Bizi Takip Edin

AVRUPA

Bir mitin çöküşü: Ücret artışı enflasyona yol açmıyor

Yayınlanma

Almanya’nın en büyük işçi sendikası, IG Metall, geçen Kasım ayında yüzde 5,2’lik ücret artışını kabul edince para politikalarını belirleyenler derin bir oh çekti. Financial Times’ın anlaşma haberini sunuşunda dediğine göre, merkez bankalarının sakıncalı ücret-fiyat sarmalı endişeleri nihayet hafiflemişti.

Ücret artışlarının fiyat artışlarına (ve dolayısıyla enflasyona) yol açacağı korkusu hayli yaygın. Sadece Almanların değil, İngilizlerin de aynı endişeyle yaşadıklarını görüyoruz. Bank of England Başkanı Andrew Bailey, ücret pazarlığının “dizginlenmesi” gerektiğini, yoksa işlerin kontrolden çıkacağını söylüyor. Barack Obama döneminde Ulusal Ekonomi Konseyi Direktörlüğü yapan Jason Furman da net: Ücretlerin artması fiyatları da artırır. Furman’a göre bu “temel mikroduyu ve sağduyu”dur.

Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde, Avrupa’da faiz artırımına devam edip etmeyeceklerini görmek için ücretlerin artışına bakacaklarını söylemişti. Aynı Lagarde, geçen Mayıs ayında banka çalışanlarının ücret artışlarını tüketici fiyat artışına bağlamak istemelerini reddetmiş ve bunun “makbul ve istenilen olmadığını” yazmıştı.

Enflasyon düzeyinde ücret artışlarına şüpheyle yaklaşan bir başka merkez bankasının, Hollanda Merkez Bankası’nın başkanı Klaas Knot, ücret artışları ile fiyat artışlarının “geri besleme döngüsü” oluşturmasına karşı yüksek alarm seviyesinde olmaları gerektiğini söyledi ama şu anki ücret gelişmelerinin avro bölgesinde bir ücret-fiyat sarmalına girdiklerine dair net bir kanıt sunmadığını ekledi.

Bu konudaki en açık ifade ise ABD Merkez Bankası (Fed) Başkanı Jay Powell’a ait. Powell, neden faiz artırdıklarını açıklarken, bariz bir şekilde talebi düşürerek ücretleri de düşürmek istediklerini belirtiyor. Powell, bütün bunları ekonomiyi yavaşlatmadan ve bir resesyona sokmadan yapabileceklerini düşünüyor. Oysa açıkça, faiz artışı işsizliği artırarak işçi sınıfının pazarlık gücünü azaltmayı ve ücretleri baskılamayı hedefliyor.

Ücret-fiyat sarmalı nedir?

Teknik ücret-fiyat sarmalı tarifi şu: peş peşe gelen dört çeyreğin en az üçünde hem tüketici fiyatları hem de nominal ücretler artarsa orada bir ücret-fiyat sarmalı vardır. Daha özet bir tanım yapmak gerekirse, fiyat artışı ücret artışını tetikler, ücret artışı da sermaye sahibinin fiyatları artırmasına neden olur ve bu böyle devam eder.

Bu meselenin tarihsel örneği ise 1865 yılında Birinci Enternasyonal’de marangozlar sendikası lideri Thomas Weston ile Karl Marx arasındaki tartışmadır. Weston, tam da bugün merkez bankalarının savunduğuna benzer şekilde, ücret artışlarının sonucunda kapitalistlerin kârlarını korumak için bu artışı fiyatlara yansıttığını, artan fiyatların işçilerin alım gücünü düşüreceğini ve böylece reel ücretlerin yerinde sayacağını söylüyordu. Yani Watson, ücret artışları için girişilecek bir mücadelenin veya pazarlığın yararsız olduğu sonucuna varıyordu.

Marx’ın buna cevabı Türkçede Ücret, Fiyat, Kâr ismiyle bildiğimiz broşüründe özetlenir. Marx, Weston’a karşı üç argüman sunar: Birincisi, ücret artışları durduk yere değil, genelde öncesinde artan fiyatlara bir tepki olarak gündeme gelir. İkincisi, enflasyona neden olan unsur ücretler değildir, birden fazla unsur enflasyona etki eder: üretimin büyüklüğü, emeğin üretici güçleri, paranın değeri, piyasa fiyatlarındaki dalgalanmalar ve sanayi çevrimlerinin farklı fazları. Yani örneğin, ücretlerin aynı kaldığı koşullarda, piyasadaki para miktarında (veya paranın değerinde) ortaya çıkan bir değişim, enflasyonu tetikleyebilir. Veya yine ücretler aynı kalmak koşuluyla, emek üretkenliğindeki (yani verimlilikteki) bir değişim meta fiyatlarına doğrudan etki eder.

Dahası, Marx’a göre, ücret seviyelerindeki genel bir yükselişin genel kâr oranlarını azalttığı doğrudur ama bu metaların fiyatlarını doğrudan etkilemez. Kapitalistler ve onların ideologları, fiyatlar artacağı için değil, kârlar azalacağı için ücret artışına itiraz ederler. Buradaki fiziksel sınır, bugün çalışan işçinin yarın da çalışabilmesi için gereken geçim araçlarının ona sağlanmasıdır. Fakat Marx, bazı örneklerde, işçilerin eline geçen ücretin geçim sınırının aşağısına da itilebileceğini söyler. İşgücü maliyetlerinin bu türden düşürülmesi, ulusal çaptaki hayırseverlik veya yoksullara destek yasalarıyla tazmin edilir. Dolayısıyla, ücretlerin kârların nasıl tespit edileceği sorusu, statik değil dinamik bir şekilde cevaplanır ve cevap karşıt sınıfların mücadeleleri ve güç dengeleri tarafından belirlenir.

Tekrar olacak: İşçilerin “aşırı” ücret taleplerinin enflasyona yol açacağı iddiası, kârının azalacağını bilen kapitalistin ve onun ideologlarının gündeme getirdiği bir varsayımdır. Şimdi, bu cephedeki çatlaklara geliyoruz.

IMF’den itiraflar

IMF iktisatçılarının ücret-fiyat sarmalı için tarihten aradıkları kanıtları bulmakta bir hayli zorlandıklarını söyleyelim. Yakın zamanda yayımlanan bir makale, gelişmiş ekonomilerin son 60 yılındaki ücret-fiyat sarmallarını inceliyor.

IMF iktisatçılarının vardığı sonuç şudur: Ücret-fiyat sarmallarını, en azından fiyatlarda ve ücretlerde kesintisiz bir artış olarak tanımlandığında, yakın tarihsel kayıtlarda bulmak zordur. Üstelik IMF, bugünkü gibi reel ücretlerin düştüğü diğer tarihsel dönemlerde ücret-fiyat sarmalını bulmakta daha da zorlanmaktadır. Olan, reel ücret kaybının yalnızca bir kısmını yerine koyan nominal ücret artışlarıdır.

İktisatçıların tarihte bulduğu bugünkü gibi düşen reel ücretler ve sıkı emek piyasası örnekleri, genellikle düşen enflasyon ve artan nominal ücret dönemini önceliyor. Dolayısıyla, iktisatçıların “sürpriz” olarak nitelendirdikleri şekilde, örneklemin yalnızca küçük bir kısmında süreklileşmiş ücret ve fiyat artışları bir sonraki döneme devroluyor. Sonuç olarak IMF, nominal ücretlerdeki yükselişin zorunlu olarak bir ücret-fiyat sarmalına girildiğinin işareti olarak alınamayacağını tespit ediyor.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) de bu vaziyeti doğruluyor. 2022’nin ilk yarısında, küresel aylık ücretlerin reel olarak yüzde 0,9 gerilediği tespit ediliyor. ILO raporunda gelişmiş ülkelerdeki ücretler ile gelişmekte olan ülkelerdeki ücretler ayrıştırıldığında, gelişmiş G20 ülkelerinde reel ücretlerin yüzde 2,2 azaldığı, gelişmekte olanlarda ise yalnızca yüzde 0,8 arttığı görülüyor. ABD ve Kanada’ya bakıldığında ise reel ücretlerin bu yılın ilk yarısında yüzde 3,2 azaldığı anlaşılıyor.

OECD raporu da tabloyu tamamlıyor. Üçüncü çeyrek verilerini de içeren rapor, 2022’nin üçüncü çeyreğinde bir önceki yılın aynı dönemine göre 32 belli başlı ülkenin 31’inde reel ücretlerin azaldığını gösteriyor. 

San Fransisco Fed Başkanı Mary Daly de ücret-fiyat sarmalının en temel unsurlarından birinin, enflasyonla birlikte yükselen ücretler fenomeninin ortaya çıkmadığını itiraf etmek zorunda kalıyor.

ILO, enflasyona ücret artışlarının değil, Ukrayna savaşı ve küresel enerji krizinin neden olduğunu da geçerken söyleyiveriyor.

Enflasyonun kaynakları

Dünyanın en büyük varlık yöneticilerinden UBS’in baş ekonomisti Paul Donovan da reel ücretlerin küresel çapta düşüşte olduğunu hatırlatarak Fed’in ücret-fiyat sarmalı tezinin doğru olmadığına dikkat çekiyor.

Donovan’a göre bugünkü enflasyonun ana kaynağı kârlardaki aşırı artış. Eğer enflasyon emekten değil de kârdan geliyorsa, diyor Donovan, merkez bankaları işsizliği artırma merkezli talep daraltma yönteminden başka yollar aramalı.

Economy Policy Institute’un geçen Nisan ayında yayımladığı bir grafik, tablonun sağlamasını yapıyor. Finansal olmayan şirketlerde 1979-2019 arasında birim fiyatlardaki yükselişin yüzde 61,8’ini birim emek maliyeti oluşturuyordu. 2021’in dördüncü çeyreği ile 2022’nin ikinci çeyreği arasında ise bu oran yüzde 7,9’a düşmüş. Birim fiyatlardaki artışı sürükleyen temel unsur, yüzde 53,9 ile kâr. Onu, yüzde 38,3 ile emek harici girdi fiyatları oluşturuyor.

Peki enflasyonun kaynakları arasında başka neler var? COVID döneminde tedarik zincirlerinin ve emek üretkenliğinin azalması ve sonrasında arzın yeterli seviyeye ulaşamaması bir neden. Çin’deki sıfır COVID politikaları ve sonrasında gelen Rusya-Ukrayna savaşı da küresel tedarik zincirlerinde aksamalara ve maliyet artışlarına yol açıyor. Rusya’ya yönelik yaptırımlar da küresel enerji fiyatlarında fahiş bir yükselişe sebep oldu. 

Dahası, örneğin Britanya’da, perakende enerji şirketlerine dağıtım yapan ve genellikle büyük hedge fonları ve özel sermaye şirketlerinin sahip olduğu servis sağlayıcılar yüzde 40’a varan kârlar elde edebiliyor. “Büyük Altılı” olarak bilinen bu şirketler, enerji tedariğini neredeyse tamamen tekelleştirmiş durumda. Yurt içi ve küçük işletme müşterilerinin yüzde 99’u Büyük Altılı’ya bağlı. Buna BP, Shell, Exxon, Chevron, Total gibi uluslararası enerji tekellerinin dev kârlarını da ekleyince tablo tamamlanıyor. 1980’li yıllardan itibaren özelleştirilen Birleşik Krallık enerji dağıtım şirketleri, kâr için çalışıyor ve bunun ceremesini de hane halkları çekiyor. Şu rakam her şeyi anlatıyor: Büyük Altılı, pay sahiplerine 23 milyar sterlinlik bir kâr payı dağıttı. Bu, altılının son on yılda ödediği verginin neredeyse altı katı.

Öte yandan faizdeki artışlar ile birlikte 2021’deki fahiş kâr oranlarının azalması bekleniyor. Geçen sene enerji ve hammadde fiyatlarındaki artışların sürüklediği kârlarda ve dolayısıyla yatırımlarda bir yavaşlama olacağı kesin. Pandemi döneminde büyük kârlar elde eden büyük teknoloji şirketlerindeki aşağı yönlü eğilim, işten çıkarmalar ve finansmana erişimdeki zorluk önümüzdeki sene gelişmiş ekonomilerde resesyonun muhtemel olduğuna da işaret ediyor. 

Üstelik, enflasyonun kaynağı “aşırı talep” değil, zayıf arz olduğuna göre merkez bankalarının buna yapabilecek bir şeyi yok. Tedarik zincirlerinin bozulması, Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların yanı sıra, azalan kârlılık, emek verimliliğindeki düşüş ve yatırım iştahı arzı talebe uyduracak gibi görünmüyor. ABD’de işe alımlar hâlâ tempolu biçimde devam ederken GSYİH artışının tempo kazanamaması da gelişmiş ülkelerdeki emek verimliliği sorununun devam ettiğini gösteriyor. Dünya sisteminde süreklileşmiş ve aşağı yönlü bir talep şokunun ortaya çıkması bu nedenle mukadder görünüyor.

AVRUPA

AB’den Ukrayna’ya 40 milyar avroluk askeri yardım planı

Yayınlanma

Avrupa Birliği ülkeleri, bu hafta yapılacak liderler zirvesine sayılı günler kala Ukrayna’ya 40 milyar avro değerinde yeni bir askeri yardım paketi konusunda ilerleme kaydetti.

Pazartesi günü bloğun dışişleri bakanları toplantısının ardından AB’nin en üst düzey diplomatı Kaja Kallas, girişim için “geniş bir siyasi destek” olduğunu ve ayrıntılar üzerinde görüşmelerin devam ettiğini söyledi.

Kallas, “masadaki herkesin şu anda kararlılığımızı göstermemiz ve Ukrayna’yı kendisini savunabilmesi için desteklememiz gerektiğini anladığını” sözlerine ekledi.

AB üyeleri geçen aydan bu yana en az 20 milyar avro değerinde bir tedarik paketi üzerinde görüşmeler yürütüyor. Teklif, bu yıl iki milyon topçu mühimmatının yanı sıra hava savunma sistemleri, derin hassasiyetli saldırı füzeleri, insansız hava araçları ve diğer silahların teslim edilmesini amaçlıyor. Ayrıca Ukrayna askeri tugaylarının ve sanayisinin de desteklenmesi öngörülüyor.

Plana göre 2 milyon adet büyük kalibreli topçu mühimmatı için 5 milyar avro harcanacak.

Bu girişim, Rusya ile ABD arabuluculuğunda bir barış anlaşması müzakere etmeye çalışan Kiev’e bu yıl temel askeri malzemelerin sağlanmasında kilit bir yol olarak görülüyor.

Bloomberg’de yer alan habere göre plan, istekli üye devletlerden oluşan bir koalisyonun ayni ve nakdi katkılarına açık ve her biri kendi ekonomilerinin büyüklüğüne göre katkıda bulunmaya teşvik ediliyor. Konu hakkında bilgi sahibi kişilere göre üye devletlerin çoğu bir anlaşmaya doğru ilerlemekten yana.

Öte yandan isimlerinin açıklanmaması kaydıyla konuşan bu kişiler, aralarında Fransa ve İtalya’nın da bulunduğu bazı ülkelerin daha fazla zaman ve ek ayrıntı istediklerini söyledi. Macaristan ise uzun zamandır Ukrayna’ya askeri ya da başka herhangi bir yardım yapılmasına karşı çıkıyor.

Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó pazartesi günü yaptığı açıklamada Budapeşte’nin “ne bu işin içine çekileceğini ne de Macar vergi mükelleflerinin parasının Ukrayna’ya silah tedarikini finanse etmek için kullanılmasına izin vermeyeceğini” bir kez daha yineledi. Slovakya da fona katılmayacağını açıkladı.

Bir başka diplomat ise planın aynı zamanda Avrupa’nın kuzey ve doğusundaki ülkelere kıyasla Ukrayna’nın ihtiyaçlarına şimdiye kadar daha az katkıda bulunan ülkelere baskı yapmanın bir yolu olduğunu söyledi.

Euractiv’in ulaştığı AB diplomatlarına göre ise aralarında Hırvatistan, Almanya, Hollanda, Finlandiya, İsveç, Danimarka, Çekya, Romanya, Polonya ve Baltık ülkelerinin de bulunduğu pek çok ülke hızlı bir anlaşmaya varılmasından ve teklife oldukça iddialı bir rakam eklenmesinden yana.

Planın perşembe günü (20 Mart) Brüksel’de yapılacak bir zirvede AB liderleri tarafından tartışılacağı fakat nihai kararın bu hafta içinde alınmasının mümkün olmadığı belirtildi.

Girişimin ilerleyebilmesi için katılım ve katkıların nasıl hesaplanacağına ilişkin kilit sorular devam ediyor. Olası bir çözüm, 27 AB ülkesinin rızasına dayalı bir mali araç yerine, gelecekteki fona ayni ve nakdi katkılar için bir ‘istekliler koalisyonu’ aramak olacak. Böylece Macaristan ve Slovakya gibi ülkelerin de vetosunun bertaraf edilmesi umuluyor.

Kallas’ın planı Norveç, Birleşik Krallık ya da Türkiye gibi AB üyesi olmayan ülkelerin de fona dâhil edilmesine imkân tanıyor ama bu ülkelerin hangi koşullar altında fona dâhil edileceği henüz netlik kazanmış değil.

Daha da zor olan konular ise her bir katılımcı ülkenin katkısının nasıl hesaplanacağı ile ilgili. Son teklife göre katkılar, ülkelerin “iktisadi ağırlıklarına” göre bağışta bulunmalarını sağlayacak temel bir gösterge olarak gayri safi milli gelir (GSMG) kullanılarak belirlenecek.

Bu durum, Ukrayna’ya yardım konusunda çoğu zaman iktisadi ağırlıklarının üzerinde yardımda bulunan küçük AB üye ülkelerinin büyük çoğunluğu tarafından adil olarak görülürken, Fransa, İtalya ve İspanya gibi daha büyük ülkeler bu konuda isteksiz davranıyor. 

Fakat bir AB diplomatı, bu ağırlıklandırmanın kuzey ve doğu Avrupa ülkelerinden daha az katkıda bulunan ülkeleri “adil paylarını” vermeye zorlayacağını söyledi.

Bir başka anlaşmazlık noktası da taahhütlerin muhasebeleştirilmesi. Son teklife göre, “24 Şubat 2025’ten bu yana sağlanan ayni destek” fona eklenen rakamda dikkate alınacak, fakat bazı AB diplomatları ülkelerin aynı miktarı iki kez (bir kez ulusal ve bir kez de AB düzeyindeki fonun bir parçası olarak) taahhüt etmeleri konusunu gündeme getirdi.

Bir başka AB diplomatı, “[Kallas’ın] girişimi zihni yapılandırmaya ve odaklanmaya yardımcı oluyor ve çifte sayma ya da saymama konusundaki tüm konuşmalar (…) kedinin siyah mı yoksa beyaz mı [paranın taze olup olmadığı] ile ilgili bir sorudur,” dedi.

Ukrayna’ya gelecekte verilecek güvenlik garantilerinin, örneğin ateşkesin sahada botlarla denetlenmesi gibi, bu yıl gerçekleşmesi halinde nasıl hesaba katılacağı belirsizliğini koruyor.

AB üye ülkeleri ayrıca Rusya’nın dondurulan varlıklarından elde edilen 18 milyar avroluk kârın nasıl hesaba katılacağı konusunun da açıklığa kavuşturulmasını istediler.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Alman Dış İlişkiler Konseyi: Avrupa savunmasını ABD’den bağımsızlaştırmalıyız

Yayınlanma

Avrupa’nın ve dünyanın etkili düşünce kuruluşlarından Alman Dış İlişkiler Konseyi (DGAP), Federal Meclis’in silahlanma için borçlanmaya getirilen kısıtlamaların tamamen kaldırılmasına ilişkin bugün alacağı karar öncesinde, Alman Silahlı Kuvvetlerinin (Bundeswehr) silahlandırılması için özel öneriler sunuyor.

Bu önemli makalenin yazarları isimler: DGAP Başkanı ve eski Airbus CEO’su Thomas Enders, Airbus CEO’su René Obermann (eski Deutsche Telekom CEO’su), Kiel Dünya Ekonomisi Enstitüsü (IfW) Başkanı Moritz Schularick ve yatırımcı Jeannette zu Fürstenberg.

Makalede, NATO’nun doğu kanadında büyük ölçekli bir “insansız hava aracı duvarı” inşa etmek için Avrupa’da on binlerce araç tedarik edileceği vurgulanıyor.

Buna ek olarak, Starlink benzeri ve Avrupa’ya ait bir uydu takımyıldızının ve özellikle Baltık Denizi’nde büyük ölçekli sualtı gözetiminin geliştirilmesinin gerekli olduğunu savunan yazar, ayrıca “otonom sistemler ve robotik” ile “uygulamalı yapay zeka ”nın geliştirilmesine de büyük önem atfediyor.

Enders bunu yaparken, örneğin F-35 savaş uçakları ile ortaya çıkan ABD’ye olan mevcut bağımlılıktan kurtulmak için “egemen Avrupa-içi tedariki” konusunda ısrar etmenin önemli olduğuna işaret ediyor.

DGAP makalesi ayrıca nükleer silahlar konusunda Washington’dan bağımsızlığı ve buna bağlı olarak Avrupa potansiyelinin geliştirilmesini hedefliyor ve bu potansiyelin ABD’nin potansiyeline benzer olması gerektiğini savunuyor.

Veri ve dijital entegrasyon

DGAP’nin “Bağımlılık ya da Kendini Kabul Ettirme” başlığı altında yayınlanan makalesi, ilk olarak Alman hükümetinin Ukrayna’daki savaşın başlamasından hemen sonra verdiği 100 milyar avroluk özel borcun (“özel fonlar”) kullanımını eleştiriyor.

Makaleye göre bu fonlar “zaman baskısı altında” en mantıklı şekilde harcanmadı; çoğunlukla “2000’li ve 2010’lu yılların teknolojilerine” ve ayrıca “büyük ölçüde … Avrupa dışı sistemlere” harcandı ki burada kastedilen ABD savunma sanayi ürünleri.

Modern savaş alanında hayati önem taşıyan şeyin salt tank ve uçak sayısı değil, insansız hava araçları (İHA) gibi diğer yeni silahlar ve her şeyden önce “veri akış hızı, hassasiyet ve dijital entegrasyon” olduğunu savunan yazar, bu nedenle Federal Almanya’nın “teknoloji odaklı bir savunma stratejisi” izlemesi gerektiğini salık veriyor.

Gelecekte askeri yatırımların sadece stratejik yeteneklere, yani derin vuruş ve hava savunmasına değil, aynı zamanda ve özellikle “ağa bağlı ve otonom sistemler” ve uzay gibi “modern teknoloji alanlarına” yönelik olması gerektiği de makalede yer verilen görüşler arasında.

Silah teknolojisinde ‘Avrupalı al’ stratejisi

Yazarlar, SPARTA (Stratejik Koruma ve Gelişmiş Dayanıklılık Teknolojisi İttifakı) adlı bir proje çağrısında bulunuyor ve Almanya’nın Avrupa düzeyinde bir “başlatıcı” olarak hareket etmesi gerektiği vurgulanıyor.

Genel olarak amaç, büyük silahlanma programlarının gecikmeksizin oluşturulması; “yeni teknolojilere odaklanılması ve ABD’ye bağımlılıktan kaçınmak için “egemen Avrupa-içi tedarikinin” yapılması.

ABD’nin F-35 savaş uçağı olumsuz bir örnek olarak gösteriliyor, zira “son derece şifreli ve kapalı bir yazılım mimarisine” sahip olduğu ve bunun da “Avrupa sistemlerine doğrudan entegrasyonu” zorlaştırdığı vurgulanıyor.

Yazarlara göre bu durum, ABD tarafından kontrol edilen düzenli yazılım güncellemeleri ve bakım gerektiriyor ki bu da sürekli bağımlılığa yol açıyor. DGAP Başkanı Enders kısa süre önce verdiği bir röportajda bazı uyarılarda bulunmuştu. faz’a konuşan Enders, “Amerikalıların isterlerse bu şeyi kapatabileceklerini biliyoruz,” demişti.

DGAP raporunun yazarları “hızın” önemini vurguluyor; acil (altı ila 12 ay), kısa vadeli (bir ila üç yıl) ve en iyi ihtimalle orta vadeli (üç ila beş yıl) projeler öneriyorlar.

Amaç, sadece modası geçmiş “eski platformları” yakalamak yerine “önemli teknolojik üstünlük” elde etmek.

On binlerce drondan oluşan bir Doğu Avrupa duvarı

Yazarlar spesifik olarak, örneğin NATO’nun doğu kanadı üzerinde uzun menzilli bir insansız hava aracı duvarı kurulmasını öneriyorlar; bunun için on binlerce İHA’nın gerekeceğini de kabul ediyorlar.

Yazarlar, mevcut silah sistemlerinin mümkün olduğunca modernize edilmesini ve böylece Ukrayna’daki savaş alanlarında görüldüğü gibi modern dron savaşında ayakta kalabilmelerinin sağlanmasını talep ediyorlar.

Buna ek olarak, NATO’nun doğu kanadının izlenmesi de dahil olmak üzere “askeri uygulamalar için gerçek zamanlı değerlendirme” de dahil olmak üzere hızla Starlink benzeri “egemen bir uydu takımyıldızının geliştirilmesi” de beklentiler arasında.

Baltık ülkeleriyle birlikte büyük ölçekli bir sualtı gözetleme sisteminin geliştirilmesinin de ele alınmasını isteyen DGAP yazarları, “Savaş alanında merkezi olmayan, ağ bağlantılı veri kullanımı için bir Avrupa çok alanlı savaş bulutunun hızla hayata geçirilmesinin” de Kıta’nın kendi komuta ve kontrolünü ve nihayetinde etkinliğini hızlandırmak için vazgeçilmez olduğunu düşünüyorlar.

Son olarak, DGAP belgesinin yazarları, ‘niteliksel ve niceliksel hava üstünlüğü’ elde etmeyi mümkün kılacak ‘insansız, bağımsız olarak kontrol edilebilen savaş uçağı sistemlerine giriş’ çağrısında da bulunuyorlar.

Almanya, nükleer istiyor

DGAP belgesinin yazarlarına göre SPARTA programının Alman ve Avrupalı silah şirketlerini yönlendireceği beş merkezi teknoloji alanı arasında otonom sistemler ve robotik, uygulamalı yapay zeka, uzay teknolojileri ve hipersonik silah sistemleri yer alırken, belgede açıkça nükleer teknolojiden bahsediliyorve nükleer silah stoklarının “genişletilmesi ve modernizasyonuna” atıfta bulunuluyor.

Almanya’nın bugüne kadar NATO’nun nükleer programına katılımının devam etmesini isteyen yazarlar, aynı zamanda Avrupa’nın da ABD’ninkine benzer yeteneklerle donatılması gerektiği belirtiyorlar.

İki nükleer güç olan Fransa ve Birleşik Krallık ile Almanya’nın yakın işbirliği, kabiliyetleri genişletmek ve bunları kendi özel koruyucu şemsiyelerine entegre etmek için en iyi seçenek olarak görünüyor.

Diğer Avrupa ülkelerinin de buna katılması gerektiğine işaret eden DGAP belgesi, arzu edilen nükleer silah anlaşmasını bir ‘özgürlük savunucuları koalisyonu’ olarak tanımlıyor.

Rakip olarak ABD

DGAP Başkanı Enders faz’a verdiği aynı röportajda daha da ileri giderek, Amerikan sistemlerinden “mümkün olduğunca çok ve hızlı bir şekilde bağımsız olmanın” zorunlu olduğunu savunmuştu.

Örneğin Enders, Fransız-İtalyan SAMP/T hava savunma sisteminin ABD’nin Patriot füzelerine eşit bir alternatif sunduğunu ileri sürüyor.

Alman hükümetinin Avrupa hava savunma girişimi ESSI (Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi) için SAMP/T sistemi yerine Patriot’u tercih etme kararı, Fransa ve İtalya’nın 2022 yılına kadar ESSI’ye katılmamasına neden olmuştu.

Enders, “Bu Amerikan yönetiminin artık bir muarız haline geldiği gerçeğini görmezden gelemeyiz,” dedi.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Almanya, silahlanmaya hazırlanırken bütçeyi kısacak

Yayınlanma

Almanya’nın bir sonraki muhtemel muhafazakar şansölyesi Friedrich Merz, Sosyal Demokratlar ile koalisyon görüşmeleri sırasında bütçe kesintilerinen tartışılması gerektiğini söyledi. Bu açıklama tarihi bir silahlanma ve altyapı harcama paketinin açıklanmasının ardından geldi.

CDU’lu Merz, bir sonraki Alman hükümetinin önerdiği 500 milyar avroluk borç destekli mali pakete rağmen maliyetleri düşürmek zorunda kalacağını söyledi.

Merz, Alman kamu yayın kuruluşu ARD’ye verdiği demeçte, “Federal düzeyde, eyalet düzeyinde ve yerel topluluklarda maliyetleri düşürmek zorunda kalacağız. Marjlar daha büyük hale gelmedi,” diye ekledi.

Dönüm noktası niteliğindeki mali paket, Almanya’nın borçlanmaya ilişkin anayasal borç freninin gevşetilmesini de içeriyor.

Harcama planı, geçen ay yapılan erken seçimin ardından CDU/CSU ile koalisyon hükümeti kurma görüşmelerini sürdüren Sosyal Demokrat Parti (SPD) tarafından da destekleniyor.

Pakette savunma ve altyapı yatırımları yer alıyor. Paketin kabul edilmesi için Almanya’nın alt meclisi Bundestag ve üst meclisi Bundesrat’ta üçte iki çoğunluk gerekiyor. Paket halihazırda Federal Meclis Bütçe Komisyonunun onayını almış durumda.

Başlangıçta pakete karşı çıkan Yeşiller, iklim değişikliğiyle mücadeleye 100 milyar avro ayrılması nedeniyle paket lehinde oy kullanması bekleniyor. Merz, anayasa değişikliklerinin yeni Federal Meclis’in 25 Mart’ta göreve başlamasından önce kabul edilmesini umuyor.

Bazı Federal Meclis üyeleri, milyarlarca avroluk mali paketin salı günü yapılması planlanan oylamasını engellemek için Karlsruhe’deki Federal Anayasa Mahkemesine başvurmayı planlıyor.

Bağımsız üye Joana Cotar, Karlsruhe mahkemesinde ikinci kez dava açarak oylamanın ertelenmesini talep etti. Anayasa Mahkemesi davanın kabul edildiğini pazar günü teyit etti.

İş dünyası odaklı Hür Demokrat Parti’den (FDP) üç Federal Meclis üyesi de, paketin toplum üzerindeki etkilerini kamuoyu önünde tartışmak için yeterli zaman olmadığını savunarak mahkemeye acil bir başvuruda bulunacaklarını söyledi.

FDP’li finans uzmanı Florian Toncar’a göre, SPD ve Yeşiller’den oluşan mevcut Alman hükümeti paketle ilgili “çok basit ve temel sorulara” cevap veremedi.

Öte yandan Merz de, SPD ile koalisyon müzakerelerinin, çok ihtiyaç duyulan reformlar ve “federal bütçede olası tasarruflar” olarak tanımladığı konular hakkında “çok zor konuşmalar” içereceğini söyledi. Merz, tasarruf etmek zorunda kalacaklarını savundu.

Almanya’nın yeni koalisyonunun ne zaman kurulması gerektiğine de değinen Merz, bunu söylemek için henüz çok erken olduğunu söyledi ve “Tartışmanın sonuna gelmiş değiliz. Henüz [yeni hükümet için] bir tarih belirleme noktasına gelmedik,” dedi.

Merz, erken seçimden yaklaşık 50 gün sonra, nisan ortasındaki Paskalya öncesinde şansölye olmak istiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English