Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Güney Kafkasya’da savaş mı yoksa ‘demir yumruk’ harekatına devam mı?

Yayınlanma

Yunanistan dışişleri bakanı Yorğos Yerapetridis’in Ankara’ya yaptığı ziyaret ve bu vesileyle Türk ve Yunan bakanların verdikleri mesajlar üzerine bir yazı yazmaya hazırlanırken Güney Kafkasya’da yeniden savaş ihtimali özellikle sosyal medyada epeyce yer aldı. Büyükçe bir kısmı manipülatif olduğu ilk okunuşta dikkat çeken haberlere dayandırılan analizlere göre, işin içinde herkes var ve bu tür komplo teorilerinde genellikle olduğu gibi hemen hemen herkes de bize karşı. Öyle ki, Ermenistan başbakanı Paşinyan bir yandan sınıra askeri yığınak yapıyor öte yandan da hem İran ve Rusya hem de ABD ve Batı dünyasını sadece politik değil aynı zamanda askeri olarak da Azerbaycan ile Türkiye’nin karşısına dikmeyi başarmış durumda. Eğer bu senaryonun yarısı gerçek olsa müthiş bir dış politika başarısı olabilir ve ilerde yazılacak siyasi tarih kitaplarına örnek vaka olarak girebilir; ama pek tabii ki, hiçbir tarafı doğru değil. Cuma günü (8 Eylül) Ermenistan büyükelçisinin Moskova’da Rusya dışişleri bakanlığında yediği fırça ve başta Amerika olmak üzere Batı’nın ilgisiz tavrı bu tür bir senaryoyu doğrudan çöp sepetine attı. Fakat burası sonuçta Kafkaslar, batısında Türkiye, kuzeyinde Rusya, güneyinde İran ve işin içinde ayrıca İsrail olduğuna göre senaryo üretilecek epeyce somut gelişmeler de vardır.

RUSYA FAKTÖRÜ

Rusya açısından Ermenistan önem sıralaması açısından son yirmi yılda adeta bir uçtan diğerine gidip geldi. Bölgede konuşlu Rus birlikleri henüz Sovyetler Birliği dağılmadan önceki yıllardan başlayarak bir yandan Azerbaycan-Ermenistan geriliminin oluşmasına ve tırmanmasına sebep olurken öte yandan 1993 yılına kadar artan ve azalan bir tempoda ama sürekli olarak Ermenilere silahlı yardımda bulundular. Bunun sonucunda zaten hazırlıksız durumdaki Azerbaycan, topraklarını koruyamadı ve bir kısmı Ermenistan’dan çok daha büyük bölümü ise Karabağ ve etrafındaki yedi bölgeden olmak üzere yaklaşık bir milyon Azerbaycan Türkü evlerinden/yurtlarından sürüldü. Soykırımsal unsurlar içeren çok büyük katliamlar ve etnik temizlik yapıldı. Moskova’nın o zamanki stratejik hedefi Azerbaycan ile Türkiye arasında bir petrol boru hattı yapılmasına mâni olmak ve Azerbaycan petrol ve doğal gazının uluslararası piyasalara çıkışındaki tekelin kendi elinde olmasını/kalmasını sağlamaktı. Ayrıca Türkiye’nin Azerbaycan üzerinden Kafkaslar ve oradan da Orta Asya’ya doğrudan bağlantı kurmasını istememiş olması da oldukça muhtemeldi. Bir çalkantıdan ötekine sürüklendiği Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden ilk on yılda bu sebeplerle Ermenistan’ı adeta stratejik müttefik gibi gören Rusya’nın diğer pek çok dış politika hedefi gibi buradaki hesabı da tutmadı. Demirel-Aliyev ikilisinin stratejik sabır ve dikkatle izledikleri denge siyaseti sayesinde Ermenistan dışlanarak Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı yapıldı ve Moskova’nın hesapları boşa çıkarıldı.

Aynı dönemde Rusya’da Putin iktidara geldi ve Rusya Federasyonu’nu dağılmaktan ve çöküşten kurtarmak üzere girişimlerine başladı. İşte o dönemde Ermenistan’ın Rusya açısından stratejik öneminin azaldığı hatta belki de pek fazla önemi kalmadığı anlaşıldı. Bu arada güçlenen, ordusu Türkiye tarafından hızla eğitilerek Ermenistan’a karşı ayakta durabilir hale gelen ve ekonomik olarak da bölgenin en dinamik ülkesi konumunu kazanan Azerbaycan dış politikada Rusya ile denge siyasetini başarıyla sürdürdü. Son yıllarda Ankara ile Moskova arasında yaşanan yakınlaşma siyasetiyle birlikte Ermenistan konusu Rusya açısından bir değer değil tam tersine yük olmaya başladı. Pek tabii ki, Rusya gibi bir devlet Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü üyesi de olan ve her zaman ve her yerde Moskova’nın izinde/yolunda yürüyen Ermenistan’ı bir gecede sokağa atmayacaktı ama yükselen/güçlenen ve Rusya ile iyi ilişkiler kuran bir Azerbaycan ve daha da önemlisi Rusya ila dostluğu ve ortak çıkarları sürekli artan bir Türkiye’ye karşı Ermenistan’ı öne çıkarmak Rusya’nın adeta satranç gibi oynadığı dış politika maharetine hakaret olurdu. Rusya böyle bir acemiliğe izin vermezdi. Nitekim vermedi de.

İkinci Karabağ Savaşı (2020) sırasında Ermenistan’ı tam kaybetmeden ama Türkiye ile ilişkilerine zarar da vermeden; aynı zamanda Paşinyan’a da bir ders verecek şekilde izlediği ve Azerbaycan’ın ezici galibiyetinde önemli ölçüde katkısı olan Rus dış politikasını belirleyen faktörler aşağı yukarı bunlardı. Savaştan sonra Moskova’nın istediği, çatışma olmadan Azerbaycan’ın topraklarının tümü üzerinde egemenlik tesis etmesi ve belki Hankendi civarında yaşayan Ermeniler için otonomi verilmesi olabilirdi. Fakat Ermenistan’ın ve özellikle de Hankendi içine yuvalanmış silahlı Ermeni güçlerinin tavırları böyle bir ihtimali Azerbaycan açısından tamamen ortadan kaldırmış görünüyor; çünkü oradaki silahlı Ermeni çeteleri İkinci Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan’ın elde ettiği ezici galibiyeti geriye çevirmeye çalışır gibiler. Şimdilerde Kolektif Batı ile Ukrayna üzerinden bir ölüm kalım savaşına tutuşmuş olan Rusya’nın Türkiye ile ilişkilerini büyük ölçüde yaralayacak bir şekilde ve savaşı yeniden başlatacak derecede Ermenistan’ı silahlandırması düşünülemez.

İRAN FAKTÖRÜ

Güney Kafkasya’yı (Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan) çevreleyen üç büyük devletten diğeri olan İran’ın Bakü-Erivan ihtilafına bakışı baştan beri sorunluydu. Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında patlak veren çatışmalarda açıkça Ermenistan’dan yana tavır takınan İran’ın politikalarında o günden bu yana amaçlar itibariyle fazlaca bir değişiklik olmadı; ancak siyasetini üzerine inşa ettiği faktörlerde önemli farklılıklar ve değişiklikler oluştu ve eğer Tahran, politikasını bunlara göre gözden geçirmezse önemli sorunlara sebebiyet verebilir.

Başlangıçta Rusya’nın Ermenistan’ın yanında olması Tahran’ı rahatlatan bir faktördü; çünkü bölgedeki gidişatı belirleyen devlet olan Rusya’nın politik amaçları ile İran’ın beklentileri büyük ölçüde örtüşüyordu. Fakat İran son yıllarda Rusya’nın yaptığı politika gözden geçirme sürecini yapmadığı gibi yapmaya niyetli de görünmüyor; ancak İran’ın Rusya olmaksızın hatta Rusya’ya rağmen alanda durumu tersine çevirmesi hemen hemen imkansız. Başta Azerbaycan Türkleri olmak üzere çok büyük bir Türk kökenli nüfusa sahip olan İran baştan itibaren Azerbaycan’ın bağımsız bir devlet olarak kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmesini istemiyordu. Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığa geçiş sürecinde ve ilk yıllarında Azerbaycan lideri olan Ebulfeyz Elçibey’in İran’ın oradaki Türklerin bir başkaldırısı sonucunda bölüneceğine dair tutarsız/gereksiz açıklamaları da Tahran tarafından Azerbaycan karşıtı politikalarına gerekçe yapıldı. Neyse ki, sonraki yıllarda Bakü’de yönetimi eline alan Haydar Aliyev Rusya politikalarında uyguladığı denge siyasetini Tahran’a yönelik de uygulamaya koyarak tansiyonu düşürdü ve bu gidişat İlham Aliyev döneminde de devam etti. Zaten Azerbaycan topraklarının yüzde yirmilik kısmının Ermenistan’ın kontrolünde olduğu o dönemde İran açısından pek bir sorun yok gibiydi; ancak ne zaman ki, Azerbaycan İkinci Karabağ Savaşı ile birlikte üstünlüğü ele aldı o tarihten itibaren Tahran açısından sorunlar ortaya çıkmaya başladı.

İkinci Karabağ Savaşı ile birlikte Tahran’ın taraflara (aslında Azerbaycan’a) çatışmalara derhal son vermek savaş öncesi duruma yani Azerbaycan topraklarının işgal altında olduğu döneme geri dönmeleri yönündeki uyarıları işe yaramadı; zira Azerbaycan ve Türkiye kararlılık gösterdi. Ankara-Moskova hattında yaşanan yakınlaşma ve dostluk siyaseti Azerbaycan lehinde yeni bir politik atmosfer oluşturmuş ve Azerbaycan ordusu alanda üstünlüğü ele geçirmiş durumdaydı. Yani Türkiye’nin tam desteğini almış olan Azerbaycan durmayacak; durması için Moskova fazlaca baskı yap(a)mayacaktı. Böyle bir durumda İran’ın tek başına diplomatik girişimleri işe yaramadı ve bu durumu fark eden Tahran hızla tarafsızlık siyasetine geri döndü. Doğrusu da buydu. Fakat İran’da 2021 yılında yönetime gelen Reisi ve dışişleri bakanı Abdullahiyan 2020 yılının kasım ayında Azerbaycan’ın ezici üstünlüğü ile sonra eren İkinci Karabağ Savaşı ve imzalanan ateşkes anlaşmasının sonuçlarını kabul etmek istemez gibi bir siyasi tavır sergilemeye başladı. Bakü ve Ankara açısından anlaşmanın en önemli bölümlerinden birisi olan Zengezur koridorunun uygulamaya girmesini istemediğini her vesileyle ortaya koyuyor. Moskova’dan istediği oranda destek alamayan Erivan ve özellikle de Karabağ’ın başkenti Hankendi’ye sıkışmış durumdaki fanatik/silahlı Ermeni grupları Tahran’nın bu politikasından medet umar görünüyorlar. Bölgede görev yapan Rus barış güçlerinin Hankendi’ndeki aşırılıkçı Ermeni grupların Laçin yolunu anlaşma dışı amaçlar için kullanmalarına karşı koymamaları üzerine Azerbaycan sivil toplum kuruluşlarının buradan geçen araçların kargolarını kontrol etmesi ve Bakü’nün Laçin yolu yerine Ağdam üzerinden ve tamamen Azerbaycan kontrolü altındaki topraklardan yeni bir yol yaparak  Ermenistan ile Hankendi arasındaki trafiğin buradan yürütülmesini istemesi ile gerginlik son haftalarda iyice tırmanmıştı.

Hankendi’ne sıkışmış durumdaki Ermeni çeteleri bir yandan aylardır kendilerine abluka uygulandığı, on binlerce insanın açlığa mahkûm edildiği gibi bölgeyi takip edenlerin ciddiye almayacağı propagandayı Batı dünyasında yapmayı sürdürürken öte yandan da geçen hafta Ağdam yolu üzerinden Azerbaycan’ın gönderdiği yiyecek maddelerinden oluşan konvoyun Hankendi’ne ulaşmasına izin vermediler. Bu arada pişmiş aşa su katmaya çalışan Fransız ahmaklardan Amerikalı gruplara ve bir yandan Azerbaycan’ın doğal gazına şiddetle ihtiyaç duyan ama bir yandan da Bakü’nün itirazlarına rağmen Ermenistan topraklarına gözlemciler gönderen Avrupa Birliği’ne kadar herkes orada yerini almış durumda.

Tırmanan gerginlik Azerbaycan’ın kendi topraklarında yeni bir askeri harekata girişerek 2020 yılının Kasım ayında imzalanan ateşkes antlaşmasının gereklerini yerine getirip getirmeyeceği ihtimallerinin tartışılmasına yol açtı. Alanda kesin askeri üstünlüğe sahip olan Bakü Laçin yolunu tamamen kapatarak Hankendi ve çevresindeki Ermeni çetelere karşı bir operasyon başlatarak bu bölgelerin tamamını etkili egemenliği altına alabilir mi? Bunu yapabilecek gücü olduğuna şüphe yok. Hatta bunu yaparken ateşkes anlaşmasında koridor olarak anılan Laçin yolunu da kapatarak sadece Ağdam üzerinden kendi açtığı yolun kullanılmasını mecburi hale getirebilir mi? Buraya kadar da sorun olmayabilir. Fakat bir adım daha ileri giderek söz konusu ateşkes anlaşmasının en önemli bölümlerinden birisi olan ve kamuoyunda söylendiği şekliyle Azerbaycan’ın en batısındaki topraklarıyla Nahçıvan Otonom Cumhuriyeti arasında açılması gereken Zengezur Koridoru’nu silahla açmaya kalkışabilir mi? Ve bunu yaparsa Rusya ve özellikle İran’ın tavrı ne olur soruları bugünkü kriz ortamının ciddiye alınmasını gerektiriyor.

SENARYOLAR

Normalde Ermenistan’ın Karabağ ile bağlantısını sürdürmesini sağlayacak olan Laçin Koridoru’na karşılık olarak anlaşmaya konulan Zengezur Koridoru açılmadığı takdirde Azerbaycan’ın da Laçin Koridoru’na izin vermeyeceği açık. Azerbaycan bugüne kadar bütün askeri operasyonlarını kendi topraklarında yapmıştı ve buna Demir Yumruk Harekâtı adını vermişti.  Hankendi ve etrafındaki bölgeleri tam ve etkili egemenliği altına almak için bir askeri operasyon yaptığı takdirde bu da kendi topraklarıyla sınırlı olacaktır; ancak Zengezur Koridoru’nu açmak için silah kullanmak istediğinde ilk defa Ermenistan topraklarına girmiş olacaktır. Hankendi ve çevresindeki Ermeni çetelerinin 2020 yılının kasım ayında imzalanan ateşkes anlaşmasının lafzına ve ruhuna aykırı hareket etmemekte ısrarcı olmaları Bakü için yeterli bir sebep. Rusya böyle bir gelişmeyi istemese de fiilen karşı çıkmak istemeyebilir. İran da fazlaca bir şey yapamaz. Hankendi’nde çöreklenmiş fanatik Ermeni çetelerinin temizlenmesi ve liderlerinin yakalanarak Azerbaycan’da savaş esiri olarak değil ama silahlı terörist gruplar olarak içeri tıkılmaları aslında Paşinyan’ın da işine gelebilir; çünkü Paşinyan da bunlardan kurtulmuş olur. Hatta Azerbaycan’ın anlaşmanın gereği olarak bir operasyonla Zengezur Koridoru’nu açması ve buna Rusya’nın fazlaca itiraz etmemesi halinde bu sorun da Paşinyan açısından çözülmüş olur. Ermenistan’ı Rusya’ya aşırı bağımlılıktan kurtararak Batı’ya açmak istediğini söyleyen Paşinyan açısından böyle bir gelişme de birkaç itiraz vs. sonrasında kabul edilebilir hale gelebilir. Bunun ardından Paşinyan’ın Azerbaycan ile bir barış anlaşması imzalaması söz konusu olabilir ki, böyle bir gelişme bir yandan Bakü’nün KKTC’yi tanımasının önünü açar öte yandan da Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde ciddi olumlu ilerlemeler yaşanmasını sağlar. Bu, aynı zamanda Ermenistan’ın Batı’ya açılma siyasetine de yardımcı olabilir.

Buradaki en önemli soru Azerbaycan’ın bir askerî harekât ile Zengezur Koridoru’nu açma girişimine Tahran’ın nasıl yaklaşacağıdır. İran yönetimi böyle bir koridora kendisinin Ermenistan ile sınırını ortadan kaldıracağı gerekçesiyle karşı çıkıyor. Bunun askeri operasyon ile yapılmasını ise müdahale ederek durdurabileceğini ima ediyor. Son günlerde İran’ın Azerbaycan’ı bir kere daha bu yönde uyardığına dair haberler doğru olabilir.

İran’ın Azerbaycan’a karşı kuvvet kullanmaya kalkışması intiharı olur; çünkü böyle bir durum doğrudan Türkiye-İran savaşına yol açar ve başta İsrail ve Amerika olmak üzere herkes İran’ın üzerine çullanır. Körfez’de yakın zamanlarda ilişkilerini düzeltmeye çalıştığı ülkeler başta olmak üzere Arap dünyasının büyük bir bölümü bu durumu fırsata çevirir ve hatta İran kendi içinden patlayabilir. Böyle bir senaryoda Rusya, işin içinde Türkiye’nin olmasından dolayı İran’a pek fazla yardımcı olamaz. Öte yandan İran’ın Ermenistan ile doğrudan sınırı olmamasını veya bu sınırın ateşkes anlaşmasında belirtildiği gibi Ermenistan’a ait topraklar üzerinde Rus istihbarat görevlilerinin kontrolünde açılacak bir koridorla bile tahdit edilmesini kabul etmek istememesi ve bu konuda Ermenistan’a verdiği destek tam tersine senaryoya yani Ermenistan’ın ve Karabağ’da üstlenmiş fanatik Ermeni çetelerinin işi sürüncemede bırakmasına ve Azerbaycan’ın kuvvet kullanmak zorunda kalmasına yol açabilir. Ne Türkiye ne de Azerbaycan’ın isteyeceği ve çok kutupluluğa doğru gidişatı baltalama potansiyeli olan böyle bir senaryo Amerika’ya ilaç gibi gelebilir. Dolayısıyla İran’ın bu tuzağa düşmemesi beklenir; ancak Tahran’ın Zengezur Koridoru’na kategorik olarak karşı çıkmak yerine bu koridor üzerinden kendi kuzey-güney ulaşımını nasıl sağlayacağını ve ayrıca Azerbaycan üzerinden de bir güney-kuzey koridoru oluşturabileceğini düşünmesi gerekir. Aksi taktirde, şimdiye kadar yaptığı gibi Azerbaycan’a güç kullanma tehdidi içeren uyarılarda bulunması bugüne kadar Türkiye ile İran arasında savaş çıkartmak isteyen Amerika ve İsrail yanlıları ile onlara destek veren ülke içindeki Batıcılara karşı çıkan sağduyunun ve sessiz çoğunluğun da İran’a karşı Azerbaycan yanında yer almasına yol açabilir.

Prof. Dr. Hasan Ünal
Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

GÖRÜŞ

Suriye ile acil barış ve uzlaşma

Yayınlanma

Yazar

Siz belki okumaktan bıktınız; ama ben yazmaktan bıkmadım, çünkü mesele olağanüstü önemde. Suriye ile barış konusunda Harici’de yazdığım bir önceki yazı ‘Et Tekraru Ahsen, Velevkane Yüz Seksen’ başlığını taşıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye ile uzlaşma konusundaki açıklamaları beni tekrardan ümitlendirdi.

Erdoğan’ın açıklamalarından bu defa daha fazla umutlu olmama sebep önce Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Lavrentyev ile görüşen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat’ın Türkiye ile bir uzlaşma sürecine ülkesinin bütün toprakları üzerinde etkili egemenlik kurması çerçevesinde olumlu baktığını açıklamış olmasıydı. Erdoğan ise bu açıklamalara ilişkin bir soruya gayet olumlu ve yerinde cümlelerle karşılık cevap verince bu işin bu defa ilerleyeceğine dair ümidim arttı. En az bu açıklamalar kadar önemli olanı ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin artık Suriye ile uzlaşarak/anlaşarak teröre karşı ortak mücadele edilmesine vurgu yapan konuşmalarıydı. Kabul etmek gerekir ki, çoğu zaman Bahçeli’nin bu tarz konuşmaları hükümetin/devletin yeni politikalarının deklarasyonu gibi oluyor.

İÇERİK ÇOK UYGUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Esat’ın açıklamasına verdiği cevabın muhteva analizinde birkaç husus hemen fark edilebiliyor. Örneğin Erdoğan’ın sözlerinde zehirli hiçbir unsur bulunmaması ilk bakışta dikkati çekiyor. Örneğin rejim kelimesinin kullanılmamış olması tek başına çok önemli bir fark. Yakın zamana kadar Türk yetkililerin sürekli kullandığı bu ifadenin karşı tarafta çok büyük olumsuzluklar barındırdığını söylemeye bile gerek yok. Yıllar önce Yunanistan ile Gayriresmi Diplomasi toplantıları yaptığımızda onların Kıbrıs konusunda Türk işgali vb. sözlerine biz, Kıbrıs Barış Harekâtı sözlerine de onlar itiraz ederlerdi.

Rejim kelimesi ile başlayan açıklamalar da Suriye tarafı için uzlaşmamak adına yapılan yaralayıcı ve eleştiri sözleri ve bunu gerek Harici’de gerekse sosyal medya hesabımda (@hasanunal1920) sürekli dile getire geldim. Örneğin Erdoğan Suriye konusunda ilk defa 2022 yılının ağustos ayı başlarında Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşmenin ardından, Putin’in kendisine PKK/PYD’ye karşı askeri operasyon konusunda hep Suriye ile ortak hareket etmeyi tavsiye ettiğini, kendisinin de artık aynı kanaatte olduğunu, devletler arasında sürekli husumet olmayacağını ve kendisinin Esat ile el sıkışabileceğini söylemesine ve benzeri açıklamaları sonraki günlerde sürdürmesine rağmen o zamanki bürokrasi ısrarla rejim vb. açıklamalar yaparak sürece ivme kazandırmak yerine adeta baltalamıştı.

Bu defa Erdoğan’ın konuşmasında bu türden hiçbir unsur olmadığı gibi, Esat’a ilişkin olarak Suriye Devlet Başkanı ifadesini tercih etmesi ayrıca ümit verici; çünkü 2022 yılı ağustos ayı başlarında Erdoğan’ın yaptığı açıklamalara rağmen o zamanki bürokrasi kullandığı ifadelerle hala Esat’ı ve hükümetini meşru görmediğimizi ima ediyordu. Bu defa Erdoğan’ın ısrarla Suriye Devlet Başkanı demesi sanırım ve ümit ederim ki, bütün soru işaretlerini ortadan kaldırıyordur.

Erdoğan’ın konuşmasında yer alan önemli vurgulardan birisi de Suriye’nin iç işlerine karışma niyetimizin olmadığının belirtilmesiydi. Erdoğan’ın Putin’le Soçi görüşmesi sonrası yaptığı açıklamanın ardından Türk yetkililer özellikle de o zamanki dışişleri bakanı rejim diye başlayan cümlelerle Suriye’ye yeni bir anayasa yapılması gerektiğinden söz ediyor ve ısrarla muhaliflerden bahsederek onların yönetime nasıl katılacaklarını sorguluyorlardı. Aslında yaptıkları şey Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de ve sonraki günlerde yaptığı uzlaşma/anlaşma açıklamalarını görmezden gelmekle eş anlamlı gibiydi. Türkiye’nin 2013-2015 döneminde belirlediği ve ulusal çıkarlarımızla uzaktan yakında alakası olmayan bir politika söz konusuydu.

Özetle söylemek gerekirse, önce çatışmasızlık olacak, o arada yeni bir anayasa yazılarak Suriye’ye dayatılacak, Esat çekilerek yeni ve geçici bir hükümet kurulması sağlanacak ve bu hükümette muhalifler yer alacak (Esat’ın yer alıp almayacağı bile Türkiye açısından bir soru işaretiydi, Ankara bu konuda belki ifadesine daha yatkındı), sonra uluslararası gözlemcilerin sıkı denetimi altında seçimler yapılacak ve sonuçlarına göre de yeni yönetim oluşacaktı. Bu politikanın Türkiye’nin ulusal çıkarı ile uzaktan yakından bir alakası yoktu/olamazdı; çünkü Suriye gibi milli ve üniter yapıdaki bir devlete yeni anayasa dayatmak bu ülkeyi federasyona sürüklemek veya adı konulmamış bir federal yapıya zorlamak anlamına geliyordu. Böyle bir yapıda PKK/PYD’nin de federe ünitelerden birisi olacağı açıktı.

Oysa biz PKK/PYD’nin böyle bir kukla ünite/devletçik haline gelmemesi için mücadele ediyorduk; ancak bu örnekte olduğu gibi üzerinde tam olarak düşünülmemiş politikaların bir tarafında ulusal çıkarları korumak adına silahlı mücadele edersiniz öbür ayağında ise silahla karşı koyduğunuz yapının istediklerini elde etmesine dolaylı olarak yardımcı olursunuz. Böyle bir politikaya görevdeki bazı profesyonel diplomatların bu taleplerin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararını gerekçe göstererek sahiplenmeleri ise oldukça garip bir durumdu; çünkü BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs meselesiyle ilgili bir dizi kararını biz de haklı olarak uygulamazken (İsrail’in BM kararlarını hiçe saydığını ayrıca not ederek) bu kararı tanrı buyruğu gibi değerlendirmek aslında Erdoğan’ın ‘Suriye ile uzlaşın’ talimatını sulandırmaktan başka bir şey değildi. Aslında o politikaya göre ülkemizde ve Suriye’de baktığımız yaklaşık on milyon Suriyeli ile PKK/PYD’nin Amerikan güçleri ile birlikte Fırat’ın doğusundaki nüfus ve İdlib bölgesinde yaşayanlarla birlikte Esat’tın seçilmesi engellenecekti; çünkü bu üç büyük nüfus grubu Suriye hükümetinin kontrolünde yaşayanlardan daha fazlaydı.

Erdoğan’ın Suriye’nin iç işlerine karışma niyetinde olmadığımızı söylemesi hem ulusal çıkarlarımıza uygun hem de yeni bir politika önerisine benziyor. Başka bir ifadeyle Suriye için yeni anayasa fantezisinden vazgeçmiş oluyoruz ki, aramızdaki en önemli engellerden birisi ortadan kalkmış oluyor. Bu, ayrıca Suriye’nin milli ve üniter anayasal yapısının korunmasının Türkiye’nin çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğunun anlaşılması anlamına geliyor olsa gerektir; çünkü federal bir yapıya zorlanan ve içinde PKK/PYD’nin federe ünite olarak yer alacağı bir Suriye’nin parçalanma ve Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü tehdit etme riski hiç de azımsanamaz.

İLERİYE BAKMAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu açıklaması kesin bir politika dönüşümü anlamına geliyorsa bunun bürokraside sulandırılmasına izin vermemek gerekir. Erdoğan ‘vaktiyle ailece de görüşüyorduk, yine görüşürüz’ dediğine göre, Suriye ile sıradan ve soğuk bir barıştan söz etmiyor olsa gerektir. İki devlet arasında önce barışın tesisi için sığınmacıların gönderilmesi ve terör örgütlerine karşı ortak mücadele konularında ayrı ayrı mutabakat imzalanması gerekecektir. Her iki alanda da çok kapsamlı sorunların olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla mutabakat metinlerine ilaveten çalışma grupları hazırlanarak hızla ilerleme sağlamak lazım gelecektir.

Bu noktada en önemli sorun hükümete destek veren Siyasal İslamcılar, medya ile resmi sıfatlı veya gayriresmi Amerikancı gruplar olacaktır. Örneğin ‘Esat Suriye topraklarından çekilmemizi istiyor’ feveranını epeydir ediyorlar ve etmeye devam edeceklerdir. Oysa Şam hükümetinin kontrolümüzdeki toprakları boşaltmamızı istemesi gayet normal bir talep. Ne yani, Suriye hükümeti topraklarını bize bırakacak değildi herhalde?

Vaktiyle Suriye’ye fethe gidiliyormuş havası yaratılması, hükümetin kendi medyasının bu gerçek dışı havayı yıllarca pompalaması uzlaşmanın önündeki en büyük sorunlardan birisi gibi düşünülebilir. Fakat buradaki en büyük avantajımız Erdoğan’ın kararları ve tavırları karşısında bu grupların hızla pozisyon değiştirebilmeleri. Gerek kurumlar içerisindeki gerekse gayriresmi kişilikli Amerikancılar ise çok kutupluluk yerleştikçe etkilerini kaybediyorlar. Bu defaki yakınlaşmanın avantajlarından birisi de bu olsa gerek. Ayrıca yakınlaşma konusu bu defa bürokrasiye bırakılarak yavaşlatılma/sulandırılma riskine karşı doğrudan liderler diplomasisi yoluyla yönetilebilir ve uzlaşma/anlaşma bürokrasiye talimat olarak verilebilir.

PKK/PYD’NİN SONU

Türkiye-Suriye ilişkilerinin normalleşmesi PKK/PYD’nin sonu demektir. Amerika’nın bu terör örgütlerine açık destek veriyor olması bu gerçeği değiştirmez. Özellikle çok kutuplu dünyada Amerika’nın bu örgütler yoluyla Orta Doğu’da bir kukla devlet kurmaya çalışması, sınırları doğrudan veya dolaylı değiştirme girişimleri çok kutuplu bir dünyada sürdürülemez. Ankara-Şam uzlaşması Fırat’ın doğusunda hem de Amerikan birliklerinin desteği ile büyük çaplı etnik temizlik yaparak tutunmaya çalışan PKK/PYD ve Vaşington üzerinde psikolojik açıdan şok etkisi yaratacaktır; çünkü bugüne kadar bu kirli ikili Ankara’nın siyasal İslamcı politikalardan vaz geçmeyeceği dolayısıyla Esat dedikleri Suriye ile uzlaşmayacağı varsayımı üzerinden hareket etmekteydiler. Türkiye, Suriye ile uzlaştığı anda bu varsayım gecekondu temeli üzerine inşa edilmiş bir gökdelen gibi çatırdamaya başlayacak ve hızla göçecektir. Suriye ile uzlaşma bu terör örgütüne karşı yapılacak operasyonları ya Şam ile koordine etme veya hiç operasyon yapmadan karşı tarafın göçmesine sebep olacak bir stratejik sabır politikasıyla sonuç alınmasını sağlama fırsatlarını beraberinde getirecektir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Round 1: Galip Trump

Yayınlanma

2024 ABD seçimlerinin ilk münazarası geride kaldı. Dört yıl aradan sonra neredeyse hiç yaşlanmamış bir Trump ve çok yaşlanmış bir Biden izledik. Hem de çok yaşlanmış… 2020’de kendi sağlığıyla ilgili çekinceler sıkça gündeme gelmişti. Ancak münazarada nispeten daha diri kalmayı başarmış, Trump’ın saldırgan üslubuna karşı “ton ton Joe amca” imajını güzelce inşa etmişti. Aradan geçen dört yıl ise Joe amcaya iyi davranmadı… Oğlu Hunter’ın video arşivini görmüşçesine iğrenme dolu bakışları, kısık sesi ve münazaranın başında 7-8 saniyeyi bulan duraksaması Demokratların umutlarını tamamen söndürdü. Oysa devamı o kadar kötü değildi. Yine dediği birçok şey anlaşılmıyordu ama en azından benzer bir duraklama yaşanmamıştı. Hatta duraksamadığı anlarda normalden bile hızlı konuşuyordu, belki de ilaçların etkisiyle…

Hiçbir soruya cevap verme ve kazan

Trump’ın stratejisi ise biraz daha ilginç oldu. Münazara öncesi yazımda Trump’ın İsrail konusuna girmek istemeyeceğini söylemiştim. Trump, Biden’a tepkili solcuları tekrar ona itmekten çekinecekti. Tam da öyle oldu. Ama Trump, sadece İsrail sorusuna değil, hiçbir soruya yanıt vermedi. Moderatörler ve Trump arasındaki diyaloglardan şöyle bir örnek vereyim;

“6 ocak olaylarından ötürü Demokratik haklarının elinden alınacağından korkan vatandaşlara ne söylemek istersiniz?”

“Joe’nun ekonomi politikaları ABD’yi bitirdi. Kimse bize saygı duymuyor!”

Münazaranın büyük kısmı bu şekilde geçti. Trump, hem Biden’ı hem de moderatörleri kafasında sessize almış, kendi anlatacağı şeyleri anlatmaya çıkmış. Cumhuriyetçi lider, neredeyse hiçbir soruya yanıt vermeden münazarayı tamamladı. Tabii beklediğim üzere yeni münazara kuralları Trump’ın işine geldi. Biden konuşurken kendi mikrofonunun kapanması sayesinde rakibinin sözünü hiç kesemedi. Böylece 2020’nin aksine “söz kesmeyen beyefendi adam” izlenimi ortaya çıktı.

İçerik açısından şaşırtıcı bir tartışma yaşanmadı. Trump doğal olarak ekonomiden, Ukrayna’ya verilen devasa yardım paketlerinden, Biden altında yaşanan göçmen krizinden dem vurdu. Konu siyahlara geldiğinde “sınır öyle delik deşik oldu ki siyah ve latinolar hem güvenlik sorunu yaşıyor hem de işlerini göçmenlere kaybediyor” dedi. Dahası Trump, Biden’ın siyahlar için 90’larda sapkınlar grubu ifadesini kullandığını hatırlattı. Biden, bu sefer ırkçılık meselesinden uzak kalmayı tercih etti çünkü Trump son ankete göre ülkedeki tüm siyah oyların yüzde 30’unu alıyor. Bu, rakibi tarafından beyaz üstünlükçülükle suçlanan bir Cumhuriyetçi aday için inanılmaz bir sayı. Trump, anketlerin doğru çıkması halinde girdiği her seçimde azınlıklardaki oyunu arttırmış olacak.

Sonra bir Ukrayna meselesi açıldı ki evlere şenlik… Biden Trump’ın malum davalarına dem vurunca konu bir anda Ukrayna’ya geldi. Trump, “Sen de suçlusun. Bireysel işlerin için ABD’nin gücünü kullanarak Ukrayna’ya baskı yapmadın mı? Binlerce insanı hala öldürmeye devam ediyorsun. Bu arada söyleyeyim; Ukrayna’daki ölü sayıları doğru değil. Verilenleri ikiyle, hatta üçle çarpın. Ukrayna savaşı kaybedecek, insanları kalmadı” ifadelerini kullandı.

İsrail konusuna dönersek dediğim gibi Trump çok fazla konu hakkında konuşmak istemedi. Bunun da bir ilk olduğunu söylemek gerekir, İsrail desteğini yinelemek artık iki aday için de çok tercih edilen bir durum değil. Biden zaten bu yüzden oy kaybediyor. Ancak Evanjelist olmayan muhafazakârlar arasında İsrail’e koşulsuz destek iyice popülaritesini kaybetti. Bu nedenle Trump sadece tek bir cümle kurdu. “Joe sen kötü bir Filistinlisin, onlar bile seni sevmiyor” diyerek konuyu kapattı.

Şimdi ne olacak?

Münazaranın kalanı karşılıklı kişisel saldırılar ve Trump’ın 98 kere “Herkes bizimle dalga geçiyor” demesi ile geçti. Ancak asıl soru şu; şimdi ne olacak? Biden sahneden bile inmeden Demokratlarda benzeri görülmemiş bir tepki ortaya çıktı. Sadece Demokratların ağırlıkta olduğu sosyal medya gruplarında değil, aynı zamanda Demokrat fikir önderlerinde de bir “kral çıplak” anı yaşandı;

Biden bu şekilde seçime girerse kaybedecekti.

Peki ne yapılabilir? Önceden kısık sesle dile getirilen “Biden çekilsin” tartışması şimdi daha yüksek sesle konuşuluyor. Ancak bunun bürokratik temelleri işi epey zorlaştırıyor. Mevcut görevdeki başkanın karşısına aday olarak çıkmak geleneksel olarak sık karşılaşılan bir durum değildir. Bu yüzden, Hem yardımcısı Kamala Harris’in hem de Demokratların en popüler ismi olan California Valisi Gavin Newsom’ın adı çokça geçmesine rağmen aday olmaktan kaçındılar. Bunun için önemli bir son tarih Mart ayında yapılan, 15 eyaletin önseçimlerinin tamamlandığı “Süper Salı” idi. Şunu belirtmek gerekir, Biden 4000 kadar delegenin 3900’unu almayı başardı. Biden’ın isteğine karşı onu adaylıktan indirebilecek bir güç yok.

Ancak Biden çekilirse o zaman yeni aday tartışmaları başlar. Gavin Newsom, dünkü münazara sonrası “hiç bu kadar Biden’ın arkasında kenetlenmemiştik” dese de partisindeki aykırı görüşler giderek güçleniyor. Biden bugün çekilirse artık ön seçim söz konusu olamaz. Ancak delegeler yeni bir aday ve başkan yardımcısı adayı üzerinde anlaşabilir. Demokrat Parti’nin tüm uzmanları böylesi bir durumda parti içinde büyük kavgaların çıkacağını söylüyor. Biden, çekildiği takdirde kendisine destek veren delegelere kimi desteklediğini söyleyebilir ancak delegeler buna uymak zorunda değiller.  Tabii böyle bir niyet varsa seçime yaklaşılan her gün parti için daha güçlü bir bürokratik kargaşa anlamına gelir. Son ay içinde olması durumunda oy pusulalarının değiştirilmesi bile söz konusu olur.

Biden çekilirse ortaya çıkan iki potansiyel aday dediğim gibi Newsom ve Michigan valisi Gretchen Whitmer olur. Ancak bu isimler şu an için Biden’ın arkasındalar. Mevcut durumda, birçoklarının da söylediği gibi Trump’ın umutları epey yüksek. Ancak seçime kadar hala çok zaman var. Bu yüzden anketleri ve ezber yorumları bir kenara bırakmakta fayda var. Her şekilde, Demokrat Parti’yi epey sancılı bir seçim süreci bekliyor.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Savaş Lübnan’a yayılır mı? Olası senaryolar ve en muhtemel senaryo

Yayınlanma

Khaled Al-Yamani
Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Lübnan yöneticisi

İsrail genelkurmay başkanına yakın askeri kaynaklar, işgal ordusunun kuzey cephesinde tırmanan meydan okumayla yüzleşmek için çok sayıda planı olduğunu doğruluyor. Kuzey cephesinde güvenlik durumunun tırmanmasına dair beklenen bir dizi senaryo şu şekilde:

Askeri tesisler ve silah depoları da dahil olmak üzere güney Lübnan ve banliyölerindeki Hizbullah hedeflerine ve belki de kadrolarına yönelik hedefli hava saldırılarını içeren sınırlı bir askeri operasyon seçeneği. En sonuncusu, partinin en önde gelen askeri lideri Talib Abdullah’a yönelik suikast idi.

Böyle bir seçenek İsrailli karar vericinin gözünde “mümkün” görünüyor, böylece Hizbullah’ın tepkileri tolere edilebilir ve işgalin ateş çemberini küresel bir savaşı içerecek şekilde genişletemeyeceğini biliyorlar. Aynı zamanda, işgal böyle bir seçeneği bölgedeki savaş cephelerini artırmak istemeyen Amerikalılara satabilir, son haftalarda İsrail hükümetine güven duymasalar bile, yalanlarından, gerçekleri çarpıtmasından ve ana müttefiklerini manipüle etme yeteneğinden oldukça eminler, bu da Washington’u böyle bir İsrail seçeneğine yeşil ışık yakma konusunda temkinli olmaya teşvik edecektir.

İsrail askeri terminolojisinde “Üçüncü Lübnan Savaşı” ya da “Birinci Kuzey Savaşı” olarak bilinen topyekün savaş, partinin kuzey cephesini ele geçirmesi, tarım alanlarında ateş yakmaya devam etmesi ve şiddetin tırmanması ışığında, muhalefetten ve kamuoyundan hükümete ve orduya yöneltilen başarısızlık suçlamaları, onları her iki taraf için ve belki de tüm bölge için maliyetli ve tehlikeli olan bu seçeneği tercih etmeye zorluyor.

Gerçek şu ki, işgalin “Neron ve Roma’nın yanması” senaryosuna yol açmasını engelleyebilecek birçok kısıtlama var: iç ve dış, öznel ve nesnel, siyasi, güvenlik, askeri ve ekonomik, bu da onun çok fazla bir tercihi olmamasını sağlıyor. Diğeri birçok İsraillinin gözünde intihar gibi görünen bir seçim ve işgal yönetiminin bunu seçmesini engelleyen çok sayıda husus ve faktör var.

Bununla birlikte, bu “intihar” seçeneğinin gerçekleşme şansı çok yüksek olmasa bile, birincil misyonunun tüm cephelerde ateş yakmak olduğunu düşünen, İsrail’in aşınan caydırıcılığını yeniden tesis etme ve işgal varlığını son yıllarda tüm alanlardaki rolü azaldıktan sonra “bölgenin polisi” olarak yeniden kurma iddiasında olan sağcı faşist bir hükümetin varlığı göz önüne alındığında tamamen dışlanmamalıdır.

Kuzey Cephesinde, Hizbullah ile İsrail arasındaki karşılıklı çatışma sürerken, arabulucular hala onlarla istişareler yürütüyorlar, ancak bu tartışmalar kamuoyuna açıklanmıyor. Büyük güçler Lübnan arenasında işlerin kontrolden çıkmasını engellemek istiyor ve her bir tarafın kendi hesapları ve çıkarları var. Ancak Gazze’ye yönelik saldırılar devam ettiği sürece bu arabulucuların başarıya ulaşması zor.

Gazze’deki savaşı durdurmak; İşte kuzey cephesinde devam eden tırmanışı durdurabilecek “sihirli” kelime, işgalin saldırganlığını sona erdirme konusundaki isteksizliği nedeniyle bu seçeneğin başarısız olmasına rağmen, şimdi bahsedilemeyen birçok nedenden dolayı, bu hedefe ulaşılırsa, Irak ile doğu tarafı ve Yemen ile güney tarafı da dahil olmak üzere tüm cepheler sakinleşecek, ancak bu, İsrail’in Gazze cephesinde sükuneti sağladıktan sonra Lübnan’a karşı bir savaş başlatma isteğini filizlendirebilir.

Hizbullah’ın böyle bir senaryonun işgal içinde var olduğunu ve güçlü bir şekilde var olduğunu bildiğine ve buna dikkat ettiğine şüphe yok, ancak gerçekleşme hipotezi en azından yakın gelecekte mümkün değil. Çünkü askeri, ekonomik ve toplumsal kurumlarıyla işgalci varlık, Gazze’deki savaş sona ererse şüphesiz nefes almaya ihtiyaç duyacak ve belki de Hizbullah ile bir tür çatışmanın patlak vereceği bir gün gelecek, ancak yakın gelecekte olması şart değil.

Lübnan, Suriye ve İran’da suikastların hızlandırılması, komuta ve kontrol merkezlerinin yanı sıra silah ve füze depolarının hedef alınması ise işgalci için bir diğer seçenek. Bu halen yürürlükte olan bir politikadır ve önümüzdeki dönemde artması beklenmektedir. Aynı zamanda, direniş tarafının işgale karşı kapsamlı bir savaş başlatmasını gerektirmediği için, her iki taraf da kontrollü bir tempo sürdürebilecektir.

Beklenen sonuçlar

İşgalin kuzey cephesinde yaşananlara tek ve hızlı bir çözüm bulma kararını henüz vermediği göz önüne alındığında, önümüzdeki birkaç gün yukarıdaki senaryolardan herhangi birinin gerçekleşmesine tanık olmayacağız. Ancak bu durumdan yola çıkarak karşılaşılabilecek bir dizi sonuç şu şekilde:

– Mevcut tırmanma hızı, Gazze’deki duruma bağlı olarak artarak ve azalarak devam edecektir.

– Kuzey cephesinin yarattığı tehdidin ortadan kaldırılması için İsrail’den gelen taleplerin artması beklenmektedir.

– Bu cephedeki gelişmelerin İsrail siyasetinde ve medyasında giderek daha fazla yer alması öngörülmektedir.

– Herhangi bir askeri tırmanışı engellemek için Lübnan ile işgal arasında Amerikan ve Avrupa arabuluculuğunun yoğunlaştırılması öngörülmektedir.

Sonuç 

Lübnan ve işgal altındaki Filistin arasındaki kuzey cephesinde meydana gelen olaylar, gerginliğin her iki tarafı da durumun nelere yol açabileceğini doğru bir şekilde değerlendiremeden devam ediyor. Bunun birden fazla nedeni var, belki de en önemlisi yerel, bölgesel ve belki de uluslararası tarafların çokluğu

İşgal ise, maliyetler ve riskler açısından çoğu zaman birbirine yaklaşsalar bile, bir “sigorta poliçesi” elde etmeksizin, iç ve dış çeşitli siyasi ve askeri faktörleri göz önünde bulundurarak, yukarıda belirtilen seçenekler arasındaki tahminlerini değerlendirmeye devam etmektedir. Lübnan’a karşı olası bir saldırı, şu anda Gazze’de sıkışmış göründüğü zor duruma benzer bir sonuç doğurabilir ve İsrail bunun farkında.

Genel olarak konuşmak gerekirse, denge hala savaş çemberini küresel bir boyut kazanabilecek bölgesel bir savaşa doğru genişletme eğilimine karşı ve Lübnan cephesi, İsrail ordusunun tükenme durumunun, Hizbullah ve müttefiklerinin gücünün ve hazırlığının boyutunun ve isteksizliğinin anlaşıldığı bir atmosferde, hesaplanmış tırmanma dereceleri yaşayabilir… Amerikalılar ve Batılı güçler çatışma çemberini genişleterek taahhüt tavanlarını kontrol etmeye çalışıyorlar. Buna İsrail’in sahada uygulanamayan güçlü tehditleri de eşlik ediyor. Ancak dengeler bu tehditlerin uygulanması için uygun görünmüyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English