Bizi Takip Edin

Görüş

Bir türbin hikayesi: Ne olacak bu Almanya’nın hali?

Avatar photo

Yayınlanma

Alman Uniper, Gazprom Eksport’la uzun vadeli doğalgaz tedarik sözleşmesini iptal etti.

İbretlik hikayesi şöyledir:

Uniper ile Gazprom arasındaki sözleşme 2035’e kadar (yani on bir yıl daha) gaz tedarikini kapsıyor. Toplam miktar 250 Twh (yaklaşık 24 milyar metreküp). Uniper’in iptal kararı, Stokholm tahkim mahkemesinin kararına dayanıyor; bu karar da Gazprom’un Kuzey Akım’dan kesintilerinin mücbir sebebe dayandığı iddiasını reddedip Rusya’ya Alman tarafına tazminat ödemeye mahkum ediyor.

Gazprom tarafından kesintiler ilk defa 2022 yazında Portovaya istasyonundaki Siemens türbininde arızayla başladı.

Gaz türbini anlaşmaya göre Siemens tarafından temin edilmişti ve bakım-onarımını da Siemens yapacaktı; ama Siemens’in Almanya’da bunu yapacak imkanı olmadığı için Londra’da kayıtlı bir iştirak şirketi üzerinden Kanada’da yaptırıyordu. Uluslararası kapitalist sistem böyle bir şeydir.

Gazprom 2022 haziran ortasında Siemens’in Portovaya’daki (Kuzey Akım’ın Rusya tarafındaki gaz basım istasyonu) bakımı yapılmak için sökülüp götürülmüş kompresörleri yaptırım gerekçesiyle vermemesi üzerine Almanya’ya Kuzey Akım 1’den bastığı gazda kısıntıya gitti; günlük167 milyon yerine 100 milyon metrekübe düşürdü. Bunun üzerine Siemens, kompresörleri Kanada’nın yaptırımları yüzünden vermediğini açıkladı; zira türbinler daha çatışmanın başlamasından önce tamir için Kanada’ya gönderilmişti.

Uniper ise eksiğini başka kaynaklardan kapatacağını duyurdu, ancak kaynak vermedi. Almanya’nın kafasında (eğer bu kafada bir şey vardıysa) dört alternatif olduğu anlaşılıyordu: ya Ukrayna üzerinden Gazprom gazı, ya Polonya üzerinden Yamal-Avrupa hattından Gazprom gazı, ya Amerikan kaya gazı, ya da (daha iyisi) Katar’dan uzun vadeli gaz anlaşması.

Kiev rejimi Ukrayna üzerinden geçen Soyuz hattını kendisi kapattığı halde (böylece Ukrayna topraklarında işler durumda sadece Drujba hattı kalmıştı) bu defa “Kuzey Akım’ı telafi etmek için gaz akışını artırabileceğini” açıkladı. En güvenilmez alternatif buydu; nitekim rejimin cakasıyla kaldı. Yamal-Avrupa hattı daha 12 Mayıs’ta kesilmiş ve bu da alternatif olmaktan çıkmıştı. Almanya’nın Katar’la yürüttüğü uzun vadeli gaz tedarik anlaşması daha mart ayında iflas etmişti zaten; gene de Berlin’i AB üzerinden böyle bir anlaşmaya varılabileceği umudu olabilir — o da haziran sonuna doğru batmıştı. Geriye sadece Amerikan kayagazı kalmıştı — yani en sağlam alternatif.

Tamamen çalışır durumda olduğu halde hiç çalıştırılmamış olan Kuzey Akım 2 ise Almanya’da kimsenin aklına gelmiyordu.

Haziran sonunda Kanada, Almanya’ya “yardım etmeyi çok istediğini” ama “ne yazık ki” meselenin uzayıp temmuzdaki G7 zirvesine kalabileceğini duyurdu.

Temmuz başında, Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı partisi Yeşillerin eşbaşkanı ve Berlin hükümetinin başbakan yardımcısı, ekonomi bakanı Habeck, türbin meselesinde Kanada’ya “istemeye istemeye ricada bulunmak zorunda” kaldıklarını ve üniteleri Rusya’ya değil Almanya’ya göndermelerini istediğini söyledi. Aynı günlerde Reuters’in haberine göre Kiev rejimi de Kanada hükümeti nezdinde ünitelerin Rusya’ya verilmemesi için kulis yapıyordu.

10 Temmuz’da Kanada hükümeti türbinleri Almanya’ya göndermeye karar verdiklerini açıkladı. “Türbinler” derken yanlış anlaşılmasın; gönderecekleri türbin bir taneydi, ama ellerinde 5 türbin daha vardı ve bunların tamirinin 2024 sonunu bulacağını söylüyorlardı.

15 Temmuz’a kadar Portovaya’ya yerleştirilecek türbin hâlâ Kanada’dan yola çıkmış değildi.

Temmuz ayının ikinci yarısı boyunca Gazprom, Siemens’ten türbin ünitelerinin Portovaya’ya ulaştırılacağına dair hiçbir bildirim almadığını açıklayıp durdu. Bu arada Komisyon’un patronu Alman barones (ABD’nin Avrupa’daki Reichkomissar’ı demek mümkündür) Kuzey Akım 2’nin “lisanssız” olduğunu ve “hiçbir şart altında kullanılamayacağını” söyledi.

Komisyon belki de Alman hükümetinin az-yeşil kanadında gevşeklik sezmiş ve ön almaya çalışıyordu; ama sanırım tamamen gereksiz bir endişeydi bu.

Bir Kafka kahramanı olma yolundaki şansöliye 21 Temmuz’da Moskova’nın gaz sevkiyatını “teknik nedenlerle kıstığına inanmadığını”, “beş kere imzalanmış bir sözleşme yerine getirilmiyorsa hiçbir şeye güvenilemeyeceğini” açıkladı. Uniper de 23 Temmuz’da, Gazprom’un arzı kısmaya yönelik “mücbir sebepler” açıklamasını “sözleşme şartlarının ihlali” gördüklerini ve uğradıkları zarar yüzünden atacakları hukuki adımları incelediklerini açıkladı.

Uniper yönetimi ayrıca ilk defa o gün Gazprom’la uzun vadeli sözleşmeleri iptal edebileceklerini de söyledi.

Bu sırada Uniper iflasın eşiğindeydi; ama şirketi Berlin’in çok şık bir hamlesi kurtardı: yeşilin farklı tonlarından kurulan hükümet Uniper’de 267 milyon avro sermaye artışından başka 7,7 milyar avro dönüştürülebilir tahvil çıkardı, şirketin yüzde 30 hissesini satın aldı, Finli Fortum’un payını da yüzde 56’ya düşürdü.

Siemens ancak 25 Temmuz’da Gazprom’a Kanada’nın türbinlerle ilgili, bunların bakım ve onarımını 2022 sonuna kadar garanti eden ihracat lisansını iletti. Gazprom ertesi gün lisans belgelerini aldığını, ancak bunların “yeni sorunlar” ortaya koyduğunu açıkladı; Portovaya türbin üniteleri üzerindeki yaptırımların tamamen kaldırılmasını ve bu konuda Komisyon’dan açıklama yapılmasını talep etti; ayrıca bir türbinde daha arıza çıktığını iddia edip günlük gaz sevkiyatını 33 milyon metrekübe düşürdü. Siemens ise kompresör ünitelerine erişimi olmadığı ve arıza bildirimi gelmediğini, dolayısıyla arızayı teyit edemedikleri ve bu nedenle kompresörleri çalışır kabul ettiklerini söyledi — yalnız kompresörlere erişimi kesen Gazprom değil AB (yani aynı zamanda Almanya) yaptırımlarıydı.

Kanada’dan yola çıkan türbin 3 Ağustos’ta Almanya’ya ulaştı; Kafka kahramanı şansöliye ertesi gün gidip türbinin önünde hatıra fotoğrafı çektirdi; aynı yerde türbinlerin “harika hazırlandığını” söyledi ve “Rusya’nın türbine ihtiyacı olduğunu bildirmesi durumunda” bunu Portovaya’ya gönderebileceklerini söyledi.

Aynı gün Gazprom ise Siemens fabrikasında bekleyen türbinin Portova’ya naklinin yaptırımlar yüzünden mümkün olmadığını açıkladı. Gazprom açıklamasında sadece AB değil Kanada ve Britanya’nın yaptırımlarından da söz ediliyordu.

Ağustos başında Siemens ilk defa bir gazete röportajında (resmi açıklama değil) türbinlerin yaptırım altında olmadığını ileri sürdü. Oysa, böyle idiyse eğer, meselenin çözülmesi için bunun Komisyon ve Berlin hükümeti tarafından açıklanması yeterliydi.

Ertesi gün (4 Ağustos) Gazprom şu açıklamayı yaptı — en kritik metin budur, dolayısıyla uzun bir alıntıyı hak ediyor:

“Kanada’nın yaptırımlarıyla ilişkili olarak ve Gazprom’un rızası olmaksızın türbinin Rusya yerine Almanya’ya gönderilmesi sözleşme şartlarına uymuyor. Kanada yetkilileri türbin motorunun ülke dışına çıkması için sözleşmenin tarafı olmayan Siemens Energy Canada Ltd’ye mevcut sözleşmeyle hiçbir ilişkisi olmayan belgeler vermişler. Motorun Rusya’ya nakli halinde Kanadalı yetkililerin bunu verilen izin şartlarının ihlali veya etrafından dolaşılması sayması mümkündür. Bu da Portovaya gaz basım istasyonunun diğer türbin motorlarının Kanada’da tamiri izninin geri çekilmesine ve böylece imkânsız hale gelmesine yol açabilir. Türbin motorunun Kanada’dan Almanya’ya nakli de AB yaptırımlarının uygulanmasıyla ilgili riskler ortaya çıkarıyor. AB ve Britanya’nın yaptırımların uygulanması meselesiyle ilgili resmi bir izahatı yok; bu da Portovaya gaz basım istasyonu için türbin motorlarının tamir ve nakliyesinin ihracat sınırlamalarına girmediği hususunda belirsizlik doğuruyor.”

Ağustos ayı boyunca Siemens, türbinin Almanya’da ve kullanıma hazır olduğunu birkaç defa tekrar etti. Ay sonunda Siemens Energy sosyal medya kullanıcılarından Spotify’da Kuzey Akım türbini için bir playlist yapmalarını bile istedi, kendisi şu şarkıları önerdi: The Police — So Lonely, Sabaton — The Final Solution, The Clash — Should I stay or should I go, Bob Marley & The Wailers — Waiting in Vain. Gazprom da başka bir öneriyle karşılık verdi: Judas Priest’ten Breaking the Law.

En nihayet 1 Eylül’de Gazprom Kuzey Akım’da çalışır durumdaki tek türbinde meydana gelen “düzeltilemez bir arıza” nedeniyle gaz akışını süresiz olarak kestiğini açıkladı; Siemens’e bir bildirimle de onarımın yapılmasını istedi. Ertesi gün yeni bir açıklamayla, Siemens’in sözleşmelere uygun olarak arıza tespitinde bulunduğunu, yağ sızıntısına dair belgeyi imzaladığını, arızaları düzeltmeye hazır olduğunu, açıkladı, ama ekledi: “Yalnız tamiratın yapılabileceği bir yer yok.”

Üstelik bu arızayı Almanya tarafı da reddetmedi; BNetzA 3 Eylül’de, mealen “tamam arıza var ama kapatmasanız da olurdu,” anlamına gelen karşı açıklamayla cevap verdi: “BNetzA’nın verilerine göre Rusya tarafından duyurulan arızalar tesisin kullanımına son vermek için teknik bir neden değil.”

Eylül ortasına kadar sessizlik hakimdi. 17 Eylül’de Rusya, türbin meselesine çözüm şartını bu defa Putin’in ağzından dile getirdi: “[Gazprom’un sözleşmesi Siemens’in Britanya’daki bağlı şirketiyle; bu şirket] Türbindeki yaptırımın kaldırıldığını, teknik olarak işler durumda olduğunu yazan belgeyi versin.”

Sadece 9 gün sonra Kuzey Akım 2 tamamen (iki hat), Kuzey Akım 1’de de iki hattan biri havaya uçuruldu.

Uniper kasım ayında Stokholm tahkim mahkemesine gitti ve Gazprom Eksport’tan 11,6 milyar avro tazminat istedi. Bu mahkeme 7 Haziran’da sonuçlandı; tahkim Gazprom Eksport’la sözleşmenin tek taraflı iptal edilebileceğine hükmetti ve karşı tarafın 13 milyar avrodan çok tazminat ödemesine karar verdi.

Yalnız bu olay örgüsünün içinde bir başka şey daha var.

Bu yılın mart ayında Leningrad oblasti St. Petersburg tahkim mahkemesi, Gazprom Eksport’un, Uniper’in Stokholm mahkemesinde tahkim işlemlerine devam etmesinin yasaklanması talebini yerinde bulmuş, aksi takdirde 14,3 milyar avro ceza ödemesine hükmetmişti. Başka deyişle Rusya, Stokholm tahkiminden aleyhte bir karar çıkacağını öngörmüş ve kendi atacağı adımlar için hukuki çerçeve oluşturmaya girişmişti.

Karardan sonra Uniper Rusya’da kararı temyize götürdü, başvurusu reddedildi; bu reddi de temyiz etti. İlgili duruşma 4 Temmuz’da yapılacak.

Bundan sonra olacağı şudur: Uniper, Gazprom’dan talep ettiği tazminatı tahsil edemeyeceği gibi (zira Berlin hükümeti yapabileceğini zaten yaptı; daha 14 Kasım 2022’de Gazprom Germania’ya — daha sonra SEFE adını almıştı — el koydu) Rusya’da 4 Temmuz’daki temyiz duruşmasını kaybedecek ve Uniper’den başka muhtemelen Siemens’in de Rusya’daki mal varlıklarına el konulacak.

Siemens hakında verilecek karar Uniper’le ilişkilendirilebilir, ama ilişkilendirilmeyebilir de; zira zaten yürüyen bir süreç var.

Bu da şöyle:

Siemens Mobility geçen yılın martında Rusya demiryolları RJD karşısındaki yükümlülüklerini “mücbir şartlar yüzünden” yerine getiremeyeceğini bildirdi, bundan bir ay sonra da sözleşmeyi tek taraflı feshetti. Bu yılın mayıs ayında Luga istasyonundaki trenlerin teknik bakım ve onarımını kesti ve bu kararını Rusya’ya karşı AB yaptırımlarıyla açıkladı. RJD ise St. Petersburg tahkim mahkemesine gitti ve mahkeme, Siemens’in sözleşmeyi iptal edemeyeceğine, yükümlülüklerinin devamına karar verdi. Siemens bu kararı Viyana’daki tahkim mahkemesine götürmeye kalktı. Moskova tahkim mahkemesi ise Siemens’in Rusya yargı kararını yurtdışına taşımasını yasakladı. Şirketin Moskova tahkim mahkemesine itirazı da başarısız oldu.

* * *

Stokholm tahkim mahkemesinin kararı hakkaniyetsizdir, bu karar Rusya’ya karşı siyasi nedenlerle alınmıştır…

Hayır, bu yazıdan çıkartılacak sonuç bu değildir.

Kapitalizmde sermaye ilişkileri üzerine hüküm vermekle yetkilendirilmiş herhangi bir kuruluştan hakkaniyet beklenemez, ama hakkaniyetsizlik de beklenemez; bunlar siyasileşmekle eleştirilemez (çünkü sermaye ilişkilerinde her şey siyasidir), aldıkları hiçbir karara da mukaddes adaletin tecellisi gözüyle bakılamaz. Burada hak hukuk değil formaliteler ve kurnazlıklar işler, taraflar da bunu bilir; bunlar neyse odur ve siz de bu suya girdiyseniz ya yıkanırsınız ya da yeterince kurnaz davranıp başkalarını da yıkanmak zorunda bırakırsınız.

Görüş

Modi dönemi, Hindistan’ın ‘karanlık döneminin’ ileri bir uyarlaması mı?

Avatar photo

Yayınlanma

50 yıl önce, 25 Haziran 1975’te, kurucu iktidar Kongre Partisi’nden kurucu Başbakan Jawaharlal Nehru’nun kızı Başbakan Indira Gandhi, iç istikrara yönelik bir tehditten bahsederek ülkede bir Acil Durum ilan etti. Bu dönemde halkın demokratik ve temel hakları çiğnendi. 1975 ile 1977 yılları arasında 21 aylık Olağanüstü Hal döneminde Indira Gandhi ve küçük oğlu Sanjay Gandhi, Anayasa tarafından garanti altına alınan temel hakların askıya alınmasına ve muhalif politikacıların ve demokrasi yanlısı aktivistlerin ve gazetecilerin ve entelektüel kesiminin tutuklanmasına başkanlık etti. Zorla kısırlaştırmalar ve uzun süreli tutukluluğa izin veren İç Güvenliğin Korunması Yasası (MISA) aracılığıyla muhalefetin bastırılması gibi olaylar o dönemin “normalleri” arasındaydı (ancak özellikle zorla kısırlaştırmalar tarihin dehşet verici az bilinen örnekleri olarak kayda geçti).

Evet, bu gerçekten de Hindistan’ın otoriterlikle ilk deneyiydi. Demir Leydi Indira Gandhi tarafından ilan edilen sıkıyönetimin 50. yıldönümü şu sıralar -aslında bir süredir-Hindistan’da yeni bir tartışmayı alevlendirdi: Hindistan’ın cumhuriyet tarihinde “karanlık çağ” olarak anılan benzeri görülmemiş bu demokratik kopuş dönemine en yakın tarihsel benzetmenin yapıldığı Modi dönemi…

Narendra Modi’nin 2014’te başbakanlığa yükselmesi, eskiyi süpürüp yeniyi getirme vaadi ile geldi. Geçen yıl 24 Haziran’da Modi, yeni nesil Hindistan’da “Hindistan Anayasası’nın tamamen reddedildiğini, Anayasa’nın her bölümünün parçalandığını, ülkenin hapishaneye çevrildiğini ve demokrasinin tamamen bastırıldığını” asla unutmayacağını söylemişti. Yine geçen yıl temmuz ayında Modi hükümeti, Kongre Partisi’nin Anayasa’ya saygısızlığını vurgulamak amacıyla 25 Haziran’ın her yıl “Samvidhan Hatya Divas” (Anayasa Katliam Günü) olarak anılacağını duyurmuştu.

Bugün Indira Gandhi’nin torunu Rahul Gandhi, Hindistan Parlamentosu’nun alt meclisi Lok Sabha’daki ana muhalefet Kongre’nin lideri. Hindistan demokrasisinin bu karanlık bölümünü vurgulamak, Modi liderliğindeki iktidar Hindistan Halk Partisi BJP’nin Hint halkına başlıca rakibi olan Kongre Partisi’nin demokratik olmayan doğasını hatırlatmasına olanak tanır.

İronik ki veya tuhaf ki bugün Rahul Gandhi cebinde Anayasa’nın bir kopyasını taşırken görülüyor ve partisinin Modi rejimine karşı mücadelesini Anayasa’yı koruma mücadelesi olarak haykırıyor. Hatta Rahul Gandhi’nin dahi partisi adına Olağanüstü Hal dönemindeki aşırılıklar için özür dilediğini de ekleyeyim.

(İronik ki veya tuhaf ki dedim çünkü) Bugün BJP muhaliflerinin Modi’nin 2014’te göreve gelmesinden bu yana Hindistan’da “ilan edilmemiş OHAL” ilan edildiğini iddia ettiği görülüyor. Örneğin, Hindistan’ın önde gelen muhalefet liderlerinden biri olan Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee, Birlik hükümetinin 25 Haziran’ın Samvidhan Hatya Divas olarak kutlanmasını isteyen talebini reddederek, anayasal değerlerin ve demokrasinin Modi yönetimi altında her gün ayaklar altına alındığını iddia etti.

Ki Modi dönemi, yalnızca “yükselen süper güç” olarak değil, aynı zamanda gerek ifade özgürlüğü anlamında olsun gerekse azınlıklara özellikle Müslümanlara yönelik muamele anlamında olsun, çokça tartışmalı bir dönem. Modi’nin, BJP’sinin ideolojik-örgütsel ebeveyni Rashtriya Swayamsevak Sangh RSS ile beraber, sağcı muhafazakar Hindu milliyetçi Hindutva yönetimi, nefret söylemi ile nefret suçlarının artmasına ve azınlıkların özellikle Müslümanların ve Hristiyanların dışlanmasına yol açan bir çoğunlukçu yönetim biçimini adeta normalleştiriyor. Gerçek olaylardan esinlenen dönem filmleri veya dizileri, hükümet politikalarının eleştirileri, karakter isimleri, safran bayrağı veya lotus çiçeği.. Modi hükümeti, kendi monolitik dünya görüşüne uymayan her türlü ifadeye karşı aşırı duyarlı bir tutum içinde..

Bugün Hindistan’da siyasi muhaliflerin yanı sıra Hindistan’ın büyük bir aydın kesiminin Indira Gandhi’nin açık ve resmi Acil Durumu ile Modi’nin “örtülü ve gayrıresmi” otoriterliği arasında paralellikler kurduğu yoğun tartışmalar yaşanıyor. Indira Gandhi hükümeti 1975-77 yılları arasında hakları tamamen askıya alırken Modi döneminde hak temelli yasaların giderek zayıflatıldığı ve terörle mücadele yasalarının ve bunların eleştirmenlere karşı kullanımının daha da sertleştirildiği gözlemlenebiliyor. Öte yandan Acil Durum hükümeti azınlıkları dışlamaya çalışmamışken Modi yönetimi azınlıkların ülkede yalnızca ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamasını sağlamak istiyor gibi görünüyor.

Bugün Indira Gandhi’nin 75-77 resmi otoriter yönetimi ile Modi döneminin örtülü gayrıresmi uygulamaları arasındaki benzerlikler farklılıklar tartışmaları Hindistan demokrasisine ilişkin kaygıları yansıtıyor olabilir, ancak buradaki anahtar soru demokrasinin tehdit altında olup olmadığı değil, içeriden yavaşça metodik aşınıp aşınmadığı. Demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları gibi konular üzerinde yetkin araştırma enstitüleri veya STK’ların son zamanlardaki raporlarında Hindistan’ın sistematik demokratik gerilemeyi takip ettiğine vurgu yapılıyor ve Hindistan artık “seçimsel otokrasi” ve “kısmen özgür” olarak sınıflandırılıyor. Sıralanan başlıca nedenler arasında azınlıklara yönelik dışlama veya eziyet, kurumsal yıkım, muhaliflere karşı yasal araçların silahlandırılması ve Hindu milliyetçi ideolojisi yönünde açık bir baskı. En rahatsız edici sonuçlardan biri ise sıklıkla Müslümanları hedef alan soykırım söylemleri veya çağrıları. Ki 2022 yılında Soykırım Gözlemevi Kurucu Başkanı Gregory Stanton, “soykırımın erken uyarı işaretlerinin çoğunun Hindistan’da görülebilir olduğu” konusunda uyarılarda bulunuyordu.

Çağdaş Hint tarihçi Gyan Prakash’ın “hukukun yasal askıya alınması” olarak tanımlamış olduğu Indira Gandhi’nin Acil Durumu olağanüstü bir istisna idi ise, Modi’nin yönetimi istisnanın kendisini normalleştirerek rutin bir yönetim aracına dönüştürüyor gibi gözüküyor. Çağdaş İtalyan filozof Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı, yasallık ile yasadışılık arasındaki sınırın kaybolduğunu anlatır.

Örneğin 2019’da Jammu ve Keşmir’in özel statüsünü kaldırılması tam siyasi bir mutabakat olmaksızın gerçekleştirildi ki Hindistan anayasacılığının merkezinde yer alan federal normları da ihlal etti. Ya da 2019 Vatandaşlık Değişiklik Yasası, örneğin, bağımsız Hindistan’da ilk kez dini, vatandaşlık için bir ölçüt olarak tanıttı. Ve aslında nihai hedef ise Hindistan’ın laik demokratik cumhuriyetini demokratik olmayan amaçlar için demokratik yollarla yeniden inşa ederek demokratik olmayan bir teokratik “Hindu rasthra” kurmak..

Okumaya Devam Et

Görüş

Seçim Arefesinde Moldova

Avatar photo

Yayınlanma

2025 Parlamento Seçimleri arifesinde Moldova, ülke içerisindeki çelişkiler, iç politikadaki istikrarsızlık ve büyük ölçekli dış etkiler nedeniyle derin dönüşümler içindedir. Ülkenin verimli bir değişim noktasına mı veya tam tersine mevcut otoriter gidişatı sürdürmeye mi daha yakın olduğunun tartışıldığı günümüz koşullarında, hali hazırdaki gerçekliği şekillendiren temel faktörlerin analizi özellikle değerlidir. Çünkü bu durumun sıradan bir seçim süreci olmadığına; dahası ülkenin nihai medeniyet paradigmasını değiştirebilecek potansiyeldeki ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir noktaya sürüklenmesi muhtemel bir süreç olduğuna dair veriler mevcut.

İç Politikanın Kısa Analizi

Son yıllarda, Eylem ve Dayanışma Partisi – PAS ve bireysel olarak Mayya Sandu tarafından yönetilen iktidar rejimi, muhalefete, bölgesel hareketlere ve Rusça konuşan nüfusa karşı baskıyı artırma yönünde bir politika izledi. Bu süreçte Moldova’da enformasyon alanında tam sansüre odaklanan otoriter devletin oluşturulduğu gözlemleniyor. Örneğin: Rumen faşist diktatör Ion Antonescu’yu yücelten ders kitapları, eğitim müfredatına sokuldu. Yerel yetkililer, “Rus müdahalesine” karşı mücadele gerekçe gösterilerek siyasi muhaliflere karşı baskıcı önlemler alıyorlar. Alexandr Nesterovschi, İrina Lozovan ve Marina Tauber gibi siyasetçilere yönelik baskılarla birlikte alternatif politikaya engel getirildiği gözlemleniyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nda Faşizme karşı zaferin temsili olan 9 Mayıs Zafer Günü kutlamaları da yasaklanıyor. Bu da demokrasinin kademeli olarak terk edilmesi ve otoriter eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor.

Yetkililerin yetkileri sınırlama ve ekonomik baskı politikası izlediği özerk bir bölge olan Gagauzya’daki duruma da özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Ülkedeki birçok siyaset bilimciye göre bu tür eylemler özerklik nüfusunu protestolara ve çatışmalara itebilir. Pekala bu durum da iç düzeni daha da istikrarsızlaştıracaktır.

Yaklaşan seçimler bağlamında, protestocuların haklarını kısıtlayan yasaların aktif bir şekilde kullanılması ve bölgelerdeki seçim sürecini yeniden biçimlendirme girişimleri gözlemleniyor. Örneğin: Mevcut iktidar, Gagauzya’daki seçim prosedürünü değiştirmek suretiyle oylamanın sonucunu kontrol etme ve muhalif güçlerin etkisini en aza indirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.

Bir diğer husus ise “Transdinyester Meselesi”. Moldova yetkilileri, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti üzerinde ekonomik ve insani baskı politikası izliyor gibi görünüyor. Bölgeye yönelik çifte gümrük vergisi politikası, bankacılık ablukası ve ilaç tedariğinin yasaklanması gibi durumlar gözlemleniyor. Transdinyester lideri Vadim Krasnoselski, kendilerine “soykırım politikasına eşdeğer bir politika” izlendiğini iddia ediyor ve Moldova iktidarının bölgede fiziksel ve politik bir yıkıma yönelik girişimleri olduğunu belirtiyor.

Dış Politikanın Kısa Analizi

Ülke liderliğinin Bağımsız Devletler Topluluğu – BDT ile bağları koparma ve Rusya ile kültürel ve ekonomik bağları azaltma çabalarına rağmen, bu önlemler ekonomik durumun kötüleşmesine ve iç gerginliklerin artmasına yol açıyor. Özellikle, BDT ülkelerinin çoğuyla vizesiz rejimin sona ermesi ve Rusya ile işbirliği yapmayı reddetme kararının ardından ülkenin ihracat verilerinde bir düşüş meydana geliyor. Resmi rakamlara göre 2024 yılının sonuna kadar yaklaşık %45 oranında ihracatın azaldığı belirtiliyor ve Rus pazarına yapılan ihracatın da %50’den fazla azaldığı görülüyor. Bu tür göstergeler, nüfusun refahı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olan önemli bir ekonomik izolasyona işaret ediyor.

Bununla birlikte, yetkililerin jeopolitik yönelimine rağmen, nüfusun çoğunluğu hala Rusya yanlısı veya dengeli bir dış politikayı tercih ediyor (anketlere göre, katılımcıların %60’tan fazlası Rusya’ya veya her iki etki merkezine -Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği- yönelik bir dış politika yönelimine meyilli). Bu, Batı yanlısı stratejileri destekleyen entelijansiya ile Rusya’yla kültürel ve tarihi bağları sürdüren vatandaşlar arasındaki iç çatışmayı gözler önüne seriyor.

AB ve diğer Batılı yapıların tepkisi de açık: Seçim arifesinde Avrupa Komisyonu, Moldova’ya yardımı onayladı. Bu, Avrupa’nın etkisini güçlendirme ve ülkeyi yeni rotasında istikrara kavuşturma çabalarını göstermektedir. Ancak, bu tür mali destek (2 Milyar Avro), ülkenin dış bağışçılara bağımlılığı ve olası koşullar konusunda endişelere yol açmaktadır.

Öte yandan NATO ve Avrupa Birliği’nin açıkça desteğiyle birlikte Moldova’da aktif bir şekilde militarizasyon gözlemlenmektedir. Ulusal ordu 8.000 kişiye çıkarıldı ve Avrupa hava savunma sistemlerine entegrasyon söz konusu. Ek olarak Moldova karayolları ve hava sahası, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemek için Batı güçleri tarafından kullanılıyor.

İfade Özgürlüğü ve Jeopolitik

İfade özgürlüğüne karşı ve medyayı kontrol etmeyi amaçlayan enformasyon politikasının etkinleştirilmesi konusu da Moldova özelinde hususi bir yer işgal etmektedir. Seçim kampanyası sırasında yetkililer, kamu protestolarını kısıtlayan yasa tasarıları yürürlüğe koyuyor ve ek olarak nüfusun önemli bir bölümüne nesnel bilgi sağlayan Rusça yayın yapan medyayı bastırmaya çalışıyorlar.

Buradaki kilit bir faktör ise: Rusya ve Batı’nın enformasyon savaşları yoluyla iç siyasi durumu etkileme girişimleridir. Bu, olası krizlerin ve artan iç anlaşmazlıkların habercisi haline gelmektedir. Ekonomik durum ve toplumsal gerginliklere yol açması muhtemeldir ve bunun örnekleri yakın geçmişte birçok şekilde karşımıza çıktı.

Bir diğer yandan Moldova ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Sanayi geriliyor, gaz ve elektrik ithalatına olan enerji bağımlılığı yüksek kalmaya devam ediyor ve tarife politikaları halk arasında hoşnutsuzluğa neden oluyor. 2024 yılında hem Rusya hem de diğer BDT ülkeleriyle ihracatta düşüş yaşandı ve bu da ekonomik durumu kötüleştiriyor.

Sosyolojik açıdan incelendiğinde özellikle gençler ve Rusça konuşan nüfus ciddi anlamda baskı altında gibi görünüyor. Yetkililer, etnik azınlıkların haklarını sınırlamak için adımlar atıyor. Örneğin: Onlara seçimlere katılma fırsatını veya Rusça konuşan vatandaşlara yönelik entegrasyon önlemlerini reddediyorlar. Bu, direnişe ve potansiyel çatışma durumlarının gelişmesine neden oluyor.

Romanya ile Etkileşim ve Entegrasyon Süreçleri

Buradaki en kritik hususlardan birisi: Moldovalılara Rumen vatandaşlığı verilmesidir. Ek olarak Rumen işadamlarının ekonomiye dahil edilmesi ve kamuoyu üzerinde medya etkisi yoluyla uygulanan Romanya ile entegrasyon çabalarının yoğunlaşmasıdır. Uzmanlara göre bu stratejinin ülkenin egemenliğinin kaybına ve Moldova halkının fiili olarak Romanya’ya asimile olmasına veya Avrupa Birliği’ne entegrasyonun genişlemesine yol açabileceğine inanıyor.

Nüfusun çoğunluğu tarafsız kalmaya veya Rusya ile entegrasyona sıcak bakan duygulara sahip. Buna karşılık yetkililerin AB’ye ve milliyetçi söylemlere yakınlaşmak için başlattığı adımlar ise iç direnişe neden oluyor.

Sonuç olarak, Moldova’daki 2025 parlamento seçimleri öncesi durum, yüksek derecede iç gerginlik, artan dış bağımlılık ve ülkenin kimliği için mücadele ile karakterize haldedir. Dış güçlerin etkisi altındaki siyasi elit, bölge üzerindeki gücü ve kontrolü sağlamlaştırmak için baskıcı yöntemler kullanıyor. Bu da otoriterlik risklerine yol açıyor. İç çelişkiler, ekonomik kriz ve vatandaşların hükümete olan güvensizliğinin seviyesi, protesto hareketlerinin ve toplumun daha da bölünmesinin ön koşullarını yaratıyor. Moldova’nın kalkınma beklentileri, siyasi istikrarı koruma, dış etkiyi dengeleme ve değişim için kamuoyu desteğini sağlama becerisine bağlı gözüküyor. İç güçlerin, çeşitli etnik ve bölgesel grupların görüşlerini dikkate alan ve demokratik kurumlar ve ekonomik sürdürülebilirlik geliştirme yoluna bağlı kalan bir uzlaşmaya varabilmesi bu süreçteki en önemli hususlardan birisi olarak ön plana çıkıyor.

Okumaya Devam Et

Görüş

Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?

Yayınlanma

Modern Alman edebiyatının en önemli yazarı Thomas Mann’ın doğumunun 150. yılının kutlandığı bu günlerde, sayısız başyapıt kaleme alan Mann önemini ve güncelliğini korumaya devam ediyor.

Her büyük yazar gibi Mann da romanlarında yaratıcı yeteneğiyle kendi çağındaki karmaşık çatışmaları berrak biçimde ortaya koyarak, toplumdaki çelişkilerin nasıl şekilleneceğine dair öngörüsünü dile getirmiştir.

Yüzyıl önce savaş sonrası Almanya’nın toplumsal ve kültürel sorunlarını irdelediği eserleri, bugün yine Rusya’ya karşı savaşı açıktan destekleyen ya da sessizce onaylamak zorunda kalan Alman entelektüellerin düşünsel mirasına dair çok şey söylemektedir.

Yüzyıl önce yayımlanan eseri Büyülü Dağ romanında Rusya karşıtlığını, İslam ve Doğu toplumlarına karşı önyargıları dile getiren karakterleri, bugünkü Alman aydınlarının geçmişteki gölgeleri gibidir.

Diğer taraftan Mann’ın yüzyıl önce Doğu’ya yaptığı seyahat, Avrupa’nın ilerlemeci ve hümanist geleneğini temsil eden yazarların dahi Batılı muhafazakarların birçok önyargısını nasıl paylaştığını göstermektedir.

Yüzyıl önceki krizde Avrupa’nın geleceğini tartışan ve savaşın muhasebesini yapan Thomas Mann’ın eserleri, bugünkü savaş ve kriz koşullarındaki Avrupa için hatırlatılması gereken derslerle doludur.

Mann’ın İstanbul izlenimleri

Thomas Mann, 1925 yılında başta Kahire olmak üzere Doğu’ya uzun olmayan bir seyahat gerçekleştirmiştir. Yusuf ve Kardeşleri eserlerine ilham veren Mısır izlenimleri dışında, Mann’ın bu seyahati, en titiz biyografi eserlerinde dahi görmezden gelinmiştir.

Mann’ın biyografisini kaleme alanların ihmalinde bir ölçüde haklılık payı vardır. Mann’ın izlenim notları şaşılacak derece yüzeysel ve kısadır. Bu kısa gezi notları okurda, Mann’ın kendi isteği dışında bir zorunluluk sonucu seyahate çıkmak zorunda kaldığı hissini uyandırır.

Özellikle Mann’ın İstanbul ziyaretine dair izlenimlerin yüzeyselliği ve kısalığı dışında, bakışındaki politik ve sosyolojik sınırlılıklar çarpıcıdır.  Eserlerinde etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar betimleyen büyük yazarın merakının genişliğini gölgelemektedir.

Bağımsızlık savaşı vererek yeni bir demokratik cumhuriyet kurmuş, işgal altındaki imparatorluk başkentinin hürriyet sonrasında yaşamakta olduğu dönüşümüne dair en ufak izlenimler rastlanmaz Mann’ın notlarında.

Bir yüzyıl önce İstanbul’u ziyaret eden Alman seyyahların izlenimlerimi andırır Mann’ın gözlemleri: Fes giyen insanlar, Avrupai kadınlarla birlikte Doğu ile özdeştirilen geleneksel kadınların tezatlığı… O kadar ki İstanbul’un ihtişamına dair neredeyse tek övgü Ayasofya’ya aittir.

Şüphesiz bu durumun oryantalist düşünceyle doğrudan bağlantıları vardır. Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk izlenimlerindeki tüm oryantalist tınıya rağmen, gözlemlerinin yoğunluğu ve derinliğiyle kıyaslandığında, Mann’ın durumu daha çok ilgisizlik, kayıtsızlık şeklinde değerlendirilebilir.

Ancak Mann’ın 1918 yılında yazmaya başladığı ve 1924 yılının sonunda yayımlanan başyapıtı Büyülü Dağ eserini göz önünde bulundurursak, İstanbul’a dair notları değerlendirmek çok daha karmaşık hale gelir.

Romanın en önemli karakterlerinden hümanist, Aydınlanma geleneğinin temsilcisi Settembrini “Olanları doğru buluyordu çünkü uygarlığa yarayacak bir yol izleniyordu. Avrupa’da genel bir barış ve silahsızlanma havası esiyordu. Demokratik düşünceler gelişiyordu. Jöntürklerin devrimci ayaklanma için hazırlıklarını tamamladıklarını el altından öğrendiğini iddia ediyordu. Türkiye anayasal bir ulus devlet olacaktı, insanlık için ne büyük bir zafer!” sözlerini dile getirir.

Settembrini’nin geleceğe dair Akdenizli iyimserliğini paylaşmasa da Weimar Cumhuriyeti’ni savunan, demokratik düşüncenin Almanya’da kalıcı şekilde kök salmasını isteyen Mann bu fikirleri paylaşmaktaydı.

Mann’in İstanbul’a dair notlarını daha geniş bakışla ele almak için, Settembrini’nin  romandaki politik konumunu, aynı zamanda Settembrini’nin düşünsel ağırlığını dengeleyen karşı kutuptaki Naphta’yı, önemli ölçüde bugün hale devam eden aralarındaki tartışmayı eleştirel okumayla ele alacağız.

Büyülü Dağ’da savaşın muhasebesi

Settembrini’nin Türkiye’deki anayasal ulus devletinin zaferini müjdelediği bölümün, Naphta’nin romana girdiği kısım olması çarpıcıdır. Naphta karakteri romana girene kadar Settembirini’nin Hans ve Joachim’e verdiği politik ve estetik öğütler hayata dair, Avrupa burjuva toplumunun temel değerlerine dairdir. Bir anlamda Naphta’nin dediği gibi “Bizim şu Voltaire’e, akılcıya kulak verin” bağlamında, Aydınlanma’nın akılcılığına ve ilerlemeye olan sarsılmaz inancı döne döne tekrar eder.

Naphta’nin romana girmesiyle, politik ve estetik tartışma bir katman daha genişler ve trajik biçimde yoğunlaşır. Romanın ideolojik çerçevesi Avrupa’nın sınırlarını aşarak, savaşa ve kaçınılmaz olarak Batı-Doğu çatışmasına, uluslararası politik sistemdeki krize kayar.

Settembirini’nin Türkiye’deki demokratik ulus devletin doğuşuna dair sözlerine karşı Naphta alaycı biçimde “İslamiyet’in özgürleşmesi, Aman ne iyi. Aydınlanmış fanatizm – harika.” sözleriyle karşı çıkar.

Özellikle 11 Eylül sonrası birçok Batılı entelektüelden duyduğumuzda bizi şoke eden bu sözlerin yüzyıl öncesindeki düşünsel köklerini tüm çıplaklığıyla görmek sarsıcıdır.

Bu bağlamda Büyülü Dağ eserini okuduğumuzda, birçok başyapıt gibi eserin güncelliği bizi büyüler. Mann, romanı Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru kaleme almaya başlamıştı. Eser İkici Dünya Savaşı’nda önce yayımlanmıştı.

Roman yayımlandıktan sonra okuyanlar eseri, savaşın bir muhasebesi, savaşı yaratan toplumsal hastalıkların teşhisi ve savaşı olumlayan Avrupa’daki fikirsel iklimin eleştirisi olarak değerlendirmişlerdi.

Kitabı 2. Dünya Savaşı sonrası okuyanlar ise, Büyülü Dağ’ı, büyük bir yazarın Avrupa’da yükselen otoriter rejimlerin derin bir öngörüsü, Avrupa burjuva toplumunun hastalığının kaçınılmaz sonuçlarının derin seziyle anlatılması olarak değerlendirmişti. Böylece her büyük yazar gibi Mann’a da iki savaş sonrası ‘kahin’ gözüyle bakılmıştır.

Bugünkü uluslar arası politik sistemdeki çatışmalar, özellikle Ukrayna krizi sonrası, Avrupa’nın yeniden savaşla yüz yüze gelmesi, Rusya ile yaşanan siyasi krizin kültürel krize doğru genişlemesi sonucu Batı-Doğu çatışmasına dair tarihsel önyargıların yeniden dirilmesinin yanı sıra Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülist partiler, Batı liberal demokrasinin krizi, parlamenter rejimdeki yapısal sorunlar…. daha benzeri birçok sorun Büyülü Dağ’ı yeniden önümüze koyup değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçirmeye bizi zorlamaktadır.

Büyülü Dağ’ın bu kışkırtıcı kehanetleri, özellikle Settembirini ve Naphta’nin gerçek hayatta kimleri temsil ettiği hep tartışılmıştır. Belki de çarpıcı ve en yakın benzetmeyi Alman yazar Safransky yapmıştır. Safransky, Settembrini’yi Kantçi Cassier ile Naphta’yi Heidegger ile özdeşleştirir.

Romanın geçtiği Davos’ta, romanın yayımlanmasından sadece 4 yıl sonra Cassier ile Heidegger 1920 yılında bir konferansta, karşı karşıya gelerek ‘İnsan nedir’ temel sorusundan hareketle, Batı felsefesinin temel ayrılık noktalarını tıpkı Settembrini ve Naphta gibi tartışmıştı.

Çözülmekte olan Weimar Cumhuriyeti sonrası yolları keskin biçimde ayrılacak, trajik şekilde karşı düşman kamplarına bölünecek Alman aydınlarının yaşadığı derin tartışmaydı. Bu bağlamda da Mann, romanında gündeme getirdiği özgürlük, savaş, Avrupa’nın düşünsel mirasına dair uzlaşmaz karşıt fikirleri ortaya koyarak, öngörüsünü ortaya koymuştur.

Safransky’yi böylesi benzerliği düşündüren belki de, Settembrini’nin “Pan-Germanizm’i savunuyorsunuz demek? Öyle mi?” diyerek Naphta’yi suçlamasıdır. Heidegger’in Nazizm’in saflarına katılması düşünüldüğünde kurulan bu benzetme daha çarpıcı hale gelmektedir.

Bugün Avrupa’da en çok da Almanya’da gözlemlenen Rusya karşıtlığı ise, Naphta’nin sözlerinde yüzyıl önce yankılanmaktadır: “Ben de sizin bir Rus hayranı olduğunuzu düşünüyorum.” Yüzyıl önceki ideolojik ve kültürel kırılmalar bugün de canlı şekilde hissedilmektedir.

Avrupa hümanizminin savaşla imtihanı

Tolstoy hayranı Mann’ı düşündüğümüzde, romanın bu bölümleri Dostoyevski’nin eserindeki tansiyonu hiç düşmeyen dramatik politik tartışmalara benzemektedir. Mann da Dostoyevski gibi, karşıt görüşleri dile getiren karakterleri en güçlü argümanlarıyla konuşturmaktadır.

Güçlü fikirler yoğunlaştığı noktada içe doğru çökmeye başlar, böylelikle en tumturaklı söylemlerin dahi gizlemeyeceği çelişkiler meydana çıkarılır. Karşıt, uzlaşmaz gibi görülen fikirler, dramatik biçimde yakınlaşarak, evrensel etik ilkeler eğilip bükülmeye başlar.

Savaşa karşı romandaki karakterlerin politik konumlanışında da aynı izler gözlemlenir. Asker Joachim “Savaş gerekli bir şeydir. Moltke’nin dediği gibi, savaş olmazsa dünya kısa zamanda bozulur” sözleriyle savaşın kaçınılmazlığını hatta gerekliliğini dile getirir.

‘Princeps scholasticorum’ entelektüel Naphta da tartışmanın en hararetli noktasında “bu arada kalabalıktan boğulmak üzereyiz; tüm meslekler öylesine insan kaynıyor ki yakında daha önceki savaşlar, bir parça ekmek için yapılacak kavgaların yanında solda sıfır kalacak. Açık alanlar ve yeşil kentler! Irkın güçlendirilmesi! İyi de uygarlık ve ilerleme savaş olmayacak dediğine göre neden güçlensin ki? Savaş bu sorunların icabına bakacak ve ırkı güçlendirmeye de, doğumların azalmasına da çözümler üretecek”  sözleriyle savaşı, yaşanan tüm toplumsal sorunların tek ve geçerli çözümü olarak sunmasıyla tartışma biter.

Askerden üniversitedeki aydına kadar savaş aynı ahlaki ilkeler temelinde savunulur. Emperyalist burjuva toplumunun, derin ekonomik ve siyasi kriz karşısında çözüm olarak her zaman bir savaşı gündeme getirerek insanlığı felaketin kıyısına götürdüğü çıplak biçimde gözlemlenir.

Avrupa’yı veba gibi saran bu savaş taraftarlığı karşısında hümanist, barışı ve ilerlemeyi savunan Settembrini nasıl pozisyon almaktadır? Settembrini, özgür ve eşit devletler sistemine geçilerek uluslararası barışın tesis edileceğini dile getirir. Ne var ki Settembirini, gerçeklikteki olgulardan ziyade prensiplerden, iyimser ideallerden hareketle savaş karşıtı tavır alır.

Bu noktada Mann, Settembirini’nin zayıf noktalarının ortaya çıkmasına izin verir. En başta Settembirini, Avrupa burjuva toplumun içine sürüklendiği krizi görmez ya da kabul etmez. Avrupa burjuva toplumunu, 18. yüzyıldaki ilerici ve devrimci karakterini değişmez ve evrensel kabul eder, akılla özdeşleştirdiği burjuva toplumunun artık akıldışı eğilimlere sahip olduğunu göremez.

Savaşın yüksek sesle dile getirildiği Avrupa’da hümanist geleneğin neden bu savaş taraftarlığına karşı kamuoyunda etkili olmadığının işaretleri bu noktalarda saklıdır.

Naphta tüm kışkırtıcı dini fikirlerine rağmen, Settembirini’ye göre daha gerçekçidir. Kapitalizmin krizine karşı kendinden emin muhafazakar bir seçeneği ortaya koyar. Hatta Avrupa’da kapitalizme karşı en güçlü muhalif sesi dile getirerek, kriz sonucu huzursuz insanlar için çekim noktası olur. Tartışma sonunda Hans ile Joachim’in, Naphta’dan hoşlanmasalar da bazı konularda ona hak vermeleri bunun çarpıcı örneğidir.

Settembirini’nin diğer çelişkisi çok daha dramatiktir. Savaş karşıtı, hümanist duruşuna rağmen, Settembirini de ilerleme ve özgürlük adına bir noktada savaşı savunur: “Voltaire bile uygarlığı yaymaya yarayan savaşları onaylamış ve İkinci Frederik’e Türklere savaş açmasını önermiştir.”

Tartışmanın devamında Settembirini Haçlı Seferleri’ni savunma noktasına kadar gelir: “Savaş bile, sevgili bayım, sırasında ilerlemeye hizmet etmeye zorlanmıştır; sizin o çok sevdiğiniz dönemdeki, yani, Haçlı Seferleri dönemindeki belirli olayları hatırlarsanız o savaşlar uygarlık adına halklar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri sıkılaştırmış ve Batılıları tek bir düşünce altında toplamıştır.”

Şüphesiz Settembirini’nin çelişkileri Aydınlanma’nın, özellikle ılımlı Aydınlanma’nın, çelişkilerini açığa vurur. Montesquieu’nün medeniyetlerin nitelik farkını coğrafya ve iklimler teorisiyle açıklayan görüşleri, Aydınlanmanın Doğu’ya dair fikirlerini oryantalist söylemle ele almasını başlatmıştı. Voltaire gibi birçok filozof ise bu oryantalist görüşün kemikleşmesine neden olmuştu.

Roman boyunca zıt kutupları, karşıt değer yargılarını temsil eden Settembrini ve Naphta, trajik biçimde savaş ve Doğu’ya bakışta özdeşleşir.

Dostoyevski’nin romanlarındaki gibi iki zıt karakter aslında birbirini tamamlamaktadır, birinin varlığı diğerini zorunlu kılmaktadır. Settembirini ve Naphta birbirlerini tamamlayan ötekilerdir.

Avrupa’da yükselen savaş taraftarlığının izleri Aydınlanma’ya kadar uzanmakta, Batı’nın Doğu’ya dair emperyalist oryantalist bakışı Aydınlanma’nın birçok fikrinden hareket etmektedir.

Bunun en çarpıcı ifadesi Settembirini’nin Türkiye’de demokratik gelişimi coşkuyla selamlamasına rağmen,  Doğu’yu atalet, hareketsiz, devimine ve ilerlemeye kapalı medeniyet olarak genellemesidir: “Ben Avrupalıyım, bir Batılıyım. Sizin derecelemeniz tam Doğu’ya göre; Doğu eylemden nefret eder. Lao-Tzu, yerle gök arasında hiçbir şey yapmamak kadar hayırlı bir şey olmadığını ve insanlık eylemlerden vazgeçmiş olsa yeryüzüne tam bir barışın ve mutluluğun egemen olacağını öğretir”

Settembirini tam olarak Batılı, Avrupalı olduğu için kendi burjuva toplumundaki çelişkileri göremez. Bu kör nokta onun, Avrupa’da yükselen muhafazakar savaş taraftarlığına ve Doğu’ya dair oryantalist söyleme karşısında bocalamasına yol açarken, net bir cephe almasını engeller.

Birinci Dünya Savaşı öncesi küçük bir azınlık entelektüel dışında, muhafazakardan hümaniste, radikal avangartlara kadar Avrupalı aydınların, sanatçıların savaşın saflarında yer almasının tarihsel ve ideolojik köklerini bu noktalarda irdelemek gerekir.

Batılı, Avrupa’nın hümanist geleneğinin temsilcisi Thomas Mann’ın da İstanbul notları ve hatta savaşın başında Mann’ın çelişkili tutumu bu bakış açısıyla tartışılmalıdır.

Büyülü Dağ’daki yüzyıl önceki tartışmayı Naphta kazanmıştı, bugünkü tartışmayı yine Naphta’nın kazanamayacağını kim söyleyebilir?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English