Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Güney Kafkasya’da savaş mı yoksa ‘demir yumruk’ harekatına devam mı?

Yayınlanma

Yunanistan dışişleri bakanı Yorğos Yerapetridis’in Ankara’ya yaptığı ziyaret ve bu vesileyle Türk ve Yunan bakanların verdikleri mesajlar üzerine bir yazı yazmaya hazırlanırken Güney Kafkasya’da yeniden savaş ihtimali özellikle sosyal medyada epeyce yer aldı. Büyükçe bir kısmı manipülatif olduğu ilk okunuşta dikkat çeken haberlere dayandırılan analizlere göre, işin içinde herkes var ve bu tür komplo teorilerinde genellikle olduğu gibi hemen hemen herkes de bize karşı. Öyle ki, Ermenistan başbakanı Paşinyan bir yandan sınıra askeri yığınak yapıyor öte yandan da hem İran ve Rusya hem de ABD ve Batı dünyasını sadece politik değil aynı zamanda askeri olarak da Azerbaycan ile Türkiye’nin karşısına dikmeyi başarmış durumda. Eğer bu senaryonun yarısı gerçek olsa müthiş bir dış politika başarısı olabilir ve ilerde yazılacak siyasi tarih kitaplarına örnek vaka olarak girebilir; ama pek tabii ki, hiçbir tarafı doğru değil. Cuma günü (8 Eylül) Ermenistan büyükelçisinin Moskova’da Rusya dışişleri bakanlığında yediği fırça ve başta Amerika olmak üzere Batı’nın ilgisiz tavrı bu tür bir senaryoyu doğrudan çöp sepetine attı. Fakat burası sonuçta Kafkaslar, batısında Türkiye, kuzeyinde Rusya, güneyinde İran ve işin içinde ayrıca İsrail olduğuna göre senaryo üretilecek epeyce somut gelişmeler de vardır.

RUSYA FAKTÖRÜ

Rusya açısından Ermenistan önem sıralaması açısından son yirmi yılda adeta bir uçtan diğerine gidip geldi. Bölgede konuşlu Rus birlikleri henüz Sovyetler Birliği dağılmadan önceki yıllardan başlayarak bir yandan Azerbaycan-Ermenistan geriliminin oluşmasına ve tırmanmasına sebep olurken öte yandan 1993 yılına kadar artan ve azalan bir tempoda ama sürekli olarak Ermenilere silahlı yardımda bulundular. Bunun sonucunda zaten hazırlıksız durumdaki Azerbaycan, topraklarını koruyamadı ve bir kısmı Ermenistan’dan çok daha büyük bölümü ise Karabağ ve etrafındaki yedi bölgeden olmak üzere yaklaşık bir milyon Azerbaycan Türkü evlerinden/yurtlarından sürüldü. Soykırımsal unsurlar içeren çok büyük katliamlar ve etnik temizlik yapıldı. Moskova’nın o zamanki stratejik hedefi Azerbaycan ile Türkiye arasında bir petrol boru hattı yapılmasına mâni olmak ve Azerbaycan petrol ve doğal gazının uluslararası piyasalara çıkışındaki tekelin kendi elinde olmasını/kalmasını sağlamaktı. Ayrıca Türkiye’nin Azerbaycan üzerinden Kafkaslar ve oradan da Orta Asya’ya doğrudan bağlantı kurmasını istememiş olması da oldukça muhtemeldi. Bir çalkantıdan ötekine sürüklendiği Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden ilk on yılda bu sebeplerle Ermenistan’ı adeta stratejik müttefik gibi gören Rusya’nın diğer pek çok dış politika hedefi gibi buradaki hesabı da tutmadı. Demirel-Aliyev ikilisinin stratejik sabır ve dikkatle izledikleri denge siyaseti sayesinde Ermenistan dışlanarak Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı yapıldı ve Moskova’nın hesapları boşa çıkarıldı.

Aynı dönemde Rusya’da Putin iktidara geldi ve Rusya Federasyonu’nu dağılmaktan ve çöküşten kurtarmak üzere girişimlerine başladı. İşte o dönemde Ermenistan’ın Rusya açısından stratejik öneminin azaldığı hatta belki de pek fazla önemi kalmadığı anlaşıldı. Bu arada güçlenen, ordusu Türkiye tarafından hızla eğitilerek Ermenistan’a karşı ayakta durabilir hale gelen ve ekonomik olarak da bölgenin en dinamik ülkesi konumunu kazanan Azerbaycan dış politikada Rusya ile denge siyasetini başarıyla sürdürdü. Son yıllarda Ankara ile Moskova arasında yaşanan yakınlaşma siyasetiyle birlikte Ermenistan konusu Rusya açısından bir değer değil tam tersine yük olmaya başladı. Pek tabii ki, Rusya gibi bir devlet Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü üyesi de olan ve her zaman ve her yerde Moskova’nın izinde/yolunda yürüyen Ermenistan’ı bir gecede sokağa atmayacaktı ama yükselen/güçlenen ve Rusya ile iyi ilişkiler kuran bir Azerbaycan ve daha da önemlisi Rusya ila dostluğu ve ortak çıkarları sürekli artan bir Türkiye’ye karşı Ermenistan’ı öne çıkarmak Rusya’nın adeta satranç gibi oynadığı dış politika maharetine hakaret olurdu. Rusya böyle bir acemiliğe izin vermezdi. Nitekim vermedi de.

İkinci Karabağ Savaşı (2020) sırasında Ermenistan’ı tam kaybetmeden ama Türkiye ile ilişkilerine zarar da vermeden; aynı zamanda Paşinyan’a da bir ders verecek şekilde izlediği ve Azerbaycan’ın ezici galibiyetinde önemli ölçüde katkısı olan Rus dış politikasını belirleyen faktörler aşağı yukarı bunlardı. Savaştan sonra Moskova’nın istediği, çatışma olmadan Azerbaycan’ın topraklarının tümü üzerinde egemenlik tesis etmesi ve belki Hankendi civarında yaşayan Ermeniler için otonomi verilmesi olabilirdi. Fakat Ermenistan’ın ve özellikle de Hankendi içine yuvalanmış silahlı Ermeni güçlerinin tavırları böyle bir ihtimali Azerbaycan açısından tamamen ortadan kaldırmış görünüyor; çünkü oradaki silahlı Ermeni çeteleri İkinci Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan’ın elde ettiği ezici galibiyeti geriye çevirmeye çalışır gibiler. Şimdilerde Kolektif Batı ile Ukrayna üzerinden bir ölüm kalım savaşına tutuşmuş olan Rusya’nın Türkiye ile ilişkilerini büyük ölçüde yaralayacak bir şekilde ve savaşı yeniden başlatacak derecede Ermenistan’ı silahlandırması düşünülemez.

İRAN FAKTÖRÜ

Güney Kafkasya’yı (Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan) çevreleyen üç büyük devletten diğeri olan İran’ın Bakü-Erivan ihtilafına bakışı baştan beri sorunluydu. Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında patlak veren çatışmalarda açıkça Ermenistan’dan yana tavır takınan İran’ın politikalarında o günden bu yana amaçlar itibariyle fazlaca bir değişiklik olmadı; ancak siyasetini üzerine inşa ettiği faktörlerde önemli farklılıklar ve değişiklikler oluştu ve eğer Tahran, politikasını bunlara göre gözden geçirmezse önemli sorunlara sebebiyet verebilir.

Başlangıçta Rusya’nın Ermenistan’ın yanında olması Tahran’ı rahatlatan bir faktördü; çünkü bölgedeki gidişatı belirleyen devlet olan Rusya’nın politik amaçları ile İran’ın beklentileri büyük ölçüde örtüşüyordu. Fakat İran son yıllarda Rusya’nın yaptığı politika gözden geçirme sürecini yapmadığı gibi yapmaya niyetli de görünmüyor; ancak İran’ın Rusya olmaksızın hatta Rusya’ya rağmen alanda durumu tersine çevirmesi hemen hemen imkansız. Başta Azerbaycan Türkleri olmak üzere çok büyük bir Türk kökenli nüfusa sahip olan İran baştan itibaren Azerbaycan’ın bağımsız bir devlet olarak kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmesini istemiyordu. Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığa geçiş sürecinde ve ilk yıllarında Azerbaycan lideri olan Ebulfeyz Elçibey’in İran’ın oradaki Türklerin bir başkaldırısı sonucunda bölüneceğine dair tutarsız/gereksiz açıklamaları da Tahran tarafından Azerbaycan karşıtı politikalarına gerekçe yapıldı. Neyse ki, sonraki yıllarda Bakü’de yönetimi eline alan Haydar Aliyev Rusya politikalarında uyguladığı denge siyasetini Tahran’a yönelik de uygulamaya koyarak tansiyonu düşürdü ve bu gidişat İlham Aliyev döneminde de devam etti. Zaten Azerbaycan topraklarının yüzde yirmilik kısmının Ermenistan’ın kontrolünde olduğu o dönemde İran açısından pek bir sorun yok gibiydi; ancak ne zaman ki, Azerbaycan İkinci Karabağ Savaşı ile birlikte üstünlüğü ele aldı o tarihten itibaren Tahran açısından sorunlar ortaya çıkmaya başladı.

İkinci Karabağ Savaşı ile birlikte Tahran’ın taraflara (aslında Azerbaycan’a) çatışmalara derhal son vermek savaş öncesi duruma yani Azerbaycan topraklarının işgal altında olduğu döneme geri dönmeleri yönündeki uyarıları işe yaramadı; zira Azerbaycan ve Türkiye kararlılık gösterdi. Ankara-Moskova hattında yaşanan yakınlaşma ve dostluk siyaseti Azerbaycan lehinde yeni bir politik atmosfer oluşturmuş ve Azerbaycan ordusu alanda üstünlüğü ele geçirmiş durumdaydı. Yani Türkiye’nin tam desteğini almış olan Azerbaycan durmayacak; durması için Moskova fazlaca baskı yap(a)mayacaktı. Böyle bir durumda İran’ın tek başına diplomatik girişimleri işe yaramadı ve bu durumu fark eden Tahran hızla tarafsızlık siyasetine geri döndü. Doğrusu da buydu. Fakat İran’da 2021 yılında yönetime gelen Reisi ve dışişleri bakanı Abdullahiyan 2020 yılının kasım ayında Azerbaycan’ın ezici üstünlüğü ile sonra eren İkinci Karabağ Savaşı ve imzalanan ateşkes anlaşmasının sonuçlarını kabul etmek istemez gibi bir siyasi tavır sergilemeye başladı. Bakü ve Ankara açısından anlaşmanın en önemli bölümlerinden birisi olan Zengezur koridorunun uygulamaya girmesini istemediğini her vesileyle ortaya koyuyor. Moskova’dan istediği oranda destek alamayan Erivan ve özellikle de Karabağ’ın başkenti Hankendi’ye sıkışmış durumdaki fanatik/silahlı Ermeni grupları Tahran’nın bu politikasından medet umar görünüyorlar. Bölgede görev yapan Rus barış güçlerinin Hankendi’ndeki aşırılıkçı Ermeni grupların Laçin yolunu anlaşma dışı amaçlar için kullanmalarına karşı koymamaları üzerine Azerbaycan sivil toplum kuruluşlarının buradan geçen araçların kargolarını kontrol etmesi ve Bakü’nün Laçin yolu yerine Ağdam üzerinden ve tamamen Azerbaycan kontrolü altındaki topraklardan yeni bir yol yaparak  Ermenistan ile Hankendi arasındaki trafiğin buradan yürütülmesini istemesi ile gerginlik son haftalarda iyice tırmanmıştı.

Hankendi’ne sıkışmış durumdaki Ermeni çeteleri bir yandan aylardır kendilerine abluka uygulandığı, on binlerce insanın açlığa mahkûm edildiği gibi bölgeyi takip edenlerin ciddiye almayacağı propagandayı Batı dünyasında yapmayı sürdürürken öte yandan da geçen hafta Ağdam yolu üzerinden Azerbaycan’ın gönderdiği yiyecek maddelerinden oluşan konvoyun Hankendi’ne ulaşmasına izin vermediler. Bu arada pişmiş aşa su katmaya çalışan Fransız ahmaklardan Amerikalı gruplara ve bir yandan Azerbaycan’ın doğal gazına şiddetle ihtiyaç duyan ama bir yandan da Bakü’nün itirazlarına rağmen Ermenistan topraklarına gözlemciler gönderen Avrupa Birliği’ne kadar herkes orada yerini almış durumda.

Tırmanan gerginlik Azerbaycan’ın kendi topraklarında yeni bir askeri harekata girişerek 2020 yılının Kasım ayında imzalanan ateşkes antlaşmasının gereklerini yerine getirip getirmeyeceği ihtimallerinin tartışılmasına yol açtı. Alanda kesin askeri üstünlüğe sahip olan Bakü Laçin yolunu tamamen kapatarak Hankendi ve çevresindeki Ermeni çetelere karşı bir operasyon başlatarak bu bölgelerin tamamını etkili egemenliği altına alabilir mi? Bunu yapabilecek gücü olduğuna şüphe yok. Hatta bunu yaparken ateşkes anlaşmasında koridor olarak anılan Laçin yolunu da kapatarak sadece Ağdam üzerinden kendi açtığı yolun kullanılmasını mecburi hale getirebilir mi? Buraya kadar da sorun olmayabilir. Fakat bir adım daha ileri giderek söz konusu ateşkes anlaşmasının en önemli bölümlerinden birisi olan ve kamuoyunda söylendiği şekliyle Azerbaycan’ın en batısındaki topraklarıyla Nahçıvan Otonom Cumhuriyeti arasında açılması gereken Zengezur Koridoru’nu silahla açmaya kalkışabilir mi? Ve bunu yaparsa Rusya ve özellikle İran’ın tavrı ne olur soruları bugünkü kriz ortamının ciddiye alınmasını gerektiriyor.

SENARYOLAR

Normalde Ermenistan’ın Karabağ ile bağlantısını sürdürmesini sağlayacak olan Laçin Koridoru’na karşılık olarak anlaşmaya konulan Zengezur Koridoru açılmadığı takdirde Azerbaycan’ın da Laçin Koridoru’na izin vermeyeceği açık. Azerbaycan bugüne kadar bütün askeri operasyonlarını kendi topraklarında yapmıştı ve buna Demir Yumruk Harekâtı adını vermişti.  Hankendi ve etrafındaki bölgeleri tam ve etkili egemenliği altına almak için bir askeri operasyon yaptığı takdirde bu da kendi topraklarıyla sınırlı olacaktır; ancak Zengezur Koridoru’nu açmak için silah kullanmak istediğinde ilk defa Ermenistan topraklarına girmiş olacaktır. Hankendi ve çevresindeki Ermeni çetelerinin 2020 yılının kasım ayında imzalanan ateşkes anlaşmasının lafzına ve ruhuna aykırı hareket etmemekte ısrarcı olmaları Bakü için yeterli bir sebep. Rusya böyle bir gelişmeyi istemese de fiilen karşı çıkmak istemeyebilir. İran da fazlaca bir şey yapamaz. Hankendi’nde çöreklenmiş fanatik Ermeni çetelerinin temizlenmesi ve liderlerinin yakalanarak Azerbaycan’da savaş esiri olarak değil ama silahlı terörist gruplar olarak içeri tıkılmaları aslında Paşinyan’ın da işine gelebilir; çünkü Paşinyan da bunlardan kurtulmuş olur. Hatta Azerbaycan’ın anlaşmanın gereği olarak bir operasyonla Zengezur Koridoru’nu açması ve buna Rusya’nın fazlaca itiraz etmemesi halinde bu sorun da Paşinyan açısından çözülmüş olur. Ermenistan’ı Rusya’ya aşırı bağımlılıktan kurtararak Batı’ya açmak istediğini söyleyen Paşinyan açısından böyle bir gelişme de birkaç itiraz vs. sonrasında kabul edilebilir hale gelebilir. Bunun ardından Paşinyan’ın Azerbaycan ile bir barış anlaşması imzalaması söz konusu olabilir ki, böyle bir gelişme bir yandan Bakü’nün KKTC’yi tanımasının önünü açar öte yandan da Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde ciddi olumlu ilerlemeler yaşanmasını sağlar. Bu, aynı zamanda Ermenistan’ın Batı’ya açılma siyasetine de yardımcı olabilir.

Buradaki en önemli soru Azerbaycan’ın bir askerî harekât ile Zengezur Koridoru’nu açma girişimine Tahran’ın nasıl yaklaşacağıdır. İran yönetimi böyle bir koridora kendisinin Ermenistan ile sınırını ortadan kaldıracağı gerekçesiyle karşı çıkıyor. Bunun askeri operasyon ile yapılmasını ise müdahale ederek durdurabileceğini ima ediyor. Son günlerde İran’ın Azerbaycan’ı bir kere daha bu yönde uyardığına dair haberler doğru olabilir.

İran’ın Azerbaycan’a karşı kuvvet kullanmaya kalkışması intiharı olur; çünkü böyle bir durum doğrudan Türkiye-İran savaşına yol açar ve başta İsrail ve Amerika olmak üzere herkes İran’ın üzerine çullanır. Körfez’de yakın zamanlarda ilişkilerini düzeltmeye çalıştığı ülkeler başta olmak üzere Arap dünyasının büyük bir bölümü bu durumu fırsata çevirir ve hatta İran kendi içinden patlayabilir. Böyle bir senaryoda Rusya, işin içinde Türkiye’nin olmasından dolayı İran’a pek fazla yardımcı olamaz. Öte yandan İran’ın Ermenistan ile doğrudan sınırı olmamasını veya bu sınırın ateşkes anlaşmasında belirtildiği gibi Ermenistan’a ait topraklar üzerinde Rus istihbarat görevlilerinin kontrolünde açılacak bir koridorla bile tahdit edilmesini kabul etmek istememesi ve bu konuda Ermenistan’a verdiği destek tam tersine senaryoya yani Ermenistan’ın ve Karabağ’da üstlenmiş fanatik Ermeni çetelerinin işi sürüncemede bırakmasına ve Azerbaycan’ın kuvvet kullanmak zorunda kalmasına yol açabilir. Ne Türkiye ne de Azerbaycan’ın isteyeceği ve çok kutupluluğa doğru gidişatı baltalama potansiyeli olan böyle bir senaryo Amerika’ya ilaç gibi gelebilir. Dolayısıyla İran’ın bu tuzağa düşmemesi beklenir; ancak Tahran’ın Zengezur Koridoru’na kategorik olarak karşı çıkmak yerine bu koridor üzerinden kendi kuzey-güney ulaşımını nasıl sağlayacağını ve ayrıca Azerbaycan üzerinden de bir güney-kuzey koridoru oluşturabileceğini düşünmesi gerekir. Aksi taktirde, şimdiye kadar yaptığı gibi Azerbaycan’a güç kullanma tehdidi içeren uyarılarda bulunması bugüne kadar Türkiye ile İran arasında savaş çıkartmak isteyen Amerika ve İsrail yanlıları ile onlara destek veren ülke içindeki Batıcılara karşı çıkan sağduyunun ve sessiz çoğunluğun da İran’a karşı Azerbaycan yanında yer almasına yol açabilir.

Prof. Dr. Hasan Ünal
Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

GÖRÜŞ

Trump’ın barometresi İsrail

Yayınlanma

HASAN BÖGÜN

Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.

1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…

ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…

2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.

Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.

Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…

HERKESİN MAGASI KENDİNE

3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…

Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.

Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.

Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.

Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.

ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.

Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.

ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.

Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.

PARA VE DÜDÜK

4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.

Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.

Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.

Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!

Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.

ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.

Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!

Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!

TRUMP NE YAPACAK?

5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.

Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla  çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.

Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?

Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…

Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.

Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.

Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.

Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.

Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.

Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…

Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.

Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.

Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.

Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları

Yayınlanma

Halkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.

Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.

Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.

Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.

Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.

Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.

İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.

“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.

Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.

Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler

Yayınlanma

Yazar

6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.

2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.

Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.

Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.

Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.

Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.

ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.

Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.

Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.

Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.

Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.

Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.

Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.

Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.

ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.

Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.

İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.

Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.

Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.

Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.

Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.

Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.

Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.

7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.

ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.

Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English