbirlerine ihtiyaçları var ama Trump affedici bir tip değil ve meydan okumayı hafife almıyor. Eğer ikili İran, Filistin politikası ya da Suudi Arabistan’la normalleşme koşulları konusunda çatışırsa bu dostluk kolayca bozulabilir.

Trump’ın dış politika ekibinde İsrail’i seven ama İsrail taraf olsa bile ABD’yi Orta Doğu’nun sonsuza dek sürecek savaşlarına bulaştırmak istemeyen çok sayıda “Önce Amerika” destekçisi olması muhtemel. Danışmanları arasında daha aktivist bir ABD dış politikasını savunanlar Çin’e odaklanmış durumda. Biden yönetimi gibi onlar da İran’ı ikincil görüyor ve bu tehdide kaynak ayırmak istemiyorlar.

Netanyahu muhtemelen Trump’a içgüdüsel destek veren sıradan İsraillilerden daha hesapçı ve pragmatik. Başbakan, Trump’ı küstürmeyi göze alamayacağını ve Harris kazanırsa Biden gibi davranıp her türlü husumete rağmen İsrail’i desteklemeye devam edeceğini düşünüyor olabilir.

Kim kazanırsa kazansın, İsrail-ABD ilişkilerinin önümüzdeki dört yılı muhtemelen Biden’ın başkanlığı döneminden daha çalkantılı geçecek. Biden İsrail’in gerçek bir dostuydu ve bir kriz anında büyük bir siyasi bedel pahasına İsrail’e yardım etmek için uzun bir yol kat etmeye hazırdı. Beyaz Saray’ın bir sonraki sahibinin -ister Trump ister Harris olsun- aynı şeyi yapması pek olası değil.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gürcistan’a dair bir rehber

Yayınlanma

Yazar

Gürcistan’ın yakın tarihindeki siyasi olaylar ve sosyal dinamikler, geçen haftaki seçimler ve onun öncesinde geçen yıl ve bu yıl boyunca devam eden tartışmalarda göz ardı ediliyor. Seçimlerde iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin zaferinin ardından, ülkede “Rusya yanlısı bir yönetim” olduğu iddiaları dile getiriliyor. Gürcistan’da, özellikle mart ayında hükümetin “Yabancı Etkinin Şeffaflığı” yasası önerisi halkın büyük tepkisine yol açarak protestolara sahne olmuştu. Gazeteci Andrew Cockburn, Mayıs 2023’teki Tiflis ziyaretinde şahit olduklarını, Gürcistan’ın Batı ve Rusya arasındaki gerilimi ve ülkedeki sosyal hareketlerin bu denklemde oynadığı rolü değerlendiriyor.


Gürcistan’a dair bir rehber

Ana akım medyada bulamayacağınız birkaç bilgi

Andrew Cockburn, Spoils of War

27 Ekim 2024

Gürcistan’daki seçim sonuçları gelmeye başladı ve görünüşe göre iktidardaki Gürcü Rüyası partisi bir kez daha kazanmış durumda. Şimdi muhtemelen, “Rusya yanlısı” hükümetin seçim sonuçlarını hile ile manipüle ettiği yönünde bir sürü iddia ortalığı saçılacak. Bu büyüleyici ülkenin son siyasi mazisine dair arka plan bilgisi arıyorsanız, geçen yıl yayımladığım bu habere göz atmanızı öneririm.

Tiflis’te

Mart ayının başında, bir akşam Rustaveli Bulvarı’nda, Gürcistan parlamentosunun ışıklandırılmış binasının önünde duruyordum. Etrafımda hızla büyüyen kalabalık arasında, çocukları ve köpekleriyle gelen ailelerin de olduğu insan grupları protestoya katılıyordu. Esasında gösteri, iktidardaki Gürcü Rüyası partisinin desteklediği yeni bir yasa tasarısının oylanacağı tarihten iki gün sonraya planlanmıştı: Yasa kapsamında, yurt dışından gelirinin yüzde 20’sinden fazlasını alan herhangi bir kuruluşun, “yabancı etki ajanı” olarak kaydedilmesi gerekecekti. Yasanın destekçileri bu düzenlemenin, ABD’nin 1938 yılında çıkardığı Yabancı Acenta Kayıt Yasası’ndan (Foreign Agents Registration Act) ilham aldığını öne sürse de etrafımdaki insanlar daha ziyade Vladimir Putin’in 2019’da Rusya’da çıkardığı benzer bir yasayı düşünüyordu. Bu yasa, Rusya’da sivil toplumu adeta felç etmişti. Söylentilere göre, yetkililer yeni yasa tasarısının oylamasını sessizce öne çekmişti.

Tiflis’te herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu; etrafımda sürekli sıcak selamlaşmalar ve eski dostların neşeli sohbetleri vardı. Arkadaşlar heyecanla son gelişmeleri konuşurken, kalabalığın önündeki daha aktif gruplar, polisin kurduğu çelik bariyere sırayla tekme atıyordu. Özgür Üniversite’de görsel sanatlar okuyan Nina, “Bu benim onuncu gösterim. Benim işim bu,” dedi. Fakat gece ilerledikçe atmosfer daha gergin bir hal aldı. Polis arabaları ateşe verildi ve göstericilere su topları ile biber gazı sıkıldı (Olaydan sonra, biber gazına tam anlamıyla maruz kalan bir arkadaşım, etkisini Gürcistan’ın meşhur acı sosu Adjika’ya benzeterek, “Ama o kadar keskin değil!” diye şaka yapmıştı).

Kalabalık çoğunlukla gençlerden oluşuyordu. Birçoğu, protestolardan Tiflis’in gelişmekte olan gece kulüpleri ağı sayesinde haberdar olmuştu. Bu gece kulüpleri, heavy metal drag performanslarından Gürcistan Ulusal Balesi’ne kadar geniş bir yelpazede eğlence sunuyor. Bağımsızlık sonrasında doğmuş olan bu jenerasyon için birer topluluk merkezi haline gelen kulüpler, siyasi açıdan kayda değer bir etkiye sahip. Bir gösterici, bu kulüplerin “kaç kişi olduğumuzu ve birlikte ne kadar güçlü olabileceğimizi görmemiz için bir alan sağladığını” söyledi. Mart ayındaki protestolar büyüdükçe, gece kulüpleri de kapandı ve müşterilerini gösterilere katılmaları için teşvik etti. LeftBank adlı kulübün kurucusu Andro Eradze, merkezi bir organizasyon olmadığını vurguladı: “Doğal bir şekilde, fazla düşünmeden oluyor,” dedi. Onun için dönüm noktası, 2015’in haziran ayında yaşanan ve yirmi kişinin hayatını kaybettiği büyük sel felaketi olmuş. Selin ardından, şehir çamurla kaplanırken, aslanlar, kaplanlar ve diğer vahşi hayvanlar hayvanat bahçesinden kaçarak günlerce sokaklarda dolaşmıştı. Hazırlıksız yakalanan hükümet, felaketle başa çıkmakta zorlanırken, binlerce genç kendiliğinden organize olup kenti temizlemek için harekete geçmişti. Eradze, “Ben de o ekibin bir parçasıydım. Toplumsal şuurun gelişimi açısından olağanüstü önemliydi,” diye konuştu. Etrafımda toplanan bu yeni nesil, yerleşik siyasi yapılardan uzak duran, hatta onlara karşı eleştirel bir tutum sergileyen bir kuşaktı. Tasarıyı okuyan azdı ama hepsi, bu yasanın liberal özgürlüklerle olan bağlarını tamamen koparacağını düşünüyordu, zira pek çok kişinin bel bağladığı sivil toplum kuruluşları, yabancı fonlardan mahrum bırakılacaktı.

Gürcüce ve İngilizce yazılmış, Avrupa’ya bağlılık sözü veren ve Rusya’yı eleştiren el yapımı pankartlar, Gürcistan ve AB bayraklarıyla birlikte dalgalanıyordu. Hiçbir pankart Rusça değildi ve savaşın başından bu yana Gürcistan’a göç eden altmış binden fazla Rus’un hiçbirine rastlamadım; bu, halk arasında pek hoş karşılanmayan bir göç dalgasıydı. Ekonomiyi canlandırmış olsa da (geçen yıl Gürcistan’ın ekonomisi yüzde 10 büyüdü), yaşam maliyetlerini ciddi şekilde artırdı, Tiflis’te kiralar ikiye katlandı. Şehir duvarlarında “Rusları sınır dışı edin,” yazılı grafitiler belirmeye başladı. Dış dünyadan bakıldığında, bu Rusya karşıtı hava, Gürcistan’ın 2013’teki Ukrayna gibi, halkın Batı yanlısı bir muhalefetle Kremlin’den emir alan bir rejim arasında bölündüğünü doğruluyor gibi görünüyor.

Uluslararası sahnede, bu muhalefeti Gürcistan’ın eski Cumhurbaşkanı Mihail “Mişa” Saakaşvili temsil ediyor. Saakaşvili, iktidarı döneminde işlediği çeşitli yetki suistimalleri nedeniyle giyaben mahkum edilmiş, 2021’de ülkeye dönmesinin ardından tutuklanmıştı. Batılı siyasetçiler ve medya kuruluşları, sağlık gerekçesiyle Saakaşvili’nin serbest bırakılmasını talep eden samimi çağrılarda bulunuyorlar (2021’den bu yana aralıklı olarak açlık grevinde olan Saakaşvili, zehirlendiğini iddia ediyor ve sağlık durumu sürekli “ölümün eşiğinde” olarak bildiriliyor. Observer’a göre, Tiflis’te bir hastanede “zayıf düşmüş ve zihni bulanık” bir halde tutuluyor). Ancak gösterilerde pankartlarda gördüğüm tek Gürcü kamu figürü, Putin’le sarmaş dolaş bir karikatürü çizilmiş olan milyarder oligark Bidzina İvanişvili’ydi. İvanişvili, ülkenin gerçek lideri olarak kabul ediliyor ama resmi bir görevi yok ve halka açık alanlarda görünmüyor. Parlamento basamaklarından “Rus yasasını” kınayan konuşmacılar arasında da herhangi bir politikacı yoktu. Hafta ilerledikçe, küçük bir muhalefet partisinin lideri olan eski bir bakan mikrofonu ele geçirdiğinde, kalabalık “Defol!” diye slogan atarak onu susturdu; mikrofon, tanınmış bir yerel sanatçı tarafından elinden alındı. Sanatçı, “Bu, sanat ve sevgi zamanı,” diye ilan etti. Genel atmosfer, bana yaklaşık on iki yıl önceki Wall Street karşıtı Occupy hareketini anımsattı. O hareket sonunda Mike Bloomberg’in polisleri tarafından zorla dağıtılmıştı. Fakat Tiflis’teki kararlı ve giderek öfkelenen kalabalık, daha iyi bir sonuç elde etti. Üç gün süren artan protestoların ardından, hükümet yasayı geri çekti.

Gürcistan’da sokak protestoları uzun süredir etkili bir değişim aracı olmuştur. 1978’de, Sovyet iktidarının sarsılmaz göründüğü bir dönemde, binlerce insan güçsüz Gürcistan Yüksek Sovyet’inin bulunduğu Rustaveli Bulvarı’na akın etmişti. Kremlin, Gürcüce yerine Rusçanın resmi dil olarak kabul edilmesi yönünde bir karar almıştı. Sovyet döneminde protesto son derece tehlikeliydi; örneğin, 1956’da Stalin’in eleştirilmesine ve Gürcü halkına yönelik aşağılayıcı söylemlere karşı düzenlenen bir gösteri ordu tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Ancak 1978’de, dönemin yerel Komünist Parti lideri Eduard Şevardnadze, Kremlin’i ikna ederek askerlerin müdahale etmesini önledi ve Gürcücenin resmi dil olarak kabul edilmesini sağladı ki bu, Moskova için eşi benzeri görülmemiş bir tavizdi.

Bundan sadece on yıl kadar sonra, Sovyet gücü zayıflamaya başladığında, Gürcüler tekrar toplandı ve Sovyetler Birliği’nden ayrılma haklarını talep ettiler. 9 Nisan 1989’da askeri birlikler ellerinde küreklerle kalabalığı dağıttı ve yirmi kişi hayatını kaybetti. Bu hadise bir dönüm noktasıydı. Eski dışişleri bakanı olacak Tedo Japaridze’nin ifadesine göre, “9 Nisan katliamından önce, belki bazıları bağımsızlık yanlısıydı ama çoğunluk değildi. Ertesi sabah herkes birer vatansever olarak uyandı”. 1991’de bağımsızlıktan sonra Gürcistan kaosa sürüklendi. Bu yılki protestoculardan biri bana, “1990’ları yaşayan herkes hâlâ o yılların travmasını taşıyor,” dedi ve dönemin iç savaşlarını ve ayaklanmalarını parmaklarıyla sayarak gösterdi: “En az dört tane”. Parlamento binası bile çatışmalara sahne oluyordu; bağımsızlık sonrası liderlerden biri, binanın bodrum katında son direnişini yapmıştı. Siyasi bir dönüşüm geçiren Şevardnadze, 1995’te cumhurbaşkanı oldu ve artık Güney Osetya ile Abhazya’dan yoksun kalan ülkeyi yeniden inşa etmeye başladı.

Şevardnadze, Rusya’nın askeri üslerinin boşaltılması ve yeni bir anayasa hazırlanması gibi konularda ilerleme kaydetti; hatta NATO’ya üyelik başvurusu bile yaptı. Fakat rejimi yaygın yolsuzluklarla anılıyordu. Saakaşvili’nin de aralarında bulunduğu genç politikacılardan oluşan bir grup, Şevardnadze’yi tekrar iktidara getiren 2003 parlamento seçimlerinin hileli olduğunu ilan ederek sokaklara döküldü. Ellerinde kırmızı güllerle, Saakaşvili ve bir grup destekçisi meclis oturumunu bastı, Şevardnadze’yi konuşması sırasında bölerek onu kaçmaya zorladı. Şevardnadze kısa süre sonra istifa etti.

Bir Gürcü Rüyası milletvekilinin ifadesiyle, “Bu olay Gürcistan’da bir emsal oluşturdu. 6 Ocak’ta ABD’de Kongre işgal edildiğinde Amerikan hükümeti düşmedi. Ama Saakaşvili meclisi ele geçirdiğinde hükümet düştü. Şimdi, eğer fiziksel olarak parlamentoyu işgal ederseniz hükümetin düşeceği fikri hâkim”. Değişim talebine güçlü bir şekilde yatırım yapanlar arasında, “sivil toplumu” geliştirme amacıyla yabancı fonlardan istifade eden STK’lar da giderek artıyordu. Ayrıca, perde arkasında daha gölgeli güçler de işin içinde olabilir. ABD’li siyasi danışmanlık firması Black, Manafort and Stone’da görev alan merhum Greg Stephens, Londra’daki bir toplantıda iftiharla “Gürcistan’ı ben yaptım. 30 milyon dolara. Baksanıza ne kadar ucuz!” diye övünmüştü.

Saakaşvili bir süreliğine vaatlerini yerine getirdi. Hızlı ve yoğun bir reform sürecinde, sıradan vatandaşları en çok etkileyen yolsuzlukların büyük bir kısmını ortadan kaldırdı. Rüşvetçiliğiyle ünlü trafik polisi teşkilatını topluca işten çıkardı. Önceki rejimin bakanları, bazen iç çamaşırlarıyla birlikte, televizyon kameralarının önünde gözaltına alınıp götürüldü. İnsanların ehliyet gibi basit işlerini halledebilmek için rüşvet vermek zorunda kaldığı yorucu bürokrasi yeniden düzenlendi ve halka hizmet sunan bürolar kuruldu. Saakaşvili, Tiflis’e damgasını vurmak için uluslararası mimarlarla çalıştı. Kura Nehri kıyısında devasa bir Kamu Hizmeti Merkezi inşa edildi; mantar şeklinde beton kanopilerle kaplı bu bina oldukça dikkat çekiyordu. Sergi merkezi ve konser salonu olarak planlanan ve halk arasında “tüpler” olarak bilinen çelik ve camdan yapılmış iki büyük silindir yapı ise Saakaşvili’nin kendisi için seçtiği sarayın yanına inşa edildi; bu saray, çarlık döneminde emniyet müdürlüğüydü ve üzerine cam bir kubbe eklenmişti. Binanın geçmişte siyasi kargaşalarda oynadığı merkezi rolün farkında olan Saakaşvili, parlamentonun merkezini Tiflis’ten 225 kilometre uzaklıktaki Gürcistan’ın ikinci büyük şehri Kutaisi’ye taşıdı ve orada başka bir kubbe altında topladı. Fakat yanlış cam seçimi nedeniyle (maliyetleri düşürmek istemişlerdi), milletvekilleri nemli havada bunalıyordu. Milletvekillerinden biri, “Kutaisi’de yapılacak pek bir şey yok. Bu yüzden zamanımızı ziyafetler ve içkilerle geçiriyorduk,” diye anlattı.

Bu gösterişli projeler, özellikle de kapsamlı deregülasyon politikası ve diğer neoliberal ideoloji örnekleriyle birlikte yürütüldükleri için, Batı’da beklenildiği gibi Saakaşvili’ye övgüler kazandırdı. ABD’ye olan bağlılığını göstermek amacıyla Saakaşvili, Gürcü askerlerini Irak ve Afganistan işgallerine gönderdi. Tiflis havaalanına giden ana yol George W. Bush’un adıyla anıldı; 2005’te Gürcistan’ı ziyaret eden Bush, “Amerikan halkı sizinle,” diye ilan etti. Buna rağmen, başlangıçta Putin, güneydeki komşusunu tolere etmeye hazır görünüyordu. Saakaşvili’nin iktidara gelmesi, Rusya Dışişleri Bakanı İgor İvanov’un Şevardnadze’yi istifa etmesi için ikna etmesiyle mümkün olmuştu ve Saakaşvili’nin Moskova’da Putin’le yaptığı ilk özel görüşme de –her ne kadar Saakaşvili görüşmeden önce otelin havuzunda yüzüp Putin’i yarım saat bekletmiş olsa da– olumlu geçmişti. Hatta Gürcistan’ın 1990’larda kaybettiği bölgelerden biri olan Güney Osetya meselesinin barışçıl bir şekilde çözülmesi bile mümkün görünüyor gibiydi.

Fakat Saakaşvili kısa süre içinde Rusya’yı kışkırttı; Güney Osetya’daki silahsız barış gücü devriyelerine askeri polis ekleyerek gerginliği tırmandırdı. Washington’daki yetkililer ise, bu hiperaktif müttefiklerinin herkesi bir belaya sürükleyebileceğinden endişelenmeye başlamışlardı. Colin Powell, Gürcistan Dışişleri Bakanına, “Mişa’ya benim için bir şey sorabilir misin? Ayıyı her gün gözüne mi dürtmek zorunda? Belki haftada bir yeterli olur!” demişti. 2006’ya gelindiğinde, Ruslar Saakaşvili’nin hem güvenilmez olduğunu hem de Washington’un bir piyonu olarak hareket ettiğini düşünmeye başlamıştı. Gürcistan’ın Moskova’daki eski büyükelçisi ve şu anda hükümetin Rusya ile ilişkiler konusunda kıdemli danışmanı olan Zurab Abaşidze’nin anlattığına göre, Ruslar “Bu adamla el sıkışamazsınız,” anlamına gelen bir deyim kullanmışlardı.

Kremlin’de, özellikle de Putin’in kendisini telafisi mümkün olmayan düşmanca bir Batı ile karşı karşıya gördüğü olaylar arttığı için, bu ruh halini körüklemek tehlikeliydi. 2008’in nisan ayında Bükreş’teki NATO zirvesinde, Gürcistan ve Ukrayna’ya ittifakın gelecekteki üyeleri olarak kabul edildiler. Aynı yılın başlarında, ABD ve müttefikleri Kosova’nın Sırbistan’dan tek taraflı bağımsızlık ilanını tanıdı, ki bu durum Gürcistan için uğursuz sonuçlar doğurabilecek bir emsal teşkil ediyordu. Beyaz Saray’dan gelen belirsiz mesajların verdiği cesaretle, ki Saakaşvili bu mesajları bir destek sözü olarak yorumlamayı seçmişti, Ağustos 2008’de Gürcistan ordusunu Güney Osetya’ya gönderdi; burada sivil mahallelere gelişigüzel topçu ateşi açtılar. Ruslar karşı saldırıya geçti ve Tiflis’e sadece bir saat mesafeye kadar ilerlediler. Gürcistan’ın yenilgisinden sonra, Rusya hem Güney Osetya’da hem de Abhazya’da askeri üsler kurdu ve bu bölgeleri bağımsız devletler olarak tanıdı. Ancak Saakaşvili’nin bu pervasız teşebbüsünün sonuçları tamamen olumsuz değildi: Gürcistan, Rusya’nın saldırganlığının mağduru olarak kabul edilince ABD ve AB’den bol miktarda yardım akmaya başladı.

Gürcistan’da içeride neler olup bittiği ise Saakaşvili’nin Batılı destekçilerini pek ilgilendirmiyordu. İktidara geldiğinde hazine boştu ve ilk reformları büyük ölçüde devlete ait varlıkların özelleştirilmesiyle finanse edildi. Bu varlıklar arasında büyük Rustavi metal fabrikası da vardı ve oldukça düşük bir fiyata yerli bir oligarka satılmıştı. Fakat bu para toplama teşebbüsleri bununla sınırlı değildi. Ziyaretim sırasında, Saakaşvili’nin yetkililerinin sık sık suçlamalar yönelterek, bu suçlamaların sadece ağır kefalet ödemeleri ve pazarlık anlaşmaları ile çözülebildiğini anlatan iş insanlarıyla konuştum. Altı ay hapis yatmış bir banker, “Bu bir tür fidyeyle insan kaçırmaydı,” dedi. Yurt dışından finanse edilen bir STK’nın direktörüne, Saakaşvili’nin siyasi bir mahkûm olarak serbest bırakılmasını destekleyip desteklemediğini sordum, “O gangster mi siyasi mahkûm? Hadi ama!” diye hayretle cevap verdi. Ona göre bu zorbalık, küçük işletmelere kadar uzanmıştı. Bana, bir bağ sahibi olan iş insanının, bir yerel yetkiliye rüşvet vermeyi reddettiği için başına gelenleri anlattı. Saakaşvili bu yetkiliyi Tarım Bakanlığında üst düzey bir göreve terfi ettirdikten sonra, yetkili intikam almak için bağın ihracat lisansını iptal etmiş, bu da işletmenin iflas etmesine ve sahibinin intihar etmesine yol açmıştı. 2012 yılına gelindiğinde Gürcistan, Avrupa’da kişi başına en yüksek mahkûm nüfusuna sahip ülke olmuştu ve polis işkencesi yaygındı.

Bir süreliğine, Gürcistan’ın en zengin kişisi olan Bidzina İvanişvili, rejimin zorlamalarından etkilenmeden kaldı. Batı Gürcistan’daki yoksul bir köyde doğup büyüyen İvanişvili, 1990’ların çalkantılı döneminde Rusya’da milyarlarca dolar kazandı. İş çevrelerinde “Piton” (Pitond) lakabıyla tanınan İvanişvili, petrol ve alüminyum gibi kanlı ve tehlikeli sektörlerden uzak durarak, emtia ticareti ve bankacılık alanında büyük başarı elde etti. 1996 Rusya devlet başkanlığı seçimlerinde Yeltsin’e yardım ettikten sonra oligark elitin arasına katıldı ve kendisine, birkaç seçkin kişinin inanılmaz servet kazandığı “hisse karşılığı kredi” programına katılma hakkı tanındı. Oligarkların çoğu Batı Avrupa’ya taşınırken, İvanişvili ülkesine, Gürcistan’a dönmeyi tercih etti ve otel ve gayrimenkul yatırımlarına yöneldi. Ülkesindeki insanlardan fiziksel olarak da mesafesini koruyarak, Tiflis’in yükseklerinde bir tepede kendine camdan bir şato inşa etti. Bu münzevi milyarder tarafından şehre kazandırılan diğer bir yapı ise, altın kubbesi şehrin dört bir yanından görülebilen devasa Ortodoks katedraliydi. Bu oldukça akıllıca bir yatırımdı. Sovyet döneminde baskı altında kalan kilise, bağımsızlıktan sonra popülerlik ve servet kazandı ve bu güçlü konumu bugüne kadar devam ediyor. Son derece muhafazakâr bir figür olan Patrik II. İlya, anketlere göre, hatta Putin’e yakın Rus Ortodoks Kilisesi’ndeki mevkidaşlarıyla sıcak ve destekleyici ilişkileri olmasına rağmen, Gürcistan’ın en sevilen kişisi olmaya devam ediyor.

2008’den sonra Saakaşvili’nin el koyma faaliyetleri hız kazandıkça, İvanişvili de tehdit altında olduğuna inanmaya başladı. Harekete geçerek 2012’de yapılacak seçimlere katılmak için “Gürcü Rüyası” adlı siyasi hareketi kurdu ve bu hareketin çatısı altında muhalefet partilerinden bir koalisyon oluşturmayı başardı. Sağlık hizmetleri ve sosyal yardımlar gibi reform vaatleriyle geniş bir seçmen kitlesine hitap etti; ciddi ameliyatlar için ücretsiz sağlık hizmeti sunma ve herkes için ücretsiz çamaşır makinesi gibi vaatler verdi (kendi köyündeki her evin çatısını yeniletti). İvanişvili, kendini etkili bir siyasetçi ve halkın karşısında konuşma yapan biri haline dönüştürdü. Tiflis’teki seçim sürecini izleyen film yapımcısı Stefan Tolz, “Gerçekten de söylediklerinizi dinliyordu. Saakaşvili ise sadece kendi söylediklerine odaklanıyordu. Bana Donald Trump’ı hatırlatıyordu,” ifadesini kullandı. Seçimden iki hafta önce, İvanişvili’ye ait bir televizyon kanalı, polislerin mahkûmları dövdüğü dramatik bir videoya yer verdi. Saakaşvili bunun kurgu olduğunu iddia etse de Gürcü Rüyası seçimleri açık ara kazandı ve İvanişvili başbakan oldu. Saakaşvili’ye olan güvenin hâlâ yüksek olduğu Washington’dan gelen elçiler, endişeyle Gürcistan’ı nasıl yöneteceğini sordular. İvanişvili ise gülümseyerek, onlara iç rahatlatıcı bir yanıt verdi: “Ben Gürcistan’ı yönetmeyeceğim. Sivil toplumun tam katılımıyla kurumsallaşmış bir demokrasiyi yöneteceğim,” dedi. Bu sözlerle ikna olan ABD’li senatörler, Saakaşvili’ye yenilgiyi kabul etmesi talimatını verdiler.

İşini tamamlayan İvanişvili, kısa süre sonra arka plana çekildi ve Kasım 2013’te başbakanlıktan istifa etti. Fakat iktidarı tamamen bırakmadı. Şu anki içişleri bakanı Vahtang Gomelauri, İvanişvili’nin eski baş koruması. Başbakan Irakli Garibaşvili ise eski özel kalemi. Sağlık eski bakanının ise ailesinin dişçisi olduğu söyleniyor. Bu tür bağlantılar sayesinde İvanişvili’nin doğrudan kontrol sağlamasına ya da üst düzey yetkililerle düzenli iletişim kurmasına gerek kalmıyor. Hassas bir pozisyondaki bir yetkili, “Yıllardır kendisiyle konuşmadım. Ve İçişleri Bakanı, eski bir dostum, onun da bir yıldır konuşmadığını söyledi,” dedi. Anladığım kadarıyla, taleplerini hükümete iletmek için çeşitli çalışanları, aralarında yakın akrabalarının da bulunduğu kişiler aracılığıyla iletiyor.

Bu görünürde rahat tavrına rağmen, aklını meşgul eden pek çok konu var. Bir Amerikalı yetkili, “İvanişvili’nin bir numaralı endişesi, kendisinin, ailesinin ve servetinin güvenliği olmalı. Aynı konumda bulunmuş diğerlerinin başına gelenlerin farkında olabilir,” diye konuştu. İvanişvili’nin, servetine yapılan saldırıların siyasi motivasyonlu olduğuna inandığı görülüyor. 2005 yılında, bir milyar dolardan fazla bir miktarı Credit Suisse’in varlık yönetim departmanına emanet etti; bu, kötü bir karar olarak sonuçlandı; zira hesaplarından biri, bankanın üst düzey yetkililerinden Patrice Lescaudron tarafından yağmalandı. Banka, bu hırsızlık belirtilerini görmezden geldiği gibi, İvanişvili’ye geri ödeme yapmayı da reddetti ve çalışanının eylemlerinden sorumlu olmadığını öne sürdü. İvanişvili, sonunda dava açarak en az 900 milyon dolar kazandı. Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra parasını İsviçre’den çıkarmakta yeni zorluklarla karşılaşmaya başladı. Bunu, Gürcistan’ın savaşa dair politikasını değiştirmeye yönelik “gayri resmi yaptırımlar” olarak yorumladı; Gürcistan, işgali kınamak dışında savaşa herhangi bir şekilde müdahil olmaktan kaçınma politikası izliyor. Buna ek olarak, Gürcistan’ın AB üyelik başvurusunun değerlendirilmesinden önce siyasi ve iktisadi yaşamında “de-oligarklaşizasyon” yapılmasını talep eden AB baskılarıyla birleşince İvanişvili, Washington tarafından organize edilen bir kampanyanın hedefi olduğuna dair bolca kanıt gördüğüne inanıyor.

İlginç bir şekilde, İvanişvili’nin Gürcü Rüyası partisi aracılığıyla sürdürdüğü iktidarı, kısmen onun koltuğundan ettiği adama, yani Saakaşvili’ye bağlı. Gürcü seçmenler tarafından reddedilmesinin ve Brooklyn’in lüks bir mahallesinde rahat bir işsizlik döneminin ardından, Saakaşvili yeni bir yuva buldu: 2015’te, eski üniversite arkadaşı ve o dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko, ona Ukrayna vatandaşlığı vererek Odessa Valiliğine atadı. Ancak kısa sürede araları açıldı. Saakaşvili, eski müttefikine karşı kampanya yürütmeye başlayarak onu Ukrayna’daki yolsuzluğun kaynağı olmakla suçladı. Öfkeli Poroşenko, onun yeni vatandaşlığını iptal etti ve Rus “suç unsurları” ile ilişkili yolsuzluk iddialarıyla suçladı. Saakaşvili, intihar tehdidiyle çıktığı bir çatıdan polis tarafından zorla indirildi. 2019’da Poroşenko’nun yerine Vladimir Zelenskiy Ukrayna Devlet Başkanı olunca, Saakaşvili Gürcistan’da yeniden iktidara dönme fırsatı gördü. Zelenskiy’in yönetiminde, Saakaşvili’nin Gürcistan’daki hükümetinden eski dostları da vardı ve onların desteğiyle Ekim 2021’de bir soğutucu kamyonun içinde Gürcistan’a gizlice giriş yaptı. Büyük bir halk desteğiyle karşılanmayı bekliyordu ama birkaç gün içinde gözaltına ve iktidarda olduğu dönemdeki dayak ve cinayet skandallarına ilişkin suçlamalarla yargılandı ve mahkûm edildi. O zamandan beri hapiste, ancak Washington’da güçlü finansmanla yürütülen bir kampanya onu, Putin tarafından organize edilen bir komplonun kurbanı olarak lanse ediyor.

Saakaşvili’yi ülkeden çıkarıp bir uçakla göndermenin daha kolay olup olmayacağı sorulduğunda, Gürcü yetkililer genelde, adil bir şekilde mahkûm edilen bir suçluyu serbest bıraktıkları için asla affedilmeyeceklerini söylüyorlar. Daha da önemlisi, Saakaşvili rejim açısından son derece faydalı bir siyasi koz sağlıyor. Onu, kendi iktidarlarının alternatifi olarak eski günlerin yolsuzluğuna dönüş anlamına geleceğini hatırlatan bir figür olarak kullanıyorlar. Saakaşvili’ye verilen uluslararası destek, rejimin “Batı’nın Gürcistan’ı Ukrayna savaşına bulaştırmayı planladığı” yönündeki mesajını güçlendiriyor. Mart ayında Başbakan Garibaşvili, “Gürcü Rüyası hükümeti, savaştan yana bir hükümet değildir,” dedi. Ukraynalı yetkililer, Saakaşvili’nin iktidarda olmasını, Rusya’ya karşı bir savaş başlatmasını ve Gürcistan’ı bu savaşa dahil etmesini istiyorlardı. Muhalefet, bu söylemi korku yayma olarak nitelese de, mesaj halkta yankı buluyor. Tiflis’te yaşayan bir Amerikalı, hükümetin “Putin Ukrayna’da kazanırsa sıranın kendilerine geleceğinden, kaybederse de hızlı bir zafer kazanmak için Gürcistan’a yöneleceğinden korktuğunu” belirtti.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English