Dünya Basını
Büyük teknoloji endüstrisinin ‘kirli küçük sırrı’

Çevirmenin notu: Teknoloji devleri veya Amerika’da “G-MAFIA” ve Çin’de “Dörtlü Çete” olarak da bilinen Big Tech, başta Google, Microsoft, Amazon, Facebook, IBM ve Apple olmak üzere ABD’nin ve Baidu, Alibaba, Tencent ve Huawei de Çin’in bilişim teknolojisi endüstrisindeki en büyük ve en baskın şirketleri. Bu on şirket, her biri yaklaşık 500 milyar dolar ile yaklaşık 2 trilyon dolar arasında değişen maksimum piyasa değerine sahip küresel çapta en değerli halka açık şirketler olarak öne çıkıyor. Söz konusu şirketlerin tekelci uygulamaları, Adalet Bakanlığı ve Federal Ticaret Komisyonu ile Avrupa Komisyonu’nun antitröst soruşturmalarını beraberinde getirdi. Teknoloji devleri rutin olarak “vergi kaçırma, mahremiyeti ihlal ve istihdamı yok etmekle” gündeme geliyor ve rekabete aykırı uygulamalar, sürekli artan mali güç ve fikri mülkiyet hukuku yoluyla çevrim içi pazarı domine eden bir oligopol haline geliyor. Mevcut durum kuralsızlaşma ve küreselleşmenin bir sonucu. Aşağıda tercümesi yer alan makalede, bir tekelleşme enstrümanı olarak ‘yağmacı fiyatlandırmaya’ başvuran teknoloji şirketlerinin orta ya da uzun vadede hukuki açıdan başının ağrıyacağına işaret ediliyor.
Big Tech’i çökertebilecek kirli küçük sır
Adam Roger
Business Insider
18 Temmuz 2023
Matt Wansley 2016 yılında bir teknoloji şirketinde avukat olarak iş bulmaya çalışıyordu, özellikle de sürücüsüz otomobiller üzerinde çalışıyordu. Adını bildiğiniz tüm şirketlerle görüşmeler yapıyordu ve sonunda kendini Lyft’ten bir yöneticiyle görüşürken buldu. Wansley ona doğrudan şunu sordu: Lyft otonom sürüş konusunda gerçekten ne kadar kararlı?
Yönetici ona, “Elbette otonom sürüş konusunda kararlıyız. Başka türlü kâr öngörülmüyor,” yanıtını verdi.
“Bir dakika,” diye düşündü Wansley. Birisi insanlar kadar iyi araç kullanabilen bir robot icat etmedikçe Amerika’nın en büyük araç çağırma şirketlerinden biri kâr etmeyi beklemiyor mu? Hiç mi? Big Tech’in iş modelinde çok ama çok tuhaf bir şeyler olduğu açıktı.
Cardozo Hukuk Fakültesi’nde profesör olan Wansley, sonra “Peki Uber ve Lyft’in arkasındaki yatırım tezi neydi? Kârlılığa giden yolun net olmadığı, para kaybettiren bir işe milyarlarca dolar sermaye koymak mı?” dedi.
Wansley ve Cardozo’dan meslektaşı Sam Weinstein, bu çılgınlığın ardındaki parayı anlamak için yola çıktılar. İlerici iktisatçılar, büyük miktarda risk sermayesi ile desteklenen teknoloji şirketlerinin, kullanıcılar onlarsız yaşayamaz hale gelene kadar ürünlerinin fiyatını etkin bir şekilde telafi ettiklerinin uzun zamandır farkındaydılar. Amazon’u aklınıza getirin: Yıllarca para kaybetseniz bile, hayal edilemeyecek boyutlara ulaşana kadar herkesten daha ucuza ürün sunuyorsunuz. Ardından, rekabeti ezip geçtikten ve kentteki tek oyuncu haline geldikten sonra, fiyatları yükseltebilir ve paranızı geri kazanabilirsiniz. Buna yağmacı fiyatlandırma deniyor ve yasa dışı olması gerekiyor. Bu, Adalet Bakanlığındaki ilericilerin 20. yüzyılın başlarında Standard Oil gibi tekelleri çökertmek için kullandıkları argümanlardan biri. Kapitalizmin kurallarına göre, büyüklüğünüzü rakiplerinizi piyasanın dışına itmek için kullanmanıza izin verilmez.
Sorun şu ki, Chicago Üniversitesi’ndeki muhafazakâr iktisatçılar son 50 yılı kapitalizmde yağmacı fiyatlandırmanın söz konusu olmadığı konusunda ısrar ederek geçirdiler. Baş döndüren argümanları şöyle devam ediyor: Yırtıcılar başlangıçta daha büyük bir pazar payına sahiptir, bu nedenle fiyatları düşürürlerse rakiplerinden çok daha fazla para kaybederler. Bu arada avları pazardan kaçabilir ve daha sonra geri dönebilir, tıpkı velociraptorlar gittikten sonra ormana gizlice geri dönen proto-memeliler gibi. Yırtıcı şirketler kayıplarını asla telafi edemezler, bu da yırtıcı davranışların irrasyonel olduğu anlamına gelir. Chicago Okulu iktisatçıları piyasaların her zaman rasyonel olduğuna inanan iktisatçılar olduklarından, bu da yağmacı fiyatlandırmanın tanımı gereği var olamayacağı anlamına gelir.
Yüksek Mahkeme de bu argümanı benimsedi. 1986 yılında görülen Matsushita Electric Industry Co. v. Zenith Radio Corp. davasında mahkeme, “yağmacı fiyatlandırma planlarının nadiren denendiğine ve daha da nadiren başarılı olduğuna” hükmetti. Ve 1993 yılında Brooke Group v. Brown & Williamson Tobacco Corp. davasında mahkeme, bir şirketi yağmacı fiyatlandırmadan mahkûm etmek için, savcıların sadece suçlanan yağmacıların fiyatları piyasa fiyatlarının altına düşürdüğünü değil, aynı zamanda kayıplarını telafi etme konusunda “tehlikeli bir olasılık” olduğunu da göstermeleri gerektiğini söyledi. Bu karar, hükümetin şirketleri yağmacı fiyatlandırma nedeniyle yargılama yetkisini fiilen ortadan kaldırdı.
Loyola Hukuk Fakültesi’nde antitröst uzmanı olan Spencer Waller, “Son baktığımda Brooke Group’tan bu yana ABD hükümeti de dahil olmak üzere hiç kimse yağmacı fiyat davası kazanamadı. Ya maliyetin altında fiyatlandırmayı ispatlayamıyorlar ya da telafiyi kanıtlayamıyorlar, zira Matsushita ve Brooke Group’u okuduklarında temel teoriyi benimseyen, uzman olmayan genelci bir yargıç, sahiden zorlayıcı kanıtlar olmadıkça bu tür şeylerin asla rasyonel olamayacağı konusunda aşırı şüpheci”, dedi.
Pek çok iktisatçı, Chicago Okulu’nun yağmacı fiyatlandırma konusundaki şüpheciliğine karşı sağlam karşı argümanlar geliştirdi. Fakat bunların hiçbiri kazanılabilir antitröst davalarına dönüşmedi. Wansley ve Weinstein —tesadüf değil, eskiden Adalet Bakanlığı’nda antitröst uygulamalarında çalışmışlardı— bunu değiştirmek için yola çıktılar. “Venture Predation” başlıklı yeni bir makalede iki avukat, klasik risk sermayesi modelinin —yerleşik şirketleri boz, ölçeklenebilir bir platform oluştur, hızlı hareket et, bir şeyleri kırıp dök— Silikon Vadisi’nin söylediği gibi modern kapitalizmin zirvesi olmadığını ikna edici bir şekilde ortaya koyuyor. Bu yeni düşünceye göre, bu antikapitalist. Yasa dışı. Ve pazarda serbest ve adil rekabeti teşvik etmek adına agresif bir şekilde kovuşturulmalı.
Wansley ve Weinstein, “Doğru yere bakarsanız, gerçek dünya örneklerini bulmanın zor olmadığını düşünüyoruz. Silikon Vadisi’nde yeni bir avcı türü ortaya çıkıyor,” diye yazıyor. Ve bu avcıların piyasaya yasa dışı bir şekilde hâkim olmak için kullandıkları mekanizma da risk sermayesinin ta kendisi.
***
Risk yatırımcılığı, bir bankanın kredi departmanını adrenalin bağımlılarıyla doldurursanız ne olur sorusunun cevabıdır. Girişim fonlarındaki sınırlı ortaklar yüksek getiri talep ederler ve bu fonlar geçici şeylerdir, belki on yıl sürer, bu da zamanın geçtiği anlamına gelir. Risk sermayedarları ve fonlarına para yatıran yatırımcılar ille de başarılı bir ürün aramazlar (yine de bir ürünü geri çevirmezler). Risk sermayedarları ve onların sınırlı ortakları için en karlı final hızlı bir çıkış, ya şirketi satmak ya da halka arz etmektir.
Wansley ve Weinstein, bu baskıların yağmacı fiyatlandırma da dahil olmak üzere riskli stratejileri teşvik ettiğini savunuyor. Weinstein, “Chicago Okulu iktisatçılarının kendi kendini finanse eden avcılar hakkında düşündüklerini kabul ederseniz, bir şirketin bir dizi nedenden dolayı yağmacı fiyatlandırma uygulamasının mantıksız olduğunu düşünebilirsiniz ama bir risk sermayedarı için mantıksız olmayabilir,” diyor. Bunun var olmayacak kadar mantıksız olduğu fikri, “bir şekilde ortak akıl haline gelmiş saçma bir cümle”.
En önemli örneklerinden biri olan Uber’i ele alalım. Eğer şirket taksileri basit bir şekilde geride bırakmış olsaydı, bu bir şey olurdu. Ne de olsa taksilerin kendileri de şişman ve kayıtsız bir tekeldi. Weinstein, “Matt ve benim bu konuda herhangi bir sorunumuz yok. Yeni bir ürününüz var, hızlı bir şekilde ölçeklendirin ve insanları işe almak için bazı teşvikler kullanın,” diyor. Eski bir işi bozun ve yeni bir iş yaratın.
Ama olan bu değildi. Bir pembe dizide ya da çizgi roman çoklu evreninde olduğu gibi, son asla gelmedi. Uber, rakiplerini unutturmak için milyarlar kaybederek sürücüleri ve yolcuları sübvanse etmeye devam etti. Aynı şey diğer pek çok risk sermayesi destekli şirket için de geçerli. Wansley, “WeWork, diğer ortak çalışma alanlarının hemen yanında ofisler kuruyor ve ‘Size 12 ay bedava vereceğiz,’ diyordu. Bird scooter’larını tüm kentlere dağıtıyordu. Bu model bize epey tanıdık geliyor,” diyor.
Görünüşe bakılırsa bu durum Chicago Okulu’nun savını da kanıtlar nitelikte: şirketler yağmacı fiyatlandırma yoluyla uğradıkları zararı asla telafi edemezler. Matsushita ve Brooke Group, savcıların zarar göstermesini mecbur kılıyor. Ancak Uber ve diğer risk sermayesi girişimleri tarafından kullanılan ölçeklendirme stratejisinin tek sonucu sonsuz bir “bin yıllık riskten azade teşvik” yaratmaksa, bu sadece servetin yatırımcılardan tüketicilere aktarıldığı anlamına gelir. Yağmacı fiyatlandırmanın tek kurbanları yağmacıların kendileri.
Wansley ve Weinstein’ın önemli bir çığır açtığı nokta ise Yüksek Mahkeme tarafından belirlenen diğer yasal standart, yani kayıpların telafisi. Eğer Uber, WeWork ve diğer tek boynuzlu atlar sürekli para kaybedenlerse, bu standart karşılanmamış gibi görünüyor. Fakat Wansley ve Weinstein, şirketler hiçbir zaman tek kuruş kazanmasa ve halka arz sonrası şirketlere yatırım yapan herkes bahislerini kaybetse bile bunun olabileceğine işaret ediyor. Bunun nedeni, şirketin tohumunu atan risk sermayedarlarının yıkıcı fiyatlandırmadan kar etmeleri. Şirkete girerler, yatırımlarından yüklü bir getiri elde ederler ve tüm sistem çökmeden evvel şirketten çıkarlar.
Wansley ve Weinstein, “Uber sürekli yağmacılığından kaynaklanan kayıplarını telafi edebilecek mi? Bunu bilmiyoruz. Demek istediğimiz şu ki, yağmayı finanse eden risk sermayedarlarının bakış açısından bunun bir önemi yok. Önemli olan tek şey, yatırımcıların risk sermayesi hisselerini yüksek bir fiyattan satın almaya istekli olmaları,” diye yazıyor.
Burada net olalım: Bu, “biraz kazanırsın, biraz kaybedersin” şeklindeki geleneksel kapitalist anlatı değil. Mesele, risk sermayedarlarının bazen paralarını geri kazanamayan şirketlere yatırım yapmaları değil. Mesele, risk sermayedarları tarafından kullanılan tüm modelin, piyasayı yağmacı fiyatlandırma ile bozarak kar elde etmek ve kayıpları halka arzı satın alan enayilere bırakmak olması. Yağmacı fiyatlandırma yapan bir şirket ve onun geç aşama yatırımcıları bunu telafi edemeyebilir ama risk yatırımcıları telafi eder.
Wansley, “Bu makaledeki en önemli gerçek, Benchmark’ın Uber’e 12 milyon dolar yatırması ve 5,8 milyar dolar geri alması. Bu, tarihteki en iyi yatırımlardan biri ve yağmacı bir fiyatlandırmaydı,” diyor.
***
Bu yeni kavrayış —risk sermayesinin yeni bir ambalaj içinde yağmacı fiyatlandırma olduğu— dönüştürücü olabilir. Wansley ve Weinstein, Silikon Vadisi’nin çıkış ve ölçeklendirme jargonunu antitröst hukukunun yasal diline çevirerek teknoloji yatırımcılarının ve onların rekabete aykırı davranışlarının yargılanmasına kapı aralamış oldular. Weinstein, “Mahkemeler telafi konusunda düşünme biçimlerini değiştirmek zorunda kalacaklar. Risk sermayesinden alım yapan yatırımcılar ne olacağını düşünüyorlardı? Telafi edeceklerini düşünüyorlar mıydı?” diyor. Weinstein, bunun mahkemelerin bir şirketin uygulamalarının rekabete aykırı olup olmadığını belirlerken izleyeceği “oldukça iyi bir yol” olacağını söylüyor.
Bu argümanı hukuki açıdan bilhassa güçlü kılan şey, Chicago Okulu’nun antitröst konusundaki fikrinin temellerini reddetmemesi. Tüketici refahı ve piyasaların etkinliğinin her şeyden önemli olduğunu kabul ediyor. Sadece Silikon Vadisi’nde esrarengiz —ve yasa dışı— bir şeylerin yaşandığına işaret ediyor. Weinstein, “Ben hukuki yaptırımdan yana ve Chicago Okulu karşıtıyım, bu yüzden her zaman yanıldıklarını düşündüğüm alanları arıyorum. Ve işte biri de bu,” diyor.
Loyola antitröst uzmanı olan Waller’a göre, bu türden “ciddi hukuk bilimi” özellikle mahkemelerde başarılı olabilir: “‘Modelinizin yanlış olduğunu düşünüyoruz ama modeliniz genel manada doğru olsa bile, burada doğru değil,’ demek iyi ve mütevazı bir stratejidir. Hem bu şekilde davaları kazanırsınız hem de meydan okumak istediğiniz yapıyı yıkarsınız.”
Teknoloji, sağlık, ilaç, eğlence, basın, perakende gibi pek çok sektör oligopollere dönüşürken tekelcilik karşıtı bir zihniyetin bir kez daha canlandığını görmek umut verici bir işaret. Kapitalizmin rekabetin yenilikçiliği ve seçenekleri teşvik etmesine izin vermesi gerekir; tekeller ise birkaç kişinin zengin olabilmesi için tüm bunları ortadan kaldırır. Ancak yağmacı fiyatlandırma konusundaki yeni bilimsel çalışmalar mahkemelerin çok ötesine geçebilir. Wansley ve Weinstein’ın makalesi bana David Maurer’in ilk kez 1940 yılında yayımlanan dolandırıcılar üzerine dilbilimsel çalışması “The Big Con”ı hatırlattı. Maurer, bir dolandırıcılığın en hassas kısmının sonu olduğunu söylemişti. Enayinin kanı emildikten sonra dolandırıcı, ideal olarak polise gitmeyecekleri bir şekilde kurbanı başından savmak zorundadır. Mükemmel suçta hedef, kandırıldığını bile bilmez. Adi teknoloji sermayesinin, değerli olduğuna inandırılmış geç aşama yatırımcılara aktarılması bana kesinlikle iyi bir vurgun gibi geliyor.
Artık Silikon Vadisi’nin büyük dolandırıcılığının nasıl işlediğini tam olarak bildiğimize göre, belki de hedefler bu kadar çabuk kanmaz. Bir kimlik avı e-postasının neye benzediğini öğrendiğinizde, onları yanıtlamayı bırakma eğiliminde olursunuz. Aynı şey bu dolandırıcılığın ana hatlarını tanımak için de geçerli. Weinstein, “Bu bir saadet zinciri değil ama belirli yatırımcıları kayırıyor. Silikon Vadisi’ndeki insanlar bunun bir yağmacı fiyatlandırma dolandırıcılığı olduğunu düşünmeye başlarsa, bence geç aşama yatırımcılar sorular sormaya başlayacaktır,” diyor.
Ve konu sadece araç çağırma veya ofis paylaşımı ile ilgili değil. Belki market teslimatı? Ya da yayın hizmeti abonelikleri? Lyft yöneticisiyle yaptığı mülakat sırasında Wansley için yanan aha! ışığı başkaları için de yanmaya başlayabilir. Bunlardan bazıları paralarını yağmacı teknoloji şirketlerine yatırmamaya karar veren yatırımcılar olacaktır. Bazıları da belki günümüz tröstlerini çökertmenin yollarını arayan devlet denetçileri olacaktır.
Dünya Basını
Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, savaş sonrası Suriye’de HTŞ’nin selefi cihatçı lideri Colani şahsında şekillenen yeni Sünni popülizmin ideolojik dayanaklarını, toplumsal tabanını ve tarihsel referanslarını mercek altına alıyor. Yazar Malik al-Abdeh’e göre neo-Emevîci retorik, yalnızca bir kimlik siyaseti değil, aynı zamanda yeni rejimin meşruiyet inşasında stratejik bir araç olarak da karşımıza çıkıyor. Bu süreçte, dini sembollerle bezenmiş popülist anlatı, 8 Aralık öncesi Suriye Arap Cumhuriyeti’nin seküler mirasına açıktan bir reddiye niteliği taşıyan yeni bir tarihsel bilinç inşa ediyor. Makale, bu dönüşümü aktarırken, tarihle kurulan bu yeni ilişkinin hem toplumsal aidiyetler hem de siyasal tahayyüller üzerindeki etkilerini sorgulamak için verimli bir zemin sunuyor.
“Suriye’yi Yeniden Büyük Yap”: Savaş Sonrası Suriye’yi Dönüştüren Sünni Popülizm
Malik al-Abdeh
Al Majalla
16 Mayıs 2025
Çev. Leman Meral Ünal
ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’nin geçiş dönemi liderine duyduğu aleni hayranlık kimse için şaşırtıcı olmadı. İki lider, güç kavramına, sistemle mücadeleye ve zafer kazanmaya dair karşılıklı bir takdiri paylaşıyor. Riyad’daki görüşmelerinin ardından Trump, Ahmed eş-Şara’yı basına “Genç, etkileyici bir adam. Sert bir tip. Güçlü bir geçmişi var. Çok güçlü geçmiş. Savaşçı” diye tanıtmıştı. Trump ve eş-Şara ayrıca sosyal medya üzerinden kendi seçmen kitleleriyle bağ kurma ve kendilerini halklarının yegâne kurtarıcısı ve savunucusu olarak konumlandırmada dikkate değer bir ortaklığı da paylaşıyorlar.
Eş-Şara’nın IŞİD ve El-Kaideci geçmişinden küresel başkentlerde kabul gören bir devlet başkanına uzanan yolculuğu, sıradan Sünniler nezdinde onun kahraman imajını pekiştirdi. İç savaşta kazanılan zaferin bir tür Sünni gururuna dönüşmesi, savaş zamanının liderine verilen desteğe yansıyor.
The Economist’in 2 Nisan’da yayımlanan ve ülkenin tüm bölgelerinden ve mezhepsel gruplarından 1500 Suriyeli ile yapılan bir anket çalışmasına göre, Suriyelilerin yüzde 81’i eş-Şara yönetimini onaylıyor. Bu oranın, ABD yaptırımlarının kaldırılmasının ardından daha da yükselmiş olması muhtemel.
Ancak çok da uzun sayılmayacak bir zaman önce eş-Şara bu popülaritenin çok uzağındaydı. Cihatçı aşırılıkla fazlasıyla ilişkilendirildiği gerekçesiyle Suriye devriminin ana akımı tarafından kabul görmüyordu. Bugün onun karizması ve siyasi kavrayışına övgüler düzen pek çok televizyon yorumcusu ve sosyal medya fenomeni, bir zamanlar onu en sert şekilde eleştiriyordu.
Elbette, başarı kaçınılmaz olarak destekçileri galip tarafa çeker; dolayısıyla bu türden “fırsatçılıklar”da pek de şaşırtıcı bir yan yok. Fakat burada daha incelikli bir dinamik devreye girdi: Eş-Şara’nın bilinçli şekilde Sünni Arap popülizmine yönelmesi. Batı’da Suriye’ye dönük yaptırımların kaldırılmasına dönük tartışmalarda eş-Şara’nın pragmatizmine yapılan yatırım ve Suriye’nin yeniden inşası pastasından pay koparabilme arzusu göz ardı ediliyor.
Tüm bunlara paralel olarak ise, Suriye içinde farklı bir anlatı güç kazanıyor: Eş-Şara’yı Sünni mahalinde eleştirilemez kılmak için özenle kurgulanmış bir retorik – yani Emevîcilik.
Neo- Emevîcilik
Eş-Şara’nın yakın danışmanları tarafından desteklenen ve kendisine sadık sosyal medya fenomenleri tarafından yaygınlaştırılan bu nostaljik kavram, Suriye’nin Sünni Araplarına onların “yeni Emevîler” olduğunu vaaz ediyor. Hükümet yanlısı medya figürü Musa el-Ömer (X’te 685,000 takipçisi var), 19 Şubat’ta sosyal medya hesabından eş-Şara’nın at sırtında olduğu bir video paylaştı. Videoda çalan şarkının ilk dizesi şöyleydi: “Emevîler altın soyundandır / adları Pers krallarına korku salar / kitaplar onları övmeye yetmez.”
Eş-Şara’nın 26 Şubat’ta Ürdün Kralı II. Abdullah’ı ziyareti sırasında, Heyet-i Tahrir Şam’ın (HTŞ) yönettiği sosyal medya hesaplarında ana slogan “Emevîler Haşimilerle buluşuyor” idi. Hükümet yanlısı din adamı ve ulusal diyalog hazırlık komitesi başkanı Hasan ed-Duğaym, 21 Nisan’da bir grup Hristiyan lidere yaptığı konuşmada yeni devletin onlara “tıpkı Emevîler gibi adil davranacağını” ilan etmişti.
Bu hem gurur okşayan hem de oldukça güçlü bir tarihsel referans: MS 661-750 yılları arasında 89 yıl boyunca Emevî hanedanı, başkenti Şam olan ve Kuzey Afrika’dan Kafkaslar’a, oradan Orta Asya’ya uzanan bir imparatorluğu yönetti. Daha sonra, İspanya’ya yerleşmiş, 275 yıl boyunca da (756–1031) Kurtuba’dan hüküm sürmüşlerdi. Dünyevi ve pragmatik bir hanedan olarak bilinen Emevîler, Bizans idari yapılarını uyarlayıp geliştirmiş, göreli bir hoşgörü sürdürmüş, dönemin IŞİD’i sayılabilecek Haricileri bastırmışlardı.
Emevîler aynı zamanda İslam’ın dördüncü halifesi ve Şiilerin en kutsal figür olarak saydıkları Ali’nin tarihsel düşmanlarıydı. Ali’ye isyan etmiş ve onun soyundan gelenlerle -en meşhuru ikinci Emevî “halifesi” Yezid tarafından Kerbela’da katledilen oğlu Hüseyin ile – savaşmışlardı. Bu tarih, Emevîleri Şii teolojisinde şeytanlaştırılmış bir timsal haline getirir.
Bir de tabii, Emevîler Arap milliyetçisiydi ve uyguladıkları politikalarla sistematik olarak Perslere ayrımcılık uyguluyordu. “İran işgalinden kurtarılmış” bir Arap ülkesinde, Emevîler Esad ve İran’dan geriye kalan ne varsa onu simgeliyordu.
Mezhepsel bir şifrenin ötesi
Emevî referansı, yalnızca mezhepsel bir şifre değil. HTŞ, tarihsel Emevî devletinin mirasına yaptığı atıfla, siyasi projesine pratik bir meşruiyet kazandırmayı ve etkisini Selefi çevrelerin dar sınırlarının ötesindeki Sünni topluluklara yaymayı hedefliyor. Bu strateji, HTŞ’nin radikal İslamcı bir silahlı örgüt olmaktan çıkıp, destekçileri nezdinde etkin yönetim becerisine sahip ve Suriye’ye eski “ihtişamını” kazandıracak iddialı başarılar vaat eden daha “vatansever” bir siyasi yapı olarak görülmesini de sağlıyor.
Sünni fakihlerin ana akım görüşü, Emevîlerin Ali ile olan çekişmesinde hatalı olduğu ve Hüseyin’in katlinin kabul edilemez bir suç teşkil ettiği, fakat ümmetin maslahatının Müslümanların onların liderliğini kabul edip ilerlemesini gerektirdiği yönünde. Antik ve modern tarihçiler ise, Emevîler döneminde seküler çıkarların dini ilkelerin önüne geçtiği konusunda hemfikirler. Öyle ki Emevîler dini hassasiyetlerden çok etkililiğe öncelik veriyorlardı.
Günümüzde “Benî Ümeyye” tabiri¹, dini bağlılık derecesine bakılmaksızın eş-Şara’yı ve onun hükümetini destekleyen Sünnilerle eş anlamlı kullanılır hâle geldi. Emevîler yalnızca devlet yönetiminde dindarlığı bir kenara bırakmakla kalmamış, istişare (şura) prensibini de terk etmişti. Bu durum, yeni kurulacak Suriye devletinin de benzer şekilde demokratik bir meşruiyetten yoksun, anayasal bir cumhuriyetten ziyade yarı-monarşik bir yapıya benzemesi nedeniyle bilhassa işlevli bir referans sunuyor.
Sünni sokağındaki cazibe
Ne var ki tüm Suriyeliler Emevîciliğe aynı ölçüde coşku duymuyor. Dini azınlıklar bunu bir İslam devleti ile eş anlamlı görürken, Kürtler Arap şovenizminin örtülü şekli olarak yorumluyor. Liberal Sünniler şovenizm, kimi İslamcılar ise Muhammed peygamber ve sahabelerin ideal modelinden bir adım geri çekiliş olarak değerlendiriyor.
Ne var ki HTŞ için Emevîler, antik ile modernin kusursuz bir kimlik sentezini temsil ediyor: İslami ama İslamcı değil, geleneksel ama idealist, hoşgörülü ama gerektiğinde acımasız olabilen, görünüşte dindar ama maddi servet biriktirmeye de açık ve elbette ki “Suriyeli.”
Emevîcilik, ideolojik sembolizm açısından pek de sofistike sayılmaz; fakat ona asıl gücünü belki de popülist sadeliği kazandırıyor. Yeni bir altın çağ vaadi taşıdığı için, savaşın yükünü en ağır şekilde taşımış, bürokratlar, entelektüeller ve azınlıklar tarafından aşağılanmış ve ikinci sınıf muamelesi görmüş geniş bir kesimde teveccüh görüyor. Eş-Şara sayesinde, bu kesimler hem itibar hem de devlet kaynaklarından önemli bir pay elde ediyorlar.
Alabama’daki beyaz işçi sınıfı için kırmızı MAGA [Make America Great Again – Amerikayı Yeniden Büyük Yap] şapkası neyse Halep’in kırsalındaki Sünni bir Arap için bir “Benî Ümeyye” şarkısı odur. Bu, ülkelerinin artık kendilerine ait olduğunu, kontrolü yeniden ele aldıklarını ve “Suriye’yi Yeniden Büyük Yapacaklarını” ilan etme biçimleridir.
Tıpkı Riyad’daki yeni liderleri gibi, artık sahnedeler…
¹ “Benî Ümeyye” (Ümeyye soyundan gelen veya Emevîler), İslam tarihindeki ilk hanedanlık olan Emevîler’in (661–750) kurucu kabilesine verilen isimdir. (ç.n.)
Dünya Basını
Avrupa’nın Rusya politikasının asıl kazananı

Editörün notu: İtalyan gazeteci, yazar ve çevirmen Thomas Fazi, Avrupa Birliği’nin Rus enerji ithalatını kesme politikasının, yaptırımlar ve Ukrayna’yı destekleme arzusundan kaynaklandığını, ancak Avrupa için yüksek enerji maliyetleri ve sanayisizleşme gibi ekonomik zararlara yol açtığını vurguluyor. Bu politika, ABD LNG’sinin Rus boru hattı gazından daha pahalı ve çevreye daha zararlı olmasına rağmen, Avrupa’ya önemli bir LNG tedarikçisi haline gelen ABD’ye fayda sağlıyor. Unherd portalında kaleme aldığı makalesinde Fazi, AB’nin tutumunun aynı zamanda Rusya ile ilişkilerin gelecekte normalleşmesini engelleme arzusundan ve ABD’nin ticari çıkarlarından kaynaklandığını, bunun da Avrupa’nın stratejik özerkliğini ve ekonomik rekabet gücünü zayıflattığını ifade ediyor. Rus gazının bariz avantajlarına rağmen, AB liderleri küresel piyasalardan temin edilen daha maliyetli LNG’ye olan bağımlılıklarını artırarak Avrupa’nın ekonomik sıkıntılarını ve jeopolitik gerilimleri körüklüyor.
Avrupa’nın Rusya politikasının asıl kazananı
Amerika kazançlı çıkacak
Thomas Fazi
Avrupa Birliği’nin (AB) binlerce yaptırımla adeta kendi ayağına sıkma politikası tüm hızıyla sürüyor. Son üç yılda Avrupa’ya verdiği ekonomik ve endüstriyel zarardan tatmin olmamış görünen Avrupa Komisyonu, bu ayın başlarında, iki yıl içinde tüm Rus enerji ithalatını —doğalgaz, sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG), petrol ve nükleer santraller için zenginleştirilmiş uranyum dahil— ortadan kaldırmaya yönelik yeni bir plan açıkladı.
Güncellenmiş REPowerEU yol haritasının bir parçası olarak Komisyon, 2025 sonuna kadar Rusya’dan spot piyasa doğalgaz ithalatını —şu anda AB gaz alımlarının üçte birini oluşturan mevcut ve yeni sözleşmeler dahil— yasaklama sözü verdi. Ayrıca, 2027 yılına kadar tüm uzun vadeli Rus enerji sözleşmelerinin yasaklanmasını önerdi.
Ukrayna’daki savaştan önce Rusya, AB’nin gaz ihtiyacının büyük kısmını boru hatları aracılığıyla karşılıyordu. O zamandan beri AB, Rusya’nın gaz ithalatındaki payını 2021’de yüzde 45’ten 2024’te yüzde 19’a düşürdü ve 2025 için yüzde 13’lük bir düşüş daha öngörülüyor. Yine de Rusya, Norveç ve Cezayir’in ardından AB’nin en büyük üçüncü gaz tedarikçisi olmaya devam ediyor. Boşluğu doldurmak için Avrupa, toplam gaz ithalatındaki payı yüzde 20’den yüzde 50’ye yükselen sıvılaştırılmış doğalgaza (LNG) yöneldi. Bunun neredeyse yarısı Amerika Birleşik Devletleri’nden geliyor.
Sorun şu ki, LNG, boru hattı gazından çok daha pahalı ve değişken. Boru hattı ithalatı genellikle uzun vadeli sözleşmelerle güvence altına alınırken, LNG fiyatları küresel spot piyasasına bağlıdır, bu da onları finansal spekülasyona ve jeopolitik şoklara karşı savunmasız hâle getirir; sonuç olarak daha yüksek maliyetler ve daha büyük belirsizlik ortaya çıkar.
İronik bir şekilde, AB, Rusya’dan boru hattı ithalatını azaltırken, Rus LNG alımlarını artırıyor. Sadece 2025’in ilk dört ayında, Rus LNG’sinin Avrupa’ya teslimatları bir önceki yıla göre yüzde 12 arttı. Neden mi? Çünkü tam ve ani bir kesinti hiçbir zaman mümkün olmadı; dahası, Macaristan ve Slovakya gibi ülkeler ucuz Rus gazını maliyetli ABD LNG’si ile değiştirmeyi açıkça reddetti. Fakat bu aynı zamanda yasal nedenlerden de kaynaklanıyordu: Pek çok Avrupalı şirket, Rus tedarikçilerle uzun vadeli “al ya da öde” sözleşmelerine bağlı kalmaya devam ediyor. Genellikle 2022’den önce imzalanan bu anlaşmalar kapsamında, alıcılar gazı alıp almadıklarına bakılmaksızın sözleşmeli hacimler için ödeme yapmak zorundadır. Bu, daha yüksek fiyatlarda bile ithalatın devam etmesini rasyonel bir seçim hâline getiriyor.
Fransa, İspanya, Hollanda, Belçika ve İtalya şu anda Rus LNG’sinin en büyük ithalatçıları konumunda. Yeniden gazlaştırıldıktan sonra —yani tekrar doğalgaza dönüştürüldükten sonra— bu gaz Avrupa şebekesine giriyor ve sonuç olarak Almanya gibi diğer ülkelere de tedarik sağlıyor. Bu arada, Rus boru hattı gazı hâlâ Avrupa’ya —ve şaşırtıcı bir şekilde Ukrayna’ya da— Türkiye üzerinden Bulgaristan, Sırbistan ve Macaristan’a transit geçiş yapan TurkStream boru hattı aracılığıyla akmaya devam ediyor, diğer büyük güzergâhlar (Yamal-Avrupa, Kuzey Akım, Ukrayna) kapanmış olsa bile.
Ancak Brüksel şimdi tüm bunlara bir son vermek istiyor. AB Enerji Komiseri Dan Jørgensen, “Geçen yıl enerji ithalatımız için Rusya’ya hâlâ 23 milyar avro ödedik,” dedi ve ekledi: “Gelecekte tek bir molekül bile ithal etmek istemiyoruz. Kendi güvenliğimiz ve Ukrayna ile dayanışmamız için.” Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen ise şunları söyledi: “Şimdi Avrupa’nın güvenilmez bir tedarikçiyle enerji bağlarını tamamen koparma zamanıdır. Kıtamıza ulaşan enerji kaynakları Ukrayna’ya karşı savaşı finanse etmemelidir.”
AB ayrıca, 2022 sonundan itibaren Rus ham petrolünün deniz yoluyla ithalatını ve Şubat 2023’ten itibaren Rus rafine petrol ürünlerini yasaklayan altıncı yaptırım paketinden muaf tutulan ve petrolünün yüzde 80’ini hâlâ Moskova’dan ithal eden Macaristan ve Slovakya’ya karşı sert bir tutum sergileyeceğini duyurdu. Bu ülkelerin 2027 yılına kadar kalan ithalatı aşamalı olarak sonlandırma planları sunmaları gerekecek. Komisyon ayrıca şirketlerin ceza ödemeden Rus gaz sözleşmelerinden çıkmak için “mücbir sebep” ileri sürmelerine olanak tanımanın yollarını araştırıyor.
Son olarak, Brüksel ayrıca Rusya ile yeni enerji sözleşmelerinin yasaklanmasını ve mevcut ithalata yönelik yeni yaptırımları da değerlendiriyor. Ancak bu tür önlemler neredeyse kesinlikle Macaristan ve Slovakya’dan veto yiyecektir. Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó’nun ifade ettiği gibi: “AB Komisyonu’nun Rus enerjisini yasaklamaya yönelik siyasi güdümlü planı ciddi bir hatadır. Enerji güvenliğini tehdit ediyor, fiyatları artırıyor ve egemenliği ihlal ediyor.” Buna katılmamak zor.
Gerçekten de, ithal LNG’nin —özellikle ABD LNG’sinin— daha yüksek maliyeti, Avrupalı haneleri ve sanayileri derinden etkiledi. Yakın tarihli Draghi raporu, yüksek enerji fiyatlarının Avrupa’nın azalan rekabet gücünde önemli bir faktör olduğunu doğruladı. AB şirketleri artık elektrik için Amerikalı muadillerine göre iki ila üç kat, gaz için ise dört ila beş kat daha fazla ödüyor. Sonuçları acımasız oldu: AB genelinde art arda üç yıl boyunca düşen sanayi üretimi ve durgunluk, Batı Avrupa’nın büyük bölümünde —özellikle Almanya’da— ise doğrudan sanayisizleşme yaşandı.
Almanya, diğer ülkeler gibi, şüphesiz önceden var olan zorluklarla boğuşuyor olsa da, enerji maliyetlerinin artık Alman ve Avrupa sanayisi için en büyük tek tehdit olduğu aşikar. Pek çok firma üretimi yurt dışına taşımaya başladı. Büyük kimya gruplarının Avrupa’dan tamamen çıkmaya hazırlandığı bildiriliyor. Bir raporda, “Bu değişimler, Avrupa’nın enerji maliyetlerinin yaklaşık üç yıldır olağanüstü yüksek kaldığı bir zamanda geliyor. AB imalat üretiminin yüzde 5 ila 7’sini oluşturan ve 1,2 milyon kişiyi istihdam eden kimya sektörü olağanüstü bir baskı altında. Avrupa Kimya Sanayii Konseyi, 21 büyük tesiste 11 milyon tonun üzerinde üretim kapasitesinin planlanan kapanışı konusunda uyardı ve acil eylem çağrısında bulundu,” denildi.
Fakat Brüksel dinlemiyor. Gerçekten de, AB’nin Rus gazına tam bir yasak getirmesi, Avrupa’nın zaten bocalayan sanayi tabanına muhtemelen son darbeyi vuracaktır. Avrupa sadece daha büyük hacimlerde daha yüksek fiyatlı LNG —öncelikle ABD’den— ithal etmek zorunda kalmakla kalmayacak, aynı zamanda Rusya LNG’sini daha uzak pazarlara yönlendirdikçe taşıma maliyetleri artacak, zaten değişken olan küresel gaz fiyatlarını daha da yukarı çekecek ve AB’ye ithalatı daha da pahalı hâle getirecektir.
Peki bu görünüşte intihar gibi görünen politikanın ardındaki mantık nedir? Resmi argüman —Rus enerjisinin “Putin’in savaş makinesini finanse ettiği”— zayıf. Rusya askerlerine ödemelerini ve silahlarını ruble ile yapıyor, dövizle değil. Gazı Avrupa’ya, Çin’e ya da Hindistan’a satması Rusya için pek fark etmiyor. Brüksel’deki bürokratların bunu anladığı varsayılabilir — bu da Avrupa Komisyonu’nun son hamlesinin Rusya’nın Ukrayna’da savaşma kapasitesini zayıflatmaktan çok başka hedefler peşinde koştuğunu gösteriyor. Bunlar arasında, AB-Rusya ilişkilerinin gelecekte normalleşmesini engelleme arzusunun olduğunu öne sürüyorum.
Bu durum, 2022’de bir Ukraynalı grubun gerçekleştirdiği iddia edilen su altı bombalı sabotajına uğrayan Kuzey Akım 2 boru hattının asla yeniden açılmamasını sağlamak için “her şeyi” yapacağına yemin eden yeni Almanya Şansölyesi Friedrich Merz tarafından açıkça ortaya kondu. Von der Leyen, ekibinin üzerinde çalıştığı “yeni yaptırım paketinin” bir parçası olarak Kuzey Akım’dan bile bahsetti. Financial Times‘a göre, Berlin ve Brüksel’de Kuzey Akım’ın herhangi bir şekilde yeniden canlanmasını engellemeye yönelik tartışmalar, Rus ve ABD’li iş çevrelerinin boru hattının operasyonlarını yeniden başlatma seçeneklerini araştırdığı haberleriyle tetiklendi.
Merz’in Kuzey Akım’a kalıcı bir yasağı onaylama kararı sadece ekonomik olarak anlamsız olmakla kalmıyor, aynı zamanda Avrupa tarihindeki en kötü endüstriyel sabotaj eylemini, özellikle Alman hükümeti ve müttefiklerinin saldırı hakkında potansiyel ön bilgisi konusunda hâlâ gizemini koruyan bir olayı etkili bir şekilde meşrulaştırıyor. Dahası, Almanya içinde Rus gaz tedarikinin yeniden sağlanmasına yönelik artan kamuoyu desteğine açık bir saygısızlık gösteriyor. Yakın zamanda yapılan bir anket, boru hattının sonlandığı Mecklenburg-Vorpommern’deki sakinlerin yüzde 49’unun Rus gaz ithalatının yeniden başlatılmasını desteklediğini ortaya koydu. Bu arada, ulusal düzeyde yüzde 20’nin üzerinde oy alan AfD, Kuzey Akım’ın yeniden açılması çağrısında bulundu; bu fikir iş dünyası liderleri ve hem CDU hem de Sosyal Demokratlar üyeleri tarafından giderek daha fazla paylaşılıyor.
Nedenini anlamak kolay: Boru hattını yeniden açmak ekonomik ve stratejik açıdan mantıklı. Rus gazı, yüksek emisyonlu hidrolik kırma (fracking) yöntemiyle üretilen ve dünyanın öbür ucundan taşınan Amerikan LNG’sinden daha ucuz, daha istikrarlı ve çevreye daha az zararlıdır. Buna karşı her zamanki argüman, Kuzey Akım’ın “Rus gazına sorumsuz bir bağımlılık yarattığıdır”. Ancak bir Alman analistin de belirttiği üzere, uzun bir süre boyunca önce Sovyetler Birliği, ardından da Rusya, çeşitli jeopolitik krizlere rağmen Almanya’ya enerji tedarik etmeye devam etti. Bu durum, Batı’nın agresif söylemler eşliğinde ekonomik bir savaş başlattığı zaman bile devam etti. Ve hatta Almanya’nın Ukrayna’ya silah teslimatından ve ardından Kuzey Akım’a yönelik terör saldırısından sonra bile, Rus tarafı gaz tedarikinin yeniden başlatılıp başlatılmayacağının Alman tarafına bağlı olduğunu defalarca belirtti.
Yine de Alman ve AB liderleri yeniden angajmana en şiddetle karşı çıkanlar olmaya devam ediyor. Neden? Kısmen Rusya’ya karşı derinden kökleşmiş düşmanlıkları nedeniyle. Ama aynı zamanda daha derin jeopolitik dinamikler de devrede. Küresel LNG piyasası arz kısıtlı. Fazla kapasitesi olan az sayıda ülke var. Şu anda LNG ihracat altyapısını genişleten Amerika Birleşik Devletleri, kâr elde etmek için benzersiz bir konumda. Trump, LNG’yi ticaret politikasının merkezine koyarak, ticaret dengesizliğini daraltmanın bir yolu olarak AB’ye daha fazla alım yapması için baskı yaptı. Bu durum, AB’nin “stratejik özerklik” söylemleriyle alay eder nitelikte. Kamuoyu önünde Trump’a meydan okuyan AB liderleri, Avrupa’nın ekonomik düşüşünü hızlandırsa bile, sessizce onun enerji taleplerini uyguluyorlar.
Bir Alman yorumcunun gözlemlediği üzere: “Planlanan Rus gaz ithalatı yasağının Ukrayna’daki savaşla pek ilgisi yok, her şey Amerika’nın ticaret savaşıyla ilgili. AB, Trump’a teslim oluyor. Bu teslimiyetin bedeli, özellikle Almanya için yıkıcı olacak.” Ve AB liderlerinin iklim ikiyüzlülüğünü de unutmayalım. ABD LNG’si, hem uzun mesafeli taşımacılığı hem de hidrolik kırma tabanlı çıkarımı nedeniyle Rus boru hattı gazından çok daha yüksek bir karbon ayak izine sahip. Ancak ironik bir şekilde, boru hattı akışlarının yeniden sağlanmasına en çok karşı çıkanlar, kendilerini çevreci ilan eden Alman Yeşilleridir.
Sonuç olarak, Rus gaz ithalatının yeniden başlatılmasının her düzeyde mantıklı olduğu açık olmalıdır: LNG’den daha ucuz, daha güvenilir, çevre açısından daha temizdir ve aynı zamanda Moskova ile jeopolitik ilişkilerin istikrara kavuşmasına yardımcı olacaktır. İşte tam da bu yüzden AB liderlerinin tam tersini yapması şaşırtıcı değil: dünyanın dört bir yanından gelen daha pahalı, daha değişken ve daha kirletici LNG’ye olan bağımlılığı derinleştiriyor, Avrupa’nın sanayisizleşmesini hızlandırıyor ve Rusya ile çatışma ateşini körüklüyorlar.
Dünya Basını
FP: ABD anlaşma değil teslimiyet istiyor

Foreign Policy’ye göre, Washington’un İran’dan talepleri gerçekçi bir anlaşmadan çok, koşulsuz teslimiyet anlamına geliyor. İran ise nükleer programını ulusal bir hak olarak görüyor ve bu ilkesinden vazgeçmeye yanaşmıyor. Geçmişte Şah döneminde başlayan bu kararlılık, bugün de İslam Cumhuriyeti yönetiminde devam ediyor. FP’nin analizine göre, diplomasi ancak karşılıklı taviz ve doğrulanabilir denetim mekanizmalarıyla mümkün olabilir:
***
FP: İran’la müzakerelerde maksimalist bir yaklaşım neden işe yaramaz?
İslam Cumhuriyeti, tıpkı kendisinden önceki monarşi gibi, nükleer yakıt üretimini bir hak olarak görüyor.
Sina Azodi
İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi ile ABD özel temsilcisi Steve Witkoff arasında yürütülen beşinci tur nükleer görüşmeler geçen hafta Roma’da “bir miktar ama kesin olmayan” ilerlemeyle sona erdi, görüşmelere aracılık eden Ummanlı diplomat böyle açıkladı.
Görüşmelerdeki temel anlaşmazlık noktası İran’ın zenginleştirme kapasitesi oldu. İran, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) çerçevesinde uranyum zenginleştirme hakkına sahip olduğunu uzun süredir savunurken, ABD bu iddiayı tutarlı şekilde reddediyor. Washington’a göre NPT açıkça böyle bir hak tanımıyor. ABD şu anda İran’dan uranyum zenginleştirme programından tamamen vazgeçmesini talep ediyor, ancak bu maksimalist bir talep ve İran tarafından kabul edilmeyecek.
Irakçi, ABD ile yürütülen görüşmelere liderlik eden isim olarak, İran’ın bu konudaki tavrını yeniden teyit etti. Nükleer silahlara sahip olmamasını garanti altına alacak bir anlaşmanın “mümkün” olduğunu söyleyen Irakçi, uranyum zenginleştirmenin ise “anlaşma olsun ya da olmasın devam edeceğini” belirtti. Ayetullah Ali Hamaney, 20 Mayıs’ta ABD’nin talepleri hakkında yaptığı konuşmada, “İran’da kimse onların iznini beklemiyor. İslam Cumhuriyeti’nin kendi politikaları ve yönü belli ve buna sadık kalacakt” dedi.
ABD tarafındaysa iki farklı görüş var ama her ikisi de İran’ın uranyumu kendisinin zenginleştirmesine karşı çıkıyor. Daha önce sınırlı bir zenginleştirme kapasitesine yeşil ışık yakabileceğini ima eden Witkoff, 18 Mayıs’ta bu tutumunu değiştirerek, ABD’nin “Yüze bir oranında dahi zenginleştirmeye” izin veremeyeceğini söyledi.
Trump yönetimi yetkilileri, İran’ın uranyumu zenginleştirmediği sürece sivil bir nükleer programa sahip olabileceği görüşünde. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Nisan ayında, “İran sivil bir nükleer program istiyorsa, dünyadaki diğer birçok ülke gibi zenginleştirilmiş uranyumu ithal edebilir” demişti.
Ancak bu tutum 1990’larda ABD’nin İran’daki sivil amaçlı da olsa her türlü nükleer programa tamamen karşı olduğu yaklaşımdan açık bir sapma olarak görülse de iki tarafın istediği türden bir anlaşmaya götürmeyecek. Çünkü İran’ın nükleer faaliyetlerin tüm aşamalarına erişimi hak gören tutumu İslam Cumhuriyeti’nden önceye dayanıyor. Aslında, bu konu İran ile ABD arasındaki uzun süredir devam eden çıkmazın göbeğinde.
1970’lerde, o dönemde ABD’nin yakın müttefiki olan İran Şahı, Tahran’ın devasa petrol gelirlerini iddialı bir nükleer programa yatırdı. Haziran 1974’te, İran Fransa ile beş adet 1.000 megavatlık nükleer reaktör inşa edilmesi için 4 milyar dolarlık anlaşma imzaladı; reaktörlerin 1985’e kadar tamamlanması planlanıyordu. Aynı yılın Kasım ayında İran, Batı Alman şirketi Kraftwerk Union ile Buşehr’de iki adet 1.200 megavatlık hafif su reaktörü (İran I ve İran II) inşası için anlaşma yaptı. Anlaşma, reaktörler tamamlandıktan sonra İran’ın, Batı Almanya ile istişare ederek kullanılmış nükleer yakıtı yeniden işlemek üzere tesisler kurmasını öngörüyordu.
İranlılar ABD’den reaktör satın almakla da ilgilenmişti, ancak Washington ile yürütülen müzakereler çok daha zordu. Hindistan’ın 1974 Mayıs’ında gerçekleştirdiği “Barışçıl Nükleer Patlama” sonrasında ABD, İran gibi gelişmekte olan ülkelere hassas teknoloji ihracatı konusundaki kısıtlamaları sıkılaştırmıştı. İronik olarak, Hindistan bu testi ABD Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı Dixy Lee Ray Tahran’ı ziyaret ederken gerçekleştirmişti.
ABD’li yetkililer, Şah’tan sonra düşmanca bir rejimin iktidara gelmesi durumunda neler olabileceği konusunda giderek daha fazla endişe duymaya başladı. Haziran 1974 tarihli bir notta Savunma Bakanı James Schlesinger’a, “İran nükleer silah kapasitesi geliştirmeye çalışırsa… planlanan 20.000 MW’lık İran nükleer enerji programından elde edilecek yıllık plütonyum, 600-700 nükleer başlığa denk olacaktır” uyarısı yapıldı.
ABD ayrıca Şah’ın gerçek niyetlerinden de endişeliydi. Ekim 1977’de, CIA psikiyatristi Jerrold Post, gizli bir notta ajansın Şah’ın nükleer silah konusundaki taahhütlerine güven duymadığını belirtti. 1978’e gelindiğinde, İran ordusu bir generalin gözetiminde nükleer silahla ilgili araştırmalar yürütüyordu.
ABD ve İsrail arasında İran gerginliği: Telefonda hararetli tartışma
Tahran ile Washington arasındaki temel anlaşmazlık, kullanılmış uranyumunun yeniden işlenmesiyle elde edilen ve silah yapımı için kritik önemdeki plütonyum konusundaydı. ABD, yakın müttefiki Şah’a, yeniden işleme planlarını terk ederek ABD’nin denetiminde bir çözümle ilerlemesini ve nükleer sahnede “devlet adamlığı” göstermesini istedi.
Bu talep, Tahran için ciddi bir ikilem oluşturuyordu. Yıllar sonra bir röportajda, Şah’ın nükleer programının mimarı Ekber İtimad, bunu şöyle açıklamıştı: “Amerikalılarla çalışamazdık çünkü bize dediler ki eğer yakıtı bizden alırsanız, kullanılmış yakıtla ne yapacağınıza biz karar veririz”
“Ön onay hakkı” olarak bilinen bu koşul, ABD’den ithal etse dahi İran’ın kullandığı yakıtı kendisinin işlemesini engelleyecekti. İranlılara göre bu tür kısıtlamalar ülkenin egemenliğini ihlal ediyordu ve karşı çıkılması gerekiyordu.
İranlı yetkililer, İtimad ve Şah dahil, yeniden işlemeyi hem yasal bir hak hem de ulusal egemenlik meselesi olarak değerlendirdiler. ABD ile yürütülen müzakerelerde, İran tarafı NPT’nin yeniden işleme dahil barışçıl nükleer teknolojilere tam erişim garantisi verdiğini savundu. ABD ise bu yorumu reddetti.
Tahran’ın bu konudaki inatçılığında nükleer milliyetçilik de rol oynadı. İtimad, “Hiçbir ülke başka bir ülkeye nükleer politikayı dikte etme hakkına sahip değil” diyerek bu duruşu özetledi. Şah da ABD’li yetkililere “Bizden, egemenliğimizle bağdaşmayan güvenceler istiyorsunuz” diyerek açıkça itiraz etti.
Reaktör satışlarındaki anlaşmazlıklar, ABD yetkililerinin ifadesiyle ikili ilişkilerde “ciddi bir rahatsızlık” haline gelmişti. Ancak Washington, Şah’ın hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak bu algıyı yumuşatmaya çalıştı. Kasım 1975’te Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, dönemin İran Büyükelçisi Richard Helms’e, ABD’nin “İran’a özel ve olumsuz bir muamele uygulamadığını” iletmesini istedi. Ford yönetimi, “veto hakkı” talebini “sıkı güvenlikli program” ifadesiyle değiştirmeyi teklif ettiğinde bile İran yine reddetti.
Tahran ayrıca ABD’nin İran’da çok uluslu bir yeniden işleme tesisi kurulması önerisini de komşu ülkelerle zayıf ilişkileri gerekçe göstererek reddetti. Kissinger daha sonra çok uluslu yeniden işleme fikrini “aldatmaca” olarak nitelendirdi. Sonuçta, Ford yönetimi İran’ın güçlü karşı çıkışları nedeniyle anlaşmaya varamadı.
Yine de İran, Şubat 1977’de kullanılmış yakıtı yeniden işleme konusundaki ısrarından kısmen vazgeçmeyi kabul etti. Bu taviz karşılığında ABD, İran’a “En çok gözetilen ulus” statüsündeki diğer müttefiklerine sağladığı ayrıcalıklı muameleyi tanıdı. Temmuz 1978’de nükleer reaktör satışı konusunda bir anlaşma imzalandı, ancak bu anlaşma Şah’ın Şubat 1979’da devrilmesi nedeniyle hayata geçirilemedi.
Ancak bu gelişme İran’ın nükleer hedeflerinin sonu olmadı aksine yeni bir yönetim altında aynı hedeflerle, anti-emperyalist bir söylemle dönüştü.
İslam Cumhuriyeti, Şah’ın nükleer programını devraldığında, önce faaliyetleri durdurdu ve azalttı. Fakat 1982’den itibaren yeniden başladı ve kısa sürede öncülünün hedeflerine benzer bir yola girdi. 1999 yazında uranyum zenginleştirme kapasitesine ulaşan İran, o tarihten bu yana programını istikrarlı şekilde genişletti. Nükleer programını, Batı’dan ekonomik ve ticari tavizler almak için pazarlık aracı olarak kullanmaya çalıştı.
ABD’nin İran’dan istediklerinin gerçekçi olmadığını anlaması zaman aldı. Clinton yönetimi, İran’da herhangi bir nükleer programa kesinlikle karşıydı. Dışişleri Bakanı Warren Christopher, Mayıs 1995’te “İran’ın tüm nükleer programının sona erdirilmesi gerektiğini düşünüyoruz” demişti.
Daha sonra Başkan George W. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice, ABD’nin İran’da sınırlı ama sıfır zenginleştirmeye dayalı bir programa razı olması gerektiğini kabul etti. Gerçek bir diplomatik çözüm ancak Başkan Barack Obama, ABD’nin “sıfır zenginleştirme” talebinden vazgeçmesi gerektiğini fark ettiğinde mümkün olabildi.
ABD istihbaratı: İsrail İran’a saldırı hazırlığında olabilir
Ancak Washington’daki görevden alınan Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Senatör Lindsey Graham dahil bazı şahin isimler hâlâ İran’ın nükleer programının tamamen sonlandırılmasını savunuyor; bu da İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun talepleriyle örtüşüyor. Tahran’a göre böyle bir anlaşma, koşulsuz teslimiyet anlamına gelir ve kesinlikle reddedilecektir.
İran’ın dini lideri Hamaney, uzun süredir eski Libya lideri Muammer Kaddafi örneğini bir uyarı olarak gösteriyor. Hamaney 2011’deki bir vaazında, “Kaddafi, nükleer ekipmanlarını batıya teslim etti. Sonra onlar Libya’ya saldırdı ve petrolünü aldı” demişti.
İran liderliğine göre bu tür taleplerin esas hedefi rejim değişikliği. Ülkede, halk arasında bir anlaşma isteği bulunsa da böyle bir teslimiyetin kabul edilmesi İran yönetimi için telefisi zor siyasi bedeller doğurur. İran yönetimi, nükleer programını 1951’deki petrolün millileştirilmesinden bile daha büyük bir ulusal hak olarak görüyor.
Kendinden önceki monarşi gibi, İslam Cumhuriyeti de nükleer yakıt üretiminden vazgeçmeye istekli görünmüyor. İran’ın nükleer programı ve teknolojik kapasitesi artık sahadaki bir gerçek. Eğer Trump yönetiminin amacı Tahran’ın nükleer silah eşiğini aşmasını önlemekse, akıllıca strateji teslimiyet dayatmaları değil, denetime ve karşılıklı tavizlere dayanan diplomasi olmalı.
İran, yaptırımların ciddi olarak hafifletilmesi karşılığında zenginleştirme kapasitesine sınır getirilmesini kabul etmeye hazır olduğuna dair sinyaller veriyor. Kalıcı bir anlaşmanın temeli de budur; tek taraflı, koşulsuz teslimiyet değil.
-
Dünya Basını1 hafta önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Amerika2 hafta önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Görüş1 hafta önce
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Fas, Batı Afrika’da imparatorluk inşa ediyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
Robert Ford: Ahmed Şara ile 2023’te İdlib’de görüştüm
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi
-
Görüş2 hafta önce
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak
-
Dünya Basını2 hafta önce
Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü