Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Bidenomics’: Ya seve seve, ya zorla

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale Financial Times’ın ABD Yazı İşleri Kurulu Başkanı Gillian Tett imzasıyla yayınlandı. Tett, tartışma yaratan ve yine Financial Times’ta iki karşı mektup ile cevaplanan (bakınız ve bakınız) yazısında, biraz ‘tatlı-sert’, hatta aba altından sopa gösteren bir tavırla, Biden yönetiminin yeni iktisadi politikasının (‘Bidenomics’) daha uzun sürede bizimle kalacağını ve ABD’nin (ve dünyanın) çehresini değiştireceğini iddia ediyor; bununla uyum sağlamada ayak direyen ‘yatırımcılara’ da ‘tarihin zoru’ hatırlatmasını yapıyor. Devletin ekonomiye yön vermesi, altyapıda dönüşüm, Yeşil Mutabakat, yeni sanayileşme için gerekli işçilerin eğitilmesi ve ‘mali seçkinler’in saltanatının sallanması bu alet çantasının içinde yer almaktadır. İşin ilginç yanı, Tett bu sürecin Donald Trump ile başladığını kabul etmektedir. ABD’nin ‘yeni merkantilizm’e bu dönüşü, ‘başkanlar üstü’ bir süreç olacağa benzemektedir. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Yatırımcılar tarihin sarkacının Bidenomics’e doğru salındığını fark etmeli

Gillian Tett
Financial Times
29 Haziran 2023

İki yüzyıl önce, ‘Hegel diyalektiği’ kavramı batı felsefesinde fikirlerin tarihteki gelişimini açıklama girişimi olarak ortaya çıktı. Alman filozof GWF Hegel, herhangi bir yeni fikrin (ya da ‘tezin’) tarihsel sarkaç sallanırken bir reaksiyona (‘antitez’) yol açtığını ve ardından bir ‘sentez’ ortaya çıkardığını öne sürmüştür.

Başkan Joe Biden 2024 seçimlerine hazırlanırken Amerika’yı izleyenler bu konu üzerinde düşünmelidir. 40 yıldan uzun bir süre önce Ronald Reagan serbest piyasa ve serbest ticaret politikalarına doğru bir politika değişikliğini benimsedi. ‘Reaganomics’ olarak bilinen bu politika, piyasalar ve ticaret için paternalist devlet rehberliğini teşvik eden önceki savaş sonrası konsensüse karşı tanımlanmıştı.

Şimdi bir başka Hegelci ‘antitez’ şekilleniyor. Çarşamba günü Biden bir konuşma yaptı ve ilk kez açıkça ‘Bidenomics’ terimini benimseyerek ‘Amerika’nın orta sınıfını onlarca yıldır başarısızlığa uğratan … damlama ekonomisi –diğer bir deyişle Reaganomics– olarak adlandırılan ekonomik teoriden temel bir kopuşu’ tanımladı.

Daha spesifik olarak Biden, sanayi politikasına ve piyasalar için hükümet gözetimine yeni bir odaklanma ile ‘ekonomiyi sadece yukarıdan aşağıya değil, merkezden dışarıya ve aşağıdan yukarıya doğru büyüten bir ekonomi’ yaratmak için ‘Amerika’da akıllı yatırımları’ benimsedi.

Böyle bir dil şüphesiz bazı yatırımcıları ürkütecektir. Ne de olsa mali seçkinler, Biden’ın şimdi reddetmeye çalıştığı Reaganist uygulamadan fayda sağlamışlardır. Ve ekonomiyi ‘merkezden dışa doğru’ büyütmek gibi ifadeler kulağa ya rahatsız edici derecede muğlak ya da siyasi bir duruş gibi gelme eğilimindedir.

Beyaz Saray’ın iş ve finans dünyası ile mesajlaşması da ince bir sosyal örüntü nedeniyle karmaşıklaştı: Son yıllarda Bidenomics’i geliştiren ekonomistler, son Demokrat yönetimlere hakim olanlardan farklı bir profesyonel kesimden geliyor.

Eski Hazine Bakanı Robert Rubin’in üzerlerinde büyük etkisi olduğu için bazen ‘Rubin grubu’ olarak adlandırdığım bu ikinci grubun Wall Street ile yakın bağları vardı. Bu da yatırımcıların ve yöneticilerin onların düşüncelerini anlamalarını kolaylaştırıyordu (ve bunun tersi de geçerliydi). Biden’ın grubu aynı yakınlığa sahip değil ve bu da bir iletişim boşluğu yaratıyor.

Fakat artık ‘Bidenomics’ terimi resmen kullanılmaya başlandığına göre, dışarıdan bakanların çok dikkatli olması gerekiyor. Bu haftaki konuşmada yatırımcıların anlaması gereken beş kilit nokta var.

Birincisi, bu politikalar öncelikle 2024’ten önce kısa vadeli bir ekonomik canlanma sağlamaya odaklanmıyor; daha uzun vadeli yapısal bir sıfırlamayı [reset] hedefliyorlar. Ya da Biden’ın danışmanlarından Heather Boushey’in bu hafta bana söylediği gibi, bu ‘şimdi çok sayıda iş yaratmak değil, gelecekte bunu yapmak için bir yol’ ile ilgili.

İkinci olarak, Reaganomics’in bu reddi, pratik girişimlerden oluşan karışık bir torbaya dönüşmektedir. Bunlar arasında yeşil inovasyonun sübvanse edilmesi, altyapı yatırımlarının benimsenmesi, şirketlerin tekel gücünün sınırlandırılması, işçilerin yeniden eğitilmesi ve ‘Önce Amerika’ ticaret politikasının uygulanmasıyla kritik tedarik zincirlerinin desteklenmesine yönelik tedbirler yer almaktadır.

Üçüncüsü, Bidenomics batıdaki daha geniş bir zeitgeist [zamanın ruhu] değişiminin nedeni olduğu kadar semptomudur da. Fikirlerinin birçoğu on yıldır çevresel, sosyal ve yönetişim hareketi içinde fokurdayıp durmaktadır. Daha da çarpıcı olanı, Biden’dan önce Donald Trump yönetimi ‘Önce Amerika’ ticaret politikalarını ve ulusal güvenlik gerekçesiyle tedarik zincirlerine devlet müdahalesi fikrini benimsemeye başlamıştı.

Reagan’ın mirası göz önüne alındığında bu garip görünebilir, ta ki ikinci dünya savaşından sonra Cumhuriyetçi bir başkan olan Dwight Eisenhower’ın da sanayi politikasını benimsediğini hatırlayana kadar. Nitekim eski Para Birimi Denetçisi Gene Ludwig, Bidenomics’i ‘iş dünyası ve piyasalar ile hükümet arasında ortak bir bağın olduğu’ Eisenhower döneminin ‘geleceğe dönüş’ yankısı olarak görüyor.

Dördüncüsü, Bidenomics yayılıyor. En önemlisi, İngiltere’nin muhalefetteki İşçi Partisi liderleri bu platformu inceliyor ve kendi manifestoları için potansiyel bir plan olarak görüyorlar.

Beşinci olarak, Bidenomics’in kesin hatları hâlâ tanımlanıyor olsa bile, politika değişikliği şimdiden somut ekonomik sürprizler üretiyor ve bunların çoğalması muhtemel. Geçen yıl Enflasyonu Düşürme Yasası’nın beklenmedik bir şekilde yürürlüğe girmesine ya da imalat yatırımlarının (aynı şekilde beklenmedik bir şekilde) son iki yılda neredeyse iki katına çıkmasına bir bakın.

Elbette bu sarkaç salınımının devam edeceğinin bir garantisi yok; bir kere Amerikalı seçmenlerin üçte ikisi Biden’ın geçmişte ekonomiyi ele alışını onaylamıyor (her ne kadar Bidenomics’in geleceğiyle ilgili olması gerekmeyen nedenlerle de olsa).

Dahası, Demokratlar gelecek yılki seçimleri kazansa bile, tahvil piyasaları Biden’ın fikirlerinden korkabilir, özellikle de bu fikirler artan devlet borcu karşısında daha fazla kamu harcaması gerektiriyorsa. Bir de yeniden sanayileşme politikalarının ve korumacılığın enflasyonist olacağı yönündeki (haklı) endişeler var.

Fakat, Hegel’in de belirttiği gibi, tarihte sarkaç salınımları meydana geldiğinde, nadiren hızlı bir şekilde geri dönerler. ‘Bidenomics’ ifadesinin bir süre için zeitgeist’ı şekillendirebileceğinden ve hatta Biden’ın siyasi kariyerinden daha uzun süre dayanabileceğine inanıyorum. Amerikan politika yapımının yeni (eski) dünyasına hoş geldiniz. Yatırımcılar kendilerini tehlikeye atarak bunu görmezden geliyorlar.

DÜNYA BASINI

Vali Nasr: ‘İran’ın füze saldırısı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi’

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İran’ın İsrail saldırganlığına karşı neden şimdi yanıt verdiğini açıklamaya çalışıyor. Tahran’ı bu saldırıya iten sebepleri ve olası sonuçları değerlendiren makalenin yazarına göre saldırı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi. Tahran’ın hesabının ABD’nin bölgesel savaş istememesine dayandığını savunan yazara göre sonuç, İran’ın düşündüğünden farklı gelişebilir.

***

İran Neyi Kanıtlamaya Çalışıyor?

Tahran’daki liderler, Washington’un bölgesel bir çatışmayı önlemek için İsrail’i dizginleyeceğine inanıyor.

Vali Nasr

1 Ekim’de İran bu yıl ikinci kez İsrail’e doğru 200’e yakın füze fırlattı. Bu seferki saldırıda daha gelişmiş füzeler kullanıldı ve çok az ön uyarı yapıldı. Füzeler büyük bir hasara yol açmadı, ancak İran’ın İsrail’e saldırma iradesini ve yeteneğini ve İsrail’in savunma sistemlerini muhtemelen zarar verici şekillerde delme kapasitesini gösterdi. Bu, Gazze’de bir yıldır süren savaşın yanı sıra Ortadoğu’nun güvenliği ve istikrarı açısından da önemli bir dönüm noktasıdır. Peki, İran’ın liderleri neden şimdi İsrail’le bu kadar cüretkâr bir şekilde karşı karşıya gelmeyi seçti ve İran’ın bundan sonra nasıl hareket etmesi bekleniyor?

Bu son saldırının en yakıcı nedeni misillemeydi. İran, İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesine ve yakın zamanda Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve Devrim Muhafızları’ndan General Abbas Nilforuşan’ı Beyrut’ta öldürmesine karşılık verdiğini iddia etti. Tahran, intikam almanın ötesinde, Lübnan’da Hizbullah’a ciddi zarar veren bir dizi olağanüstü askeri ve istihbarat başarısının ardından İsrail’in agresif tavrına karşı bir caydırıcılık kurmayı da ummuş olabilir.

Ancak intikam almak tehlikeli bir kumardır zira bunu İsrail’in güçlü bir misillemesi ve İsrail ve ABD ile topyekûn çatışmaya doğru maliyetli bir sarmalın izlemesi muhtemel.

Atlantik Konseyi: İran’ın İsrail saldırısı “tarihi fırsat”

İran, Gazze’deki İsrail-Hamas savaşını Orta Doğu için stratejik açıdan yeniden konumlanma olarak gördü. Bu, Filistinlilerin kötü durumunun yeniden öne çıkması anlamına geliyordu ve savaşa verilen bölgesel ve küresel tepki İsrail için hızla diplomatik bir ikilem yarattı. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki ilk saldırısından bu yana Tahran ve direniş ekseni olarak bilinen müttefikleri, İran’ı ABD ile doğrudan karşı karşıya getirebilecek daha büyük bir bölgesel savaştan kaçınırken bu ikilemi derinleştirmeye çalıştılar.

İsrail ise Gazze savaşını genişleterek ve İran ile ABD’yi karşı karşıya getirerek içinde bulunduğu ikilemden çıkmak istiyor. ABD, İran ve Hizbullah’ın saldırılarına karşı İsrail’i desteklemek için Orta Doğu’daki askeri varlığını artırdı. İsrail’in Hizbullah ve İran’la yaşadığı çatışmanın açık bir savaşa dönüşmesi halinde Washington da İsrail’in yanında yer alacaktır.

Tahran, Heniyye’nin Tahran’ın kalbinde öldürülmesinin ve ardından Nasrallah’ın Beyrut’taki kalesinde suikasta uğramasının İran’ı bu tuzağa çekmeyi amaçladığı sonucuna vardı. Heniyye’nin öldürülmesinden bu yana İran’ın ikilemi, İsrail’in ekmeğine yağ sürmeden stratejisini nasıl sürdüreceği oldu. Heniyye’nin öldürülmesine tepki vermemeye karar verdi ama Nasrallah öldürüldüğünde bunu yapamadı.

Hizbullah İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki ve Tahran kendisini Hizbullah’tan geriye kalanları korumak zorunda hissediyor. Ayrıca, Nasrallah Arap dünyasında geniş bir etkiye sahipti ve İran’ın bölgesel nüfuzunu destekleyen vekil ağının hem beyni hem de hayati önemdeki kilit noktasıydı. Onun suikastı İran için büyük bir darbe oldu; buna tepki vermemek, İslam Cumhuriyeti için bir meşruiyet krizi anlamına gelecekti.

İran Meclis Başkanı Kalibaf’tan İsrail’e: Saldırırsanız yok olursunuz

İsrail’in Hizbullah’ı yok etmek için 17 Eylül’de yüzlerce çağrı cihazının patlatılmasıyla başlayıp Nasrallah suikastıyla ve şimdi de kara harekatıyla devam eden cüretkâr saldırısı, İsrail’in üstünlüğü ele geçirme konusunda kendinden emin olduğunu gösterdi. İran bu imajın tartışmasız kalmasına izin veremezdi.

Tahran’ın eylemsizliği, hem Arap dünyasında genellikle İran’a sempati duyan kesimlerden hem de İran içinde, özellikle de ülkenin bölgesel politikalarını destekleyen muhafazakârlar arasında İran hükümetinin yaygın bir şekilde kınanmasına yol açtı. Hizbullah’ı yüzüstü bırakmak ve İsrail’in baskısı karşısında boyun eğmekle ilgili öfkeli suçlamalar şok etkisi yarattı ve İran yönetimi üzerinde harekete geçme baskısı yarattı. Salı günkü füze saldırısı riskli bir hamleydi ancak fevri bir tepki değildi. Tahran’daki daha karmaşık bir hesaplamanın sonucuydu.

İran, İsrail’i vurabilecek hem cürete hem de kabiliyete sahip olduğunu göstermek istedi. Ancak aynı zamanda, resmi ve İran’a sempati duyan medyada ve sosyal medyada da görüldüğü gibi, Orta Doğu’da İsrail’le doğrudan yüzleşmeye hazır tek ülke olduğunu da göstermek istedi. Bu durum Arap sokaklarında övgü toplayabilir ama muhtemelen İsrail’in misillemesine yol açacak ve İran’ın şimdiye kadar kaçınmayı umduğu savaşa neden olacak.

İran’ın Nisan ayında Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına verdiği yanıt -İsrail’e karşı yaklaşık 300 drone ve füze fırlatılması- İsrail’in, Heniyye ve Nasrallah suikastlarıyla gelen daha sonraki tırmanışlarını caydırmadı. Bu son füze saldırısının da İsrail’i kesin olarak caydırması mümkün görünmüyor.

Netanyahu’nun misilleme için ABD ile koordinasyon arayışı

Ancak bu, ABD açısından durumu daha kritik hale getiriyor. İran’ın amacı İsrail’i caydırmak değil, ABD’yi bunu yapmaya zorlamaktır. Bu yalnızca bir hayal ya da umutsuz bir girişim değil. Her ne kadar Batı medyasında Biden yönetiminin İsrail’in karar alma mekanizması üzerinde çok az etkisi olduğu ve Nasrallah’ın suikastından önceden haberdar olmadığı yönünde yaygın bir kanı olsa da son dönemde yaşananlar İran’ın aksini düşünmesine yol açtı.

Nisan ayında Washington, arabulucular aracılığıyla Tahran’a yoğun bir şekilde baskı yaparak İran’ın vereceği tepkiyi ayarlamaya çalıştı ve ardından İsrail’e, İran’ın füze saldırısına misillemede ölçülü olması için baskı yaptı. Washington’ın müdahalesi başarılı oldu. İran füze saldırısını önceden duyurdu, bu da İsrail, ABD ve Arap müttefiklerine gelen drone ve füze dalgasını başarılı bir şekilde önlemek için yeterli zamanı verdi. İsrail Heniyye’yi Tahran’da öldürdüğünde Washington, Tahran’ı Gazze’deki olası ateşkes anlaşmasını bir diplomatik fırsat olarak kullanıp tepki vermemesi için ikna etti.

Tahran o zaman ateşkes görüşmeleri sırasında Hamas’ın elini zayıflatmayacağını ve diplomatik bir başarısızlıktan sorumlu tutulmak istemediğini söylemişti. Bu kez de Tahran, İsrail’i dizginlemesi için Washington’a bakacak ve bölgesel bir yangın tehdidinin ABD’yi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya baskı yapmaya zorlayacağını umacak.

İran, İsrail’in bölgedeki tüm güvenlik sorunlarını Hamas, Hizbullah ve Husileri ezecek ve İran’ın elini kolunu bağlayacak büyük bir savaşla kesin olarak çözmek istediğine inanıyor. Bu, uzun ve ABD’nin katılımını gerektirecek bir savaş.

ABD hükümeti, Ortadoğu’da yeni ve maliyetli bir askeri karışıklıktan kaçınmak istese de şu ana kadar İsrail’in bu stratejiyi kararlı bir şekilde sürdürmesine karşı koymayı başaramadı. Kasım ayındaki başkanlık seçimleri yaklaşırken ve Biden yönetimi zaten topal ördek konumundayken ABD son günlerde İsrail’e boyun eğdi.

Başkan Joe Biden, Nasrallah’ın ölümünün ardından yaptığı açıklamada sivil ölümlerinden ya da birkaç yüksek binayı yerle bir eden saldırı sırasında bir yerleşim bölgesinde 2.000 kiloluk sığınak delici bombaların kullanıldığından hiç bahsetmedi. ABD hükümeti Lübnan’da yaşanan ve 1 milyona yakın insanın yerinden edilmesine yol açan insani krizi de görmezden geldi. Benzer şekilde Washington, İsrail’in zaten insani bir felaketin pençesindeki Yemenlileri derinden etkileyecek olan Hudeyde limanını ve Yemen’in yakıt depolarını bombalamasına da itiraz etmedi.

İsrail işgaline ABD koruması

Tahran’daki yetkililere göre ABD’nin vurdumduymazlığının tek istisnası, Washington’un yakın bir bölgesel savaş ihtimaliyle karşı karşıya kalması. Tahran’ın planı, Biden’ı bu senaryoyla yüzleşmeye zorlayarak Washington’u harekete geçirmek. İran ancak ABD’nin daha büyük bir savaştan kaçınma arzusu ile İsrail’in savaşı göze alma stratejisi arasındaki uçurumdan faydalanarak kendi bölgesini ve çıkarlarını koruyabileceğine inanıyor. Buna, İran’ın yeni cumhurbaşkanı ve dış politika ekibi tarafından açıkça ifade edilen ABD seçimlerinden sonra Batı ile nükleer müzakerelere girme kapısının açık tutulması da dahil.

ABD hükümetinin bölgesel bir savaş istemediği ve hatta bir savaşın içine girmeyi hiç arzu etmediği doğru. Ancak Tahran, İran’ın İsrail’e doğrudan saldırması halinde Washington’un böyle bir savaşı önleme istek ve kabiliyetini muhtemelen abartıyor. İran kısasa kısas bir tırmanışa kilitlendikçe, ABD’nin sempatisi İsrail’den yana olacak ve Washington müdahale ederse, bu müdahale İran’ın İsrail’e karşılık vermesini engellemek için olacaktır ki bu da er ya da geç ABD ile İran arasında bir çatışmaya yol açacaktır.

Nükleer görüşmeler ve İran’a yönelik yaptırımların hafifletilmesi, bu çatışmanın ilk kurbanı olabilir. Aslında, İran ve İsrail arasındaki çatışmalara rağmen görüşmeler bir şekilde devam etse bile İran’ın elde edeceği yaptırımların hafifletmesi kazanımı İsrail ile olan tırmanışa yanıt olarak uygulanacak yeni yaptırımlarla dengelenecektir. İran, ABD müdahalesine güvenerek mevcut duruşunu sürdüremeyecektir.

Ocak 2025’e kadar Orta Doğu güvenliği, hesaplanmış İsrail ve İran tırmanışlarının mengenesinde sıkışıp kalacaktır. Bu güvenliğin korunması, iki aktörden birinin yanlış hesap yapıp yapmamasına bağlı. Ancak ABD’nin tercihi de bir o kadar önemlidir: Washington, gerilimi azaltmak için diplomatik olarak mı müdahil olacak, yoksa İran’ı geri adım atmaya zorlamak için askeri olarak mı devreye girecek?

Washington için de her tırmanışta durumu idare etmeye yönelik mevcut strateji, korkulan savaşı önlemeyecektir. Bunun için, ABD’nin Ortadoğu’yu kasıp kavuran bu çatışmanın nihai sonucunu şekillendirmeye kararlı olması, yalnızca son krizlere tepki vermekten öteye geçmesi gerekmektedir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist akımın  günümüzdeki öne çıkan isimlerinden biri olan, Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Stephen M. Walt’un Foreign Policy’de yayımlanan makalesini sizler için çevirdik.

***

Stephen M. Walt, Foreign Policy
2 Ekim 2024

İsrail’in Orta Doğu’daki ‘Görev Tamamlandı’ Anı

Netanyahu, George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor olabilir.

1 Mayıs 2003’te ABD Başkanı George W. Bush havalı görünümlü bir uçuş kıyafeti giydi, bir S-3 Viking uçağına tırmandı ve uçak gemisi Abraham Lincoln’e indi. “Görev Tamamlandı” yazılı bir pankartın altında durarak Irak’taki büyük muharebe operasyonlarının sona erdiğini duyurdu. “Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerimiz galip geldi,” diye gururla ilan etti, oy oranları tavan yaptı ve savaşı tasarlayan yeni muhafazakarlar cesaretleri ve bilgelikleri için kendilerini kutladılar. Ancak Irak’taki koşullar kısa sürede kötüleşti ve işgal kararı artık evrensel olarak büyük bir stratejik gaf olarak görülüyor.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve destekçilerinin, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve militan grubun birçok üst düzey liderinin öldürülmesiyle sonuçlanan (ama bitmeyen) İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırısını kutlamalarını izlerken bu olayı hatırladım. Geçtiğimiz yıl boyunca Netanyahu, Hamas’ın yaklaşık bir yıl önce İsrail’e saldırmasıyla başlayan savaşı durmaksızın uzatırken ve genişletirken kendi savunma bakanına, ülke içindeki muhaliflerine, Hamas’ın elindeki İsrailli rehinelerin ailelerine ve Biden yönetimine meydan okudu. Bir zamanlar “startup ülkesi” olarak lanse edilen ülke, “her şeyi havaya uçuran ülke” haline geldi ve Netanyahu, İsrail’in muhaliflerine hiçbirinin onun ulaşamayacağı yerde olmadığını hatırlatmak konusunda gecikmedi. İsrail’in silahlı kuvvetlerinin ve istihbarat servislerinin çeşitli düşmanlarına verdiği zarar göz önüne alındığında (bu süreçte on binlerce sivil öldürüldü), Netanyahu’nun zafer turu atması şaşırtıcı değil. Tıpkı Bush’un yaptığı gibi.

İsrail’in son birkaç hafta içinde gerçekleştirdiği eylemlerin çarpıcı bir taktiksel başarı olduğuna şüphe yok. İsrail istihbaratı üstün sinyal istihbaratından ve Hizbullah’ın örgütsel yapısındaki çatlaklardan, ayrıca üst düzey liderlerinin bazı şaşırtıcı hatalarından faydalanarak Hizbullah’ın iletişim için kullandığı çağrı cihazlarına ve telsizlere bubi tuzağı kurmak için karmaşık ve cüretkar bir planı başarıyla gerçekleştirdi. Gazze’de olduğu gibi İsrail Savunma Kuvvetleri de Nasrallah’ı öldürmek, Lübnan’da büyük hasara yol açmak ve Hizbullah’ın roket ve füze kapasitesini kısmen azaltmak için Sam Amca’nın sağladığı gelişmiş silahları kullandı. İsrail Hava Kuvvetleri bunu Yemen’deki Husileri vurarak takip etti, İsrail kara kuvvetleri şu anda güney Lübnan’a giriyor ve İran şüphesiz son füze saldırıları nedeniyle İsrail’in misillemesiyle karşı karşıya kalacak. Netanyahu ve aşırı sağcı bakanları da savaşı (ve Amerika’nın buna verdiği tepkiyi), “Büyük İsrail” yaratmaya yönelik uzun vadeli kampanyalarının bir parçası olarak işgal altındaki Batı Şeria’da şiddeti ve toprak gasplarını artırmak için kullandılar.

Netanyahu’yu masaya oturmaktan ve bölgesel güç dengesini kalıcı olarak İsrail lehine değiştirmekten alıkoyacak ne var? Taktiksel başarılar stratejik başarıyı garanti etmez, ancak bunlardan yeterince başarabilirseniz stratejik ortamı önemli ve kalıcı şekillerde değiştirebileceğiniz iddia edilebilir. Netanyahu’nun hedeflediği de bu, ancak başarılı olacağından şüphe duymak için iyi nedenler var.

Öncelikle, İsrail’in sözde Direniş Ekseni’ne verdiği zarar, bu ekseni iş yapamaz hale getirmeyecek ya da beyaz bayrak çekmesine neden olmayacak. Hizbullah, Hamas, Husiler ve İran geçmişte güçlü darbeler atlattı ve intikam alma arzuları geçtiğimiz yıl yaşananların ardından daha da artacak. Komik bir şey ama insanların üzerine tonlarca patlayıcı atmak onları kazanmış gibi görünmüyor; intikam almak ya da en azından kendilerine eziyet edenleri durdurmak için can atmalarına neden oluyor. Hizbullah hala İsrail’e roket ve füze atıyor, kuzeydeki evlerinden kaçan yaklaşık 60,000 İsraillinin geri dönmesini imkansız kılıyor ve zaman içinde kendini yeniden yapılandıracak. Suikaste kurban giden liderlerin yerleri şimdiden dolduruluyor, kadrolar yeniden inşa edilip silahlandırılacak ve öğrendiklerine dayanarak yeni taktikler geliştirilecek. İsrail şimdi bunu engellemek için güney Lübnan’a yeniden asker gönderiyor ama daha önce güneye yaptığı saldırılar iyi sonuçlanmamıştı.

İsrail’in kötü muamelesi sorunun temelini oluşturan Filistinlilere gelince, İsrail’in kendilerine yaptıklarına direnmeye devam etmekten başka seçenekleri yok. Eğer İsrail onlara kendi devletleri ya da Büyük İsrail içinde eşit haklar gibi cazip bir alternatif sunsaydı durum farklı olabilirdi ama Netanyahu bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat İsrail ile barış yaptı ve Mısır Sina’yı geri aldı; FKÖ İsrail ile barış yaptı ve daha fazla yasadışı İsrail yerleşimine sahip oldu. İsrail’in bugün Filistinlilere sunduğu tek seçenek sürgün, imha ya da kalıcı apartheid ve hiçbir halk bu kaderleri savaşmadan kabul etmez. Bu nedenle, İsrail’in varlığını kabul eden, yaşayabilir bir devlet elde etme umuduyla onunla işbirliği yapan ve karşılığında hiçbir şey alamayan Filistin Yönetimi’nin Filistin halkı arasında daha az popüler hale gelmesi ve Hamas’a olan desteğin artması şaşırtıcı değildir.

Benzer şekilde, İran’ın Cumhurbaşkanları Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Hasan Ruhani dönemlerinde zaman zaman ABD (ve dolayısıyla İsrail) ile ilişkileri iyileştirme çabaları, İsrail ve ABD’deki destekçileri tarafından kararlılıkla engellendi; en önemlisi de saf bir Donald Trump’ı 2018’de İran’ın nükleer programını ciddi şekilde sınırlayan dönüm noktası niteliğindeki Ortak Kapsamlı Eylem Planı’ndan vazgeçmeye ikna ettiklerinde. Bu tepkiler İran’ın sertlik yanlılarının elini güçlendirdi ve İran’ın yeni cumhurbaşkanı tansiyonu düşürme arzusunu defalarca dile getirmiş olsa da bölgedeki mevcut kriz de aynı etkiyi yaratacak. İran, İsrail’in bölgedeki müttefiklerini zayıflatma ya da ortadan kaldırma çabalarına (Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin temmuz ayında Tahran’da öldürülmesi de dahil olmak üzere) İsrail’e kendi füzelerini ateşleyerek karşılık verdi ki bu İsrail’in misilleme yapmasına yol açacak riskli bir adımdı ancak Tahran hiç şüphesiz kenarda kalıp güvenilirliğini koruyamayacağını hissetti.

Ne yazık ki bu olaylar, İran liderlerinin gizli bir nükleer silah devleti olmanın ötesine geçip İran’ın nükleer cephaneliğini inşa etmeye karar verme ihtimalini artırıyor. Böyle bir karar topyekün bir bölgesel savaşı daha olası hale getirecektir, ancak İsrail onlara nihai caydırıcılığı istemeleri için ek teşvikler vermeye devam ediyor. Eğer bu gerçekleşirse İsrail’in son dönemdeki başarıları son derece basiretsiz görünecektir.

İsrail’in son eylemleri jeopolitik izolasyonunu da artırdı ve sonunda ABD ile olan özel ilişkisini tehlikeye atabilir. İsrail’in 7 Ekim saldırısından sonra haklı olarak sahip olduğu sempati, dünya Gazze ve Lübnan’daki sivil halka uygulanan katliamı izledikçe buharlaştı. Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in Batı Şeria’yı işgalini uluslararası hukukun ihlali olarak ilan etti ve Netanyahu ile Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama emriyle karşı karşıya kalabilir. Suudi Arabistan ve diğer Arap devletleri tarafından tanınması şu anda askıda, küresel güneyin büyük bir kısmı buna karşı çıktı ve Avrupa hükümetleri giderek daha fazla rahatsız oluyor. Netanyahu’nun geçen hafta BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı selamlayan yürüyüş sembolik bir jestti, ancak yine de kendisinin ve İsrail’in birçok kişi tarafından nasıl görüldüğünün bir yansımasıydı.

Netanyahu ve destekçileri, Biden yönetiminden aldıkları açık çek, Netanyahu’nun Kongre’deki konuşmasında ayakta alkışlanması, ABD ordusundan aldıkları aktif destek ve İsrail lobisinin üniversite kampüslerinde ve başka yerlerdeki eleştirileri bastırmadaki başarısı ile rahatlayabilirler. Bunlar da kısa vadeli taktiksel başarılardır ve kolayca tehlikeli bir tepkiyi tetikleyebilirler. Çoğu insan zorbalığa maruz kalmaktan hoşlanmaz ve İsrail’in eylemlerine yönelik meşru eleştirileri susturmayı amaçlayan konuşma kuralları ve diğer kısıtlamaların dayatılması, özellikle de soykırımcı bir şiddet ve etnik temizlik kampanyası yürüten bir ülkeyi korumak için açıkça ve alenen yapıldığında, çok fazla kızgınlık yaratacaktır.

Dahası, İsrail’in eylemleri daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa yol açarsa ve ABD bu savaşa sürüklenirse, Amerikalılar “özel ilişkinin” değerini ciddi şekilde sorgulayabilir. Irak’ta Saddam Hüseyin’i devirmeye yönelik yeni muhafazakar kampanya kısmen İsrail’i daha güvenli hale getirme arzusundan esinlenmişti (bu nedenle Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ve Netanyahu gibi İsrailli liderler Bush yönetiminin savaşı satmasına yardımcı oldu), ancak savaşın tek nedeni bu değildi ve ne İsrail ne de lobi bundan sorumlu tutuldu. Ancak ABD başka bir Orta Doğu savaşında asker ve denizci kaybetmeye başlarsa, bu durum yaygın ve doğru bir şekilde, ABD’den para ve silah alan ve sonra da canı ne isterse onu yapan, sürekli nankör bir müşteri devlet adına Amerikalıları tehlikeye atmak olarak görülecektir. Dahası, Başkan Joe Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın durumu kötü yönetmesi kasım ayında Kamala Harris’in seçilmesine mal olursa, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler İsrail’e refleksif desteğin hala akıllıca bir siyasi duruş olup olmadığını sorgulamaya başlayacaktır. Ve eğer bunlardan herhangi biri gerçekleşirse, İsrail’in ABD’deki destekçilerine karşı bir tepki riski artacaktır. Eğer ABD’de yükselen antisemitizmden endişe ediyorsanız, bu olasılık sizi üniversite kampüslerindeki çoğunlukla zararsız gösterilerden çok daha fazla korkutmalıdır.

Son olarak, bir de İsrail’in kendisi üzerindeki etkisi var. İsrailliler, 7 Ekim’in ardından (aldığı kararlarla İsrail’i Hamas’ın acımasız saldırılarına karşı savunmasız bırakan) Netanyahu’dan kurtulma ve ülkeyi normale döndürme fırsatına sahipti. Ancak bu gerçekleşmedi ve Netanyahu’nun son dönemdeki taktiksel başarıları, politikaları İsrail’in geleceğine dair hararetli bir dini ve mesihçi vizyona dayanan aşırı sağcılarla birlikte onun siyasi konumunu da güçlendiriyor. Son yıllarda ekonomiyi besleyen yüksek teknoloji sektörlerinin merkezinde yer alan ılımlı ve laik İsrailliler, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich gibi adamların yaratmak istediği İsrail’de yaşamaktan kaçınmak için ülkeyi terk etmeye devam edecekler. 500.000’den fazla İsrailli (yani nüfusun yaklaşık yüzde 5’i) halihazırda yurtdışında yaşıyor; anketler bunların yüzde 80 ‘inin geri dönmeyi düşünmediğini gösteriyor; ve göç edenlerin sayısı geçtiğimiz yıl dramatik bir şekilde arttı. Washington Post, İsrail ekonomisinin “ciddi tehlike altında” olduğunu ve bunun da bu eğilimleri güçlendireceğini bildiriyor. Ülkenin en önemli mücevherlerinden biri olan İsrail üniversiteleri, yabancı öğrenci sayısında dramatik bir düşüş olduğunu bildiriyor ki bu hem aşınan imajının bir başka işareti hem de gelecekteki bilimsel ilerlemeye bir darbe. Kısacası, Netanyahu’nun kısa vadeli başarıları ülkenin uzun vadeli geleceğini tehlikeye atan eğilimleri güçlendirdi.

Hayat belirsizdir -özellikle de siyasette- ve gözlemlerimin hiçbiri önceden belirlenmiş değildir. Ancak birkaç hafta önce yazdığım gibi, bazen ilk bakışta çarpıcı bir askeri veya siyasi zafer gibi görünen şeyler, zaman geçtikçe filizlenen daha derin sorunların tohumlarını içerebilir. Başarılı bir lider için zorluk, uzun vadeli faydalar sağlamak üzere geçici avantajları kullanmaktır. Ancak bunu yapmak için ne zaman durulacağını ve ne zaman savaştan çatışmayı çözmeye geçileceğini bilmek gerekir. Ne yazık ki Netanyahu’nun bu becerilere sahip olduğuna ya da bunları edinmeye en ufak bir ilgi duyduğuna dair bir işaret yok.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Haaretz: İran’ın benzeri görülmemiş saldırısının ardından İsrail bölgesel bir savaşın içinde

Yayınlanma

Amos Harel, İsrailli askeri ve savunma analisti
Haaretz, 2 Ekim 2024

Son tırmanış İsrail’in Hamas ve hatta Hizbullah ile olan savaşını İsrail-İran çatışmasından sonra ikinci sıraya düşürdü. Başkanlık seçimlerine beş haftadan az bir süre kalan ABD’nin, kendi iradesi dışında bu çatışmanın içine çekilmesi muhtemeldir

Yaklaşık bir yıl süren çatışmaların ardından salı akşamı itibariyle İsrail bölgesel bir savaşın içinde yer alıyor. İsrail ve Hizbullah arasında son iki haftada yaşanan olayların ardından İran, İsrail topraklarına daha önce benzeri görülmemiş büyüklükte bir füze saldırısı düzenleyerek kendisini çatışmanın merkezine yerleştirdi. Buna bağlı olarak İsrail’in sert bir misilleme yapması bekleniyor.

Şaşırtıcı bir şekilde, İran saldırısı ciddi bir can kaybına yol açmadı, ancak ülkenin merkezindeki birçok ev, bir kısmı önleyici füzelerden gelen şarapnel parçalarından zarar gördü. Bir saatten biraz daha uzun bir süre sonra İç Cephe Komutanlığı sivillerin korunaklı sığınaklardan çıkmalarına izin verdi.

İlk değerlendirmelere göre İran İsrail’e yaklaşık 180 balistik füze fırlattı ve bunların çoğu önlendi ya da açık alanlara düştü. Bu sayı İran’ın nisan ayındaki saldırısında fırlattığı füzelerin yaklaşık yarısı, ancak bu kez balistik füzelerin oranı daha yüksek ve sonuç olarak verilen hasar da daha fazla.

İran muhtemelen bir önceki saldırının sonuçlarını analiz etti ve bundan dersler çıkardı. Yine de İsrail’in bölgesel hava savunmasını etkili bir şekilde delemedi.

İsrailliler, özellikle de ülkenin merkezinde yaşayanlar, bu ölçekte bir saldırıyla daha önce hiç karşılaşmamışlardı. Buna rağmen siviller yüksek düzeyde bir kişisel disiplin sergilerken, hava kuvvetleri ve hava savunma sistemi ABD’nin de yardımıyla saldırıyı büyük bir ustalıkla savuşturdu. Saldırının hava kuvvetleri üsleri de dâhil olmak üzere birçok askeri ve güvenlik tesisini hedef alması bekleniyordu ancak sivil bölgeleri de vurarak ölümlere yol açması ve halkı terörize etmesi amaçlanmıştı.

Son tırmanış, çatışmanın tüm taraflarını, İsrail’in Hamas’la ve hatta Hizbullah’la olan savaşının İsrail-İran çatışmasının ardından ikinci sıraya düştüğü tamamen farklı bir duruma sokuyor.

Yafa’da altı İsraillinin ölümüne neden olan ve İran saldırısıyla aynı zamana denk getirilmek istendiğine inanılan terör saldırısının da gösterdiği gibi, ikincil riskler ülke içinde de artmakta. Bu, 7 Ekim Hamas katliamından bu yana Yeşil Hat içinde meydana gelen en ölümcül terör saldırısıdır. Tel Aviv ikinci intifadadan bu yana bu ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmamıştı.

Böyle bir olayın halkta en az büyük bir balistik füze saldırısı kadar endişe ve güvensizlik duygusu uyandırması kaçınılmazdır. Batı Şeria’daki Filistinlilerin İran ve Hizbullah’ın emri ve finansmanıyla gerçekleştirdikleri benzer girişimleri de göz önünde bulundurmalıyız. İsrailli Araplar arasında aşırılık yanlısı unsurlar ya da suç çeteleri oluşturma girişimleri de olabilir. İsrail’in İran’ın bu büyük saldırısına çok güçlü bir şekilde karşılık vereceğine şüphe yok. İsrail Savunma Kuvvetleri sözcüsü Tuğamiral Daniel Hagari saldırının “sonuçları olacağını” söyledi.

Erken kutlama

Başkanlık seçimlerine beş haftadan az bir süre kalmış olan Amerika Birleşik Devletleri’nin, kendi iradesi dışında bu çatışmanın içine çekilmesi muhtemeldir. Bu, İsrail’in güvenliği için olduğu kadar küresel ekonomi ve Amerika’nın küresel konumu için de geniş kapsamlı sonuçları olabilecek bölgesel ve küresel bir krizdir. Birleşmiş Milletler’deki İran delegasyonu tarafından yapılan tehditle de açıkça ortaya konduğu üzere, İsrail ve İran arasındaki karşılıklı yumruklaşmanın devam etmesi beklenmektedir.

Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın ölümü üzerine İsrail’de yapılan kutlamaların üzerinden sadece birkaç gün geçti ve şimdiden durum tamamen değişti. Çoğu zaman olduğu gibi, kararlı ve sofistike bir düşmana karşı uzun bir savaşın ortasında zafer kutlamalarına girişmek akıllıca değildir. Baklava ile beklemek daha iyi olurdu.

İsrail’in Lübnan saldırısından İran doğrudan zarar görmemiş olsa da, İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’den sonra bölgesel direniş ekseninin en önemli ikinci ismi ortadan kalkmış oldu. Tahran İsrail’e saldırma kararını birkaç gün önce aldı. IDF sözcüsü tüm İsraillileri uyanık olmaya çağıran direktifler yayınladı.

Bu koşullar altında, eylül ortasına kadar ana cephe olarak belirlenen Gazze’deki savaş artık İsrail için öncelikler listesinin alt sıralarına düşmüş durumda. Bu durum, zaten uzun bir süredir askıya alınmış durumda olan rehine anlaşmasına varma şansını da zayıflatacak gibi görünüyor. Salı günkü İran saldırısından önce bile IDF kuzeyde görev yapacak yedek askerleri çağırıyordu. Şimdi ise bölgesel kriz ve bir dizi cephede gerilimin daha da tırmanması riski nedeniyle bu çağrının daha da artacağı neredeyse kesin.

Şin Bet güvenlik servisi bu hafta, detayları kamuoyuna açıklamasa da, İran’ın hem İsrail’de hem de yurtdışında üst düzey İsrailli yetkililere yönelik birçok suikast girişimini ortaya çıkardığını açıkladı. İran, bazıları ödeme vaadiyle internet üzerinden işe alınan İsrailli ajanları kullanıyor. Bu çabalar için kısmen İsrail’in yeraltı suç dünyasında verimli bir zemin buldu. Bu çabaların devam edeceğini varsaymak mantıklıdır.

ABD’ye bağımlılık

İran’ın acil tehdidi İsrail’in Amerikalılara olan bağımlılığının altını çiziyor – Başbakan Benjamin Netanyahu’nun son haftalarda attığı her adımla çılgına çevirdiği Amerikalılara. İsrail ABD’ye sadece hava savunmasını koordine etmek için değil, aynı zamanda saldırı operasyonları için sürekli silah tedariki konusunda da bağımlıdır.

Bu gerçekler, İsrail’in Beyrut’taki başarılarının ardından şimdi yeni bir fanteziyle çılgına dönen Netanyahu’nun fanatik hayranlarının gözünden kaçmadı: Amerika ile koordinasyon kurmadan İran’ın nükleer tesislerine saldırmak. Mesihçilerin bu konudaki görüşleri şimdiden televizyon stüdyolarında yüksek sesle ve net bir şekilde duyuluyor. Ancak gerçek şu ki, İran’ın nükleer sorunu söz konusu olduğunda İsrail, hem önemli ve uzun vadeli bir hasarın oluşmasını sağlamak hem de hem kendini savunmak hem de saldırmak için gerekli yardımı almak üzere Amerika ile koordinasyon içinde hareket etmelidir.

Ancak televizyondaki konuşmalardan daha önemli olan, bu fikirlerin karar vericilerin çevresine sızmış olması. Netanyahu’nun kendisi pazartesi günü, bölgesel fırtınanın doruk noktasında, Ayetullahların baskıcı rejimini devirmeye çağıran bir video ile İranlılara doğrudan seslenmeye karar verdi.

Bu konuda gazeteci Thomas Friedman’ın yaklaşık bir ay önce New York Times’taki köşesinde yaptığı uyarıyı hatırlamakta fayda var. Friedman, Biden yönetiminin Netanyahu’nun kendisini İran’la nükleer tesislerine saldırıları da içeren doğrudan bir savaşa sürüklemeye çalıştığından ve bu süreçte Kasım seçimlerinin sonucunu da etkileyeceğinden korktuğunu söyledi.

Netanyahu’nun Demokratların adayı Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in kazanması için dua etmediğini söylemeye gerek yok. Amerika Birleşik Devletleri hem İsrail’e olan ilkesel bağlılığı hem de İsrail’in Amerikan çıkarları açısından stratejik öneminin farkında olması nedeniyle İsrail’e yardım edecektir. Ancak Biden, Harris ve danışmanları şüpheci olmaya devam edecektir.

‘Şok ve dehşet’in dönüşü

Lübnan’ı görünüşte sonsuza kadar terk ettikten 24 yıl sonra ve kısa ve başarısız bir macera için geri döndükten 18 yıl sonra İsrail Savunma Kuvvetleri güney Lübnan’a geri dönüyor. Pazartesi gecesi, birlikler bu kez odaklanmış ve zaman sınırlı bir operasyon olarak tanımlanan ve şu anda İsrail sınırına nispeten yakın olan Şii Müslüman köylerinin dış mahallelerine ve yoğun araziye yönlendirilen operasyon için giriş yaptı.

IDF Genelkurmay Başkanlığı ve İsrail siyasi liderliği, Hizbullah’ın son iki hafta içinde hava ve istihbarat saldırılarında aldığı ciddi darbeler göz önüne alındığında, birkaç hafta boyunca buradaki yoğun askeri faaliyetin genellikle düşünülenden daha zayıf bir direnişle karşılaşacağını umuyor.

Sahadaki hamleler, halihazırda başarılmış olanları tamamlamayı ve Hizbullah’ı ve onun İranlı hamisini sınır bölgesinden geri çekilmeyi kabul etmeye zorlamayı amaçlamaktadır ki bu da birçok İsrailliyi bir yıllık zorunlu sürgünün ardından sınırın güney tarafındaki evlerine güvenle dönebileceklerine ikna edecektir. İran’ın salı akşamı gerçekleştirdiği saldırı, İsrail’in önceliklerini ve başta İsrail Hava Kuvvetleri olmak üzere gelecekteki eylemlerini etkileyecektir.

Şimdiye kadar sınır boyunca yaşanan çatışmalar ve Lübnan tarafında ortaya çıkmaya başlayanlar ışığında, İsrail’in terk edilmiş toplulukları yeniden yerleştirmek için şu anda başka bir yolu yok gibi görünüyor. Ancak önceki çatışmaların tarihi, İsrail’in planlarının gerçeklik duvarında paramparça olma eğiliminde olduğunu gösteriyor; savaşta ve kesinlikle bir kara saldırısında beklenmedik şeyler olur. Genellikle düşman, hazırlanan planlardaki rolünü oynamaya gönüllü olmaz.

Tartışmasız olan şey, Hizbullah’ın birkaç hafta öncesine göre tamamen farklı bir yerde olduğudur. 8 Ekim 2023’te Nasrallah, Hamas’ın bir gün önce güneyde başlattığı savaşa katılmaya karar verdiğinde, örgüt militanlarının ateşini uzun mesafeyle sınırladı: tanksavar füzeleri, kısa menzilli roketler ve daha sonra da insansız hava araçları.

Amaç, Lübnan sınırı boyunca çok sayıda İsrail kuvvetini sıkıştırmak ve böylece kuvvetlerini İsrail’in içine saldırtmadan Filistinlilerin Gazze’deki mücadelesine katkıda bulunmaktı. Nasrallah’ın stratejisi, sınır boyunca meydana gelen olaylarda yaklaşık 500 askerinin öldürülmesine ve örgütün bazı üst düzey isimlerinin de öldürülmesine rağmen yaklaşık 11 ay boyunca kendini kanıtladı.

İsrail eylül ayı ortalarında harekâtta yeni bir aşamaya geçmeye karar verdiğinde, yani halkın geri dönmesini sağlamak ve Lübnan’ı savaşın ana arenası haline getirmek için aktif bir şekilde harekete geçtiğinde, Hizbullah’ın ödediği bedel de hızla artmaya başladı.

Bir dizi gelişme – İsrail’e atfedilen çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, Nasrallah ve iki üst düzey komutanı İbrahim Akil ve Ali Karaki’nin öldürülmesi, Rıdvan Gücü’nün tüm hiyerarşisinin ortadan kaldırılması, Hizbullah’ın orta ve uzun menzilli silah stoklarına büyük zarar veren sistematik hava saldırısı – IDF birlikleri Güney Lübnan’a girmeden önce bile sınır boyunca tamamen yeni bir durum yarattı.

Amerikalılar 2003’te başlayan Irak Savaşı ile bağlantılı olarak “şok ve dehşet” adını verdikleri bir saldırı konsepti geliştirdiler; bu konseptin ana unsuru düşmanın tüm sistemlerini şok eden ve kabiliyetlerini azaltan bir açılış darbesidir. İsrail’in geçtiğimiz haftalarda Hizbullah’a yaptığı da tam olarak buydu, her ne kadar neredeyse bir yıl süren ve stratejik sonuçlar vermeyen kararsız bir atışmanın ardından da olsa.

Bu başarının önemli bir unsuru, İsrail Hava Kuvvetleri’nin geçtiğimiz yıl boyunca Lübnan semalarında uçaklarının ve insansız hava araçlarının hava üstünlüğünü sağlamak için sabırla çalışmasıdır. Hizbullah’ın uçaksavar kabiliyetlerinin büyük bir kısmı tespit edilmiş, imha edilmiş ya da baypas edilmiş, böylece İsrail uçaklarına yönelik risk büyük ölçüde azaltılmış ve onlara beklenenden daha geniş bir hareket serbestisi sağlanmıştır.

Bugüne kadar elde edilen başarıların en bariz kanıtı Hizbullah’ın İsrail iç cephesine verdiği sınırlı zarardır. Görünen o ki Hizbullah’ın bugüne kadar sınırlı tepki vermesinin başlıca nedeni örgütün üst kademelerini saran şoktan kaynaklanıyor, orta menzilli füze eksikliğinden değil. İsrail’in Hizbullah’ın füze stoklarına yönelik önemli saldırılarına rağmen örgütün hala yüzlerce füzesi var ve muhtemelen komuta kademesini toparladıktan sonra daha isabetli atışlar yapmaya başlayacaktır.

Hizbullah’ın lider kadrosu – daha doğrusu yeni üst kademesi – yaşananlar karşısında şok halinde. Hizbullah, 1980’lerin başında Nasrallah’la birlikte örgütün kuruluşu sırasında ortaya çıkan ve neredeyse yirmi yıl önce üst düzey pozisyonlara ulaşan deneyimli bir komuta grubuna dayanıyordu. Bu kişilerin neredeyse tamamı ya yıl içinde suikasta kurban gitti ya da son iki hafta içinde ortadan kaldırıldı.

Onların yerine gelenler, komuta ve kontrol zincirlerinin çözüldüğü, hırpalanmış ve şaşkın bir örgüt buluyorlar. Mevcut ateş gücü planları temelinde koordineli saldırılar gerçekleştirmekte güçlük çekildiği anlaşılıyor. Çağrı cihazları ve telsizler olayından sonra iletişim ağları terk edildi, füze stoklarının büyük bir kısmı imha edildi ve şüphesiz öldürülecekleri korkusuyla ilave rampaların gizli yerlerine gitmekten çekinen personel var. Belki de en baskın olanı, istihbaratın ihlal edildiği duygusudur.

Yine de güney Lübnan’a sınırlı da olsa karadan girmek çok daha zor ve farklı bir hikaye olacaktır. Muhtemelen Hizbullah’ın köylerdeki savunma sistemleri ve bunların sırları İsrail istihbaratı tarafından kısmen görülebilmektedir ancak örgütün sınır yakınlarında oluşturduğu sığınak ve tünellerden oluşan yeraltı altyapısını hava gücüyle yok etmek daha zordur. Sahaya inme kararının ana nedeni de bu.

Beklendiği kadar kolay olmayacak

Sonuç olarak, IDF’nin geçtiğimiz ekim ayının sonunda Gazze Şeridi’ni işgal ederken karşılaştığı zorlukları hatırlatan iki büyük zorluk beklenebilir.

Birincisi, düşmanın direnişi karmaşık ve sistematik askeri sistemlere değil, kritik bölgelerde iyi konumlanmış ve IDF’ye kayıplar verdirebilecek gerilla birliklerine dayanmaktadır. İkincisi, zaman boyutu: IDF’nin Gazze’deki planının uygulanması tahmin edilenden çok daha fazla zaman aldı çünkü meskûn alanlarla yeraltı bölgeleri arasındaki etkileşimin operasyon süresini büyük ölçüde uzattığı ve karmaşıklaştırdığı ortaya çıktı.

Sina’daki Altı Gün Savaşı’nda olduğu gibi tankların ve zırhlı araçların arazide hızla ilerlediğini görmeyi bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacak.

Perşembe günü IDF, özel harekat birimlerinin geçtiğimiz ekim ayından bu yana çit boyunca 70’ten fazla baskın gerçekleştirdiğini açıkladı. Bu operasyonlar sırasında Hizbullah’ın savaş alanları, görünmeden sınıra yaklaşmalarını sağlayan yaklaşma tünelleri ve çok sayıda savaş aracı ortaya çıkarıldı. Çit boyunca açık alanlarda daha birçok benzer yerleşke bulunmaktadır. Operasyonun diğer hedefleri temas hattındaki köyler olacak. Aynı zamanda IDF’nin güneydeki halka evlerini boşaltmaları için verdiği talimatlar kuzeyde Sur’un dış mahallelerine kadar uzanıyor.

Subaylardan duyduğumuz ve onlar aracılığıyla TV stüdyolarındaki emekli generaller aracılığıyla kamuoyuna aktarılan melodiler oldukça tanıdık: “Bu, teröristleri sınırdan geri püskürtmek, güvenliği yeniden tesis etmek ve tahliye edilen toplulukların sakinlerini geri getirmek amacıyla yapılan sınırlı bir harekettir.”

Her zamanki gibi daha az bahsedilen riskler de biliniyor: Görevi yerine getirmek için ele geçirilen ilk tepe ile ilk tepedeki kuvvetleri ateşten korumak için saldırılan ikinci tepe arasında kaygan bir yokuş var. Böylece bazen kendinizi 18 yıl, belki de daha uzun bir süre yabancı bir toprakta sıkışmış bulursunuz. Kesin olan tek bir şey var: bu topraklar 40 yıl boyunca sakin kalmayacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English