Bizi Takip Edin

Görüş

Güney Kafkasya’da savaş mı yoksa ‘demir yumruk’ harekatına devam mı?

Avatar photo

Yayınlanma

Yunanistan dışişleri bakanı Yorğos Yerapetridis’in Ankara’ya yaptığı ziyaret ve bu vesileyle Türk ve Yunan bakanların verdikleri mesajlar üzerine bir yazı yazmaya hazırlanırken Güney Kafkasya’da yeniden savaş ihtimali özellikle sosyal medyada epeyce yer aldı. Büyükçe bir kısmı manipülatif olduğu ilk okunuşta dikkat çeken haberlere dayandırılan analizlere göre, işin içinde herkes var ve bu tür komplo teorilerinde genellikle olduğu gibi hemen hemen herkes de bize karşı. Öyle ki, Ermenistan başbakanı Paşinyan bir yandan sınıra askeri yığınak yapıyor öte yandan da hem İran ve Rusya hem de ABD ve Batı dünyasını sadece politik değil aynı zamanda askeri olarak da Azerbaycan ile Türkiye’nin karşısına dikmeyi başarmış durumda. Eğer bu senaryonun yarısı gerçek olsa müthiş bir dış politika başarısı olabilir ve ilerde yazılacak siyasi tarih kitaplarına örnek vaka olarak girebilir; ama pek tabii ki, hiçbir tarafı doğru değil. Cuma günü (8 Eylül) Ermenistan büyükelçisinin Moskova’da Rusya dışişleri bakanlığında yediği fırça ve başta Amerika olmak üzere Batı’nın ilgisiz tavrı bu tür bir senaryoyu doğrudan çöp sepetine attı. Fakat burası sonuçta Kafkaslar, batısında Türkiye, kuzeyinde Rusya, güneyinde İran ve işin içinde ayrıca İsrail olduğuna göre senaryo üretilecek epeyce somut gelişmeler de vardır.

RUSYA FAKTÖRÜ

Rusya açısından Ermenistan önem sıralaması açısından son yirmi yılda adeta bir uçtan diğerine gidip geldi. Bölgede konuşlu Rus birlikleri henüz Sovyetler Birliği dağılmadan önceki yıllardan başlayarak bir yandan Azerbaycan-Ermenistan geriliminin oluşmasına ve tırmanmasına sebep olurken öte yandan 1993 yılına kadar artan ve azalan bir tempoda ama sürekli olarak Ermenilere silahlı yardımda bulundular. Bunun sonucunda zaten hazırlıksız durumdaki Azerbaycan, topraklarını koruyamadı ve bir kısmı Ermenistan’dan çok daha büyük bölümü ise Karabağ ve etrafındaki yedi bölgeden olmak üzere yaklaşık bir milyon Azerbaycan Türkü evlerinden/yurtlarından sürüldü. Soykırımsal unsurlar içeren çok büyük katliamlar ve etnik temizlik yapıldı. Moskova’nın o zamanki stratejik hedefi Azerbaycan ile Türkiye arasında bir petrol boru hattı yapılmasına mâni olmak ve Azerbaycan petrol ve doğal gazının uluslararası piyasalara çıkışındaki tekelin kendi elinde olmasını/kalmasını sağlamaktı. Ayrıca Türkiye’nin Azerbaycan üzerinden Kafkaslar ve oradan da Orta Asya’ya doğrudan bağlantı kurmasını istememiş olması da oldukça muhtemeldi. Bir çalkantıdan ötekine sürüklendiği Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden ilk on yılda bu sebeplerle Ermenistan’ı adeta stratejik müttefik gibi gören Rusya’nın diğer pek çok dış politika hedefi gibi buradaki hesabı da tutmadı. Demirel-Aliyev ikilisinin stratejik sabır ve dikkatle izledikleri denge siyaseti sayesinde Ermenistan dışlanarak Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı yapıldı ve Moskova’nın hesapları boşa çıkarıldı.

Aynı dönemde Rusya’da Putin iktidara geldi ve Rusya Federasyonu’nu dağılmaktan ve çöküşten kurtarmak üzere girişimlerine başladı. İşte o dönemde Ermenistan’ın Rusya açısından stratejik öneminin azaldığı hatta belki de pek fazla önemi kalmadığı anlaşıldı. Bu arada güçlenen, ordusu Türkiye tarafından hızla eğitilerek Ermenistan’a karşı ayakta durabilir hale gelen ve ekonomik olarak da bölgenin en dinamik ülkesi konumunu kazanan Azerbaycan dış politikada Rusya ile denge siyasetini başarıyla sürdürdü. Son yıllarda Ankara ile Moskova arasında yaşanan yakınlaşma siyasetiyle birlikte Ermenistan konusu Rusya açısından bir değer değil tam tersine yük olmaya başladı. Pek tabii ki, Rusya gibi bir devlet Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü üyesi de olan ve her zaman ve her yerde Moskova’nın izinde/yolunda yürüyen Ermenistan’ı bir gecede sokağa atmayacaktı ama yükselen/güçlenen ve Rusya ile iyi ilişkiler kuran bir Azerbaycan ve daha da önemlisi Rusya ila dostluğu ve ortak çıkarları sürekli artan bir Türkiye’ye karşı Ermenistan’ı öne çıkarmak Rusya’nın adeta satranç gibi oynadığı dış politika maharetine hakaret olurdu. Rusya böyle bir acemiliğe izin vermezdi. Nitekim vermedi de.

İkinci Karabağ Savaşı (2020) sırasında Ermenistan’ı tam kaybetmeden ama Türkiye ile ilişkilerine zarar da vermeden; aynı zamanda Paşinyan’a da bir ders verecek şekilde izlediği ve Azerbaycan’ın ezici galibiyetinde önemli ölçüde katkısı olan Rus dış politikasını belirleyen faktörler aşağı yukarı bunlardı. Savaştan sonra Moskova’nın istediği, çatışma olmadan Azerbaycan’ın topraklarının tümü üzerinde egemenlik tesis etmesi ve belki Hankendi civarında yaşayan Ermeniler için otonomi verilmesi olabilirdi. Fakat Ermenistan’ın ve özellikle de Hankendi içine yuvalanmış silahlı Ermeni güçlerinin tavırları böyle bir ihtimali Azerbaycan açısından tamamen ortadan kaldırmış görünüyor; çünkü oradaki silahlı Ermeni çeteleri İkinci Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan’ın elde ettiği ezici galibiyeti geriye çevirmeye çalışır gibiler. Şimdilerde Kolektif Batı ile Ukrayna üzerinden bir ölüm kalım savaşına tutuşmuş olan Rusya’nın Türkiye ile ilişkilerini büyük ölçüde yaralayacak bir şekilde ve savaşı yeniden başlatacak derecede Ermenistan’ı silahlandırması düşünülemez.

İRAN FAKTÖRÜ

Güney Kafkasya’yı (Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan) çevreleyen üç büyük devletten diğeri olan İran’ın Bakü-Erivan ihtilafına bakışı baştan beri sorunluydu. Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında patlak veren çatışmalarda açıkça Ermenistan’dan yana tavır takınan İran’ın politikalarında o günden bu yana amaçlar itibariyle fazlaca bir değişiklik olmadı; ancak siyasetini üzerine inşa ettiği faktörlerde önemli farklılıklar ve değişiklikler oluştu ve eğer Tahran, politikasını bunlara göre gözden geçirmezse önemli sorunlara sebebiyet verebilir.

Başlangıçta Rusya’nın Ermenistan’ın yanında olması Tahran’ı rahatlatan bir faktördü; çünkü bölgedeki gidişatı belirleyen devlet olan Rusya’nın politik amaçları ile İran’ın beklentileri büyük ölçüde örtüşüyordu. Fakat İran son yıllarda Rusya’nın yaptığı politika gözden geçirme sürecini yapmadığı gibi yapmaya niyetli de görünmüyor; ancak İran’ın Rusya olmaksızın hatta Rusya’ya rağmen alanda durumu tersine çevirmesi hemen hemen imkansız. Başta Azerbaycan Türkleri olmak üzere çok büyük bir Türk kökenli nüfusa sahip olan İran baştan itibaren Azerbaycan’ın bağımsız bir devlet olarak kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmesini istemiyordu. Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığa geçiş sürecinde ve ilk yıllarında Azerbaycan lideri olan Ebulfeyz Elçibey’in İran’ın oradaki Türklerin bir başkaldırısı sonucunda bölüneceğine dair tutarsız/gereksiz açıklamaları da Tahran tarafından Azerbaycan karşıtı politikalarına gerekçe yapıldı. Neyse ki, sonraki yıllarda Bakü’de yönetimi eline alan Haydar Aliyev Rusya politikalarında uyguladığı denge siyasetini Tahran’a yönelik de uygulamaya koyarak tansiyonu düşürdü ve bu gidişat İlham Aliyev döneminde de devam etti. Zaten Azerbaycan topraklarının yüzde yirmilik kısmının Ermenistan’ın kontrolünde olduğu o dönemde İran açısından pek bir sorun yok gibiydi; ancak ne zaman ki, Azerbaycan İkinci Karabağ Savaşı ile birlikte üstünlüğü ele aldı o tarihten itibaren Tahran açısından sorunlar ortaya çıkmaya başladı.

İkinci Karabağ Savaşı ile birlikte Tahran’ın taraflara (aslında Azerbaycan’a) çatışmalara derhal son vermek savaş öncesi duruma yani Azerbaycan topraklarının işgal altında olduğu döneme geri dönmeleri yönündeki uyarıları işe yaramadı; zira Azerbaycan ve Türkiye kararlılık gösterdi. Ankara-Moskova hattında yaşanan yakınlaşma ve dostluk siyaseti Azerbaycan lehinde yeni bir politik atmosfer oluşturmuş ve Azerbaycan ordusu alanda üstünlüğü ele geçirmiş durumdaydı. Yani Türkiye’nin tam desteğini almış olan Azerbaycan durmayacak; durması için Moskova fazlaca baskı yap(a)mayacaktı. Böyle bir durumda İran’ın tek başına diplomatik girişimleri işe yaramadı ve bu durumu fark eden Tahran hızla tarafsızlık siyasetine geri döndü. Doğrusu da buydu. Fakat İran’da 2021 yılında yönetime gelen Reisi ve dışişleri bakanı Abdullahiyan 2020 yılının kasım ayında Azerbaycan’ın ezici üstünlüğü ile sonra eren İkinci Karabağ Savaşı ve imzalanan ateşkes anlaşmasının sonuçlarını kabul etmek istemez gibi bir siyasi tavır sergilemeye başladı. Bakü ve Ankara açısından anlaşmanın en önemli bölümlerinden birisi olan Zengezur koridorunun uygulamaya girmesini istemediğini her vesileyle ortaya koyuyor. Moskova’dan istediği oranda destek alamayan Erivan ve özellikle de Karabağ’ın başkenti Hankendi’ye sıkışmış durumdaki fanatik/silahlı Ermeni grupları Tahran’nın bu politikasından medet umar görünüyorlar. Bölgede görev yapan Rus barış güçlerinin Hankendi’ndeki aşırılıkçı Ermeni grupların Laçin yolunu anlaşma dışı amaçlar için kullanmalarına karşı koymamaları üzerine Azerbaycan sivil toplum kuruluşlarının buradan geçen araçların kargolarını kontrol etmesi ve Bakü’nün Laçin yolu yerine Ağdam üzerinden ve tamamen Azerbaycan kontrolü altındaki topraklardan yeni bir yol yaparak  Ermenistan ile Hankendi arasındaki trafiğin buradan yürütülmesini istemesi ile gerginlik son haftalarda iyice tırmanmıştı.

Hankendi’ne sıkışmış durumdaki Ermeni çeteleri bir yandan aylardır kendilerine abluka uygulandığı, on binlerce insanın açlığa mahkûm edildiği gibi bölgeyi takip edenlerin ciddiye almayacağı propagandayı Batı dünyasında yapmayı sürdürürken öte yandan da geçen hafta Ağdam yolu üzerinden Azerbaycan’ın gönderdiği yiyecek maddelerinden oluşan konvoyun Hankendi’ne ulaşmasına izin vermediler. Bu arada pişmiş aşa su katmaya çalışan Fransız ahmaklardan Amerikalı gruplara ve bir yandan Azerbaycan’ın doğal gazına şiddetle ihtiyaç duyan ama bir yandan da Bakü’nün itirazlarına rağmen Ermenistan topraklarına gözlemciler gönderen Avrupa Birliği’ne kadar herkes orada yerini almış durumda.

Tırmanan gerginlik Azerbaycan’ın kendi topraklarında yeni bir askeri harekata girişerek 2020 yılının Kasım ayında imzalanan ateşkes antlaşmasının gereklerini yerine getirip getirmeyeceği ihtimallerinin tartışılmasına yol açtı. Alanda kesin askeri üstünlüğe sahip olan Bakü Laçin yolunu tamamen kapatarak Hankendi ve çevresindeki Ermeni çetelere karşı bir operasyon başlatarak bu bölgelerin tamamını etkili egemenliği altına alabilir mi? Bunu yapabilecek gücü olduğuna şüphe yok. Hatta bunu yaparken ateşkes anlaşmasında koridor olarak anılan Laçin yolunu da kapatarak sadece Ağdam üzerinden kendi açtığı yolun kullanılmasını mecburi hale getirebilir mi? Buraya kadar da sorun olmayabilir. Fakat bir adım daha ileri giderek söz konusu ateşkes anlaşmasının en önemli bölümlerinden birisi olan ve kamuoyunda söylendiği şekliyle Azerbaycan’ın en batısındaki topraklarıyla Nahçıvan Otonom Cumhuriyeti arasında açılması gereken Zengezur Koridoru’nu silahla açmaya kalkışabilir mi? Ve bunu yaparsa Rusya ve özellikle İran’ın tavrı ne olur soruları bugünkü kriz ortamının ciddiye alınmasını gerektiriyor.

SENARYOLAR

Normalde Ermenistan’ın Karabağ ile bağlantısını sürdürmesini sağlayacak olan Laçin Koridoru’na karşılık olarak anlaşmaya konulan Zengezur Koridoru açılmadığı takdirde Azerbaycan’ın da Laçin Koridoru’na izin vermeyeceği açık. Azerbaycan bugüne kadar bütün askeri operasyonlarını kendi topraklarında yapmıştı ve buna Demir Yumruk Harekâtı adını vermişti.  Hankendi ve etrafındaki bölgeleri tam ve etkili egemenliği altına almak için bir askeri operasyon yaptığı takdirde bu da kendi topraklarıyla sınırlı olacaktır; ancak Zengezur Koridoru’nu açmak için silah kullanmak istediğinde ilk defa Ermenistan topraklarına girmiş olacaktır. Hankendi ve çevresindeki Ermeni çetelerinin 2020 yılının kasım ayında imzalanan ateşkes anlaşmasının lafzına ve ruhuna aykırı hareket etmemekte ısrarcı olmaları Bakü için yeterli bir sebep. Rusya böyle bir gelişmeyi istemese de fiilen karşı çıkmak istemeyebilir. İran da fazlaca bir şey yapamaz. Hankendi’nde çöreklenmiş fanatik Ermeni çetelerinin temizlenmesi ve liderlerinin yakalanarak Azerbaycan’da savaş esiri olarak değil ama silahlı terörist gruplar olarak içeri tıkılmaları aslında Paşinyan’ın da işine gelebilir; çünkü Paşinyan da bunlardan kurtulmuş olur. Hatta Azerbaycan’ın anlaşmanın gereği olarak bir operasyonla Zengezur Koridoru’nu açması ve buna Rusya’nın fazlaca itiraz etmemesi halinde bu sorun da Paşinyan açısından çözülmüş olur. Ermenistan’ı Rusya’ya aşırı bağımlılıktan kurtararak Batı’ya açmak istediğini söyleyen Paşinyan açısından böyle bir gelişme de birkaç itiraz vs. sonrasında kabul edilebilir hale gelebilir. Bunun ardından Paşinyan’ın Azerbaycan ile bir barış anlaşması imzalaması söz konusu olabilir ki, böyle bir gelişme bir yandan Bakü’nün KKTC’yi tanımasının önünü açar öte yandan da Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde ciddi olumlu ilerlemeler yaşanmasını sağlar. Bu, aynı zamanda Ermenistan’ın Batı’ya açılma siyasetine de yardımcı olabilir.

Buradaki en önemli soru Azerbaycan’ın bir askerî harekât ile Zengezur Koridoru’nu açma girişimine Tahran’ın nasıl yaklaşacağıdır. İran yönetimi böyle bir koridora kendisinin Ermenistan ile sınırını ortadan kaldıracağı gerekçesiyle karşı çıkıyor. Bunun askeri operasyon ile yapılmasını ise müdahale ederek durdurabileceğini ima ediyor. Son günlerde İran’ın Azerbaycan’ı bir kere daha bu yönde uyardığına dair haberler doğru olabilir.

İran’ın Azerbaycan’a karşı kuvvet kullanmaya kalkışması intiharı olur; çünkü böyle bir durum doğrudan Türkiye-İran savaşına yol açar ve başta İsrail ve Amerika olmak üzere herkes İran’ın üzerine çullanır. Körfez’de yakın zamanlarda ilişkilerini düzeltmeye çalıştığı ülkeler başta olmak üzere Arap dünyasının büyük bir bölümü bu durumu fırsata çevirir ve hatta İran kendi içinden patlayabilir. Böyle bir senaryoda Rusya, işin içinde Türkiye’nin olmasından dolayı İran’a pek fazla yardımcı olamaz. Öte yandan İran’ın Ermenistan ile doğrudan sınırı olmamasını veya bu sınırın ateşkes anlaşmasında belirtildiği gibi Ermenistan’a ait topraklar üzerinde Rus istihbarat görevlilerinin kontrolünde açılacak bir koridorla bile tahdit edilmesini kabul etmek istememesi ve bu konuda Ermenistan’a verdiği destek tam tersine senaryoya yani Ermenistan’ın ve Karabağ’da üstlenmiş fanatik Ermeni çetelerinin işi sürüncemede bırakmasına ve Azerbaycan’ın kuvvet kullanmak zorunda kalmasına yol açabilir. Ne Türkiye ne de Azerbaycan’ın isteyeceği ve çok kutupluluğa doğru gidişatı baltalama potansiyeli olan böyle bir senaryo Amerika’ya ilaç gibi gelebilir. Dolayısıyla İran’ın bu tuzağa düşmemesi beklenir; ancak Tahran’ın Zengezur Koridoru’na kategorik olarak karşı çıkmak yerine bu koridor üzerinden kendi kuzey-güney ulaşımını nasıl sağlayacağını ve ayrıca Azerbaycan üzerinden de bir güney-kuzey koridoru oluşturabileceğini düşünmesi gerekir. Aksi taktirde, şimdiye kadar yaptığı gibi Azerbaycan’a güç kullanma tehdidi içeren uyarılarda bulunması bugüne kadar Türkiye ile İran arasında savaş çıkartmak isteyen Amerika ve İsrail yanlıları ile onlara destek veren ülke içindeki Batıcılara karşı çıkan sağduyunun ve sessiz çoğunluğun da İran’a karşı Azerbaycan yanında yer almasına yol açabilir.

Prof. Dr. Hasan Ünal
Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

Avrupa

Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Rusya’nın Ukrayna’nın ardından Avrupa ülkelerini ‘işgal etmeye’ devam edeceği tezi, Avrupa siyasetini şekillendiren ana unsurlardan biri haline geldi. Kıta genelinde yükselen ‘Batı/NATO/AB karşıtı’ güçlere ve ABD’de Donald Trump iktidarının Rusya’yla git gelli barış arayışlarına rağmen, Avrupa’da ‘ana akım siyaset’ savaş hazırlıklarına son sürat devam ediyor. Bu kapsamda, Baltık ülkelerinden yeni bir hamle daha geldi. 

Litvanya, Letonya ve Estonya, ‘Rusya’nın artan tehditleri karşısında sivil halkın güvenliğini sağlamak’ amacıyla kitlesel tahliye planlarını ortaklaşa yürütme kararı aldı. Üç ülkenin içişleri bakanları, 13 Haziranda Vilnius’ta düzenlenen resmi törenle imzaladıkları mutabakatla, sınır ötesi tahliye sürecinde koordinasyonun sağlanmasını, bilgi paylaşımının hızlandırılmasını öngören kapsamlı bir işbirliği başlattı.

Planı “Açık prosedürler ve hızlı bilgi akışı hayati öneme sahip. Bu sayede kriz öncesinde ve esnasında paniğin önüne geçebilir, tedbirleri hızla uygulamaya koyabiliriz” ifadeleriyle tanımlayan Litvanya İçişleri Bakanı Vladislav Kondratovic, özellikle ‘geniş çaplı tahliyelerde’ bu birlikteliğin kritik bir rol oynayacağını savundu. 

Tahliye planında neler var?

Üç ülke, tahliye kapasiteleri, potansiyel tahliye koridorları ve sınır kapılarının durumu gibi bilgileri paylaşacak. Bu bilgiler, halkın güvenli ve hızlı biçimde taşınmasını sağlayacak şekilde kullanılacak. Aynı zamanda engelli, yaşlı, çocuk ve diğer hassas grupların tahliye süreçlerinde özel öncelik alacağı vurgulandı.

Mutabakatın temel hedefi, yayınlanan resmi açıklamada şöyle açıklandı:

“Baltık ülkeleri arasında kitlesel tahliyelere yönelik bölgesel işbirliğini güçlendirmek, ortak tahliye planları hazırlamak ve hızlı bilgi paylaşımıyla ortak zorluklara çözüm bulmak bu mutabakatın ana amacıdır.”

Şu an için imzalanan memorandumun açıklanmış bir bütçesi yok; resmi kaynaklarda herhangi bir harcama miktarı yer almıyor. Öte yandan, geçtiğimiz yıllara baktığımızda örneğin 2024’te Litvanya tek başına kitlesel tahliye altyapısı için yaklaşık 285 milyon euro ayırması bütçenin büyüklüğü konusunda bir fikir verebilir. 

Baltık ülkelerinin attığı bu adım ilk değil, son da olmayacak. Daha önce, halka savaşa hazırlık broşürlerinden, ülkelerdeki mezarlık kapasitesinin hesaplanmasına kadar ciddi savaş hazırlığı planları yapıldı. 

Bunların yanında, geçen ayın sonunda Belçika, Estonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Finlandiya ve İsveç’in içişleri ve sivil savunmadan sorumlu bakanları Brüksel’de bir araya gelerek Avrupa’nın sivil savunma kapasitesinin güçlendirilmesi çağrısında bulunmuştu.

Çağrıda, “sadece askeri değil, iç güvenliğin hazırlıklı olması, istikrarın sağlanması ve çeşitli krizlere karşı direnç geliştirilmesi gerektiği” vurgulanmıştı.

Zapad 2025’in öncesinde

Baltık ülkelerinin bu kararı, Belarus’ta Eylül ayında düzenlenecek olan “Zapad 2025” adlı Rusya-Belarus ortak tatbikatı öncesinde geldi. Moskova ve Minsk’in birlikte düzenlediği bu tatbikatlar, Batı tarafından her seferinde ‘yeni bir saldırının provası’ olarak değerlendiriliyor. 

Bu arada Belarus, tatbikatların ölçeğinin önemli ölçüde küçültüleceğini ve taşınacağını duyurdu. Bu kararın, NATO’yla gerilimi artırmanın önüne geçme amacıyla alındığı iddia edilse de, anlaşılan bu hamle gerilimi düşürmeye yetmiyor.

Sağlık sektörü de savaşa hazırlanıyor

Askeri yapılandırma hamleleri ve geniş çaplı savaşa hazırlık propagandasını, Avrupa’da sağlık sisteminin de ‘Rusya’dan gelen saldırılara’ karşı hazırlıklar takip ediyor.

Litvanya’da kimi hastaneler elektrik ve su kesintilerine karşı önlemler alıp helikopter pistleri inşa ederken, Estonya’da ambulans ekiplerine kurşun geçirmez yelekler ve uydu telefonları sağlıyor. Estonya ayrıca, 

Tahliye planları tartışılırken, Politico’da Doğu Avrupa’nın savaş hazırlıklarına dair dikkat çekici bir haber daha yayınlandı. 

‘Avrupa’nın sınır ülkeleri hastanelerini savaşa hazırlıyor’ başlıklı, Giedre Peseckyte imzalı haber, Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerin sağlık altyapılarını ‘kriz senaryolarına karşı’ seferber ettiğini aktarıyor. 

Peseckyte’nin haberde mikrofon uzattığı isimlerin açıklamaları, Avrupa’da siyaset ve toplumun savaş moduna nasıl hazırlandığı konusunda çarpıcı işaretler barındırıyor:

Estonya Sağlık Kurulu Başkan Yardımcısı Ragnar Vaiknemets: “Burada kötü komşularımız var: Rusya ve Belarus. Bu artık ‘saldıracak mı’ değil, ‘ne zaman saldıracak’ sorusudur.” 

Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk: “Cephe hattındaki ülkeler için hazırlık artık bir tercih değil, zorunluluktur.”

Norveç Sağlık Direktörlüğü’nden Bjørn Guldvog: “Savaş zamanı ihtiyaçlar, normalin üç ila beş katı olabilir.”

Riga’daki Pauls Stradiņš Klinik Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan doktor Rūdolfs Vilde: “Ebeveyn olan doktorların çoğu, çocuklarını ortada bırakıp savaşta çalışmak istemiyor.” 

Letonya Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Agnese Vaļuliene: “En kötüsüne hazırlanmamız gerek. Ama umarız hiç gerçekleşmez.”

Ancak, Rusya’nın ‘olası saldırısıyla’ ilk karşılaşacak ülkeler, askeri ve sağlık alanında oldukça yetersiz.  Estonya, Almanya’ya kıyasla kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısının yarısına sahip. Savaş çıkması durumunda çalışanların ülkede kalıp kalmayacağı ise belirsiz. Litvanya’da yapılan bir ankette, sağlık personelinin yüzde 25’i savaşta kaçacağını belirtmiş; yüzde 33’ü ise kararsız.  

Avrupa’da her 100 bin kişiye ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düşerken, savaş koşullarında bu sayı yeterli değil. Hastanelerin çoğu yalnızca 24-48 saat boyunca yüzde 150 kapasitede çalışabilecek donanıma sahip. Ancak buna rağmen Doğu Avrupa’da birçok hastane, bodrum katlarını ameliyathanelere dönüştürme planı yapıyor. 

Sivil katılım öne çıkıyor 

Savaş hazırlıkları ve tahliye planlarının yanında, Baltık ülkeleri bu yıl çok sayıda tatbikat düzenlemeyi planlıyor. Bu tatbikatların öne çıkan özellikleri ise, yaralı tahliyesi, acil müdahale gibi ‘sivil savunma’ başlıklarının öne çıkması. 

Bütün bu tablonun ortaya çıkardığı gerçek şu: Baltık ülkeleri, Rusya’yla savaşta silahlı kuvvetlerin yeterli olacağına inanmıyor ve bu nedenle halkın da doğrudan cepheye sürüldüğü yeni bir sivil-askeri seferberlik türü inşa ediliyor. Peki böyle bir durumda, Rusya gerçekten bu ülkelere saldırırsa, sivil/asker kayıpları arasındaki ayrım nasıl hesaplanacak? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil. 

Baltık bölgesi, Avrupa’nın doğu sınırı olarak savaşın ilk hedefi olacaklarına inandırılmış durumda. Bu ülkelerin yöneticilerine göre, olası bir Rus saldırısına karşı hazırlık artık yalnızca askerin değil, sivil halkın, doktorun, hemşirenin, itfaiyecinin, hastanenin, kısacası tüm toplumun görevi.

Baltık ülkeleri, ‘Rusya’nın saldırısı’ temelinde soyut bir tehdit senaryosuna göre hareket ediyor. Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Baltık ülkelerine saldıracağı fikri, şu an için bir kehanetten ibaret. Ancak, bölgede artan NATO askeri varlığı, bu senaryoyu ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ haline getirebilir. 

Kaynaklar

https://www.politico.eu/article/baltics-cross-border-evacuation-russia-lithuania-latvia-estonia-ukraine-military-eu/

https://www.politico.eu/article/eastern-europe-baltics-hospitals-wartime-preparation-health-care-russia-ukraine/
https://vrm.lrv.lt/lt/naujienos/baltijos-saliu-vidaus-reikalu-ministrai-stiprina-bendradarbiavima-civilines-saugos-srityje/

https://tvpworld.com/87266026/baltic-states-sign-pact-for-joint-evacuation-strategy

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Okumaya Devam Et

Görüş

Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ziyareti 23 yıl aradan sonra bir ilk oldu. Pazar günü yapılan bu ziyaret konusundapPek çok spekülasyon duyuldu; “Türkiye’ye açık bir mesaj” denildi örneğin. Bir süredir Hindistan’dan Türkiye’ye yönelik çeşitli boykot eylemleri görülüyor. Peki Delhi’nin bir nüfuzu var mı? Dürüst olmak gerekirse çok fazla değil. Ancak bu yazıda konuyu buraya çekmeye niyetim yok. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’e gerçekleşen terör saldırısının ardından mayıs boyunca da devam eden Pakistan ile çatışma sürecinde Ankara’nın İslamabad’a destek veren duruşunda bu kez kartlarını biraz açık oynaması doğal olarak Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yarattı. Türkiye-Hindistan ilişkilerini tartışmaya açtı.

Ancak Hindistan’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik oyunu yalnızca Türkiye’ye karşı bir hoşnutsuzluk siyaseti değil. Güney Kıbrıs ile etkileşim, Hindistan’ın daha büyük Akdeniz puzzle’ının bir parçası. 2023’te Yunanistan (40 yıldır bir Hint başbakanın ilk ziyareti) ve geçen yıl İtalya ziyaretlerinde bulunan Modi bu yıl Fransa’daydı ve Marsilya’da Hindistan konsolosluğunu açtı. Kanada’daki G7 görüşmelerinden önce Güney Kıbrıs’ta bulunan Modi dönüşte de Hırvatistan’a geçti. Bu bir Hindistan başbakanının Hırvatistan’a yaptığı ilk ziyaret ki Güney Kıbrıs ve Hırvatistan IMEC’te potansiyel ortaklar olarak görülüyor.

Güney Kıbrıs ziyareti, Türkiye-Pakistan işbirliğine bir tepki olarak çerçeveleniyor olabilir, ancak çok daha derin. Akdeniz’de önemli görülen Güney Kıbrıs’ın, 2023’te Delhi’deki G20 zirvesinde duyurulan ABD destekli Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru IMEC’in önemli bir bileşeni olması bekleniyor. Hindistan, Güney Kıbrıs ile daha yakın bağları IMEC’e destek olarak görüyor ve İsrail-Güney Kıbrıs enerji çıkarımının potansiyelini dikkate alıyor. Bu, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs (+ ABD) üçlü işbirliğine kadar uzanabilir ve ayrıca Güney Kıbrıs ve İsrail’in IMEC’i destekleyen deniz altı kabloları için elektrik sağlamasına izin verebilir.

Türkiye ve Hindistan ilişkilerinin başlangıcı iyi olsa da ne yazık ki doğası her zaman karmaşık oldu. İlişkilerin ticari, turizm ve kültürel ayakları gelişme gösteriyor. Ancak aynı şey daha önemli olan siyasi ayak için ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hint Müslüman liderlerin -daha sonra Hindistan Ulusal Kongresi tarafından da desteklenen- Hilafet Hareketi ve Hint Müslümanların Milli Mücadele’ye maddi yardımı gibi başlangıç dönemindeki iyi niyetin çoğu Hindistan’ın 1947’deki bölünmesinden sonra ne yazık ki Hindistan’a değil Pakistan’a aktarıldı ve günümüzde bu örnekler yalnızca Delhi ile ilişkileri romantize etme görevi görüyor. Açıkçası 2000’lerin başında Başbakan Bülent Ecevit, Hindistan’a özel bir sempati besleyen ilk ve tek liderdi. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ilişkilerde “sıcak” havanın estiği bir istisnaydı.

Bu istisna dışında Türkiye siyaseti büyük çoğunlukla Pakistan ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde gelişti. Hindistan siyaseti ise Türkiye’yi Pakistan prizmasından gördüğü bir düzlemde. Şurası açık: Yeni Delhi Ankara’nın İslamabad ile yakınlık kurmasından hoşlanmıyor. Özellikle savunma alanında. Bu arada bu ikilem yalnızca Ankara için geçerli değil, hemen her Müslüman ülke aynı ikilemle karşı karşıya. Ancak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Pakistan ile ilişkilerini bir şekilde yumuşattı. Daha da fazla hoşnutsuz olduğu şey, Ankara’nın özellikle Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası platformlarda Keşmir konusunu gündeme getirmesi. Hindistan buna karşılık Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs ile daha yakın bağlar kurdu. Ayrıca, Suudi Arabistan ve BAE ile ortaklıklarını derinleştiriyor. Tüm bunlar Delhi tarafından Ankara’ya yönelik bir “karşı strateji” geliştirme çabası olarak sergileniyor. Yeni Delhi Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için Ankara’ya stratejik olarak karşı koyma planları yapıyor olabilir, ancak yanıbaşında Çin gibi devasa dişli rakibine karşı kendini garantileyebilir ve sürdürülebilir bir düzlem oturtmadan uzak coğrafyalara uzanan strateji planlamalarının başarı ve sürdürülebilirliği gerçekçi değil. Yani bizdeki amiyane tabirle boyundan büyük işlere kalkışmak sözü buraya uygun.

Bu arada, Türkiye’ye yönelik eleştiriler -her zamanki gibi- yüksek sesle dile getirilirken Çin söz konusu olduğunda dikkat çekici bir sessizlik var. Ya da stratejik bir sessizlik demeliydim. Bu çifte standardın ardında daha derin bir jeopolitik ve ekonomik gerçek yatıyor. Hindistan özellikle endüstriyel ekosistemi için Pekin’e fazlasıyla bağımlı. Bağımlılık o kadar derin ki Çin ile -özellikle ticaret kısıtlamalarını içeren- herhangi bir çatışma, Delhi’nin üretim ve elektronik sektörlerinin büyük bir bölümünü felç etme riski taşıyor. Bu ekonomik bağımlılık Hindistan’ın daha güçlü ve vazgeçilmez bir oyuncu olan Çin’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken sembolik olarak karşı karşıya gelmesi daha kolay olan Türkiye’yi neden hedef aldığını açıklıyor. Ki Delhi’nin Pekin konusundaki sessizliği rastlantısal değil, hesaplanmış bir durum; ekonomik kısıtlamalar, stratejik zaaflar ve küresel tedarik zincirlerinin acil gerçekleri dikkate alınarak hesaplanmış bir durum.

Gerçekçi bir bakış açısıyla -romantizm gözlüğünü takmadan- şu açıkça söylenebilir: Ankara, Keşmir ve Pakistan’a yönelik politikasını değiştirmediği sürece, yakın gelecekte ikili ilişkilerin çok fazla iyileşmesi pek olası görünmüyor. Normal koşullarda, ortak kültürel bağlara sahip iki dost ülke arasındaki büyüyen işbirliği pek kaygı yaratmayabilir. Ancak giderek daha görünür hale gelen Ankara ile İslamabad arasındaki yakınlık, Pakistan ile Hindistan arasındaki artan gerginliklerin ortasında şekilleniyor. Türkiye için Pakistan ile ilişki kurmak, Hindistan ile bağların pahasına olmak zorunda değil. Ancak Hindistan ve Pakistan’ın her birinin diğerinin dış ilişkilerini sıfır toplamlı bir rekabetin parçası olarak algıladığını unutmayın. Delhi’nin algısı, Türkiye’nin Pakistan’ı yalnızca diplomatik olarak desteklemekle kalmayıp aynı zamanda bölgesel askeri dengeyi etkileyecek şekilde savunma kapasitesini önemli ölçüde güçlendirdiği yönünde. Ankara’nın mevcut politikası Hindistan’ın mevcut algısını güçlendiriyor.

Burada Hindistan ve Pakistan arasındaki oyunun büyük etkisi var. Oyun şöyle: Pakistan belirli bir Müslüman çoğunluklu ülkeyle ilişkiler kurmada daha aktif olduğunda, Hindistan o ülkenin rakibiyle daha fazla etkileşime giriyor. Burada asıl söz konusu olanlar: Türkiye-Yunanistan ve Azerbaycan-Ermenistan. Pakistan Türkiye ve Azerbaycan’a ne kadar yakınlaşıyorsa, Hindistan da Yunanistan ve Ermenistan’a o kadar yakınlaşıyor. Hindistan için denkleme aynı zamanda Güney Kıbrıs ve İran’ı da dahil edin. İsrail’i de unutmamak gerek. Delhi’deki birçok kişi, örneğin, Hindistan’ın İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail’e hızla ulaşarak yakın savunma ve stratejik ilişkiler aramasını, Ankara’nın Pakistan, Bangladeş ve Maldivler ile olan savunma ilişkilerine bir tepki olarak açıkladı.

Yeni Delhi, Üç Kardeş İttifakı olarak nitelenmeye başlayan Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan’ın Hindistan’a meydan okumak için birlikte çalıştığını düşünüyor ve bu jeopolitik koalisyonun yükselişinden kaygı duyuyor. Son Hindistan-Pakistan çatışmasında İslamabad’a Türkiye’den çok daha sert bir retorikle açık diplomatik desteğini sunan ülkenin Azerbaycan olduğu bilinmeli. Ki Delhi, Ermenistan ordusunu güçlendiriyor ve bu Bakü’yü kızdırıyor. Yeni Delhi, Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan arasında oluşturulan üçlü yarı ittifaka diplomatik olarak karşı koymak için İran ve Ermenistan ile yakın çalışma yoluna gitti. Her iki ülke de bu oluşumdan kaygı duyuyor. Erivan, Bakü ile yıllardır süren bir toprak mücadelesi veriyor. Tahran, İran’da yaşayan milyonlarca Azeri nedeniyle Bakü ile gerginlik yaşıyor ki onların Azerbaycan ile yakın kültürel bağları var ve İran, Bakü’nün bu bağları ayrılıkçı hareketleri desteklemek için kullanacağından korkuyor.

Hindistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Ermenistan ve İran ile yakın bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Gergin ama düşmanca olmayan Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri zaman geçtikçe daha da kötüleşebilir. Modi bloklar oluşturuyor. Türkiye Pakistan’ı Hindistan’a karşı açıkça desteklediğinden Yunanistan’a mesaj göndermek için Güney Kıbrıs’ta. Güney Kıbrıs, Yeni Delhi’nin güvenilir dostu olarak görülüyor. Hindistan, Kıbrıs sorununa bir çözüm olarak BM Kararlarına dayalı Rumların önderliğinde iki bölgeli iki toplumlu bir federasyonu destekliyor. Modi’nin Keşmir konusunda BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelmesi ancak Kıbrıs konusunda BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk yoluyla çözülmesini savunması tuhaf bir ikiyüzlülük.

Türkiye ve Pakistan iyi niyeti besleyen doğasıyla köklü kültürel bağları paylaşmaya devam edecek. Buna karşın Ankara’nın bölgesel anlaşmazlıklarda açık bir “hizalanma” sinyali vermekten kaçınacak şekilde eylemlerini kalibre etmesi gerekiyor. Ki ölümcül bir çatışmada açıkça taraf seçmek kısa vadeli dayanışma sağlayabilir ancak özellikle ticaret, diplomasi ve çok taraflı forumlarda Ankara’nın özlemlerine uzun vadeli zarar verebilir. Yükselen bir ekonomik ve politik güç olarak Hindistan, Asya’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın BRICS gibi platformlara katılımı veya Küresel Güney ile bağları genişletme konusundaki ilgisi, Yeni Delhi ile yapıcı bağlardan yararlanır.

Doğrusu Hindistan Türkiye ile bağlarını güçlendirmeye çalışıyordu. Ve açıkçası depremden sonra iyi niyet göstergesi olarak sunduğu Dost Operasyonu’nun ardından ilişkilerin özellikle siyaseten güçleneceği yönünde büyük bir beklentiye girmişti. Yeni Delhi İslamabad ile son çatışmasındaki Ankara tutumunu, “Hindistan’ın dostluğunu reddetti” olarak algıladı. İnsani yardımın sürekli dile getirilmesi hoş bir davranış değil ayrıca. Ve devletler büyük çoğunlukla rasyonel varlıklardır ve doğal olarak onlardan minnettarlık duygusuyla değil, çıkar güdümlü politika geliştirmeleri beklenir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi bölgesel anlaşmazlıklarda ve duyarlılıklar noktasında “stratejik gizem” belki daha doğru bir yaklaşım tarzı olabilir.

Romantizme gerek yok, özellikle 2019’dan bu yana ikili ilişkiler ciddi düşüşte ve ufukta sürpriz bir sıçrama da olası görünmüyor. Zaten muazzam değildi, diye de düşünenler olabilir tabii.

Okumaya Devam Et

Görüş

Kış Geliyor

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

İsrail, siyasi olarak harekete geçmek için tarihi bir fırsat gördü. ABD-İran görüşmelerinin başarısız göründüğü, İran’ın zayıfladığı bir zaman. Peki yakın geçmişten bu noktaya nasıl geldik?

Geçmişte İran, “direniş ekseni” dediği vekil güçlerine, yani bölgede dolaylı savaş veren milislere başvuruyordu. Bu bir tür “ileri savunma” stratejisi idi. Geldiğimiz noktada bu kabiliyeti büyük ölçüde kaybettiler. En önemli bölgesel müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah, geçen yıl İsrail tarafından büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Suriye’de de rejim değişti. Yemen’deki Husiler dışında hâlâ aktif bir vekil gücü kalmadı. İsrail de İran bu kapasiteyi yeniden inşa etmeden önce bu zayıflıktan faydalanmaya çalışıyor.

Her ne kadar İran son aylarda bombaya çok daha yakın bir konuma gelmese de zenginleştirilmiş uranyum stokları ciddi şekilde artış gösterdi. Yani dokunulmaz ve daha cüretkar bir İran ile karşı karşıya kalması giderek yaklaşıyordu. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, İsrail böyle büyük bir riski almaya karar verdi. Bu sadece nükleer tesislere değil, İran’ın askeri tesisleri, hava savunma sistemleri ve özellikle üst düzey askeri liderler ile bilim insanlarının hedef alındığı çok daha kapsamlı bir saldırı.

Hizbullah Saldırıları ile Paralel Strateji

İsrail’in İran’a uyguladığı saldırı stratejisi, geçen yıl Hizbullah’a karşı Lübnan’da izlenen stratejiye benziyor; sadece alt yapıyı değil, aynı zamanda komuta zincirini de hedef alıyorlar. Hem “know how” hem de yönetimi elimine etmeye çalışıyorlar. Böylece hem psikolojik üstünlük sağlıyorlar hem de birikmiş deneyim ve bilgiyi yok ederek iletilmesine engel olmaya çalışıyorlar. Çünkü Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları gibi yapılarda tam kontrolün sağlanması için yetki ve karar alma mekanizmaları kişilere fazlası ile bağlı. Onların devre dışına çıkarılması ciddi bir bozgun durumu yaratıyor.

İsrail’in İran’a düzenlediği saldırı “sınırlı bir operasyon” değil. Uzun süredir planlanan kapsamlı bir operasyon ve yine uzun sürmesi beklenilen bir savaşın parçası olduğu aşikar. Netanyahu’nun halkına Haziran ortasında sıcak tutacak giysiler bulundurun demesi ne beklememiz gerektiği konusunda işaretler içeriyor. Şimdilik, bölgeye etkisi olan ama henüz yayılmamış bir savaş bu. İsrail’in İran’a ulaşması ya da İran’ın İsrail’e saldırabilmesi için Ürdün, Irak, Suriye gibi ülkelerin hava sahasından geçmesi gerekiyor. Yani ne olursa olsun bu ülkeler etkilenecek. Örneğin İran’ın İsrail’e gönderdiği insansız hava araçlarını Ürdün engelledi, çünkü güzergah üzerinde yer alıyor. İran, İsrail’e insansız hava aracı gönderdiğinde bunlar ya Irak, ya Suudi Arabistan, ya Ürdün ya da Suriye üzerinden geçmek zorunda.

Açıkça Savaş İlanı

İsrail bu operasyonun bir savaşın başlangıcı olduğunu açıkça belirtti. Genelde böyle açıklamalar yapılmaz ama hem Başbakan hem de Genelkurmay Başkanı yaptıkları açıklamalarda “İslam rejiminin yeteneklerine karşı bir savaşa başladık” dediler. Yıllar önce planlanmaya başlayan bu savaş, hem nükleer kapasitelere hem de kıtalararası balistik füzelerin fırlatma ve üretim merkezleri ile çeşitli tipte insansız hava araçlarını da hedef alıyor. İsrail, müzakerelerde çözüm olmayacağı varsayımıyla bu askeri kapasitelere karşı saldırı planları zaten geliştiriyordu. Şimdi saldırıya başlamasının sebeplerinden biri de bu müzakereler sadece nükleer meseleye odaklanmıştı; diğer silah sistemleri hiç masada değildi.

Bu saldırı, özellikle Nisan ve Ekim 2024’te İran’la yaşanan misilleme saldırılarından sonra çok daha hedefli ve incelikli şekilde planlandı. O karşılıklı saldırılardan dersler çıkarıldı. Şimdi çok daha kapsamlı ve kesin bir savaş başlatıldı.

İsrail, Netanyahu’nun söylediğinin aksine şu anda yakın ve varoluşsal bir tehdit altında değil. Zaten İran’ın vekil güçlerini tek tek zayıflatıp neredeyse elimine eden İsrail için, sonunda şimdilik asıl amacına yani İran’a sıra geldi. İsrail’in bile beklentisi uzun ve çetin bir mücadele. Netanyahu’nun halkına sıcak giysilerini yanınızda bulundurun tavsiyesinin bizlere hatırlattığı da, popüler kültürün ünlü bir dizisindeki slogan gibi “Kış geliyor”…

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English