Bizi Takip Edin

Dünya Basını

‘Başarısı şüpheli bir proje olarak BRICS’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: ABD’nin hasım ülkelere karşı güçlü para birimini silaha dönüştürmesi ve ülkeleri iktisadi darboğazlara sokması bugünün en çarpıcı olgularından biri. Öte yandan Çin, Rusya ve “küresel Güney” ülkelerinden müteşekkil BRICS grubu, doların hegemonyasına karşı geliştirdiği çeşitli alternatiflerin lansmanını yapıyor ama bunların oluru var mı, orası şüpheli.

Amerikalı blog yazarı Noah Smith, BRICS’in öncülerinin tebliğ ettiği projelerin pek inandırıcı ya da gerçekleşmesi mümkün olmadıklarını, hatta BRICS’in bizzat kendisinin geleceğini olmadığını, çeşitli gerekçelerle izah ediyor. Bununla birlikte, yazarın, uluslararası finansal akışlardaki dolar kullanımına ilişkin tezlerinin (“ABD baskısı yok”, “dolar kullanılıyor, çünkü kullanması kolay”) fazla kolaya kaçtığı söylenmeli ve buralara birer soru işareti konmalıdır.


BRICS düzmecedir

Noah Smith
27 Ağustos 2023

BRICS NATO karşıtı değil, doların yerini almayacak ve küresel ekonomik büyümeyi kontrol etmeyecek.

Çin ekonomisi muhtemelen uzun vadeli bir durgunluk sürecine girerken Batı basını, Çin’in kontrol ettiği yeni uluslararası teşkilatlanmalar aracılığıyla dünya üzerinde nüfuz ve belki de dünya hakimiyeti kurma çabası konusunda uyarılarda bulunuyor. Financial Times’tan James Kynge şöyle yazıyor:

“Çin’in planının anahtarı, Çin liderliğinde bir dizi ülke grubu oluşturarak, genişleterek ve finanse ederek gelişmekte olan dünya üzerindeki liderliğini istikrarlı bir şekilde kurumsallaştırmak. […] Bu stratejinin amaçları büyük ölçüde çift yönlü: dünyanın geniş bir kesiminin Çin ticaretine ve yatırımına açık kalmasını sağlamak ve ülkenin gücünü ve değerlerini yansıtmak için BM’de ve diğer forumlarda gelişmekte olan ülkelerin oy gücünü kullanmak.”

Bu gruplardan en önemlisi —ya da en azından Batı’da en çok dikkat çeken ve en çok endişeyle karşılananı— BRICS. Bu biraz tuhaf örgüt, 22 yıl önce Goldman Sachs analisti Jim O’Neill tarafından oluşturulan bir yatırım stratejisi olarak hayata geçmişti; temelde, hızla büyüyeceğini düşündüğü büyük gelişmekte olan ülkelerden oluşan bir grup. “BRICs” bu ülke listesinin —Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin— kısaltmasıydı. Daha sonra bu dört ülke bir araya gelerek Goldman Sachs’ın kısaltmasını gerçek bir ekonomik foruma dönüştürmeye karar verdiler ve burada periyodik olarak bir araya gelerek iktisadi kalkınmayı nasıl hızlandıracaklarını, yeni finansal kurumlar oluşturmayı ve gelişmekte olan ülkelerin dünyadaki genel etkisini nasıl artıracaklarını ele aldılar. 2010 yılında Güney Afrika da katıldı ve BRIC, BRICS oldu.

BRICS toplanmaya ve hiçbiri bir yere varmayan iktisadi teşebbüsler önermeye devam etti. Şubat ayında grup hakkında yazdıklarımı aktarmakla yetineceğim:

“2009 yılında [BRICS] düzenli olarak toplanmaya ve kendi iktisadi kurumlarını nasıl oluşturacağını düşünmeye başladı; Dünya Bankası ile rekabet edecek bir Yeni Kalkınma Bankası, döviz krizi zamanlarında birbirlerine borç vermek için bir Koşullu Rezerv Düzenlemesi (genelde IMF’nin yaptığı şey), denizaltı fiber-optik kablo sistemi vb.

Bu da sonuç vermedi. Yeni Kalkınma Bankası neredeyse hiç kredi vermedi ve bu da Jim O’Neill’in bankayı bir hayal kırıklığı olarak ilan etmesine neden oldu. Rusya 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiğinde, NDB Ukrayna ile bağlarını kopardı. Koşullu Rezerv Düzenlemesi aslında hiçbir şey yapmadı ve BRICS Kablosu hiçbir zaman dönüşmedi.”

Evet, BRICS teşkilatının bugüne dek yapmayı başardığı hiçbir şeyin toplamını sıralamak için iki kısa paragraf yeterli. Ama yine de insanlar BRICS’in küresel öneme sahip bir teşkilat olduğuna inanmaya devam ediyor. Sadece Batı basınındakileri değil, dünyanın dört bir yanındaki bir dizi ülkeyi kastediyorum. Güney Afrika’daki son BRICS zirvesinde grup altı yeni üyeyi — Suudi Arabistan, İran, BAE, Arjantin, Mısır ve Etiyopya— kabul etti. Bu altı ülke, bu yılın başlarında resmi başvuru sunan 19 ülke arasından seçildi (Endonezya gibi bazıları daha sonra geri adım attı). Teşkilatın iki kademeli bir üyeliğe sahip olup olmayacağı ve bazı ülkelerin sadece “ortak” olup olmayacağı net değil, fakat BRICS’in gerçek ekonomi politikası açısından hiçbir şey yapmadığı göz önüne alındığında, bunun önemli olup olmadığından emin değilim.

Peki BRICS neden medyada bu kadar ilgi görüyor? Bunun bir nedeni, bazı insanların BRICS’in yeni oluşmakta olan bir jeopolitik ve hatta askeri ittifak, yani ABD hegemonyasına ve Batı hakimiyetine son verecek küresel bir anti-NATO vs. vs. olduğunu düşünmesi (ve bazılarının da bunu umması). Örneğin, iktisatçı Branko Milanovic yakın zamanlarda şöyle yazmıştı:

“Putin’in NATO’nun genişlemesine yardımcı olması, ittifakın küreselleşmesi yeni BRICS’i yarattı. Etki-tepki.”

Bu elbette saçmalık. Çin ve Rusya hakikaten de gelişmiş demokrasilere karşı yarı bir ittifak halindeler ve Hindistan’ın Rusya ile Soğuk Savaş dönemindeki ortaklıklarına dayanan dostane ilişkileri var. Fakat Hindistan ve Çin müttefik değil, stratejik rakipler. Arada bir kanlı sınır çatışmaları yaşıyorlar ve bu çatışmalar periyodik olarak “gerilimi azaltma” söylemleriyle yatıştırılamıyor. Hindistan, ABD ile iktisadi ve stratejik ortaklığını derinleştirirken bile pek çok Çin uygulamasını yasaklıyor ve Çin mallarının ithalatını kısıtlamak için harekete geçiyor.

Hindistan ve Çin arasındaki gerilimler, Asya’daki ve başka bölgelerdeki pek çok ülke gibi son birkaç yıldır Çin’e karşı fikri sert bir şekilde değişen Hindistan kamuoyunda oldukça belirgin. Aslında Brezilya da Çin’e daha az sıcak bakar hale geldi.

Bu, BRICS’in NATO karşıtı olmamasının en bariz nedeni. Bunun dışında başka nedenler de var: Suudi Arabistan hala ABD’nin müttefiki ve Brezilya, Güney Afrika, Etiyopya, Mısır ve Arjantin gibi ülkeler büyük güç çatışmalarına dahil olmak istemiyor. Rusya ve İran gelişmiş demokrasilere karşı Çin ile ittifak yapmak isteyebilir ama geri kalanlar bununla ilgilenmiyor.

BRICS aynı zamanda temel değerler konusunda da görüş ayrılığına düşüyor. Hindistan ve Brezilya demokrasiye büyük değer verirken Çin, Rusya ve İran demokrasinin en büyük karşıtları oldu. Bu, BRICS ile ortak demokratik idealler dizisini destekleyen G7 arasında sık sık yapılan karşılaştırmaların yersiz olmasının pek çok nedeninden biri.

Değerler arasındaki bu farklılıklar BRICS bünyesindeki gerilimlerde de kendini gösterdi. Gruplaşmayı genişletme çabası Çin’den gelirken Hindistan ve Brezilya buna direnmeye çalıştı:

Hindistan ve Brezilya, Çin’in siyasi nüfuzunu artırmak ve ABD’ye karşı koymak için gelişmekte olan piyasalardan oluşan BRICS grubunu hızla genişletme teklifine karşı çıkıyor… Çin bu toplantılar sırasında defalarca genişleme için lobi yaptı…

İki Hintli yetkili, Hindistan’ın Çin’in genişleme çabalarına karşı çıkmasının ardından gruba kabul kurallarının taslağının hazırlandığını söyledi… Hindistan, BRICS ülkelerinin grubu genişletmek istiyorlarsa, hanedan ve otokratik bir yönetime sahip Suudi Arabistan yerine yükselen ekonomilerin yanı sıra Arjantin ve Nijerya gibi demokrasilere bakmaları gerektiği fikrini öne sürdü…

Brezilyalı bir yetkili, Brezilya’nın BRICS ittifakında doğrudan bir çatışmadan kaçınmak ve Çin’in bu ittifakı G7’ye meydan okuyan düşmanca bir yapı haline getirme baskısına direnme yönünde gizlice çalıştığını söyledi.”

Bu durum, BRICS’i bir zamanlar halkların NATO karşıtı olacağını düşündüğü Çin liderliğindeki bir başka teşkilata benzetiyor: Çin, Rusya, Hindistan ve İran’ın yanı sıra Suudi Arabistan ve Mısır’ın da “diyalog ortakları” olarak yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütü. Hindistan ile Çin arasındaki gerilimler nedeniyle bu teşkilatın hiçbir gücü, önemi ya da gerçek somut girişimleri kalmadı (Aslında, gözlerinizi iyice kısarsanız, Hindistan’ın Çin liderliğindeki teşkilatlanmalara katılıp daha sonra bunların etkinliğini sönümlendirme stratejisini görebilirsiniz). Jeostratejik açıdan BRICS, tam da ŞİÖ’nün düştüğü duruma düşecek gibi görünüyor.

Üye ülkeler arasındaki gerilimler, BRICS’in Rusya’nın gündeme getirdiği ABD dolarının yerini alacak ortak bir para birimi oluşturma fikrini asla hayata geçiremeyecek olmasının nedenlerinden biri. Hindistan, Çin uygulamalarının ülkeye girmesine bile izin vermiyorsa, rupiyi RMB ile birleştirmesinin hiçbir yolu yok. Çin’in diğer BRICS üyelerine kıyasla çok daha büyük bir iktisadi ağırlığa sahip olduğu düşünüldüğünde, ortak bir para birimi planına dahil olmak Brezilya, Hindistan, Suudi Arabistan, Arjantin, Mısır ve diğerlerinin para politikası bağımsızlığını ortadan kaldıracaktır. Ağır yaptırımlara maruz kalan ekonomileri ve finansal sistemleriyle Rusya ve İran para birimlerini yuanlaştırmakta fayda görebilirler, ancak diğerlerinin hiçbiri bunu yapmayacaktır. Açıkça söylemek gerekirse bir BRICS para birimi asla gerçekleşmeyecek.

Peki ya ortak bir para birimi olmasa bile ABD’nin finansal hakimiyetinin yerini daha genel olarak almak? Burada uluslararası finans sisteminin özünde nasıl işlediğine dair bazı yaygın yanlış anlamalar olduğunu düşünüyorum. IMF ve Dünya Bankası gibi yoksul ülkelere borç para veren ve şu anda Batı’nın hakimiyetinde olan çok taraflı kuruluşlar var. Fakat bu kuruluşlar yoksul ülkelere borç verme konusunda tekel konumunda değiller; Çin halihazırda bu işi kendi başına fazlasıyla yapıyor.

Dolayısıyla BRICS, Koşullu Rezerv Düzenlemesi’ni hakikaten de hayata geçirip alternatif bir IMF/Dünya Bankası’na dönüştürse bile bu, küresel finans sistemini halihazırda olduğundan çok daha farklı bir hale getirmeyecektir. Ve pratikte, böyle bir kuruluş tarafından verilen krediler Pekin’de siyasi olarak belirlenecek ve Çin’inki kadar iyi, yani çok da iyi olmayan bir performans gösterecektir. Hindistan ve Brezilya muhtemelen bir grup yoksul ülkenin “borç tuzağı diplomasisi” yürüttükleri için kendilerine kızmasını istemeyeceklerdir, bu nedenle BRICS’in IMF ya da Dünya Bankası benzeri kredilerini sınırlandırmak için baskı yapacaklarını tahmin ediyorum.

Doların rezerv/ödeme para birimi olarak rolü ve çok taraflı kredi kuruluşlarının varlığı dışında, uluslararası finansal sistemde çok fazla bir şey yok. Diğer tek büyük parça SWIFT gibi küresel ödeme altyapısı. ABD ve Avrupa, Ukrayna’nın işgal edilmesinin ardından Rusya’ya mali yaptırımlar uyguladıklarında bu altyapıya erişimi kısıtlayarak ağırlıklarını koyabileceklerini gösterdiler. Ancak bu mali yaptırımların etkisi yalnızca bir yıl kadar sürdü zira Rusya, nihayetinde ödeme yapmanın ve ödeme almanın başka yollarını keşfetti. Bu da Batı’nın cephaneliğindeki en korkutucu finansal silahtı.

Dolayısıyla Batı’nın ya da ABD’nin küresel finans sistemi üzerindeki sözüm ona hakimiyetinin pek bir anlamı yok; yani BRICS’in ilk etapta yerine koyabileceği pek bir şey yok. ABD’nin sistemde oynadığı büyük rol hegemonyadan değil, kolaylıktan kaynaklanıyor; bunu görmek için BRICS’in Yeni Kalkınma Bankası’nın borçlanmasının çoğunu nasıl dolar cinsinden yaptığına bakın. Bunun nedeni ABD’nin onlara bunu yaptırması değil, sadece bu daha kolay.

Batı basınının BRICS ile ilgili son endişesi, söz konusu ittifakın Çin’in gelişmekte olan dünya üzerindeki iktisadi liderliğini pekiştireceği yönünde. Kynge şöyle yazıyor:

“Bu stratejinin en önemli bağlamı, Çin’in küresel güney üzerinde daha güçlü liderlik arayışına girerek, dünyanın en büyük ve en hızlı büyüyen kısmıyla aynı safta yer alması…

Şi, 2021’de katıldığı bir forumda ‘Çin her zaman gelişmekte olan ülkeler ailesinin bir üyesi olacaktır. Gelişmekte olan ülkelerin küresel yönetişim sistemindeki temsiliyetini ve sesini yükseltmek için elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz,’ demişti.”

Bu kesinlikle Çin liderlerinin aklında olan bir şey.

Şimdi, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın yerinde olsaydım, ülkemin asla gelişmiş statüsüne ulaşamayacağını gururla ilan etmezdim; kimse orta gelir tuzağının havalı bir yer olduğunu düşünmüyor. Fakat her halükârda Çin’in, gelişmiş ülkelerde bozulan imajı ve durgunlaşan ihracatı göz önüne alındığında, gelişmekte olan küresel bir ekonomi ittifakının lideri olmaya yönelebileceğini düşündüğü aşikâr.

Ancak BRICS ülkelerine bakarsanız, yeni katılanlar da dahil olmak üzere, çok azının aslında hızla geliştiğini görürsünüz. Çoğunlukla doğal kaynak ihracatçısı olan bu ülkelerin ekonomileri farklı gelir seviyelerinde plato çizmiş durumda. Çin dışında sadece Hindistan ve Etiyopya son on yıl içinde önemli miktarda büyüme kaydetti.

Hindistan’ın Çin ile olan ekonomik rekabetinden daha önce bahsetmiştim, dolayısıyla BRICS’te Çin’in istifade edebileceği hızlı büyüme potansiyeli açısından geriye sadece, zaman zaman iç savaşa dönüşen derin siyasi istikrarsızlıklarla boğuşan Etiyopya kalıyor.

Şu anda dünyanın büyüme potansiyelinin ciddi bir kısmı Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerinde —Hindistan, Bangladeş, Endonezya, Filipinler, Vietnam vb— yatıyor. Fakat Hindistan hariç bu ülkeler BRICS üyesi değil. Ve bu ülkelerin çoğunun Çin hakkındaki fikirleri hafif dostane olmayan bir yaklaşımdan açıkça düşmanca bir yaklaşıma kadar uzanıyor. Çin’in Asya’daki bölgesel ve hegemonik hırsları arttıkça, bu ülkeler Hindistan, Japonya, ABD, Avrupa ve birbirlerine daha da yakınlaşıyor. Bazıları hala Çin yatırımlarını ve mallarını memnuniyetle karşılayacaktır ama bunu Çin’in demokratik rakipleriyle de yatırım ve ticaret bağlantılarıyla dengelemeye çalışacaklardır. Ve Çin’in iktisadi olarak yavaşlaması, Brezilya’da halihazırda olduğu gibi, gelişmekte olan ülkelerdeki fikir birliğini büyük ölçüde azaltacaktır.

Her neyse, Batı basınında bazılarının BRICS’ten algıladığı tehdidin her yönü esasen sahte. Daha keskin görüşlü yorumcular, teşkilatın ŞİÖ gibi bir şeye, bir amaç arayan bir kısaltma ve hiçbir zaman gerçek bir şeye dönüşmeyen belirsiz bir jeo-iktisadi güç kavramına dönüşebileceğini düşünüyor.

Dünya Basını

Batı’nın Gazze sessizliği

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, İsrail’in kuruluşuna dair resmi anlatıyı sorgulayan “Yeni Tarihçiler” arasında yer alan ve İsrail’in etnik temizlik politikalarına dönük hayli eleştirel çalışmalarıyla tanınan İsrailli tarihçi Ilan Pappé’ye ait. Pappé, makale boyunca Gazze’de süregiden soykırım karşısında Batı’nın sergilediği kurumsal ve entelektüel sessizliği, “ahlaki panik” kavramı etrafında çarpıcı bir biçimde teşhir ediyor. Batı Avrupa’nın ve ABD’nin, bilgiye erişimin bu denli kolay olduğu bir çağda bile Filistinlilerin uğradığı sistematik şiddeti görmezden gelmesini yalnızca ideolojik körlükle değil, aynı zamanda bilinçli bir suç ortaklığıyla açıklayan yazar, resmi Batı siyasetinin ve medya düzeninin, İsrail baskıları karşısında içine düştüğü suskunluğun, Holokost sonrası suçluluk duygusu ve ırkçılıkla harmanlanarak bir tür düşünsel felce dönüştüğü tespitini yapıyor. Gerçekten de Filistin direnişinin şeytanlaştırılması, soykırımın görünmez kılınması ve insani dayanışmanın bastırılması, yalnızca medya ya da siyaset düzleminde değil, ahlaki tahayyülün bizzat kendisinde bir çöküşe işaret ediyor. Bu çöküşe karşı yükselen dayanışma sesleri ise, sadece Filistin’in özgürlüğü için değil, evrensel vicdanın yeniden inşası için de taşıyıcı bir rol üstleniyor.


“Ahlaki panik” ve konuşma cesareti üzerine: Batı’nın Gazze sessizliği

Ilan Pappe
The Palestine Chronicle
19 Nisan 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Batı dünyasının Gazze Şeridi ve Batı Şeria’daki duruma verdiği tepkiler rahatsız edici bir soruyu gündeme getiriyor: Neden resmi Batı, özellikle de Batı Avrupa, Filistinlilerin çektiği acılara karşı bu denli kayıtsız?

[ABD’deki] Demokrat Parti, Filistin’de her gün yaşanan insanlık dışı uygulamaların sürdürülmesinde doğrudan ve dolaylı olarak neden bu denli suç ortağıdır -öyle ki bu suç ortaklığı o kadar aşikar hâle gelmiştir ki, Arap Amerikalılar ve ilerici seçmenler, kritik eyaletlerdeki oylarıyla, soykırımdaki payı nedeniyle Biden yönetimini cezalandırmış ve bu durum muhtemel ki Demokratların seçimi kaybetmesinin nedenlerinden biri olmuştur?

Bu sorunun sorulması oldukça yerindedir, zira şu an televizyonlarda canlı yayınlanan bir soykırımla karşı karşıyayız. Bu durum, Batı’nın kayıtsızlık ve suç ortaklığının daha önce de sergilendiği Nakba döneminden veya 1967’den beri süregelen işgal yıllarından farklı.

Nakba sırasında ve 1967’ye kadar bilgiye erişim çok kolay değildi. 1967 sonrası baskılar ise kademeliydi ve Batı medyası ile siyaseti, Filistinliler üzerindeki artan etkisini görmezden gelmeyi tercih etti.

Ancak son on sekiz ay bambaşka bir tablo sunuyor bize. Gazze Şeridi’ndeki soykırımı ve Batı Şeria’daki etnik temizliği görmezden gelmek, ancak kasıtlı bir tercihle açıklanabilir; cehaletle değil. İsrail’in eylemleri ve bu eylemlere eşlik eden söylemler, siyasetçiler, akademisyenler ve gazeteciler bile isteye göz ardı edilmediği sürece, görmezden gelinemeyecek kadar açık.

Bu türden bir cehalet, her şeyden önce, Avrupa’nın suçluluk kompleksi, ırkçılık ve İslamofobi gibi verimli bir zeminde filizlenen başarılı İsrail lobiciliğinin ürünü olabilir. ABD söz konusu olduğunda ise, bu durum, akademi, medya ve özellikle siyaset dünyasında çok az kişinin karşı çıkmaya cüret ettiği acımasız ve etkili bir lobicilik mekanizmasının yıllara yayılan çalışmalarının bir meyvesi.

Bu olgu, son dönem akademik çalışmalarda “ahlaki panik” olarak adlandırılıyor. Bahsi geçen panik, Batı toplumlarının daha vicdanlı kesimlerine –entelektüeller, gazeteciler ve sanatçılara– özgü bir özellik taşıyor.

Ahlaki panik, bir insanın, sonuçları ağır olabilecek bir cüret gerektirdiği için, kendi ahlaki değerlerine bağlı kalmaktan korktuğu bir durumu imliyor. İnsan her zaman cesaret veya en azından doğruluk gerektiren sınavlarla karşılaşmaz. Böyle bir sınavla karşılaştığında ise, “ahlak” artık soyut bir fikir değil, bir eylem çağrısı halini alır.

İşte bu yüzden Almanların çoğu, Yahudiler imha kamplarına gönderilirken sessiz kaldı. Ve işte bu yüzden beyaz Amerikalılar, Afrikalı Amerikalılar linç edilirken ya da daha öncesinde köleleştirilip kötü muameleye maruz kaldıklarında seyirciydiler.

Peki, Batı’nın önde gelen gazetecileri, deneyimli siyasetçileri, kadrolu profesörleri veya tanınmış şirketlerin CEO’ları, İsrail’i Gazze Şeridi’nde soykırım yapmakla suçlasalardı, bunun bedeli ne olurdu?

Görünen o ki, bunun iki olası sonucundan korkuyorlar: Birincisi, antisemitik veya Holokost inkârcısı olarak damgalanmak; ikincisi, insaflı bir tepkinin, kendi ülkelerinin ya da genel olarak Avrupa’nın ve Batı’nın, bu soykırımı mümkün kılan suç ortaklığını gündeme getirecek bir tartışmayı tetikleyecek olması.

Bu ahlaki panik, bazı şaşırtıcı sonuçlara yol açıyor. Genel olarak, eğitimli, son derece kültürlü ve bilgili insanları, Filistin hakkında konuşurken tam bir ahmağa dönüştürüyor. Güvenlik bürokrasisinde bir nebze daha derin düşünebilen ve sağduyulu olanlar dahi, Filistin direnişini tümüyle “terör” listesine alma yönündeki İsrail taleplerini sorgulamaktan imtina ediyor. Anaakım medyada Filistinli kurbanların insanlığı silikleştiriliyor.

Soykırım mağdurlarına dönük empati ve en temel düzeydeki dayanışma eksikliği, Batı anaakım medyasının ve özellikle ABD’deki New York Times ve Washington Post gibi köklü gazetelerin sergilediği çifte standartlarla iyiden iyiye ayyuka çıktı. Palestine Chronicle’ın editörü Dr. Ramzy Baroud, Gazze’deki İsrail soykırımı sırasında ailesinden 56 ferdi kaybettiğinde, Amerikan medyasındaki hiçbir meslektaşı onunla konuşma ya da bu vahşet hakkında bilgi alma zahmetine girmedi mesela. Fakat Chronicle’ın rehinelerin tutulduğu apartmanda yaşayan bir aileyle bağlantısı olduğuna dair tümüyle uydurma bir İsrail iddiası, bu medya organlarının büyük ilgisini çekecekti.

Bu insanlık ve dayanışma dengesizliği, ahlaki paniğin beraberinde getirdiği çarpıtmaların sadece küçük bir örneği. ABD’de Filistinli ya da Filistin yanlısı öğrencilere karşı yapılanların, İngiltere ve Fransa’daki tanınmış aktivistlere yönelik baskıların, İsviçre’de Electronic Intifada editörü Ali Abunimah’ın gözaltına alınmasının bu çarpık ahlaki davranışın tezahürleri olduğundan en ufak bir şüphem yok.

Benzer bir vaka çok yakın bir zamanda Avustralya’da da yaşandı. Ünlü Avustralyalı gazeteci ve eski SBS World News sunucusu Mary Kostakidi, Gazze’deki durumla ilgili -bir hayli yumuşak addedilebilecek- haberleri nedeniyle federal mahkemeye çıkarıldı. Mahkemenin bu iddiayı ilk elden reddetmemiş olması, ahlaki paniğin Küresel Kuzey’de ne denli derinlere kök saldığını gösteriyor.

Ancak işin bir de diğer yüzü var. Neyse ki, Filistinlilere desteğini açıkça dile getirmenin getireceği riskleri göze alan, yani bu dayanışmayı gösterirken işten atılma, sınır dışı edilme ya da mahpuslukla karşılaşacağını bilen çok daha büyük bir kesim var. Onlara anaakım akademi, medya veya siyasette sık rastlanmıyor belki ama Batı toplumuna dair hakiki bir sesi temsil ediyorlar.

Filistinlilerin, Batı’nın ahlaki paniklerine kulak verme ya da bunlardan etkilenme lüksü yok. Bu panik karşısında geri adım atmamak, hem küçük ama anlamlı bir duruştur hem de acilen inşa edilmesi gereken küresel bir Filistin dayanışma ağı kurma yolunda atılmış önemli bir adımdır -ki bu ağ, önce Filistin’in ve Filistin halkının imha edilmesini durdurmayı, ardından da gelecekte sömürgecilikten kurtulmuş ve özgürleşmiş bir Filistin’in koşullarını yaratmayı hedeflemelidir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Güçlü Amerikan Tanrıları, Trump ve Uzun Yirminci Yüzyılın Sonu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: N.S. Lyons’un “Güçlü Amerikan Tanrıları” makalesi, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemini sadece politik bir dönüş değil, Batı uygarlığında “uzun yirminci yüzyıl” olarak tanımladığı bir dönemin sonu olarak okuyor. Lyons’a göre, II. Dünya Savaşı sonrası liberal Batı’yı şekillendiren “açık toplum” ideolojisi; ulusal kimlik, inanç, aidiyet, dayanışma, kolektivizm gibi bağları zayıflatarak yerine teknokratik yönetim, sınırsız bireysellik ve soyut evrenselcilik koydu. Bu düzenin artık tükendiğini ve çökmekte olduğunu söyleyen  Lyons’a göre, süreç yerini “güçlü tanrılar”a, yani eylemselcilik, ulusal kimlik, bağlılık ve aidiyet arayışına bırakmaktadır. Trump ise bu yeni çağın taşıyıcısı değilse bile, onun kaçınılmaz gelişini haber veren sarsıcı habercisidir.

Çeviren: Mert Cafer Eral

***

Güçlü Amerikan Tanrıları 

N.S. Lyons, 13 Şubat 2025

İkinci Trump döneminin ilk haftaları maceralı geçti. Çoğu insan gibi, ben de Trump ve ekibinin Washington’daki müesses nizama karşı başlattığı yıldırım harekatının hızı ve kapsamlılığı karşısında şaşkına döndüm. Trump, iki ay önce The Counter-Revolution Begins,” [Karşı-Devrim Başlıyor] isimli yazımda bahsettiğim önceliklerin çoğunu şimdiden yerine getirdi. Meşru iktidarın kullanımına ve kurumlara karşı tutucu olmayı reddetmek bunların en önemlileriydi. “İstediğin şeyi yapabilirsin” gibi bir düsturla beraber, ikinci Trump yönetimi Roosevelt’ten beri süregelen Amerikan yönetişimde gerçek değişim taleplerini demokratik olarak iletmek konusunda ilk Trump yönetimi ile ciddi şekilde benzer görünüyor.

Aslında, darbeler o kadar hızlı oluyor ki olan biteni ve bunların sonuçlarının izlerini takip etmek gerçekten zor. Bundan dolayı ne olup bittiği hakkında detaylı açıklamalar yapmak güç.  Bunu yapmayı denersek güncel olayların gerisinde kalabiliriz. Ancak Grönland’i ilhak etme girişimi, sınırların kapatılıp gümrük vergilerinin artırılması, USAID’in lağvedilmesi gibi dünya üzerinde kargaşa yaratan hamlelerin ortasında, büyük resim daha net bir biçimde ortaya çıkmaya başlıyor.

Henry Kissinger’ın 2018’de söylediği ve son zamanlarda dilden dile dolaşan bir söz var: “Trump, tarihte zaman zaman bir dönemin sonunu işaret etmek ve onu eski iddialarından vazgeçmeye zorlamak için ortaya çıkan figürlerden biri olabilir.” Eğer bu 2018’de doğru değilse bile şuan kesinlikle doğru. Bugün gördüğümüz şeyin gerçekten bir dönemin sonu olduğuna, bildiğimiz dünyanın çığır açan bir şekilde altüst olduğuna ve bunun tüm öneminin ve sonuçlarının henüz bizi gerçekten etkilemediğine inanıyorum.

Daha açık bir ifadeyle, Donald Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın gecikmiş sonuna işaret ettiğine inanıyorum.

Uzun yirminci yüzyıl

1789’daki Fransız Devrimi ve 1914’te başlayan Dünya Savaşı arasındaki 125 yıl “Uzun Ondokuzuncu Yüzyıl” olarak tanımlanıyor. Bu deyiş “Ondokuzuncu Yüzyıl” dediğimizde basit bir yüz yıllık süreden çok daha fazlasını, coşkulu bir genişlemeyi, aydınlanmayı, imparatorlukları, yani akılcı düşünme ve ilerlemeciliğin hız kazandığı çağın ruhunu anlamamızı sağlıyor. Kendisinden önce ve sonra gelenlerden farklı olan bu kalıcı tarihsel ruh, Büyük Savaş’ın siperlerinde sönümlendi. Felaketin ardından, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle biten bir fetret devrinden sonra, Batı medeniyetinin insanlarının dünyayı algılama ve onunla etkileşim kurma biçimleri –siyasi, psikolojik, sanatsal, manevi– tamamen değişti.

R.R. Reno, 2019 tarihli Return of the Strong Gods [Güçlü Tanrıların Dönüşü] adlı kitabına, “Yirmi yedi yaşındayım ve yirminci yüzyılın sonunu görmeyi umuyorum,” diye hayıflanan genç bir adamdan alıntı yaparak başlıyor. Bu çelişkili ifade, 20. yüzyılın da son kullanma tarihini aştığını gösteriyor. Bu yüzyıl geç başladı, 1945’te tam olarak hissedilmeye başlandı. Ancak bu 80 yıllık sürede yüzyılın ruhu medeniyetin dünyayı nasıl algıladığı ve nasıl algılaması gerektiği konusunda hegomonikleşti. Toplumun tüm korkularını, değerlerini ve ahlaki ilkelerini belirledi ve ABD’nin dünyaya yayılan gücü sayesinde dünyanın geri kalanının siyasi ve kültürel düzenini de şekillendirdi.

Bu ruh, kendinden öncekinden çok da farklı olamazdı. İkinci Dünya Savaşının yarattığı yıkımın ardından, Batı anlaşılabilir bir şekilde “Bir daha asla” düsturunu ideolojik evreninin merkezine koydu. Faşizmin, savaşların ve soykırımın insanlığı tehdit etmesine bir daha müsaade edilmeyecekti. Fakat bu karar, o zamanlar ne kadar makul ve iyi niyetli görünse de, kısa sürede her şeyi tüketen bir olumsuzlama takıntısı haline geldi.

Popper ve Adorno gibi büyük etki uyandıran liberal düşünürler dünya üzerinde otoriterliğin ve çatışmanın temel kaynağının “kapalı toplum” olduğu konusundaki savaş sonrası uyumlu ideolojik düzenin ikna sürecine katkıda bulundular. Reno’nun “güçlü tanrılar” derken kastettiği şey budur: güçlü inanışlar, sarsılmaz doğru tanımları, tartışılmaz ahlaki kodlar, güçlü ilişki bağları, güçlü toplumsal kimlikler ve güçlü mekan ve geçmiş bağları; nihayetinde, “insanın sevgi ve bağlılık nesneleri, toplumları birleştiren sadakat ve tutku kaynakları.”

Günümüzde güçlü tanrıların birleştirici gücü tehlikeli, fanatizm, baskı, nefret ve şiddetin cehennemvari kaynağı olarak görülmeye başlandı. İnanç, aile ve her şeyden önce ulusal bağlar artık şüpheli, faşizme doğru endişe verici bir geri dönüş olarak görülüyordu. Savaş sonrası Amerikan psikolojisi ve eğitimini on yıllar boyunca yöneten Adorno, aile ve ulusa karşı duyulan doğal sadakatin aslında insanı yabancı düşmanlığına ve führer hayranlığına karşı gizlenen bir otoriter kişiliğin dışa vurumu olarak sınıflandırıyordu. 1945’te yayımladığı büyük etki uyandıran kitabı Açık Toplum ve Onun Düşmanları kitabında Popper, ulusal komünite fikrini “insanlık karşıtı” bir propaganda olmakla suçlayıp kendi vatanını ve onun tarihini seven herkesi tehlikeli birer “ırkçı” olarak tanımladı. Bu tür entelektüeller için ister insanlar, ister ahlak veya ister metafizik gerçekler arasında olsun, otorite veya hiyerarşiye dair kesin iddialar, yeryüzündeki barışa ölümcül bir tehdit olarak görünüyordu.

Savaş sonrası düzenin liberal paradigmasının en büyük projesi kapalı toplumun duvarlarını yıkıp tanrılarını sonsuza dek yasaklamaktı. Bu başka ot bitmeyen zemin üzerine, hoşgörü, şüphe, diyalog, eşitlik ve tüketici konforunun barışçıl zayıf tanrıları tarafından canlandırılan pastoral ama son derece belirsiz bir “açık toplum” vizyonu inşa edildi. Siyasi ve kültürel olarak baskın olan bu “açık toplum konsensüsü” Adorno ve Popper gibi teorisyenlerden yararlanarak zihinleri açmayı, idealleri gözden düşürmeyi, gerçekleri göreceleştirmeyi ve bağları zayıflatmayı amaçlayan bir sosyal reform programı geliştirdi. 

Reno’nun detaylıca sınıflandırdığı gibi, eğitime, psikolojiye ve yönetime yönelik yeni yaklaşımlar hakikati görelileştirmeye, “eleştirel düşünce”yi karakterin önüne koymaya, kollektif olarak duyulan sadakati yermeye, hiyerarşilere şüpheyle bakmaya, tüm kural ve sınırları yıkmaya ve insanları ahlaki ve toplumsal sorumluluklarının “baskısından” azat etmeye çalıştı. Muğlak bir hümanizme yönelik özlem, kısa sürede saf ekonomik büyüme dışında hedeflenebilir en büyük doğru haline geldi.

Yirminci yüzyıl antifaşizmi ironik bir biçimde ateşli bir gayret ve büyük bir hoşgörüsüzlükle karakterize edilen büyük bir haçlı seferine dönüştü. “Bir daha asla” düsturunu en önemli önceliği yapan açık toplum ideolojisi, merkezine “en büyük erdem”den ziyade “ en azılı düşman”ı koydu.  Hitler’in tekil figürü sadece 20. yüzyıl zihninin arkasında pusuya yatmakla kalmadı; bilinçaltına hükmederek, insanlığı yeni kötülüklere sürüklemekle tehdit eden bir tür seküler Şeytan haline geldi. Bu durum, açık toplum için dinlerden bağımsız bir varoluş nedeni ve savaş sonrası liberal düzeni yarattı: Bir türlü ölemeyen Führer’in dirilişini önlemek.

Bu önleme doktrini, açık toplum değerlerinin her koşulda kapalı toplum değerlerine üstün gelmesini sağlamaya muazzam bir ahlaki ağırlık vermektedir. Tek seçeneğin “açık toplum ya da Auschwitz” olduğu varsayılırsa, kapalı toplumun algılanan değerlerine sıfır tolerans göstermek işlevsel olarak ahlaki bir emirdir. Sekülerleşmeden cinsel devrime ve LGBTQ haklarına, göçmenlerin serbest dolaşımına kadar toplumsal açılımın ve bireysel özgürleşmenin olası herhangi bir yönünün önünde durmak, Hitler’in işini yapmak ve faşizmin geri dönüşünü kolaylaştırma riskini almaktır (ilgili konu gerçek faşizmden ne kadar uzak olursa olsun). Reno’nun deyimiyle “yasaklamanın yasak olduğu”, açık toplumun tek dokunulmaz kuralı olarak tesis edildi. Böylece, toplumları daha da açma projesine aykırı herhangi bir fikrin dile getirilmesinin ahlaki bir kötülük olarak yasaklandığı katı yeni bir kültürel ortodoksi pekiştirildi. Tam bir içerme, katı bir dışlamayı gerektiriyordu. Bu dogmaya bugün politik doğruculuk olarak aşinayız.

Soğuk Savaşın bitimi açık toplum konsensusunu aşırı bir hızda harekete geçirdi. Gayretlerini azaltmak bir yana, açık toplum ideolojisinin tek gerçek rakibi olan Sovyet komünizminin çöküşü, açık toplumun ahlaki ve pratik üstünlüğünü ve Soğuk Savaş sonrası düzenin tüm dünyanın onun imgesinde yeniden inşa edilebileceği ve edilmesi gerektiği inancını doğrulamış gibi görünüyordu, tarihin sonunu müjdeliyordu.

Açıklık için düzenlenen haçlı seferinin tüm ulusları özgürlük, refah ve barış adı altında parçalamak gibi bir görevi vardı. Bu inanç, 11 Eylül saldırılarıyla daha da güçlendi. Bu durum, varoluşunu sürdüren en ufak bir bağnazlığın tüm hoşgörüye ve açık fikirliliğe karşı tehdit oluşturduğu retoriğini güçlendirdi. Christopher Caldwell’in Reflections on the Revolution in Europe [Avrupa’da Devrim üzerine Düşünceler] adlı kitabında alıntılanan savaş yanlısı bir siyasetçinin kısa bir süre sonra ifade ettiği gibi, “Yeni misyonumuzun ülkelerimizin sınırlarını değil, nezaket ve insan haklarını savunmak olduğu sınırsız bir dünyada yaşıyoruz.” 

USAID’in Sırp işyerlerinde DEI’yi [çeşitlik, eşitlik ve kapsayıcılık] geliştirmek için neden 1,5 milyon dolar, Nepal’de “ateizmi yaymak” için 500.000 dolar ya da Sri Lankalı gazetecileri “ikili cinsiyetçi dilden” kaçınmaları konusunda eğitmek için 7,9 milyon dolar harcadığını merak ediyorsanız, işte nedeni budur. ABD hükümetinin ABD göçmenlik yasasını çiğnemeye ve açık sınır göçünü kolaylaştırmaya adanmış “hayır kurumlarını” finanse etmek için milyonlar akıtmasının nedeni de aynıdır: zombi Hitler’i durdurmak için kapalı topluma karşı iyi bir mücadele verdiklerine inanıyorlardı. Onlarca yıldır, itiraz eden herkesin otomatik olarak gerçek bir faşist olarak etiketlenmesinin nedeni de tam olarak bu.

Bu arada, açık toplum konsensüsünün gelişimi dünya üzerindeki idari devletlerin gelişimi ve demokratik öz yönetişimi tıkamasıyla paralel gitmiştir. Burada doğrudan ve kasıtlı olarak var olan bir bağlantıdan söz edebiliriz.  Carl Schmitt’in yirminci yüzyılın başlarında belirttiği gibi, liberalizmin “esas dürtüsü” politik olanın “etkisizleştirilmesi” ve “depolitizasyonudur”; yani, çatışma korkusuyla politikadan tüm temel çekişmeleri çıkarma girişimi, politik olanı sadece yönetsel idareye indirgemektir. Siyasal olanın siyasetten bu şekilde çıkarılması, savaş sonrası projenin yapısal amaçlarının merkezinde yer alıyordu. Tıpkı Schmitt’in öngördüğü gibi amaç, bürokratik süreçler, hukuki kararlar ve uzman teknokratik komisyonlar gibi sözde tarafsız mekanizmaların güçlendirilmesi yoluyla siyasetin bir makinenin daha güvenli, daha öngörülebilir hareketlerine indirgeneceği bir “teknisite çağı” aracılığıyla sürekli barışa ulaşmak oldu. 

Özellikle faşizm eğilimli demokratik kitleler tarafından, gerçek siyasi sorunlar üzerine yapılan kamuoyu çekişmeleri artık izin verilmesi tehlikeli şeylerden biri gibi görünüyordu. Açık toplumun savaş sonrası düzeni, bunun yerine yönetişimi bilimsel yönetimle sağlamayı, politik arenayı bir “sonuçları sosyal mühendislikle test edilen bir sosyal teknoloji” haline getirmeyi amaçladı, Popper’ın dediği gibi. Bu makinenin işletilmesi, Popper’ın ifadesiyle, özenle seçilmiş ve eğitilmiş bir “kurumsal teknoloji uzmanları” kadrosuyla sınırlandırıldı.

Trump yönetiminin ve Elon Musk’ın günümüzde ortadan kaldırmaya çalıştığı Amerikan “derin devleti” de dahil olmak üzere, modern yönetim rejimlerimizin büyük genişlemesi böylece gerçekleşti.

Hesap vermeyen bürokrasilerden oluşan geniş daimi idari devletlerle karakterize edilen bu tür rejimler, toplum mühendisliği, ikiyüzlülük, sahte merhamet, sözde tarafsız süreçlerin manipülasyonu ve riskten kaçınma konusunda eğitimli teknokratlardan oluşan oligarşik bir elit sınıf tarafından yönetilmektedir. Propaganda ve sansür yoluyla kamuoyunun titizlikle yönetilmesi de bu tür rejimlerde özellikle temel bir öncelik haline gelmiştir; amaç hem demokratik sonuçları kısıtlamak (“demokrasiyi” kitlelere karşı savunmak) hem de iç çatışmaları önlemek amacıyla tartışmalı ancak temel siyasi meselelerin (kitlesel göç politikaları gibi) kamuoyunda ciddi bir şekilde tartışılmasını genel olarak engellemektir. Depolitizasyona yönelik bu yönetsel dürtü ulusal düzeyle de sınırlı değildi. Tüm siyasi çekişmelerin yarı-emperyal uluslar-üstü yapılar (BM ve AB gibi) tarafından yönetileceği ve devletler arasındaki savaşın barbar geçmişin bir kalıntısı haline geleceği “kurallara dayalı liberal bir uluslararası düzenin” yaratılması, savaş sonrası Batı hedeflerinin zirvesiydi. ABD ve müttefiklerinin askeri gücüyle desteklenen bu yeni uluslararası düzen, izinsiz çatışmalara sıfır tolerans gösterecek, dünyayı depolitize edecek ve açık toplumların barış içinde gelişmesine izin verecekti.

Uzun yirminci yüzyıl, birbiriyle bağlantılı bu üç savaş sonrası projeyle birlikte karakterize edildi: normların ve sınırların yok edilmesiyle beraber hızlı bir şekilde açık hale gelen toplumlar, idari devletin konsolidasyonu ve uluslararası düzene hakim liberal paradigma. Bu sistem kurulduğunda bu üç projenin dünya üzerindeki barışı ve insanlığın iyiye doğru gidişini sağlayacağı umuluyordu.

Bunun zayıf, tutkusuz, demokratik olmayan, teknokratik rasyonalizmin karmaşık bir şekilde yönetildiği bir dünya olması, savaş sonrası konsensüsün yapmaya razı olduğu bir fedakarlıktı.

Ancak bu rüya gerçekleşmedi, çünkü güçlü tanrılar ölmeyi reddetti.

Tanrıların geri gelişi

Mary Harrington kısa bir süre önce Trump devriminin siyasi olduğu kadar arketipik de göründüğünü gözlemlemiş ve “Elon Musk ve onun genç tekno-kankalarından oluşan ‘savaş grubu’nun yerleşik bürokrasiyi ortadan kaldırmaya yönelik son çalışmalarına yönelik genel olarak coşkulu erkek tepkisinin”, “arketipik olarak, amacı eril kahramanlığın yok edilmesi olan geniş, pis bir düşmana karşı savaşmak olarak anlaşılabilecek” şeyin bir yansıması olduğunu belirtmiştir. Bu eril yansımalı tumotik [tanınma arzusu sahibi] vitalizm [yaşamcılık] ruhu Uzun Yirminci Yüzyıl boyunca bastırılmıştı ama şimdi geri döndü. Ve bu, ona göre, “prosedürel, idari bir medeniyetin kendi içinde korkunçluklara yer bırakmadığı” anlamına gelmiyordu. Dolayısıyla şimdi “kahraman, kral, savaşçı ve korsan gibi figürlerin, hatta çeşitli anti-kahramanların kamuoyuna geri dönüşünü gerçek zamanlı olarak izliyoruz.”

Ütopik bir barış ve ilerleme sağlayacakları yerde, açık toplumun zayıf tanrıları medeniyet üzerinde bir çözünüm ve umutsuzluk yarattı. İstendiği gibi, tarihin güçlü tanrıları yasaklanmış, dini gelenekler ve ahlak çürümüş, komüne yönelik sadıklık ve yasaklar zayıflamış, farklılıklar ve sınırlar yok edilmiş ve öz yönetişim disiplini tepeden inme teknokratik yönetim karşısında pes etmişti.  Şaşırtıcı olmayan bir şekilde bu durum, açık olmayan, hayalperest olmayan toplumlardan gelen dış tehditlere karşı savunmak bir yana, kendilerini bir arada tutma gücünden yoksun ulus-devletlere ve daha geniş bir medeniyete yol açtı. Kısacası, savaş sonrası açık toplum konsensüsü tarafından sürdürülen radikal kendini reddetme kampanyası, işlevsel olarak Batı dünyasının liberal demokrasileri tarafından kolektif bir intihar anlaşmasına dönüştü.

Ancak, son yirmi yılda gerçekler ortaya çıkmaya başlayınca, açık toplumun belirsiz vaatlerine inanan insan sayısı gitgide azaldı. Özellikle eskiyen takıntılarından en çok zarar gören ve bunlardan uzaklaşan gençler ve işçi sınıfı arasında bir reaksiyon baş gösterdi. Bugün Batı’da “popülizm”in gitgide popülerleşmesi ulus kimliğiyle toplumu birleştiren, ulusal davalar yaratan, şeffaf ve herkesçe kabul edilen doğrular yaratıp bu bağlamda insanları bir arada tutan güçlü tanrıların yok edilmesine ve yerlerine başka şeyler koyulmasına yönelik çabaya karşı demokratik bir direnç olarak daha iyi anlaşılabilir.

Günümüz popülizmi, on yıllardır süregelen elit ihanetine ve berbat yönetime karşı bir tepkiden çok daha fazlasıdır; uzun süredir ertelenen eylem için, prosedürel idareciliğin dayattığı boğucu uyuşukluktan kurtulmak ve kolektif hayatta kalma ve kişisel çıkar için tutkuyla mücadele etmek için derin, bastırılmış bir duygusal arzudur. Bu, politik olanın politikaya dönüşüdür. Bu, ulusal ve uygarlıksal öz-değer duygusu da dahil olmak üzere eski erdemlerin yeniden tesis edilmesini gerektirir. Bu da 1945’ten bu yana Batı zihnini etkisi altına alan patolojik “suçluluk tiranlığının” reddedilmesini gerektirir. Sonu gelmeyen histerik “faşizm” suçlamalarının gücü yavaş yavaş azalırken, iyi ya da kötü, Hitler Çağı’nın sonuna tanıklık etmeye başladık.

O halde enerjik ulusal popülizm, yirminci yüzyılın tüm temel saplantı ve taleplerinin ve bu yüzyıla hakim olan açık toplum konsensüsünün reddidir. Ahlaki ve siyasi idealler olarak gösterilen zayıflık, hoşgörü ve sıkıcı evrenselci faydacılığın tutkusuz saltanatı sona eriyor gibi görünüyor. Bu da Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlı demokrasisinin de nihayet ölmekte olduğu anlamına geliyor. Trump tüm küstahlığıyla işte bunu temsil ediyor: güçlü tanrılar sürgünden kaçıp Amerika’ya döndüler ve yirmi birinci yüzyılı da peşlerinden sürüklüyorlar.

Yeni yüzyılın başlangıcı

Trump bir eylem adamıdır, bir konu üzerine aşırı kafa yoran biri değildir ve risklere karşı yüksek bir toleransa sahiptir. İçgüdüseldir, akılcı değil. Sadakate önem verir ve hassas bir haysiyet duygusuna sahiptir. Ortak doğruları bu konularda hassas olan insanları tetikleyip tetiklemeyeceğini önemsemeden dile getirir. Bitmeyen diyaloglara veya formalite prosedürlere karşı ufak bir sabrı vardır. Koyu bir milliyetçi olarak, Amerika’nın çıkarları için ortaya güç koymaktan ve bu çıkarları diğer tüm çıkarların önüne koymaktan çekinmez. Bir başka deyişle, o popülist ayaklanmanın sebebi veya belirtisi değildir ancak eski düzeni alt üst eden eski isyankar dünya ruhunun somut bir örneğidir.

İkinci Trump yönetiminin politikaları zamanın ruhunu yansıtan nitelikte. Onun yürütmedeki yıldırım harekatı doğrudan Uzun Yirminci Yüzyılın üç temel direğine saldırdı: ulusun sınırlarını kapatmak ve devleti açık toplum ortodoksluğunun son ideolojik evriminden (“Çeşitlilik, Eşitlik, Kapsayıcılık”) arındırırken daha geniş kültüre de aynı şeyi yapması için ilham vermek; seçilmiş Yürütmenin korunaklı prosedüralist (yani demokratik olarak kontrol edilemez ve hesap verilemez) bürokrasi üzerindeki doğrudan, kişisel kontrolünü onaylamak da dahil olmak üzere yönetimsel devleti parçalamak için harekete geçmek; ve uluslararası alanda da liberal prosedüralizmi reddederek ulusal çıkarları “uluslararası düzenin” çıkarlarının önüne koyarak otomatik olarak küresel kural koyuculuk ve uygulayıcılık rolünü reddetmek.

Bu eylemin cüretkârlığı, partizan siyasi oyunbazlıktan daha fazlasını yansıtmaktadır: kendi içinde eski paradigmanın durağanlığının altüst oluşunu temsil etmektedir; artık yeniden “sadece bir şeyler yapabilirsiniz”. Bu zihniyet, FDR ve devrimci hükümetinin ülkeyi yeniden şekillendirip modern yönetim devletini kurmasından bu yana Amerika’da görülmemişti; İkinci Dünya Savaşının sonundan bu yana hiç kimse onun yarattığı makineyi sarsmaya cesaret edememişti. Şimdi Trump yaptı.

Dışarıda ve Washington’da bu atılgan tavır endişe ve kafa karışıklığına neden oldu. (“Trump neden Meksika’yı işgal etmekle, Kanada’ya kabadayılık taslamakla ve bir NATO müttefiki olan Grönland’ı ilhak etmekle tehdit ediyor? Onun bir izolasyonist olması gerekmiyor muydu?”) Aslında Trump’ın tüm eylemlerinin ardında yatan prensip çok açık: Statükocu liberal uluslararası düzeni kendi iyiliği için korumayı ya da uluslararası hukuk gibi kibar kurgulara bağlı kalmayı çok fazla önemsemek yerine, Amerikan gücünü ulusun yararına olabilecek şekilde kullanmaya istekli. Görünüşe göre dünya sahnesinde de “sadece bir şeyler yapabilirsiniz” düsturunu benimsiyor. Diplomasi ve ittifaklar mantıksal olarak sadece Amerika’ya fayda sağladıkları ölçüde değerli görülüyor. Aslında “Önce Amerika” her zaman bu anlama gelmiştir. Bu şekilde Trump Doktrini basitçe nevrotik, çatışmadan kaçınan savaş sonrası konsensüsün reddedilmesi ve Andrew Jackson, William McKinley ya da Teddy Roosevelt gibi başkanların tarzında, standart güçlü, Batı Yarımküre odaklı, yirminci yüzyıl öncesi Amerikan dış politikasının yeniden tesis edilmesidir.

Yeni Genel Sekreter Rubio Amerikan liderliğindeki liberal uluslararası düzeni “Soğuk Savaş sonrasının ürünü olan bir anomali” olarak nitelendiriyor ve şunları da ekliyor: “Sonunda tekrar çok kutuplu bir dünyaya ulaşıyoruz. Gezegenin her yerinden farklı süper güçlerin barındığı bir dünya.” 

Ulus egemenliği ve global rekabetin dirilişi dünya genelinde güçlü tanrıların geri dönüşünü işaret ediyor. Macaristan’ın muhafazakar-milliyetçi başbakanı Viktor Orbán’ın kısa süre önce Avrupalı popülistlerin bir araya geldiği bir toplantıda ifade ettiği gibi, “Dostumuz Trump, Trump kasırgası, sadece birkaç hafta içinde dünyayı değiştirdi. Bir dönem sona erdi. Bugün herkes geleceğin biz olduğumuzu görüyor.”

Dolayısıyla yüzeysel bir bakışla Trump devriminin havası, bireysel özgürlük ve “açgözlülük iyidir” serbest piyasa zihniyetiyle 1990’lardaki liberteryenizme geri dönüş olarak algılanabilirse de, Trump bundan çok daha önemli bir değişimi temsil ediyor: bir asırdan fazla geriye, ya da daha doğrusu ileriye. Küreselci neoliberalizm, müdahaleci tek dünya enternasyonalizmi ve 90’ların açık toplumunun naif sosyal ilerlemeciliği öldü ve gitti. Silikon Vadisi’nin sağ kanat ilericileri ile kurduğu siyasi ittifaka rağmen, Trump’ın yeni dünyası gerçek anlamda belirgin bir şekilde post-liberaldir.

Gerici kalıntılar

O halde Trump’ın Uzun Yirminci Yüzyıl’ın yaşlanan aristokrasisini neden bu kadar dehşete düşürdüğüne şaşmamak gerekir: Onlar her şeyden önce, tüm ahlaki ve siyasi dünya inşası projelerini engellemek için yürüttükleri güçlü tanrıların geri dönüşünden korkuyorlar.

Örneğin, “Hıristiyan Milliyetçiliği”nin yakın tehlikesi hakkında giderek daha fazla paniğe kapılan uyarıların ortaya çıkışına dikkat edin. Bu iki güçlü tanrıyı –milliyetçilik ve din– bir araya getiren bir terimdir ve bu nedenle özellikle tetikleyici bir hayalettir. Bu aynı zamanda belli bir tür gevşek muhafazakarın Trump ve popülizm hakkında özel bir histeri sergilemesinin nedenidir. Bu tip gerçekten muhafazakârdır, çünkü hayattaki önceliği statükonun değişmesini engellemek, demokratik gücün meşru kullanımı da dâhil olmak üzere açık toplum konsensüsünü bozma riski taşıyan her türlü kararlı eylemi kınamaktır. Her ne kadar bu konsensüsün altını oyma riski taşıyan ilerici “aşırılıklara” karşı seçici bir anlaşmazlık dile getirse de, özünde böyle bir adam her şeyden önce yönetsel çekingenliğin zayıf tanrılarının hizmetkarıdır.

Hem sol hem sağ kanatta yer alan eski seçkinler, açık toplum ve değerlerine verdikleri ortak öncelik sayesinde seksen yıldır birleşmiş durumdalar. Dick Cheney gibi daha önce sağcı olarak kodlanmış figürlerin son seçimlerde siyasi solun yanında yer alması bazı Amerikalıları şaşırtmış olsa da şaşırtmamalıydı. Cheney açık toplum konsensüsünün radikal bir savunucusuydu: sadece yeni-muhafazakârlık biçiminde, açıklık müjdesini tüm dünyaya kılıç zoruyla dayatan Amerikan kilisesinin militanıydı. Bu yönüyle George Soros gibi amacını açıkça ortaya koyan aktivist bir kurum (Açık Toplum Vakfı) kuran ve bu kurumun geniş etki ağını Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki muhafazakar kültürleri yıkmak ve yapılarını bozmak için kullanan adanmış solculardan hiç de farklı değildi.

Her iki adamın da aynı Batı müesses nizamının güçlü evlatları olarak bunu yapmaları, bu müesses nizamı birleştiren şeyin açık toplum konsensüsü olduğu düşünüldüğünde, çelişkili değil tamamen mantıklıdır. 1960’ların en radikal “karşı-kültürel” isyancıları bile, hedeflerinin savaş sonrası müesses nizamın hedefleriyle aynı olduğu göz önüne alındığında, gerçekte böyle bir şey değildi: toplumun açılmasını aşamalı olarak ilerletmek. Sadece değişimin hızı konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi ve müesses nizam kısa süre içinde bu heveslerine uyum sağlayarak onları da bünyesine kattı.

Trump ve popülist-milliyetçi hareketler, başlangıcından bu yana bu konsensüsten ilk gerçek kopuştur. Çok farklı bir dünyanın gelişini müjdeliyorlar.

Yeni dünyanın kapıları aralanıyor

“Açıklık” fetişine karşın, savaş sonrası açık toplum dünyası her zaman kendi tarzında sıkı sıkıya kapalı ve boğucu bir yer olmuştur. Bu dünya insan doğasından şüphe edilen, onun tehlikeli ve kontrol altına alınması ve baskılanması gereken, hatta daha iyisi onun güvenilir bir makine gibi risksiz bir şekilde çalışacak şekilde yeniden yapılandırılması gerektiğine inanılan bir yerdi. İdeal bir özgürlük, eşitlik, akılcılık ve pasifliğin hayali, Ernst Jünger’in bir zamanlar dediği gibi, her zaman “hiçbir büyük kalbin atamayacağı ve hiçbir büyük ruhun nefes alamayacağı” bir dünya olmuştur.

Uzun Yirminci Yüzyılın başından beri Leo Strauss gibi açık görüşlü liberal düşünürler pasifize edilmiş, yöneten ve yönetileni olmayan bir gezegen gayesiyle “kapalı toplumun” gerçeklerini ve değerlerini yasaklamanın yalnızca, baş kaldırı, kan dökümü ve kendi kendini yok eden bireyler elde etmekten öteye gidemeyeceğini öngörmüşlerdi. Strauss’un da uyardığı gibi, açık toplum liberalizminin dogmatik yanlışlama anlayışı sadakat, görev bilinci, cesaret, kendini sevmek gibi toplumların hayatta kalıp devamlılıklarını sağlamak için bağlı olduğu değerleri zayıflatabilirdi. Matthew Rose’un akıllıca gözlemi gibi, Strauss, kapalı toplumun güçlü tanrılarının “ilerici görüşlüler için ne kadar tatsız olurlarsa olsunlar, sadece ata yadigarı değil, kalıcı gerçekler olduğunu” anlamıştır. Ve “onları onaylayamayan bir toplum, en az onları sorgulayamayan bir toplum kadar felakete davetiye çıkarır.”

Ancak bu tür uyarılar göz ardı edildi. Yirminci yüzyılın travmaları, milliyetçilik gibi fikirleri, hatta “biz” ve “onlar” arasındaki net ayrımları, ciddi bir şekilde tartışılması imkansız tabular haline getirdi. “Kapalı” ve ‘açık’ değerler arasında doğru dengeyi bulmanın sağlıklı bir toplumu sürdürmek için gerekli olduğu onlarca yıl boyunca dikkatle göz ardı edilen bir gerçekti.

Şimdi, devrimci reform anımızın canlandırıcı neo-romantizmi açık toplumun çürüyen duvarlarını ve koruma kulelerini yıkarken, güçlü tanrılar yine de gelişigüzel bir şekilde dünyaya geri çağrılıyor. Elbette geri dönüşleri gerçek riskleri de beraberinde getiriyor – gerçi asıl mesele riskin geri dönüşü. Güçlü tanrıların özelliği güçlü olmalarıdır, yani korkutucu ve tehlikeli olabilirler; tam da bu yüzden koruma ve savunma gücüne de sahiptirler. Bu gerekli güç ve canlılık yenilenmesinin toplumlarımıza uyumlu bir şekilde yeniden entegre edilip edilemeyeceği ya da dünyamızın yeniden çok daha büyük bir çekişme, tehlike ve savaş dönemine sürüklenip sürüklenmeyeceği açık bir soru olmaya devam etmektedir.

Ancak artık bu konuda fazla bir seçeneğimiz yok; güçlü tanrıların yenilenmesi öyle ya da böyle kaçınılmaz hale geldi. Artık yepyeni bir yüzyılda yaşıyoruz. Uzun Yirminci Yüzyıl, Batı’da bize miras bıraktığı dünyanın atomizasyon, kayıtsızlık, kendini inkâr ve küçük, kişisel olmayan zorbalığın tamamen sürdürülemez bir karışımı olduğunu kanıtladı. Toplumlarımız ya yeniden canlanma teklifini kabul edecek ya da yerlerini daha güçlü, daha ayakları yere basan ve uyumlu başka kültürlere bırakmak üzere yok olup gideceklerdir.

Reno’nun Güçlü Tanrıların Dönüşü kitabında haklı olarak belirttiği gibi, “Zamanımız –bu yüzyıl– açıklık ve ayrışma değil, sadakat ve dayanışma siyaseti için yalvarıyor. Daha fazla çeşitliliğe ve yeniliğe ihtiyacımız yok. Bir eve ihtiyacımız var.” Umarım hepimiz 21. Yüzyılda kendimize yeni birer ev bulabiliriz.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek  

Yayınlanma

The Economist dergisinde, gelişmiş ülkelerin içine girdiği demografi krizini ve olası sonuçlarını ele alan “Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek“* başlıklı bir makale yayımlandı. Sizler için çevirdik.

John Uwagboe 2008’de İskoçya’ya taşındığında birkaç hafta boyunca başka bir siyahi erkek görmedi. Nihayet Edinburgh sokaklarından birinde karşıdan gelen bir siyahi adam gördüğünde tanışmak için hemen onun yanına gitti. Tanışmalarıyla birlikte uzun zamandır kayıp arkadaşlar gibi kucaklaştılar, birlikte yemeğe gittiler. “Adam aslında Nijeryalı bile değildi,” diye hatırlıyor Uwagboe, “Ganalıydı!”

2001 yılında İskoçya’da yaşayan Afrikalı sayısı sadece 5.000 idi; yani büyük oranda beyaz olan nüfusun %0.1’ini oluşturuyorlardı. 2022 nüfus sayımına göre bu sayı 11 kattan fazla artmış durumda ve muhtemelen o zamandan beri daha da büyüdü. Uwagboe, eğitim için geldiği İskoçya’da önce bir bankada çalıştı, sonra kendi restoranını açtı. Şimdi sadece Edinburgh’daki Nijeryalılar için kurulmuş bir WhatsApp grubunda 3.000’den fazla üye olduğunu söylüyor. Katıldığı Pentekostal kilisesinin 10 şubesi var. “Kesin olan bir şey varsa, o da Afrikalıların gelmeye devam edeceğidir,” diyor.

Bu kulağa tuhaf gelebilir; Donald Trump göçmenleri sınır dışı ediyor, Avrupa’daki siyasetçiler yerelciliğe yöneliyor, medyada ise Afrika’dan gelen göçmenler çoğunlukla kaçak yollarla sızan teknelerde anlatılıyor. Oysa Afrikalıların büyük çoğunluğu yasal ve normalyollarla kıtayı terk ediyor. Bu tür göç, göçmen karşıtı söylemlerin yükselmesine rağmen artmaya devam etti ve muhtemelen önümüzdeki on yıllarda daha da artacak. Bu eğilim, hem göç alan ülkelerde hem de Afrika’da derin etkiler yaratacak.

Bu artış, Afrika’nın –dünyanın en genç ve en hızlı büyüyen kıtası– ile diğer tüm bölgeler arasındaki olağanüstü demografik ayrışmadan kaynaklanıyor. Afrika’da işgücü artarken, diğer birçok bölgede azalıyor. Bu nedenle, Cornell Üniversitesi’nden demograflar Kathryn Foster ve Matthew Hall “Göçün geleceği Afrika menşeli olacak” diyor.

Danışmanlık firması McKinsey’in bu yıl yayınladığı “yeni demografik gerçeklik” raporuna göre Amerika, Çin, Japonya, Güney Kore ve Avrupa ülkeleri dahil olmak üzere ilk dalga ülkelerin 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu (15-64 yaş) 340 milyon azalacak. Ortalama yaşam süresinin uzaması ve doğurganlık oranlarındaki büyük düşüş nedeniyle bu ülkelerde çalışma çağındaki kişi sayısının 65 yaş üstüne oranı 1997’de 7:1 iken, bugün 4:1’e geriledi. 2050’de bu oran 2:1’e düşecek.

İş Var, İşçi Yok

Benzer bir düşüş gelişmekte olan ülkelerde de yaşanıyor. BM’ye göre, 2060 yılına kadar Brezilya’da destek oranı 6.2:1’den 2.3:1’e, Vietnam’da ise 7.5:1’den 2.4:1’e düşecek. George Mason Üniversitesi’nden Michael Clemens, “Tarih boyunca bu kadar hızlı işgücü kaybı görülmedi” diyor.

Bunun istisnası Sahra Altı Afrika. Doğurganlık oranları burada da düşüyor ama yavaş ve yüksek bir seviyeden başlıyor. Bu bölge demografik geçişin daha başında. 2050’ye kadar çalışma çağındaki nüfusu yaklaşık 700 milyon artarak iki katına çıkacak. 2030 yılına kadar küresel işgücü piyasasına katılan her iki kişiden biri Sahra Altı Afrika’dan olacak.

Ancak bu insanlar kendi ülkelerinde iş bulmakta zorlanacak. Her yıl yaklaşık 15 milyon kişi işgücü piyasasına girerken, yalnızca 3 milyon formel iş yaratılıyor. Afrobarometer’ın yaptığı bir ankete göre, 24 Afrika ülkesinde halkın %47’si göç etmeyi düşündüğünü, %27’si ise bunu “ciddi şekilde düşündüğünü” belirtti. “Daha iyi iş fırsatları” en çok belirtilen neden oldu.

Göç eğilimleri, ülkelerin kişi başına düşen geliriyle karşılaştırıldığında çan eğrisi benzeri bir grafik oluşturur. Kişi başına düşen gelir yaklaşık 5.000 dolara ulaşınca göç artar, 10.000 dolarda zirveye ulaşır, sonra düşer. Yani çok fakir ülkelerde insanların gitmeye gücü yetmez, zengin ülkelerde ise ihtiyaç duymazlar. Orta gelirli ülkelerde ise hem istek hem imkan vardır.

Göçle özdeşleşen Meksika ve Filipinler gibi ülkeler artık bu zirveyi geçmiş durumda. Oysa Sahra Altı Afrika nüfusunun %94’ü (yaklaşık 1.1 milyar kişi), kişi başına gelirin 10.000 doların altında olduğu ülkelerde yaşıyor. “Afrika’dan göç durdurulamaz bir güç,” diyor Clemens.

Gerek Var Ama İstek Yok

Göçmen kabul eden ülkelerdeki siyaset ise bu güce karşı hareketsiz bir nesne gibi duruyor. Trump, Afrikalı göçmenler arasında popüler olan “çeşitlilik vizesini” askıya aldı. AB, Afrika’dan gelen yasa dışı göçü azaltmak için milyarlarca euro harcıyor. Eski İngiliz hükümeti, Ruanda’dan gelen göçmenleri kabul etmektense İngiltere’deki göçmenleri Ruanda’ya göndermeye daha hevesliydi.

Yerlilik savunusu, Afrika’dan göçü kısıtlayabilir. Ancak bu tür kısıtlamaların siyasi bedelleri olur. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi için hemşire ve doktor bulmak zorlaşır. Emek açığı ve sosyal güvenlik açıkları karşısında daha az tercih edilen önlemler (emeklilik yaşını yükseltmek gibi) gündeme gelir. İtalya Başbakanı Giorgia Meloni seçim kampanyasında göçü azaltacağını vadetti, fakat iktidara geldikten sonra AB dışı ülkelere verilen çalışma vizesi sayısını artırdı. Brexit sonrası İngiltere’de net göç oranı yükseldi. Zengin ülkeler işgücü açığını kapatmak istiyorsa, bunu en çok Afrikalılarla yapacak.

Zaten Yapıyorlar

2024’te, BM verilerine göre 45 milyon Afrikalı ülkesi dışında yaşıyor. Bu, küresel göçmen nüfusunun %15’i. 1990’da bu oran %13’tü. O dönem Afrikalı göçmenlerin yalnızca %35’i Afrika dışındaydı; bugün bu oran %45. Yani Afrika dışındaki Afrikalı göçmen sayısı 1990’dan bu yana üç katına çıkarak 20.7 milyona ulaştı. Bu, Hindistan dışındaki Hintlilerden (18.5 milyon) ve Çin dışındaki Çinlilerden (11.7 milyon) fazla.

Avrupa’daki Afrikalı göçmen sayısı 1990’da 4 milyonken, 2024’te 10.6 milyona çıktı. Fransa’da 4 milyon, İngiltere’de 1 milyon Afrikalı göçmen var. Yeni gelenler, sömürge dönemine dayanan eski diasporalara katılıyor. Daha önce gelenlerin çocukları İngiltere’de sınavlarda ortalamanın üstünde başarı gösteriyor. Özellikle Britanyalı Nijeryalılar spor (rugby kaptanı Maro Itoje), iş dünyası ve siyasette (Muhafazakar Parti lideri Kemi Badenoch) öne çıkıyor.

Afrikalılar artık sadece doktor ya da mühendis olarak değil; bakım evlerinde çalışmak gibi daha mütevazı işler için de geliyor. 2023’te İngiltere’deki bakım evlerinde çalışan yabancı uyruklular arasında Nijeryalılar ilk sıradaydı. Zimbabwe ve Gana’dan da on binlerce kişi bu tür işlerde çalışıyor.

Yeni Azınlık

Son on yılda Amerika, Sahra Altı Afrika’dan en çok göç alan ülke olarak Fransa’nın önüne geçti. 1960’ta Afrika kökenliler toplam göçmenlerin %1’inden azını oluştururken, 2020’de bu oran %11 oldu. 1990-2020 arasında Amerika’ya gelen Afrikalı sayısı, köle ticareti dönemindekinden dört kat fazla.

Columbia Üniversitesi’nden Neeraj Kaushal’ın yakında çıkacak kitabı, “Amerika’nın geleceği Kara Afrika’da” tezini işliyor. Nijerya, Etiyopya, Gana ve Kenya diasporaları, 1980’deki Hint diasporasıyla aynı büyüklükte. Hintli göçmen nüfusu o zamandan beri 13 kat arttı. Benzer bir artış, 2060’a kadar bu dört Afrika diasporasından 10 milyon yeni göçmen anlamına gelir.

Kaushal, Trump döneminde bazı kısıtlamalar getirilse de uzun vadede Amerika göçmen ülkesi olarak kalmak istiyorsa, Afrika’nın en büyük kaynak olacağını savunuyor. Zira Afrika’dan gelen göçmenler hem eğitimli hem çalışkan: Nijeryalı Amerikalıların %64’ü üniversite mezunu. Amerika genelinde bu oran %33. Ayrıca iş gücüne katılım oranları da ortalamanın üstünde.

Göçmenler o kadar başarılı ki bazı Afro-Amerikalı akademisyenler, çocuklarının pozitif ayrımcılık uygulamalarından faydalanmaması gerektiğini savunuyor. Yeni gelenler “Afrikalı-Amerikalı” kavramını da dönüştürüyor. Atlanta’daki Kongo Koalisyonu’ndan Carl Kananda, “Ben Afrikalıyım. Amerika’ya gelene kadar siyah olduğumu öğrenmemiştim” diyor.

Batı Dışında da Varlar

2024 itibariyle, Körfez İşbirliği Konseyi ülkelerinde 4.7 milyon Afrikalı göçmen var; bu rakam 1990’dan beri üç katına çıktı. Suudi Arabistan, Kenya’ya en fazla döviz gönderen ikinci ülke. Ancak Körfez’deki Afrikalı işçiler çoğu zaman kötü muamele görüyor. Kenya’dan gidenlerin %99’u patronlarından kötü muamele gördüğünü söylüyor. Uganda’da aktivist Marie Mwiza, kadın hizmetçilerin “domates çuvalı gibi” görüldüğünü söylüyor.

Yine de pek çok kişi gitmeye devam ediyor. Uganda’da çalışan Steven Nuwuguba Katar’da zorlu koşullarda çalıştı ama ülkesiyle kıyasla yüksek kazanç elde etti. Birçok kişi bu gelirle iş kurabiliyor.

Afrikalılar Çin’de de var. Nijeryalılar, Endonezyalılardan fazla; Güney Afrikalılar neredeyse Taylandlılar kadar. Yiwu ve Guangzhou gibi şehirlerde binlerce Afrikalı ticaret yapıyor. 2018’de Çin’deki Afrikalı öğrenci sayısı 80.000’di; bu sayı Amerika’daki Afrikalı öğrenci sayısından daha fazlaydı.

Afrika İçin Etkileri

Göç, “beyin göçü” korkularını da beraberinde getiriyor. Ancak Kamerunlu ekonomist Narcisse Cha’Ngom’a göre bu daha karmaşık. Evet, nitelikli iş gücü, tüketim ve vergi tabanı kaybediliyor. Ama göçmenlerin gönderdiği döviz, doğrudan yatırımlardan ve yardımlardan fazla. Göç ihtimali, ülkede eğitime olan talebi bile artırıyor.

Cha’Ngom’un 2023 tarihli çalışmasına göre, göç veren ülkelerin çoğu, kişi başına düşen GSYİH açısından göçten net fayda sağlıyor. Ancak bu faydayı artırmak için doğru politikalar gerekiyor. Filipinler hemşire ihracını sağlık eğitimiyle eşleştirdi. Hindistan, göçmenlerini ülkeye beceri ve sermaye getirmeye teşvik ediyor.

Afrika ülkeleri de benzer politikalar geliştiriyor. Kenya, Almanya ile mesleki eğitim ve dil kurslarını içeren bir göç anlaşması yaptı. Hedefleri, yılda 1 milyon Kenyalıyı yurt dışına göndermek. Etiyopya ve Tanzanya da benzer girişimlerde bulunuyor.

Yine de pek çok Afrikalı hükümetlerinin bu fırsatı doğru kullanabileceğine inanmıyor. İşçi ihracatı yapan şirketlerin siyasi elitlere ait olması kuşkuları artırıyor. Ancak yurt dışında şansını denemek isteyen genç Afrikalılar için bu durum pek caydırıcı değil.

Afrikalıların işe ihtiyacı var; dünyanın da işçiye. Bu çıkar birliği büyük bir fırsat. Yeter ki her iki taraf da bu fırsatı değerlendirmeyi bilsin.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English