Dünya Basını
Foreign Affairs: Filistin’in Hamas’sız bir yolu yok

“Bu İsrail ve ABD için hazmetmesi zor bir durum, ancak Hamas’ın yok edilmesinde ısrarcı olmak, gayrimeşru ve etkisiz bir Filistin Yönetimi’ni Gazze’ye sürüklemeye çalışmak ya da istikrarsız ve krizlerle dolu bir ortamda seçimleri zorlamak gibi alternatifler geçmişte olduğu gibi muhtemelen geri tepecektir.”
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, savaş sonra Gazze’nin ve genel olarak Filistin siyasetinin nasıl şekilleneceğine odaklanıyor. ABD ve İsrail’in Hamas’ı Filistin siyasetinden dışlama girişiminin neden başarısızlığa mahkûm olduğunu anlatan makale, FKÖ’den Hamas’a ve Filistin Yönetimine kadar Filistinli örgütlerin nasıl daha etkin siyaset yürütebilecekleri üzerinde duruyor ve bazı öneriler sunuyor:
***
İsrail’in Gazze’ye Saldırısı Bittikten Sonra Yeni Bir Siyasi Düzen Nasıl İnşa Edilir?
KHALED ELGINDY
On haftadır Gazze’de acımasız bir savaş yürüten İsrailli liderler, Hamas ortadan kaldırılana kadar askerî harekâtın devam edeceği konusundaki ısrarını sürdürüyor. Bunun pratikte ne anlama geleceğini ya da böyle bir sonucun yaratacağı yönetim boşluğunu kimin ya da neyin doldurmasını beklediklerini henüz ifade etmediler. Ortada net bir final olmadığından, bombardıman bittikten sonra ne olacağına dair spekülasyonlar da eksik olmuyor. Ortaya atılan “ertesi gün” senaryoları, Gazze’de Araplar tarafından yönetilecek bir vesayet yönetimi gibi hayali fikirlerden, çoğu İsraillilerden gelen ve Gazze nüfusunun çoğunun ya da tamamının Mısır’a nakledilmesini öngören düpedüz rahatsız edici çağrılara kadar uzanıyor. Biden yönetimi, diğer hususların yanı sıra, Filistinlilerin Gazze’den zorla göç ettirilmesini veya bölgenin İsrail tarafından yeniden işgal edilmesini dışlayan kendi “ertesi gün” parametrelerini ortaya koydu. Buna ek olarak yönetim, Batı Şeria’nın bazı bölümlerini nominal olarak kontrol eden “yeniden canlandırılmış” Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye geri dönmesini görmek istediğini ve son üç yılın aksine, şimdi İsrail’in yanında egemen bir Filistin devletiyle iki devletli çözümle sonuçlanacak bir siyasi süreç konusunda ciddi olduğunu söyledi.
Ancak yönetimin umut dolu vizyonunun bazı katı gerçeklerle karşılaşması muhtemel. Öncelikle kimse savaşın ne zaman ve nasıl biteceğini ya da çatışmalar durduğunda Gazze’nin ne kadarının ve kaç Gazzelinin kalacağını bilmiyor. Dahası, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye dönmesine İsrail’in izin vermeyeceğini ve İsrail güçlerinin süresiz olarak Gazze’de kalacağını söyledi, hatta Gazze içinde Filistinlilerin kullanabileceği toprakları daha da daraltacak kalıcı bir “tampon bölge” için planlar hazırladı. İktidar koalisyonundaki ortaklarına, egemen bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyebilecek tek liderin kendisi olduğuna dair güvence verdi.
Sahadaki olaylar zaten tehlikeli yönlere doğru ilerliyor. Gazze’deki ölüm ve yıkımın büyüklüğünü anlamak çok zor. Gazze Sağlık Bakanlığı’na göre İsrail saldırısı şimdiye kadar çoğu sivil (8 bin 200’ü çocuk) en az 18 bin 800 kişiyi öldürdü. Operasyon Gazze’nin 2 milyon 300 binlik nüfusunun yüzde 80’inden fazlasını yerinden etti ve kuzey Gazze’nin büyük bölümünü yaşanmaz hale getirdi. İsrail’in Gazze halkına gıda, su ve yakıt tedarikine getirdiği ciddi kısıtlamalar, yaygın hastalık ve açlık salgınlarına ve Birleşmiş Milletler’in “destansı bir insani felaket” olarak tanımladığı duruma yol açmış, hatta BM yetkilileri ve diğer gözlemcilerin soykırım olasılığına dair uyarılarına neden olmuştur. Dahası, kitlesel açlık ve hastalığın silah haline getirilmesi, Gazze’nin sağlık sisteminin neredeyse tamamen çökmesi ve giderek daralan alanlara sıkışmış bir nüfusun aralıksız bombalanmasıyla birleştiğinde, Gazze’nin savunmasız sakinlerinin bir kısmının veya tamamının sınırdan Mısır’a geçmeye zorlanması olasılığını her geçen gün daha da artırıyor. Böyle bir sonuç, Netanyahu’nun Gazze nüfusunun “azalması” arzusuyla da örtüşüyor.
İsrail’in sahada dayattığı gerçeklerin yanı sıra Gazze’nin geleceği Filistin iç siyasetindeki gelişmelere de bağlı olacak. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Gazze’nin geleceğine ilişkin görüşmelerin “merkezinde” Filistinlilerin yer alması gerektiğini söyledi. Ancak bunun gerçekleşmesi için Filistinlilerin sadece yönetim ve güvenlik kurumlarını değil, aynı zamanda daha temelde siyaseti de canlandırmaları gerekecek: başta Filistin Yönetimi ve Filistin ulusal hareketinde yer alan çeşitli grupları görünürde temsil eden çatı örgüt Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) olmak üzere çürüyen Filistin siyasi kurumlarındaki siyasi liderlik eksikliği dikkate değer.
Artık açıkça görüldüğü üzere, son 16 yıldır Filistin siyasi kurumlarının başına bela olan bölünme ve durgunluk sadece Filistinliler için değil, İsrailliler ve bölge için de felaket oldu. Gerçekten de birçok analistin (ben de dahil) uzun zamandır uyardığı gibi, 2007’de Gazze için savaşan Filistin’in en büyük iki siyasi grubu Hamas ve El Fetih arasındaki zayıflatıcı bölünme, sürekli bir şiddet ve istikrarsızlık kaynağı haline geldi. Her ne kadar Filistinlilerin bu siyasi işlevsizliğinin büyük bir kısmı kendilerinden kaynaklansa da İsrail, işgal altındaki topraklar üzerindeki süresiz hakimiyetini sürdürmek amacıyla Filistinliler arasında zayıflığı ve bölünmeyi teşvik için aktif olarak çalıştı. Filistinlilere yönelik bu böl ve yönet yaklaşımı, Netanyahu’nun Gazze’de Hamas’ı desteklemenin nihai bir iki devletli çözümü engelleyeceğine dair alaycı umuduyla özetlendi. Ancak 7 Ekim olayları bu politikanın sonunu getirdi.
Bu nedenle “ertesi gün” ile ilgili her türlü tartışma, üniter ve uyumlu bir Filistin siyasi liderliğinin ortaya çıkmasını teşvik etmeye dayanmalı. Filistinli liderlerin hizipçi taahhütlerini bir kenara bırakmaları, İsrail ve ABD’nin de Hamas’ın Filistin siyasetinden kalıcı olarak dışlanabileceği gibi tamamen gerçeklerden kopuk fikirden vazgeçmeleri gerekecek. Filistinlileri ya da İsrail ve ABD’li müttefiklerini buna ikna etmek kolay olmayacak. Ancak bu uzlaşmayı sağlayamazlarsa, Gazze’deki insani durum ve güvenlik koşullarının iyileşmesi pek mümkün olmayacak ve diplomatik bir çözüme ulaşılması uzak bir ihtimal olarak kalacak.
BAŞKA BİR FELAKET
Gazze’de 7 Ekim’den bu yana yaşanan olaylar, 800 bin Filistinlinin, yani İngiliz Mandası altındaki Filistin’in Arap nüfusunun yaklaşık üçte ikisinin evlerinden zorla çıkarıldığı veya kaçtığı ve geri dönmelerinin yasaklandığı Filistin tarihinde 1948 Nakba’sı ya da “felaket”i olarak bilinen dönem veya İsrail’in tarihi Filistin topraklarının geri kalan kısımlarını; Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni ele geçirdiği ve 300 bin Filistinlinin daha evlerinden sürüldüğü ya da kaçtığı 1967’deki Altı Gün Savaşı gibi diğer dehşet verici anlarla aynı düzeyde tarihi bir nitelik taşıyor. 1948 ve 1967’de olduğu gibi, mevcut Gazze savaşının da Filistin siyasetinin yörüngesini tahmin edilmesi imkânsız bir şekilde değiştirmesi muhtemel.
Gazze’ye yönelik devam eden saldırı şimdiden tarihteki en ölümcül ve Filistinlilerin zorla yerinden edildiği en büyük olaydır. Tıpkı 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen korkunç saldırının İsrailliler tarafından uzun yıllar boyunca hissedilecek olması gibi, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı insani ve fiziksel yıkımın büyüklüğü de Filistin ulusal bilincinde nesiller boyunca silinmeyecek bir iz bırakacak. Nakba’da olduğu gibi, Gazze’de yaşanan kolektif travma bugün Batı Şeria, Doğu Kudüs, İsrail ve diasporadaki Filistinliler arasında ve hatta daha geniş anlamda Arap dünyasında yaşanıyor ve gelecek nesil Filistinli liderlerin siyasi bilincini şekillendirecek.
Bu arada, zor ama kaçınılmaz gerçek şudur ki İsrail’in Hamas’ı siyasi ve askeri bir güç olarak ortadan kaldırma hedefi gerçekleştirilemez ve açıkçası bu hedef sonsuz ölüm ve yıkım için bir reçete. İsrailli ve ABD’li yetkililer bu gerçeği ne kadar çabuk kabullenirlerse herkes için o kadar iyi olacak. İki ay süren şiddetli bombardıman ve Gazze’nin sivil altyapısının büyük bölümünün tahrip edilmesi Hamas’ı iktidardan uzaklaştıramadı ya da roket fırlatma kabiliyeti de dahil askeri yeteneklerini önemli ölçüde azaltamadı ve komuta ve kontrol sistemlerini bozmak için çok az şey yaptı. Tutsaklara karşılık rehineler anlaşması kısa ömürlü olsa da Hamas’ın önemini korumaya devam ettiğini gösterdi; İsrail’in bu grupla başa çıkmaktan başka seçeneği yok. Yakın zamanda +972 Magazine tarafından yapılan bir araştırma, İsrail’in Gazzelileri Hamas’a karşı kışkırtmak umuduyla kasıtlı olarak kitlesel sivil kayıplara ve acılara neden olabileceğini öne sürüyor, ancak böyle bir dönüşün gerçekleştiğine dair pek kanıt yok. Aslında, Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi tarafından yapılan son anketlerin de gösterdiği gibi, İsrail’in Gazze’ye yönelik bombardımanı ve işgalinin tam tersi bir etki yaratarak birçok Filistinliyi Hamas’a yöneltmiş olması daha muhtemel.
Hamas, toplumda derin kökleri olan ve işgal altındaki toprakların hem içinde hem de dışında önemli bir takipçi kitlesine sahip Filistin siyasetinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bazı eylemleri veya fikirleri ne kadar iğrenç olursa olsun, Hamas muhtemelen öngörülebilir gelecekte Filistin siyasi manzarasının bir parçası olmaya devam edecek. Dahası, Gazze’deki işgal koşulları, abluka ve İsrail’in diğer yapısal şiddet biçimleri devam ettiği sürece, Hamas’ın ya da benzer başka bir grubun şiddet içeren direnişi de devam edecek.
GAZZE’YE DÖNÜŞ MÜ?
Hamas’ın dayanıklılığı ve diğer nedenlerden dolayı, grubun Filistin Yönetimi’ndeki rakiplerinin Gazze’ye kolayca girip bölgenin kontrolünü ele geçirmesini beklemek gerçekçi değil. ABD ve diğer Batılı güçlerin tercihlerine rağmen Filistin Yönetimi’nin en azından şu anki yapısıyla yakın zamanda Gazze’ye dönmesi pek olası değil. Netanyahu’nun iktidardaki koalisyonu da bu olasılığı açıkça reddetti. Ancak İsrailli liderler fikirlerini değiştirmeye ikna edilebilseler bile Filistin Yönetimi, harap olmuş bölgenin kontrolünü yeniden ele geçirme ihtimalini zehirli bir kadeh olarak görüyor. Hiçbir Filistinli lider, özellikle de Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas gibi son derece zayıf ve sevilmeyen biri, İsrail tanklarının üstünde Gazze’yi ele geçirirken görülmek istemez. Abbas, Filistin devletine giden net bir yol açılmadıkça Filistin Yönetimi’nin Gazze’ye dönmeyeceğini söyledi.
İsrail’in bir kısmı Filistin topraklarının tamamen ilhakından yana olan aşırı sağcı hükümeti ve Biden yönetiminin İsrail’e baskı yapma konusundaki isteksizliği de dahil Orta Doğu’daki sicili göz önüne alındığında bu pek mümkün görünmüyor. Dahası, Filistin Yönetimi yetkisi altındaki sınırlı bölgeleri zar zor kontrol edebiliyor ve ağır çekim bir çöküş halinde ve Abbas, İsrail’in Gazze’yi yok etmesinden kaynaklanan devasa insani ve güvenlik sorunlarını devralmak istemiyor. Gazze’deki Filistinlilerin Abbas’ın yozlaşmış ve beceriksiz bürokrasisini benimseme konusunda hevesli olmaları pek mümkün olmadığından, bu duygu büyük olasılıkla karşılıklı. Sonuçta, Abbas’ın rağbet görmemesi ve Hamas’ın sahadaki inatçı varlığı göz önüne alındığında, Filistin Yönetimi’nin herhangi bir dönüşü yine de Hamas’ın rızasını gerektirecektir.
Mevcut Filistin liderliğinin zayıflayan meşruiyeti göz önüne alındığında hem Filistin içindeki hem de dışındaki pek çok kişi, 2006’dan bu yana yapılmayan yeni seçimleri, savaş sonrası düzenin ve Gazze’nin nihai yeniden inşasının gerekli bir bileşeni olarak görüyor. Ancak bir seçim yapılması ihtimali son derece düşük. İsrail’in Gazze’ye saldırısı büyük bir yerinden edilme, yıkım ve acıya neden oldu ve bu koşullar muhtemelen bir süre daha devam edecek. Bu koşullar seçimlerin yapılmasına izin vermeyecektir. Bir de Hamas’ın katılmasına izin verilip verilmeyeceği gibi zor ve kaçınılmaz bir soru var. İsrail ya da Amerika Birleşik Devletleri’nin reformdan geçse bile Hamas’ın bile gelecekteki seçimlere katılmasına izin vereceği herhangi bir durumu hayal etmek neredeyse imkânsız. Yine de Hamas’ın açıkça dışlandığı bir seçim süreci, seçimin meşruiyetini ortadan kaldıracak ve hatta yeni bir iç savaşa yol açabilecektir. Kısacası, Hamaslı Filistin siyasetini ileriye taşımak son derece zor, ama aynı şekilde Hamas’sız bir yol da yok.
FİLİSTİN YÖNETİMİNİN CANLANIŞI
Bu temel çelişkinin üstesinden gelmenin yolları var, ancak bunlar tüm tarafların soğukkanlı düşünmesini ve alçakgönüllü olmasını gerektiriyor. Her şeyden önce İsrailli ve ABD’li yetkililerin Hamas’ın şu ya da bu şekilde Filistin siyasetinde bir güç olarak kalacağı gerçeğiyle uzlaşmaları gerekecek. Buna ek olarak, Filistin siyasetini İsrail’in (ya da ABD’nin) siyasi ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirebilecekleri fikrinden vazgeçmeliler ki bu 1993’te Oslo sürecinin başlamasından bu yana Filistinli liderlerin iç meşruiyetinin aşınmasına yol açan bir kibirdir. Siyasi yelpazenin farklı kesimlerinden Filistinli liderlerin, şu anda karşı karşıya oldukları gerçekten varoluşsal zorlukları ele almak için dar görüşlü farklılıklarını bir kenara bırakmaları da bir o kadar önemli.
Pek çok Filistinli, politikalarını canlandırmak için ne yapılması gerektiğinin zaten farkında: Filistin Yönetimi’nin Filistin Kurtuluş Örgütü’nden ayrılması. FKÖ’nün, her yerdeki Filistinlileri temsil eden Filistin ulusal hareketinin resmi adresi olması beklenirken, Filistin Yönetimi, başlangıçta Oslo anlaşmalarıyla, işgal altındaki Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin işlerini denetleyen geçici bir yönetim organı olarak kurulmuştu. Bu süreçte FKÖ’nün içi boşaltıldı ve nihai bir Filistin devleti beklentisiyle kurumsal ve insan kaynakları fiilen Filistin Yönetimi’ne aktarıldı. Bu devlet hiçbir zaman kurulmadı; dahası, Filistin Yönetimi Filistin siyasetinin fiili merkezi haline geldikçe, FKÖ kenara itildi ve körelmesine izin verildi. O halde amaç, Filistin Yönetimi’ni küçültüp FKÖ’yü büyüterek ve aralarındaki çizgileri daha net bir şekilde belirleyerek bu süreci tersine çevirmek olmalı. Bu tanımlama, Hamas da dahil olmak üzere tüm gruplar tarafından kabul edilen ancak hiçbirinin üyelerini içermeyen bir teknokrat hükümetin kurulması yoluyla gerçekleştirilebilir. Böyle bir hükümet gerçek bir Filistin devleti kurulana kadar ya da en azından koşullar seçimlerin yapılmasına izin verene kadar geçici olmalı. Bu hükümet Hamas’ı içermeyeceği için uluslararası bağışçılardan yardım alabilir ve siyasi bir organ olmaktan ziyade bir hizmet sağlayıcı olarak işlev görebilir.
Yönetim ve siyasi liderlik işlevlerinin genellikle aynı kişiler tarafından yerine getirildiği diğer siyasi sistemlerin aksine, İsrail işgalinin gerçekleri ve Oslo anlaşmalarının ortaya çıkardığı düzenlemeler, Filistinlileri yönetenlerle onlara liderlik edenlerin aynı olması gerekmediği gösteriyor. Bu ayrımda bir fırsat yatıyor. Teknokratik bir Filistin yönetimi Gazze’yi istikrara kavuşturup yeniden inşa ederken, FKÖ de Filistinlilere inandırıcı bir siyasi liderlik sunacak ve Filistin halkının meşruiyetini ve desteğini alacak şekilde evrim geçirmeli. Hamas ve şu anda FKÖ şemsiyesi dışında kalan diğer grupların yanı sıra hem işgal altındaki topraklardaki hem de diasporadaki Filistin sivil toplum temsilcilerini de kapsayacak şekilde genişlemeli. Bu temel formül 2011’den bu yana birbirini izleyen Filistin uzlaşı anlaşmalarında ana hatlarıyla yer aldı ancak hem Abbas’ın iktidarı paylaşma konusundaki isteksizliği hem de ABD ve İsrail’in Hamas’ın siyasi bir rol üstlenmesini kabul etmemesi nedeniyle hiçbir zaman hayata geçirilemedi.
Hamas’ın FKÖ içindeki varlığını normalleştirme fikri şüphesiz İsrail’de, ABD Kongresi’nde ve başka yerlerde öfkeye yol açacak. Bu anlaşılabilir bir durum ancak makul değil. Hamas’ın Filistin siyasetinden dışlanması, grubun bağımsız bir aktör ve oyun bozucu olarak hareket etmesine ve 7 Ekim’de doruğa ulaşan şiddet ve istikrarsızlığa yol açtı. Tersine, Hamas’ın FKÖ’nün Yürütme Komitesi ve uzun süredir uykuda olan parlamentosu Filistin Ulusal Konseyi gibi yönetim organlarına dahil edilmesi, grubun ılımlılaştırılmasına ve kendi başına hareket etme kabiliyetinin sınırlandırılmasına yardımcı olacaktır. Hamas’ın silahlarının elden çıkarılması da dahil savaş ve barış kararları herhangi bir tarafın elinde değil, Filistinlilerin ortak karar alma ve uzlaşma meselesi haline gelecektir. Bu durum İsrail ve FKÖ arasında diplomatik bir anlaşmaya varılmasını zorlaştıracak olsa da böyle bir anlaşmanın kalıcı olma ihtimali çok daha yüksek. Her halükârda, nasıl ki Filistinliler Knesset seçimlerine hangi partilerin katılacağına karar vermiyorsa Filistin siyasetine kimin katılıp katılmayacağı konusu da İsrail vetosuna tabi olmamalıdır. Gerçekten de, etkili bir Filistin liderliği, son otuz yılda İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin zorlayıcı etkisi, Filistin liderlerinin halk gözünde meşruiyetini zayıflatmaya neden olmuş olsa da, Filistin ulusal ihtiyaçları ve öncelikleri doğrultusunda bağımsız bir şekilde hareket edebilmelidir.
Filistinlilerin acı dolu tarihlerinden çok iyi bildikleri gibi, güvenilir bir siyasi liderliğe sahip olmadıkları anlarda başlarına kötü şeyler gelme eğilimi baş gösteriyor. Mevcut İsrail liderliğinin de hiç şüphesiz anladığı gibi, bu kesinlikle o anlardan biri. Ancak esnek ve etkisiz bir Filistin liderliği İsrail’in kısa vadeli çıkarlarına hizmet etse de bölge için son derece istikrarsızlaştırıcı ve diplomatik çözüm beklentilerine zarar veriyor. Filistinlilerin önündeki zorluklar Abbas’ın sunmadığı ve sunamayacağı türden güçlü bir liderlik gerektiriyor. Abbas’ın bu tür reformları tek başına benimsemesi pek mümkün olmasa da Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi bölgesel istikrardan ve Filistinlilerin siyasi isteklerinin yerine getirilmesinden çıkarı olan kilit Arap devletleri, daha güvenilir bir liderlik ortaya çıkıncaya kadar Abbas’a yardımcı olabilirler.
Güvenilir, meşru ve birleşik bir Filistin liderliği olmaksızın Gazze’nin yeniden inşası veya istikrara kavuşturulması sürecini hayal etmek mümkün değil; bu da Filistin kurumsal siyasetinin ve daha spesifik olarak FKÖ’nün yeniden canlanmasını gerektiriyor. Bunun gerçekleşebilmesi için ABD ve özellikle İsrail’in Filistin siyasetini kendi siyasi veya ideolojik ihtiyaçlarına göre kontrol edebilecekleri veya dizayn edebilecekleri ya da bir grup Filistinliyle barış yaparken aynı anda diğerine savaş açabilecekleri gibi tehlikeli düşünceleri terk etmeliler. ABD, Filistinlilerin kendi iç siyasetlerini kontrol etmelerine bile izin vermeye istekli değilse, ABD’nin bağımsız bir Filistin devletine yönelik retorik desteğini ciddiye almak zor. Yeniden canlanan Filistin siyaseti bağlamında Hamas’ı normalleştirmek hazmetmesi zor bir durum olacak, ancak Hamas’ın yok edilmesinde ısrarcı olmak, gayrimeşru ve etkisiz bir Filistin Yönetimi’ni Gazze’ye sürüklemeye çalışmak ya da istikrarsız ve krizlerle dolu bir ortamda seçimleri zorlamak gibi alternatifler geçmişte olduğu gibi muhtemelen geri tepecektir.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş5 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu3 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi6 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3