DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: Filistin’in Hamas’sız bir yolu yok
Yayınlanma
“Bu İsrail ve ABD için hazmetmesi zor bir durum, ancak Hamas’ın yok edilmesinde ısrarcı olmak, gayrimeşru ve etkisiz bir Filistin Yönetimi’ni Gazze’ye sürüklemeye çalışmak ya da istikrarsız ve krizlerle dolu bir ortamda seçimleri zorlamak gibi alternatifler geçmişte olduğu gibi muhtemelen geri tepecektir.”
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, savaş sonra Gazze’nin ve genel olarak Filistin siyasetinin nasıl şekilleneceğine odaklanıyor. ABD ve İsrail’in Hamas’ı Filistin siyasetinden dışlama girişiminin neden başarısızlığa mahkûm olduğunu anlatan makale, FKÖ’den Hamas’a ve Filistin Yönetimine kadar Filistinli örgütlerin nasıl daha etkin siyaset yürütebilecekleri üzerinde duruyor ve bazı öneriler sunuyor:
***
İsrail’in Gazze’ye Saldırısı Bittikten Sonra Yeni Bir Siyasi Düzen Nasıl İnşa Edilir?
KHALED ELGINDY
On haftadır Gazze’de acımasız bir savaş yürüten İsrailli liderler, Hamas ortadan kaldırılana kadar askerî harekâtın devam edeceği konusundaki ısrarını sürdürüyor. Bunun pratikte ne anlama geleceğini ya da böyle bir sonucun yaratacağı yönetim boşluğunu kimin ya da neyin doldurmasını beklediklerini henüz ifade etmediler. Ortada net bir final olmadığından, bombardıman bittikten sonra ne olacağına dair spekülasyonlar da eksik olmuyor. Ortaya atılan “ertesi gün” senaryoları, Gazze’de Araplar tarafından yönetilecek bir vesayet yönetimi gibi hayali fikirlerden, çoğu İsraillilerden gelen ve Gazze nüfusunun çoğunun ya da tamamının Mısır’a nakledilmesini öngören düpedüz rahatsız edici çağrılara kadar uzanıyor. Biden yönetimi, diğer hususların yanı sıra, Filistinlilerin Gazze’den zorla göç ettirilmesini veya bölgenin İsrail tarafından yeniden işgal edilmesini dışlayan kendi “ertesi gün” parametrelerini ortaya koydu. Buna ek olarak yönetim, Batı Şeria’nın bazı bölümlerini nominal olarak kontrol eden “yeniden canlandırılmış” Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye geri dönmesini görmek istediğini ve son üç yılın aksine, şimdi İsrail’in yanında egemen bir Filistin devletiyle iki devletli çözümle sonuçlanacak bir siyasi süreç konusunda ciddi olduğunu söyledi.
Ancak yönetimin umut dolu vizyonunun bazı katı gerçeklerle karşılaşması muhtemel. Öncelikle kimse savaşın ne zaman ve nasıl biteceğini ya da çatışmalar durduğunda Gazze’nin ne kadarının ve kaç Gazzelinin kalacağını bilmiyor. Dahası, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye dönmesine İsrail’in izin vermeyeceğini ve İsrail güçlerinin süresiz olarak Gazze’de kalacağını söyledi, hatta Gazze içinde Filistinlilerin kullanabileceği toprakları daha da daraltacak kalıcı bir “tampon bölge” için planlar hazırladı. İktidar koalisyonundaki ortaklarına, egemen bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyebilecek tek liderin kendisi olduğuna dair güvence verdi.
Sahadaki olaylar zaten tehlikeli yönlere doğru ilerliyor. Gazze’deki ölüm ve yıkımın büyüklüğünü anlamak çok zor. Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre İsrail saldırısı şimdiye kadar çoğu sivil (8 bin 200’ü çocuk) en az 18 bin 800 kişiyi öldürdü. Operasyon Gazze’nin 2 milyon 300 binlik nüfusunun yüzde 80’inden fazlasını yerinden etti ve kuzey Gazze’nin büyük bölümünü yaşanmaz hale getirdi. İsrail’in Gazze halkına gıda, su ve yakıt tedarikine getirdiği ciddi kısıtlamalar, yaygın hastalık ve açlık salgınlarına ve Birleşmiş Milletler’in “destansı bir insani felaket” olarak tanımladığı duruma yol açmış, hatta BM yetkilileri ve diğer gözlemcilerin soykırım olasılığına dair uyarılarına neden olmuştur. Dahası, kitlesel açlık ve hastalığın silah haline getirilmesi, Gazze’nin sağlık sisteminin neredeyse tamamen çökmesi ve giderek daralan alanlara sıkışmış bir nüfusun aralıksız bombalanmasıyla birleştiğinde, Gazze’nin savunmasız sakinlerinin bir kısmının veya tamamının sınırdan Mısır’a geçmeye zorlanması olasılığını her geçen gün daha da artırıyor. Böyle bir sonuç, Netanyahu’nun Gazze nüfusunun “azalması” arzusuyla da örtüşüyor.
İsrail’in sahada dayattığı gerçeklerin yanı sıra Gazze’nin geleceği Filistin iç siyasetindeki gelişmelere de bağlı olacak. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Gazze’nin geleceğine ilişkin görüşmelerin “merkezinde” Filistinlilerin yer alması gerektiğini söyledi. Ancak bunun gerçekleşmesi için Filistinlilerin sadece yönetim ve güvenlik kurumlarını değil, aynı zamanda daha temelde siyaseti de canlandırmaları gerekecek: başta Filistin Yönetimi ve Filistin ulusal hareketinde yer alan çeşitli grupları görünürde temsil eden çatı örgüt Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) olmak üzere çürüyen Filistin siyasi kurumlarındaki siyasi liderlik eksikliği dikkate değer.
Artık açıkça görüldüğü üzere, son 16 yıldır Filistin siyasi kurumlarının başına bela olan bölünme ve durgunluk sadece Filistinliler için değil, İsrailliler ve bölge için de felaket oldu. Gerçekten de birçok analistin (ben de dahil) uzun zamandır uyardığı gibi, 2007’de Gazze için savaşan Filistin’in en büyük iki siyasi grubu Hamas ve El Fetih arasındaki zayıflatıcı bölünme, sürekli bir şiddet ve istikrarsızlık kaynağı haline geldi. Her ne kadar Filistinlilerin bu siyasi işlevsizliğinin büyük bir kısmı kendilerinden kaynaklansa da İsrail, işgal altındaki topraklar üzerindeki süresiz hakimiyetini sürdürmek amacıyla Filistinliler arasında zayıflığı ve bölünmeyi teşvik için aktif olarak çalıştı. Filistinlilere yönelik bu böl ve yönet yaklaşımı, Netanyahu’nun Gazze’de Hamas’ı desteklemenin nihai bir iki devletli çözümü engelleyeceğine dair alaycı umuduyla özetlendi. Ancak 7 Ekim olayları bu politikanın sonunu getirdi.
Bu nedenle “ertesi gün” ile ilgili her türlü tartışma, üniter ve uyumlu bir Filistin siyasi liderliğinin ortaya çıkmasını teşvik etmeye dayanmalı. Filistinli liderlerin hizipçi taahhütlerini bir kenara bırakmaları, İsrail ve ABD’nin de Hamas’ın Filistin siyasetinden kalıcı olarak dışlanabileceği gibi tamamen gerçeklerden kopuk fikirden vazgeçmeleri gerekecek. Filistinlileri ya da İsrail ve ABD’li müttefiklerini buna ikna etmek kolay olmayacak. Ancak bu uzlaşmayı sağlayamazlarsa, Gazze’deki insani durum ve güvenlik koşullarının iyileşmesi pek mümkün olmayacak ve diplomatik bir çözüme ulaşılması uzak bir ihtimal olarak kalacak.
BAŞKA BİR FELAKET
Gazze’de 7 Ekim’den bu yana yaşanan olaylar, 800 bin Filistinlinin, yani İngiliz Mandası altındaki Filistin’in Arap nüfusunun yaklaşık üçte ikisinin evlerinden zorla çıkarıldığı veya kaçtığı ve geri dönmelerinin yasaklandığı Filistin tarihinde 1948 Nakba’sı ya da “felaket”i olarak bilinen dönem veya İsrail’in tarihi Filistin topraklarının geri kalan kısımlarını; Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni ele geçirdiği ve 300 bin Filistinlinin daha evlerinden sürüldüğü ya da kaçtığı 1967’deki Altı Gün Savaşı gibi diğer dehşet verici anlarla aynı düzeyde tarihi bir nitelik taşıyor. 1948 ve 1967’de olduğu gibi, mevcut Gazze savaşının da Filistin siyasetinin yörüngesini tahmin edilmesi imkânsız bir şekilde değiştirmesi muhtemel.
Gazze’ye yönelik devam eden saldırı şimdiden tarihteki en ölümcül ve Filistinlilerin zorla yerinden edildiği en büyük olaydır. Tıpkı 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen korkunç saldırının İsrailliler tarafından uzun yıllar boyunca hissedilecek olması gibi, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı insani ve fiziksel yıkımın büyüklüğü de Filistin ulusal bilincinde nesiller boyunca silinmeyecek bir iz bırakacak. Nakba’da olduğu gibi, Gazze’de yaşanan kolektif travma bugün Batı Şeria, Doğu Kudüs, İsrail ve diasporadaki Filistinliler arasında ve hatta daha geniş anlamda Arap dünyasında yaşanıyor ve gelecek nesil Filistinli liderlerin siyasi bilincini şekillendirecek.
Bu arada, zor ama kaçınılmaz gerçek şudur ki İsrail’in Hamas’ı siyasi ve askeri bir güç olarak ortadan kaldırma hedefi gerçekleştirilemez ve açıkçası bu hedef sonsuz ölüm ve yıkım için bir reçete. İsrailli ve ABD’li yetkililer bu gerçeği ne kadar çabuk kabullenirlerse herkes için o kadar iyi olacak. İki ay süren şiddetli bombardıman ve Gazze’nin sivil altyapısının büyük bölümünün tahrip edilmesi Hamas’ı iktidardan uzaklaştıramadı ya da roket fırlatma kabiliyeti de dahil askeri yeteneklerini önemli ölçüde azaltamadı ve komuta ve kontrol sistemlerini bozmak için çok az şey yaptı. Tutsaklara karşılık rehineler anlaşması kısa ömürlü olsa da Hamas’ın önemini korumaya devam ettiğini gösterdi; İsrail’in bu grupla başa çıkmaktan başka seçeneği yok. Yakın zamanda +972 Magazine tarafından yapılan bir araştırma, İsrail’in Gazzelileri Hamas’a karşı kışkırtmak umuduyla kasıtlı olarak kitlesel sivil kayıplara ve acılara neden olabileceğini öne sürüyor, ancak böyle bir dönüşün gerçekleştiğine dair pek kanıt yok. Aslında, Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi tarafından yapılan son anketlerin de gösterdiği gibi, İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardımanı ve işgalinin tam tersi bir etki yaratarak birçok Filistinliyi Hamas’a yöneltmiş olması daha muhtemel.
Hamas, toplumda derin kökleri olan ve işgal altındaki toprakların hem içinde hem de dışında önemli bir takipçi kitlesine sahip Filistin siyasetinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bazı eylemleri veya fikirleri ne kadar iğrenç olursa olsun, Hamas muhtemelen öngörülebilir gelecekte Filistin siyasi manzarasının bir parçası olmaya devam edecek. Dahası, Gazze’deki işgal koşulları, abluka ve İsrail’in diğer yapısal şiddet biçimleri devam ettiği sürece, Hamas’ın ya da benzer başka bir grubun şiddet içeren direnişi de devam edecek.
GAZZE’YE DÖNÜŞ MÜ?
Hamas’ın dayanıklılığı ve diğer nedenlerden dolayı, grubun Filistin Yönetimi’ndeki rakiplerinin Gazze’ye kolayca girip bölgenin kontrolünü ele geçirmesini beklemek gerçekçi değil. ABD ve diğer Batılı güçlerin tercihlerine rağmen Filistin Yönetimi’nin en azından şu anki yapısıyla yakın zamanda Gazze’ye dönmesi pek olası değil. Netanyahu’nun iktidardaki koalisyonu da bu olasılığı açıkça reddetti. Ancak İsrailli liderler fikirlerini değiştirmeye ikna edilebilseler bile Filistin Yönetimi, harap olmuş bölgenin kontrolünü yeniden ele geçirme ihtimalini zehirli bir kadeh olarak görüyor. Hiçbir Filistinli lider, özellikle de Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas gibi son derece zayıf ve sevilmeyen biri, İsrail tanklarının üstünde Gazze’yi ele geçirirken görülmek istemez. Abbas, Filistin devletine giden net bir yol açılmadıkça Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye dönmeyeceğini söyledi.
İsrail’in bir kısmı Filistin topraklarının tamamen ilhakından yana olan aşırı sağcı hükümeti ve Biden yönetiminin İsrail’e baskı yapma konusundaki isteksizliği de dahil Orta Doğu’daki sicili göz önüne alındığında bu pek mümkün görünmüyor. Dahası, Filistin Yönetimi yetkisi altındaki sınırlı bölgeleri zar zor kontrol edebiliyor ve ağır çekim bir çöküş halinde ve Abbas, İsrail’in Gazze’yi yok etmesinden kaynaklanan devasa insani ve güvenlik sorunlarını devralmak istemiyor. Gazze’deki Filistinlilerin Abbas’ın yozlaşmış ve beceriksiz bürokrasisini benimseme konusunda hevesli olmaları pek mümkün olmadığından, bu duygu büyük olasılıkla karşılıklı. Sonuçta, Abbas’ın rağbet görmemesi ve Hamas’ın sahadaki inatçı varlığı göz önüne alındığında, Filistin Yönetimi’nin herhangi bir dönüşü yine de Hamas’ın rızasını gerektirecektir.
Mevcut Filistin liderliğinin zayıflayan meşruiyeti göz önüne alındığında hem Filistin içindeki hem de dışındaki pek çok kişi, 2006’dan bu yana yapılmayan yeni seçimleri, savaş sonrası düzenin ve Gazze’nin nihai yeniden inşasının gerekli bir bileşeni olarak görüyor. Ancak bir seçim yapılması ihtimali son derece düşük. İsrail’in Gazze’ye saldırısı büyük bir yerinden edilme, yıkım ve acıya neden oldu ve bu koşullar muhtemelen bir süre daha devam edecek. Bu koşullar seçimlerin yapılmasına izin vermeyecektir. Bir de Hamas’ın katılmasına izin verilip verilmeyeceği gibi zor ve kaçınılmaz bir soru var. İsrail ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin reformdan geçse bile Hamas’ın bile gelecekteki seçimlere katılmasına izin vereceği herhangi bir durumu hayal etmek neredeyse imkânsız. Yine de Hamas’ın açıkça dışlandığı bir seçim süreci, seçimin meşruiyetini ortadan kaldıracak ve hatta yeni bir iç savaşa yol açabilecektir. Kısacası, Hamaslı Filistin siyasetini ileriye taşımak son derece zor, ama aynı şekilde Hamas’sız bir yol da yok.
FİLİSTİN YÖNETİMİNİN CANLANIŞI
Bu temel çelişkinin üstesinden gelmenin yolları var, ancak bunlar tüm tarafların soğukkanlı düşünmesini ve alçakgönüllü olmasını gerektiriyor. Her şeyden önce İsrailli ve ABD’li yetkililerin Hamas’ın şu ya da bu şekilde Filistin siyasetinde bir güç olarak kalacağı gerçeğiyle uzlaşmaları gerekecek. Buna ek olarak, Filistin siyasetini İsrail’in (ya da ABD’nin) siyasi ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirebilecekleri fikrinden vazgeçmeliler ki bu 1993’te Oslo sürecinin başlamasından bu yana Filistinli liderlerin iç meşruiyetinin aşınmasına yol açan bir kibirdir. Siyasi yelpazenin farklı kesimlerinden Filistinli liderlerin, şu anda karşı karşıya oldukları gerçekten varoluşsal zorlukları ele almak için dar görüşlü farklılıklarını bir kenara bırakmaları da bir o kadar önemli.
Pek çok Filistinli, politikalarını canlandırmak için ne yapılması gerektiğinin zaten farkında: Filistin Yönetimi’nin Filistin Kurtuluş Örgütü’nden ayrılması. FKÖ’nün, her yerdeki Filistinlileri temsil eden Filistin ulusal hareketinin resmi adresi olması beklenirken, Filistin Yönetimi, başlangıçta Oslo anlaşmalarıyla, işgal altındaki Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin işlerini denetleyen geçici bir yönetim organı olarak kurulmuştu. Bu süreçte FKÖ’nün içi boşaltıldı ve nihai bir Filistin devleti beklentisiyle kurumsal ve insan kaynakları fiilen Filistin Yönetimi’ne aktarıldı. Bu devlet hiçbir zaman kurulmadı; dahası, Filistin Yönetimi Filistin siyasetinin fiili merkezi haline geldikçe, FKÖ kenara itildi ve körelmesine izin verildi. O halde amaç, Filistin Yönetimi’ni küçültüp FKÖ’yü büyüterek ve aralarındaki çizgileri daha net bir şekilde belirleyerek bu süreci tersine çevirmek olmalı. Bu tanımlama, Hamas da dahil olmak üzere tüm gruplar tarafından kabul edilen ancak hiçbirinin üyelerini içermeyen bir teknokrat hükümetin kurulması yoluyla gerçekleştirilebilir. Böyle bir hükümet gerçek bir Filistin devleti kurulana kadar ya da en azından koşullar seçimlerin yapılmasına izin verene kadar geçici olmalı. Bu hükümet Hamas’ı içermeyeceği için uluslararası bağışçılardan yardım alabilir ve siyasi bir organ olmaktan ziyade bir hizmet sağlayıcı olarak işlev görebilir.
Yönetim ve siyasi liderlik işlevlerinin genellikle aynı kişiler tarafından yerine getirildiği diğer siyasi sistemlerin aksine, İsrail işgalinin gerçekleri ve Oslo anlaşmalarının ortaya çıkardığı düzenlemeler, Filistinlileri yönetenlerle onlara liderlik edenlerin aynı olması gerekmediği gösteriyor. Bu ayrımda bir fırsat yatıyor. Teknokratik bir Filistin yönetimi Gazze’yi istikrara kavuşturup yeniden inşa ederken, FKÖ de Filistinlilere inandırıcı bir siyasi liderlik sunacak ve Filistin halkının meşruiyetini ve desteğini alacak şekilde evrim geçirmeli. Hamas ve şu anda FKÖ şemsiyesi dışında kalan diğer grupların yanı sıra hem işgal altındaki topraklardaki hem de diasporadaki Filistin sivil toplum temsilcilerini de kapsayacak şekilde genişlemeli. Bu temel formül 2011’den bu yana birbirini izleyen Filistin uzlaşı anlaşmalarında ana hatlarıyla yer aldı ancak hem Abbas’ın iktidarı paylaşma konusundaki isteksizliği hem de ABD ve İsrail’in Hamas’ın siyasi bir rol üstlenmesini kabul etmemesi nedeniyle hiçbir zaman hayata geçirilemedi.
Hamas’ın FKÖ içindeki varlığını normalleştirme fikri şüphesiz İsrail’de, ABD Kongresi’nde ve başka yerlerde öfkeye yol açacak. Bu anlaşılabilir bir durum ancak makul değil. Hamas’ın Filistin siyasetinden dışlanması, grubun bağımsız bir aktör ve oyun bozucu olarak hareket etmesine ve 7 Ekim’de doruğa ulaşan şiddet ve istikrarsızlığa yol açtı. Tersine, Hamas’ın FKÖ’nün Yürütme Komitesi ve uzun süredir uykuda olan parlamentosu Filistin Ulusal Konseyi gibi yönetim organlarına dahil edilmesi, grubun ılımlılaştırılmasına ve kendi başına hareket etme kabiliyetinin sınırlandırılmasına yardımcı olacaktır. Hamas’ın silahlarının elden çıkarılması da dahil savaş ve barış kararları herhangi bir tarafın elinde değil, Filistinlilerin ortak karar alma ve uzlaşma meselesi haline gelecektir. Bu durum İsrail ve FKÖ arasında diplomatik bir anlaşmaya varılmasını zorlaştıracak olsa da böyle bir anlaşmanın kalıcı olma ihtimali çok daha yüksek. Her halükârda, nasıl ki Filistinliler Knesset seçimlerine hangi partilerin katılacağına karar vermiyorsa Filistin siyasetine kimin katılıp katılmayacağı konusu da İsrail vetosuna tabi olmamalıdır. Gerçekten de, etkili bir Filistin liderliği, son otuz yılda İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin zorlayıcı etkisi, Filistin liderlerinin halk gözünde meşruiyetini zayıflatmaya neden olmuş olsa da, Filistin ulusal ihtiyaçları ve öncelikleri doğrultusunda bağımsız bir şekilde hareket edebilmelidir.
Filistinlilerin acı dolu tarihlerinden çok iyi bildikleri gibi, güvenilir bir siyasi liderliğe sahip olmadıkları anlarda başlarına kötü şeyler gelme eğilimi baş gösteriyor. Mevcut İsrail liderliğinin de hiç şüphesiz anladığı gibi, bu kesinlikle o anlardan biri. Ancak esnek ve etkisiz bir Filistin liderliği İsrail’in kısa vadeli çıkarlarına hizmet etse de bölge için son derece istikrarsızlaştırıcı ve diplomatik çözüm beklentilerine zarar veriyor. Filistinlilerin önündeki zorluklar Abbas’ın sunmadığı ve sunamayacağı türden güçlü bir liderlik gerektiriyor. Abbas’ın bu tür reformları tek başına benimsemesi pek mümkün olmasa da Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi bölgesel istikrardan ve Filistinlilerin siyasi isteklerinin yerine getirilmesinden çıkarı olan kilit Arap devletleri, daha güvenilir bir liderlik ortaya çıkıncaya kadar Abbas’a yardımcı olabilirler.
Güvenilir, meşru ve birleşik bir Filistin liderliği olmaksızın Gazze’nin yeniden inşası veya istikrara kavuşturulması sürecini hayal etmek mümkün değil; bu da Filistin kurumsal siyasetinin ve daha spesifik olarak FKÖ’nün yeniden canlanmasını gerektiriyor. Bunun gerçekleşebilmesi için ABD ve özellikle İsrail’in Filistin siyasetini kendi siyasi veya ideolojik ihtiyaçlarına göre kontrol edebilecekleri veya dizayn edebilecekleri ya da bir grup Filistinliyle barış yaparken aynı anda diğerine savaş açabilecekleri gibi tehlikeli düşünceleri terk etmeliler. ABD, Filistinlilerin kendi iç siyasetlerini kontrol etmelerine bile izin vermeye istekli değilse, ABD’nin bağımsız bir Filistin devletine yönelik retorik desteğini ciddiye almak zor. Yeniden canlanan Filistin siyaseti bağlamında Hamas’ı normalleştirmek hazmetmesi zor bir durum olacak, ancak Hamas’ın yok edilmesinde ısrarcı olmak, gayrimeşru ve etkisiz bir Filistin Yönetimi’ni Gazze’ye sürüklemeye çalışmak ya da istikrarsız ve krizlerle dolu bir ortamda seçimleri zorlamak gibi alternatifler geçmişte olduğu gibi muhtemelen geri tepecektir.
İlginizi Çekebilir
-
“Trump’ın İsrail yanlısı kabinesi, kendisine oy veren Müslümanları hayal kırıklığına uğrattı”
-
Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini kesmesinin Ortadoğu’ya etkisi sınırlıdır
-
Josep Borrell, AB’nin İsrail ile siyasi diyaloğu askıya almasını teklif etti
-
Lübnan cephesinde ateşkes ihtimali artıyor
-
Graham’den Netanyahu’ya: Nükleer İran’ı durdurmak için ne gerekiyorsa yapın
-
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
12 saat önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
DÜNYA BASINI
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Yayınlanma
2 gün önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trLizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024
Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.
ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.
Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”
Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.
2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.
Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.
Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.
Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.
Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.
Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.
Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.
Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.
Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.
Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.
Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.
Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.
Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.
Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.
Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.
Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.
Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.
Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.
Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.
Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.
Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.
Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.
Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.
Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.
DÜNYA BASINI
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Yayınlanma
2 gün önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…
Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.
Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.
Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz
Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.
Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.
Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.
DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.
Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.
Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.
İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.
Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.
DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.
Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.
Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.
Tayvan kalabalık bir İHA üreticisi heyetle Litvanya’yı ziyaret ediyor
Filipinler ve ABD savunma bağlarını derinleştirmek için istihbarat paylaşımı anlaşması imzaladı
Rusya Federasyon Konseyi: Üçüncü Dünya Savaşı’na bir adım daha yaklaşıyoruz
“Trump’ın İsrail yanlısı kabinesi, kendisine oy veren Müslümanları hayal kırıklığına uğrattı”
Trump, Enerji Bakanlığını petrol-nükleer destekçisi Chris Wright’a teslim etti
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA6 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI6 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi