Görüş
Harris, Beyaz Saray’ı savunmada resmen Demokratlara liderlik ediyor

22 Ağustos’ta, ABD Demokrat Parti’sinin Chicago’da düzenlediği dört günlük ulusal kongre sona erdi ve mevcut Başkan Yardımcısı Kamala Harris, bir sonraki seçimler için Demokrat Parti’nin başkan adayı olarak resmen belirlendi. Minnesota Valisi Tim Walz ise başkan yardımcısı adayı oldu. Kongrede birçok eski başkan ve önemli Demokrat yetkili de yer aldı ve Harris’e destek verdiler. Chicago kongresi, Demokrat Parti’nin Harris’in liderliğinde Beyaz Saray’ı savunma savaşının startını verdiğini ve 8 Kasım’da Cumhuriyetçi rakipleri, eski Başkan Trump ve yardımcısı Vance’i yenme kararlılığını ortaya koydu.
Harris, ağustos başında parti içindeki 4500 temsilcinin çevrim içi oylarıyla Demokrat Parti’nin başkan adayı olarak seçilmişti. Dolayısıyla, Chicago kongresi yalnızca bir yetki onaylama kongresi değil, aynı zamanda bir motivasyon ve yemin töreni olarak, “Harris-Walz” yeni kombinasyonunu desteklemek ve Demokrat Parti’yi ve ortada yer alan seçmenleri etkilemek amacıyla yapıldı. Ayrıca bu kongre, “Biden sonrası dönem” ya da “Harris dönemi” seçim kampanyasının başlangıcına işaret ediyor.
Harris, seçim kampanyası ilerledikçe ve mevcut Başkan Biden’ın performansı düştükçe, beklenmedik bir şekilde görevi devralmak zorunda kaldı. Bu durum hem beklenmedik hem de beklenebilir bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Demokrat Parti dört yıl önce “Biden-Harris” kombinasyonunu sunduğunda, bu durumun ileride bir lider değişikliğine yol açabilecek şekilde tasarlandığı ve öngörüldüğü düşünülüyordu. Harris’in Demokrat Parti’nin adayı olarak seçilmesi, Amerikan halkı için yenilik getiriyor. Biden ve Trump’tan 20 yaş genç olan Harris, Beyaz Saray’ı savunabilirse, ABD tarihinin ilk kadın başkanı ve ilk Güney Asyalı başkanı olacak.
Demokrat Parti, Beyaz Saray’daki konumunu koruma konusunda kararlı. Önce, Temsilciler Meclisi Başkanı Pelosi ve mevcut Senato Çoğunluk Lideri Schumer gibi büyük isimler Biden’a seçimden çekilmesi için baskı yaptı. Ardından, eski Başkanlar Clinton ve Obama çiftleri de Harris’e destek verdiler. Yeniden seçilme şansı kalmayan Biden bile kişisel hüsran ve üzüntülerini bir kenara bırakarak, 59 yaşındaki Harris’i büyük bir heyecanla destekledi. Bu faktörler ve Chicago kongresi Demokrat Parti’nin birleşik bir ruh içinde olduğunu ve kamuoyunu etkilediğini gösterdi.
Amerikalıların değişime olan ilgisi göz önüne alındığında, Biden’ın çekilmesi ve Harris’in görevi devralması, seçim havasının Demokrat Parti için olumlu yönde değiştiğini gösteriyor. Harris, temmuz ayında küçük çaplı bağışlardan 200 milyon dolardan fazla topladı, bu da Trump’ın topladığı miktarın dört katından fazla. 19 Ağustos itibarıyla 538 sitesindeki ulusal anketler, Harris’in %46,6 destek oranıyla Trump’ın %43,8’ini geçtiğini ve bazı kilit eyaletlerde açık ara önde olduğunu gösterdi. Ayrıca, yeni seçmenleri çekme açısından, Harris’in etkisi Trump’ınkinden daha büyük.
Öte yandan, Trump’ı olumsuz gösteren kamuoyunun sesi yükseldi ve bu durum, Trump’ın Vance’i yardımcısı olarak seçmesinden ve saldırıya uğramasından sonra yaşanan olayların büyük bir fark yarattığını gösteriyor. Cumhuriyetçi Parti’nin “Trumplaşması” sağlansa da, önemli isimlerin eksikliği ve etkili eski liderlerin destek vermemesi nedeniyle, Trump yalnız ve Cumhuriyetçi Parti’nin kendi kendine mücadele ettiği bir durumda.
Analistler, Demokrat Parti’nin lider değişikliğinden sonra seçim havasının değişmesinin üç ana nedenini sıralıyor: Birincisi, Trump yaşça kendisinden sadece üç yaş büyük ve sağlık durumu kötü olan Biden’ı hedef alıyordu. Demokrat Parti’nin enerjik bir aday olan Harris’i sunması, Trump’la ilgili yaşlı ve yorgun bir izlenim oluşmasına neden oldu. İkincisi, Trump’ın saldırıya uğramasının ardından travma sonrası belirtiler ve düşünce karmaşası yaşadığı ve ruhsal durumunun kötüleştiği yönünde şüpheler var. Üçüncüsü, Vance’in sahneye çıkması, deneyimsizliği ve aşırı söylemleri iki hafta içinde destek oranının %6 düşmesine neden oldu ve bu durum Trump’ı olumsuz etkileyerek Cumhuriyetçi Parti içinde “geçici değişiklik” taleplerine yol açtı.
ABD seçimlerinde nadir görülen bir “temmuz sürprizi” ardından “ağustos dalgalanması” yaşandı. Kamuoyunun iki ay sürecek seçim sürecinin nasıl gelişeceğini öngörmesi zor. Ekim ayında beklenen “ekim sürprizi” de göz önüne alındığında, Harris’in Biden’ın yerine geçmesi ve getirdiği yenilikler, Beyaz Saray’ın yeni sahibi olup olmayacağını belirleyecek.
Harris yeni bir yüz değil, ancak kamuoyu bu Demokrat Parti’nin yeni liderini yeterince tanımıyor olabilir. Son dört yılda Harris, güvenlik işleriyle ilgilenen Başkan Yardımcısı olarak pek fazla öne çıkmadı. Karar alma sürecindeki rolü, medya görünürlüğü ve varlığı, önceki başkan yardımcılarınınkiler kadar belirgin değil. Harris’in avantajları genç olması, zeki olması ve kadınlar ve azınlık gruplarını temsil etmesidir.
Dört yıl önce 15 Ağustos’ta, “Biden-Harris” kombinasyonunun Beyaz Saray’ı kazanıp kazanamayacağını analiz ettiğim yazımda, bu iki kişilik takımın avantajlarının uzun vadede Beyaz Saray’ı ellerinde tutmalarını sağlayabileceğini ve Harris’in Biden’ı destekleyici rolünün bir gün onu başkan adayı yapabileceğini belirtmiştim. Bugün, bu tahmin gerçekleşti ve Harris, kritik bir anda Biden’ın yerini alarak Demokrat Parti’nin başkanı oldu ve olumlu bir kampanya havası yakaladı. Ancak, Cumhuriyetçi Parti ve Trump hala önemli bir şansa sahip olduklarını düşünüyor ve yeniden güçlü bir şekilde geri dönmeye çalışıyor. Trump, son günlerde savaşılan eyaletlerde düzenlediği etkinliklerde, Cumhuriyetçi Parti’nin avantajlı gördüğü konulara dair konuşmalar yapıyor, ekonomiyi, suçları ve güvenliği tartışıyor. Trump, “Amerika’yı daha büyük yap” sloganını “Amerika’yı daha güvenli yap” olarak değiştirdi.
Ayrıca, Trump’ın parti içindeki popülaritesi yüksek kalmaya devam ediyor. Destekçileri, Harris ve Demokrat Parti’nin aday değişikliğinin coşkusunu yaşadığını ancak seçmenler Harris’in önceki sözlerini ve duruşunu daha iyi anladıklarında ona karşı olumsuz bir tutum geliştirebileceklerini düşünüyor. Bazı anketler Harris’in Pennsylvania, Michigan ve Wisconsin gibi kilit eyaletlerde Biden’dan daha iyi performans gösterdiğini gösterse de, çoğu anket Beyaz Saray yarışının hala dengede olduğunu ortaya koyuyor. Harris ekibi de, “anketler, açık verilerin gösterdiği kadar olumlu değil” şeklinde bir itirafta bulunuyor.
Harris mi, Trump mı? Demokrat Parti mi, Cumhuriyetçi Parti mi? Sonuçları 80 gün sonra göreceğiz.
*Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…

İki gün önce, 22 Nisan’da, Başbakan Modi’nin Suudi Arabistan’da bulunduğu sıralarda Jammu ve Keşmir’deki turistik Pahalgam ‘da sivillere (turistlere) yönelik bir terör saldırısı gerçekleşti. 20’den fazla kişinin öldüğü ve çok sayıda kişinin yaralandığı bu saldırı nedeni ile Modi, iki günlük Arabistan ziyaretini yarıda keserek, 23 Nisan sabahı Delhi’ye acil dönüş yaptı. Aslında şimdi Modi’nin bu ziyaretini konuşuyor olabilirdik Ki Hindistan’ın istikrarlı bir şekilde stratejik, ekonomik ve güvenlik ortaklıkları kurduğu bir ülke olan Suudi Arabistan ziyareti önemliydi.
Neyse, saldırıya yönelik ilk değerlendirme şöyle olabilir: Hindistan’ın Başbakanı Suudi topraklarında iken Hindistan’da bir terör saldırısının olması anlamlı ki bu, Delhi’nin Güney Asya’da hala istikrarsızlaştırıcı kaldıraçlara sahip olduğunu, Keşmir sorununun hala yakıcı olduğunu hatırlatma çabası olarak anlamlandırılabilir. Ki bir de Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in de saldırı günü Hindistan’da bulunduğunu atlamayalım. Ticaret ve savunmada Hindistan ve Amerika bağlarını derinleştirmeyi amaçlıyor ve bu, son yıllarda Washington’da iki partili ivme kazanan bir yörünge ki Yeni Delhi’nin Batı ile artan uyumu ayrıca hassas nokta…
Pahalgam saldırısı sonrası Hindistan alarmda… Hint yetkililer saldırıdan Pakistan’ı sorumlu tutarak, saldırıyı düzenleyenlerin Pakistan’dan geldiğini iddia etti. Ulusal basında çıkan haberlere göre, kısa süre sonra saldırının sorumluluğunu üstlenen, Leşker-i Tayyibe’nin bir kolu olan Direniş Cephesi isimli bir grup oldu. Hindistan cephesinde tepkisel ilk reaksiyon olarak, Pahalgam saldırısından yalnızca birkaç gün önce Pakistan’ın Kara Kuvvetleri Komutanı Syed Asım Munir’in “iki ulus teorisini açıkça öne süren ve Keşmir’i Pakistan’ın ‘şah damarı’ olarak niteleyen” konuşmasının, “terör vekillerine stratejik bir yeşil ışık gibi okunduğu” öne sürüldü.
Jammu ve Keşmir polisi Pahalgam terör saldırısına karışan terörist çizimlerini yayınladı. Buna göre, Leşker-i Tayyibe silahlı örgüte mensup üç kişinin (saldırıyı dört kişinin yaptığı söyleniyor) yer aldığı çizimlerde 2’sinin Pakistan uyruklu olduğu ifade ediliyor. Ayrıca, onlar hakkında paylaşılabilecek herhangi bir bilgi için ödül verileceğini belirtiyor.
Leşker-i Tayyibe, Hindistan kontrolündeki Keşmir’in Pakistan ile birleşmesi için mücadele eden Pakistan merkezli, ancak Pakistan’da yasaklı bir grup. Amerika tarafından terörist grup olarak listeleniyor ki 2019’da Pakistanlı yetkililerce tutuklanan lideri Hafız Said, Amerika’nın terörist listesinde bulunuyordu ve başına 10 milyon dolar ödül konmuştu. Bu kişi ayrıca Hindistan’ın da en çok aranan isimlerinden biriydi. Yeni Delhi, 166 kişinin öldüğü 2008 Mumbai saldırısı başta olmak üzere Keşmir ve Hindistan şehirlerindeki birçok ölümcül saldırıdan bu grubu sorumlu tutuyor.
Pahalgam saldırısı sonrası Delhi hızla vatandaşlarına Pakistan’a seyahat etmekten kaçınmalarını ve şu anda Pakistan’da bulunan vatandaşlarına da en kısa sürede Hindistan’a dönmelerini tavsiye etti. Ve saldırıdan sonraki gün, 23 Nisan, Delhi’de ardı ardına gelişmenin yaşandığı bir gün oldu: Pakistan ile ilişkilerini düşürdü, halk bağlantılarını azalttı, İndus Su Anlaşması’nı dondurdu, diplomatlar sınırdışı edildi, Pakistanlıların Hindistan’a girmesi engellendi (Hindistan vizesi olan ve Wagha Attari sınırından gelen Pakistanlılar bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.) Ayrıca, Delhi’deki Pakistan Yüksek Komisyonu önünde protestolar yaşanırken İslamabad’daki Hindistan Yüksek Komisyonu önünde de misilleme amaçlı protestolar görüldü.
VE YENİ DELHİ HIZLA 5 KARAR ALDI:
- Indus su anlaşması askıya alındı.
- Diplomatik misyon gücü 30’a düşürüldü.
- Pakistanlı askeri diplomatlar istenmeyen kişi ilan edildi (Bu kişiler bir hafta içinde ülkeyi terk etmek durumunda.)
- Pakistan uyruklular için SAARC vizeleri iptal edildi. (Saarc Vizesi sahibi Pakistanlı vatandaşlar 48 saat içinde ülkeyi terk etmek durumunda. Ayrıca, Pakistanlı vatandaşlara yönelik tüm geçerli vizelerin 27 Nisan’dan itibaren iptal edildiğini açıkladı ki bunun bir istisnası, tıbbi vizeler 29 Nisan’da iptal edilecek.)
- Wagha Attari sınır kontrol noktası kapatıldı. (Hindistan’ın Attari sınırını kapattığını duyurmasından bir gün sonra Pakistan da Wagha sınırını Hindistan’dan sınır ötesi geçişlere istisnasız kapattığını duyurdu.)
PEKİ, BU DİPLOMATİK ADIMLAR NE ANLAMA GELİYOR?
INDUS SU ANTLAŞMASI’NIN ASKIDA OLMASI:
Bu, Hindistan’ın Pakistan’a su akışını hemen durdurduğu veya derhal durduracağı anlamına gelmeyebilir, ancak güçlü bir siyasi mesaj gönderiyor. Bu, temelde -anlaşma uyarınca söz konusu olan- hiçbir veri paylaşımının olmayacağı ve suyun paylaşılması zorunluluğunun olmayacağı anlamına geliyor. Pakistan’ın Punjab eyaleti sulama için İndus havzasından gelen suya büyük ölçüde bağımlı. Bu karar aslında gelecekte suyun durdurulabileceği veya azaltılabileceği korkusu ve belirsizliği yaratıyor. Kİ nehir suyu öyle göz açıp kapayıncaya kadar kapatılabilen bir musluk gibi değil, dolayısıyla bu şu an için Pakistan’a psikolojik korku yaratmak amaçlı.
SAARC VİZELERİNİN PAKİSTAN İÇİN İPTALİ:
Yeni Delhi’nin ifade ettiğine göre raporlar, yaklaşık 200 Pakistanlının SAARC vizeleri kullanarak Hindistan’a girdiğini, ancak şu anda hiçbir Hint’in aktif bir SAARC vizesi olmadığını gösteriyor. Bu hareket, tek taraflı bir tavizi sonlandırıyor ve giriş protokollerini sıkılaştırıyor.
DİPLOMATİK MİSYON GÜCÜNÜ 30’A DÜŞÜRME:
Hem Yeni Delhi hem de İslamabad’daki diplomatik varlığın 55’ten 30’a azaltılması kararı, Hindistan’ın bağları tamamen kesmeden angajmanı azalttığını gösteriyor. Gelecekteki görüşmeler için dar bir pencere açık bırakıyor Kİ bu, Hindistan için ancak yalnızca Pakistan’ın terörizme karşı görünür ve katı bir eylemde bulunması durumunda yapıcı iletişim olanağı sunacağı anlamına geliyor.
PAKİSTANLI SAVUNMA DANIŞMANLARININ İSTENMEYEN KİŞİ İLAN EDİLMESİ:
Pakistan’ın Hindistan’da görevlendirilen askeri, deniz ve hava ataşeleri istenmeyen kişi ilan edildi ve ayrılmaları için bir hafta süre tanındı. Bu aslında savunma düzeyindeki diyaloğu düşürmeyi amaçlayan büyük bir diplomatik aşağılama anlamına geliyor.
ATTARİ-WAGAH SINIR KAPISININ KAPATILMASI:
Pahalgam saldırısı sonrası tüm ticaret askıya alındı. Kapanış, ticaret ve sivil hareketliliğin ötesine uzanıyor gibi. Şimdi aklıma şöyle bir soru geldi: Wagah’taki sembolik törenler de askıya alınacak mı?..
Neyse, bu arada, tüm suçlamaları reddeden Pakistan da Hindistan adımlarına karşı aynen misillemede bulundu. VE Yeni Delhi’nin İndus Havzası’nda yasal olarak Pakistan’a ait suyun akışını durdurmaya ya da yönlendirmeye yönelik her türlü girişiminin “savaş nedeni” sayılacağını bildirdi.
INDUS ÖNEMLİ…
İndus Havzası, Asya’daki en büyük nehir havzalarından biri. Aslında dört ülkenin -Çin, Hindistan, Pakistan, Afganistan- paylaştığı İndus sularının kullanımında Hindistan ile Pakistan arasında sorun yaşanıyor. Ki İndus suları sorunsalının temel dayanağı bu ikilinin Keşmir sorunu. Keşmir’in Hindistan kontrolündeki kısmı Jammu ve Keşmir stratejik bir konumda, İndus Nehir Sistemi kollarının çoğu buradan doğar. Kİ bunun doğal anlamı, Keşmir’de egemenliği olan devlet, İndus Sistemi’nin suları üzerinde kontrol sahibi olur.
İndus Havzası’nda geliştirilen sulama sisteminin büyük bir bölümü Punjab’da yer alır ve burası da Doğu Punjab, Hindistan ve Batı Punjab, Pakistan olarak bölünmüş durumda. Ve bu bölünmüşlük Punjab’ın sulama altyapısını da Hindistan sınırlarında nehrin yukarısındaki su akışını kontrol eden yapılar ile Pakistan sınırları içinde kalan ve nehrin aşağısında bulunan bağımlı kanalları da bölmüş durumda. Yani Hindistan “yukarı kıyıdaş ülke” veya memba ülkesi konumunda. Böylelikle “aşağı kıyıdaş ülke” veya mansap ülkesi konumunda kalan Pakistan, sulama sistemleri açısından dezavantajlı bir konumda. Ve Pakistan ekonomisinin yüzde 20’si İndus Nehri çevresindeki faaliyetlere bağımlı. Yeni Delhi’nin hidroelektrik potansiyeli çerçevesinde, Jammu ve Keşmir de dahil Hindistan’ın kuzey bölgesine hizmet veren İndus Havzası, Brahmaputra’dan sonra ikinci sırada. 19 Eylül 1960 tarihinde imzalanan “İndus Suları Anlaşması” uyarınca nehrin doğu kolları -Sutlej, Beas, Ravi- Hindistan’ın, batı kolları -İndus, Jhelum, Çenab- ise Pakistan’ın kullanımında.
ANCAK İkili arasında bu sınıraşan su konusu her Keşmir sorunu patlak verdiğinde bir soruna dönüşüyor. Su sorunu tek başına doğrudan bir sıcak savaşa yol açmaz ama Keşmir sorunu başta olmak üzere beslendiği diğer sorunlar tırmandığı zaman istisnasız bir silaha dönüşüyor… Kİ Bu da ikili arasında her zaman çatışma riski barındırıyor…
Görüş
Dönüşümün gereklilikleri ve ulusal ortaklığın ihtiyaçları arasında Hamas

Hamas, Filistin tarihinde çok önemli bir dönüm noktasında duruyor; bu nokta, Gazze’deki saldırganlığın ve soykırım savaşının yıkımının ötesine geçiyor. Bu dönem, süreklilik, Hamas’ın Filistin ulusal arenasındaki rolü ve bölgesel ile uluslararası çatışma dinamiklerindeki önemli değişimler ışığında ulusal eylemin yeniden tanımlanması gibi varoluşsal soruları gündeme getiriyor.
Aksa Tufanı operasyonu, İsrail bilincinde derin bir şok yarattı. Bu şok, aşırı Siyonist sağ tarafından tüm Filistin halkını hedef alan sıfır toplamlı bir savaşı meşrulaştırmak için kullanıldı. Aynı zamanda, Filistin ulusal projesini tehdit eden derin yapısal ve siyasi zorlukları da gün yüzüne çıkardı. Bunlar arasında, artık elit çevreleri aşan ve Filistin toplumunun çekirdeğine dokunan derinleşen siyasi bölünme yer alıyor. Bu bölünme, Gazze’deki savaşın kapsamlı doğası ve taban hareketleri üzerinde ağırlaşan jeopolitik kısıtlamalar tarafından körükleniyor.
Bu krizi ağırlaştıran bir diğer etken ise, muhtemelen resmi Filistin kurumlarının zayıflamasından bile önce başlayan, Filistinli grupları etkileyen kurumsal bozulmadır. Bu durum, hem siyasi çabaları hem de direnişi bütünleştiren, böylece meşruiyet ile silahlı mücadele arasındaki zararlı ayrımı kapatan birleşik bir ulusal strateji oluşturabilecek kolektif siyasi vizyonun yokluğuna yol açtı.
Mevcut olaylar artık basitçe Hamas’ı kökünden sökme savaşı veya askeri kapasitesini azaltma kampanyası olarak çerçevelenemez. Askeri araçların daha geniş çatışma dinamiklerini değiştirme veya İsrail saldırganlığını dizginleme konusundaki sınırlılıkları açıkça ortaya çıktı. Bu araçların, Filistin halkını ve davasını yok etmekle tehdit eden kesin bir çözümü zorlama yönündeki İsrail çabalarını durdurmada etkisiz olduğu kanıtlandı.
Bugün savaş, giderek artan şekilde düşmanlıkları uzatmak ve Filistin coğrafyasını parçalama, demografik birliği dağıtma ve ulusal kimliği baltalama yönündeki İsrail planlarını uygulamak için bir bahane olarak kullanılıyor. Bu durum, İsrail’in aldatıcı taktiklerini ortaya çıkaran esir takası dosyası etrafındaki müzakerelerin manipülasyonunda özellikle belirgin.
Dahası, bu anı uzun süredir devam eden mücadelenin “basit anlamda bir başka safhası” olarak görmek artık kabul edilemez. Filistin halkının katlandığı muazzam insani ve siyasi maliyetler, savaşın belirgin bir sonunun olmamasıyla birleştiğinde, bunu benzeri görülmemiş ve belirleyici bir an hâline getiriyor. Bu, mevcut tüm strateji ve araçların kapsamlı bir ulusal düzeyde yeniden değerlendirilmesini gerektiriyor.
Tek başına direnişten kapsamlı ulusal ortaklığa
Deneyimler, direnişin hem meşru hem de gerekli olmasına rağmen, kapsamlı bir ulusal projenin yerini alamayacağını gösterdi. Ne de ulusal ortaklık çerçevesi dışında veya tek taraflı karar alma yoluyla etkili bir şekilde yürütülebilir. Bu ilke, diğer ulusal güçleri dışlayan tek bir grubun hakim olduğu siyasi süreçler için de eşit derecede geçerli.
Gereken şey, çatışmanın kültürel, bölgesel ve uluslararası boyutlardaki karmaşıklığını ele alan birleşik bir yaklaşım. Bu, karar almada tam ulusal ortaklığı, bölgesel gerçeklerin, uluslararası bağlamların dikkatli bir şekilde değerlendirilmesini ve güç ile kaynaklar dengesinin hassas bir şekilde ölçülmesini gerektirir.
Sahadaki önemli etkisi ve halk desteği göz önüne alındığında, Hamas’ın aşağıdakileri içeren çok düzeyli bir stratejik dönüşümü benimsemesi gerekiyor:
1) Kolektif liderliğe geçiş
Hamas, bireysel bir direniş modelinden birleşik bir ulusal çerçeve içinde kolektif liderliğe geçmeli. Bu, Filistin siyasetini entegrasyon ve ortaklık temelinde yeniden kuracaktır. Hamas, ulusal meşruiyete bağlı kalmalı, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile uyumlu olmalı ve ya FKÖ Yürütme Komitesi’ndeki temsiliyeti aracılığıyla ya da Filistin Ulusal Konseyi için demokratik seçimlere giden bir geçiş döneminde uzlaşıya dayalı figürleri destekleyerek politika oluşturmaya doğrudan katkıda bulunmalı.
2) Siyasi ve örgütsel yenilenme
Hamas’ın, yapıcı tarafsızlığa dayalı bölgesel ilişkileri geliştiren dengeli bir dış politika aracılığıyla kendisini siyasi olarak yeniden konumlandırması gerekiyor. Bu, Filistin davasının hizmetinde Arap ulusal güvenliğine bağlılığı ve dış bağımlılığın net bir şekilde reddedilmesini içerir.
3) Uluslararası hukukun benimsenmesi
Uluslararası hukuk, Filistin ulusal çıkarlarını ilerletmek için siyasi referans noktası olarak hizmet etmeli. Bu ilke, Hamas’ın 2017 tarihli siyasi belgesinde açıkça belirtilmişti; belge, Kudüs’ün başkent olduğu ve Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkını içeren 4 Haziran 1967 sınırları boyunca bağımsız bir Filistin devletini onaylıyordu. Bu, Filistinliler arasındaki asgari fikir birliğini temsil etmekte ve barışın önündeki temel engel olarak İsrail işgalini tanımlıyor.
4) Şeffaflık ve hesap verebilirlik
Hamas, daha şeffaf ve katılımcı bir siyasi yaklaşım benimsemeli ve geçmişteki yanlış değerlendirmeler veya kasıtsız ihlaller için sorumluluk almaya hazır olduğunu göstermeli.
Filistin direncini, siyasi ufku olmayan, uzun süreli, amaçsız bir mücadelede tüketmeye devam etmek, Filistin davasını hem bölgesel hem de küresel olarak zayıflatma riski taşıyor. Bu durum, özellikle bölgesel ve uluslararası gerilimin artışı ve yabancı güçlerin Filistin ulusal karar alma mekanizmasını devre dışı bırakarak Gazze’nin geleceğini şekillendirme çabaları devam ederken, gerçek ulusal kazanımlar için fırsatları azaltıyor.
Bu gerçeklik, direniş araçlarının genişletilmesini, Filistin’in bölgesel ve uluslararası arenalardaki etkisinin güçlendirilmesini, kurumsal kapasitenin artırılmasını ve halk, hukuk ve diplomatik stratejileri içerecek şekilde direniş yöntemlerinin çeşitlendirilmesini gerektiriyor. Ayrıca Gazze meselesinin uluslararasılaştırılması ve siyasi ile medya baskısının sürdürülmesi çağrısında bulunuyor.
Aynı zamanda, ivme kazandıran, kayıpları sınırlayan ve bu kritik dönüm noktasında Filistin ulusal projesini yeniden canlandıran kapsamlı bir ulusal yaklaşımla işgale karşı siyasi cepheleşmeyi harekete geçirmek esastır.
Savaştan çıkış seçenekleri ve yolları
Bu zorluklar ışığında, dört birbiriyle bağlantılı yol, Hamas’ın ve daha geniş anlamda Filistin ulusal hareketinin mevcut savaştan çıkıp yenilenmiş bir ulusal ufka doğru ilerlemesine yardımcı olabilir:
1) Kapsayıcı, koşulsuz ulusal diyalog başlatmak
Tüm ulusal ve İslami güçler, hizipsel bölünmeleri aşan bir diyalogda bir araya getirilmeli. Amaç, aşağıdakileri içeren yeni bir ulusal fikir birliği oluşturmak:
— Tek taraflı savaşı sona erdirmek için acil, birleşik bir Filistin planı geliştirmek.
— “Ertesi gün” zorluklarını uyumlu ulusal yanıtlarla ele almak.
— Pekin’in önerdiği acil teknokrat hükümet veya Kahire’de tartışılan toplumsal destek komitesi önerileri gibi girişimleri değerlendirmek.
— Bu adımlardan önce Hamas’ın Gazze’nin idari sorumluluklarından çekildiğini beyan etmesi.
— Filistin ulusal projesinin doğası ve mekanizmaları üzerinde anlaşmak, silahlı direnişin rolünü açıkça destekleyici olarak tanımlamak; bütünleyici bir parça, ancak siyasi bir alternatif değil.
2) Tek müzakere organı olarak FKÖ’yü güçlendirmek
FKÖ, Filistinliler için tek meşru ve kapsamlı siyasi çerçeve olarak yeniden teyit edilmeli. Aşağıdakileri talep eden net bir vizyonla müzakerelere liderlik etmeli:
— Savaşın derhal sona ermesi.
— Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması.
— Kalıcı bir ateşkes.
— Yeniden inşa için uluslararası garantiler.
— Filistin halkının devredilemez ulusal haklarına dayalı gerçek bir siyasi süreç.
3) Bölgesel ve uluslararası çabalara dahil olmak
Hamas ve daha geniş Filistin liderliği, savaşı durdurmayı amaçlayan bölgesel ve uluslararası çabalara katılmalı. Bunlar şunları içeriyor:
— Trump yönetimi altında önerilen yerinden etme planlarının reddedilmesi.
— Mısır-Arap girişimine aktif katılım.
— İki devletli çözümü destekleyen Suudi liderliğindeki uluslararası koalisyonlarla uyum.
— Filistinlilerin birleşik, dengeli ve uluslararası destekli bir müzakere pozisyonuna sahip olmasını sağlamak için Arap-İslam zirvesinin yedi üyeli komitesiyle etkileşim.
Sonuç olarak, bu an tereddüte veya siyasi manevralara yer bırakmıyor. Ya Gazze’nin yaralı kalbinden yeniden inşa edilen Filistin ulusal projesinin anlamlı bir dönüşümü için bir dönüm noktası olacak ya da mevcut çıkmaza yol açan kusurlu yapıları sürdürecektir.
Sahadaki gücü ve siyasi kapasitesi göz önüne alındığında, Hamas şimdi sadece bir direniş grubu olarak değil, aynı zamanda Filistin halkının tarihi ve devredilemez haklarını elde etmeye adanmış kolektif bir ulusal liderliğin hayati bir parçası olarak rolünü yeniden tanımlamak için tarihi bir fırsatla karşı karşıya.
Diplomasi
Çok kutuplu dünyada Bandung Ruhu’nu yeniden değerlendirmek

Fang Xuting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Araştırma Görevlisi
Çin diplomatik söylemini nasıl ifade ediyor?
18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında 29 Asya ve Afrika ülkesi ile bölgesinden hükümet heyetleri, tarihi Asya-Afrika Konferansı için Endonezya’nın Bandung kentinde bir araya geldi. Bandung Konferansı’nın 70. yıl dönümünde, “Küresel Güney”in yükselişi ve geleneksel uluslararası güç dinamiklerinin yeniden yapılandığı, hızla dönüşen küresel düzenin arka planında, konferansın anısını ve kalıcı “Bandung Ruhu”nu yeniden ziyaret etmek yeni stratejik önem kazanıyor. Günümüz Çin’i için bu durum, çok taraflı diplomasiyi ilerletme, Güney-Güney işbirliğini derinleştirme ve uluslararası düzenin yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunma açısından taze değer sunuyor.
Bandung Konferansı’nın tarihsel bağlamı
1950’lerde, Soğuk Savaş’ın yoğunlaştığı dönemde, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği liderliğindeki iki ideolojik blok, Üçüncü Dünya’da nüfuz için giderek daha fazla rekabet ediyordu. Asya ve Afrika’da yeni ortaya çıkan devletlerin liderleri kendi kaderlerini tayin hakkını ararken, anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı hareketler ivme kazandı. Sömürge sistemi çözülmeye başladı. Asya ve Afrika’daki bağımsız uluslar, uluslararası ilişkilerde tarafsızlıklarını savunmada daha cesur hale geldi ve 1950’lerin başlarında Birleşmiş Milletler forumlarında giderek daha aktif rol aldı. Örneğin Hindistan, defalarca Asya ve Arap ülkeleri adına konuşarak Kore Savaşı’nda ateşkes ve barışçıl çözüm çağrısında bulundu. Amerikan askeri politikasını açıkça eleştirdi ve güç siyasetinden korkmadığını gösterdi.
1954 sonlarında düzenlenen Bogor Konferansı’nda beş ülke —Hindistan, Endonezya, Burma (şimdiki Myanmar), Seylan (şimdiki Sri Lanka) ve Pakistan— 1955’te ilk Asya-Afrika Konferansı’nı resmen başlatmak üzere ortak bildiri yayınladı. “Bağımsız hükümetler” ilkesine dayanarak, Çin dahil otuz ülke konferansa katılmaya davet edildi.
Çin’in diplomatik geçişi açısından bakıldığında, Bandung Konferansı, yeni kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin devrimci dış politikadan uzaklaşıp devlet diplomasisine dayalı politikaya yöneldiği önemli anı temsil ediyordu. Bu, ikili Soğuk Savaş hizipleşmesinden barış içinde birlikte yaşamaya dayalı bağımsız dış politikaya geçişi simgeliyordu. Aslında, konferanstan önce bile —özellikle Kore Savaşı’ndan (1950–1953) sonra— Çin, Asyalı ve Afrikalı komşularına daha barışçıl imaj sunmak için dış politikasını yumuşatma eğilimi göstermişti.
Çin’in Kore Savaşı’na katılımı daha geniş çatışmanın sadece parçası olsa da, rolü askeri açıdan belirleyiciydi. Savaşın sonuçları, Asya’daki sosyalist hareketlerin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin seyrini kayda değer ölçüde etkiledi. Hem Asya’da hem de Avrupa’da sosyalist devletlerin ortaya çıkışı, Batılı güçlere karşı jeopolitik denge sağladı. Uzun süre, Doğu ile Batı arasındaki iki kutuplu çatışma stratejik dengeyi korudu, zira Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki Batılı güçler artık sadece Avrupa’daki sosyalist blokla değil, hem Avrupa hem de Asya’daki sosyalist ülkeler ittifakıyla karşı karşıyaydı.
Dahası, savaş, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Çin ile büyük Batılı güç arasındaki ilk doğrudan askeri çatışmaya işaret ediyordu. Azimli mücadeleyle Çin, Amerika Birleşik Devletleri’ni müzakere masasına dönmeye zorladı, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni krizden kurtardı, kendi ulusal sınırlarını savundu, Çin-Sovyet ittifakını pekiştirdi ve uluslararası konumunu yükseltti. Çin, savaşın haklı gerekçesini —”ABD saldırganlığına direnmek ve Kore’ye yardım etmek; vatanı korumak”— vurguladı ve anlatısını küresel anti-emperyalist mücadelelerle ilişkilendirerek, yeni ortaya çıkan Asya ve Afrika uluslarının sömürgecilik karşıtı özlemleriyle güçlü yankı uyandırdı. Bu retorik ve ideolojik uyumlar, Çin’in Üçüncü Dünya ile dayanışması için sağlam temel oluşturdu.
Son olarak, Çin’in Kore Savaşı sırasındaki Panmunjom müzakereleri de dahil olmak üzere diplomatik ve askeri angajmanı, Batı ile ilişkilerde değerli deneyim sağladı; bu deneyim daha sonra Çu Enlay’ın Bandung Konferansı’ndaki diplomatik başarısında etkili olacaktı.
18 Nisan 1955’te Bandung Konferansı resmen başladı. 24 Nisan akşamına gelindiğinde, son genel kurul oturumu, tarihte 29 Asya ve Afrika ülkesi tarafından topluca yayınlanan ilk ortak bildiri olan Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’ni oybirliğiyle kabul etti. Bildiri, sömürgecilik karşıtlığı ve ulusal bağımsızlıkla ilgili konuları ele alan Bandung’un On İlkesi’ni içeriyor, küresel barış ve işbirliğini teşvik eden kararları benimsiyor ve Asya ve Afrika halklarının saldırganlığa karşı çıkma ve dünya barışını koruma yönündeki ortak özlemini yeniden teyit ediyordu.
Bandung Ruhu’nun tarihsel değeri ve Çin’in katkıları
Bandung Konferansı, zamanının en geniş coğrafi alanı ve nüfusu kapsayan, en büyük ve en temsili kıtalararası zirvesiydi. Asya ve Afrika uluslarının emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı çıkma, ulusal bağımsızlığı koruma ve barış ile kalkınmayı teşvik etme yönündeki kolektif iradesini somutlaştırdı. Bandung Ruhu —farklılıkları koruyarak ortak zemin arama, barış içinde birlikte yaşama, dayanışma, işbirliği ve ortak mücadele— o zamandan beri dünya tarihinde değerli entelektüel miras haline geldi. Gelişmekte olan ülkelerin daha sonra uluslararası ilişkilere yaklaşımını derinden etkiledi. Sadık destekçi ve aktif katılımcı olarak Çin, Çin bilgeliğini ve diplomatik deneyimini sunarak Bandung Ruhu’nun oluşumuna önemli katkıda bulundu.
1) Çin’in barış içinde birlikte yaşamanın beş ilkesinin entegrasyonu
Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’nin sonuç bölümü, Çin’in önerisi üzerine oybirliğiyle kabul edilen dünya barışını ve işbirliğini teşvik etme beyanını içeriyordu. Bu beyan, temel insan haklarına ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine saygı, tüm ulusların egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı, büyük ya da küçük tüm ırkların ve ulusların eşitliğinin tanınması ve diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme gibi uluslararası ilişkilerin yürütülmesine yönelik on ilkeyi ana hatlarıyla belirtiyordu. Bandung’un On İlkesi, Çu Enlay’ın Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nin tüm unsurlarını tam olarak içeriyor ve bunları daha da geliştiriyordu.
2) Çin’in tutarlı anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı duruşu
Çin liderliği, 1950’lerin “savaş ve devrim” ile karakterize edilen tarihsel bağlamını yansıtarak, yeni kurulan Halk Cumhuriyeti’ni sömürgeci saldırıya uğramış ve ulusal bağımsızlığını kazanmış sosyalist ulus olarak tanımladı. Bu kimlik, Bandung dönemindeki dış politikasına rehberlik etti. Konferansa giden toplantılarda Çu Enlay, kapitalist blok içindeki ülkelerin tipolojisini ortaya koyarak, Çin’in Amerika Birleşik Devletleri’ni izole etmesi, ara devletleri kazanması ve en çok ezilen uluslarla birleşmesi gerektiğini savundu. Buna göre, Çin’in Bandung Konferansı’na katılmaktaki temel amacı, uluslararası izolasyonunu kırmak ve Asya ile Afrika’daki ulusal kurtuluş için verilen haklı mücadeleyi tam olarak desteklemekti; böylece Bandung Ruhu’nun şekillenmesinde temel rol oynadı.
3) Çin’in “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” diplomatik yaklaşımını tanıtması
Katılımcı ülkelerin farklı ideolojik yönelimleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile müttefiklerinin öncülüğündeki anti-komünist propaganda göz önüne alındığında, pek çok heyet Çin’e karşı temkinliydi. Hatta bazıları hem sömürgeciliğin hem de komünizmin kınanması gerektiğini savundu. Bu zorlukla karşı karşıya kalan Çu Enlay, uzlaşmacı ve kapsayıcı yanıt verdi: “Aramızda anlaşmazlıklar var, ancak bu tür farklılıkları kabul etmek, kendi başına bir anlaşma biçimidir”. Çin, suçlamalara yanıt olarak devrimci veya ideolojik retorikten kaçınarak bilinçli olarak “tartışmasız” yaklaşım benimsedi. Bu, konferansın sorunsuz ilerlemesini sağladı.
Konferans sırasında Çin, farklılıkları koruyarak ortak zemin arama ilkesine bağlı kaldı ve Endonezya ile Çifte Vatandaşlık Anlaşması’nı imzaladı. Endonezya Dışişleri Bakanı Sunario, anlaşmayı “iki Asya ülkesi arasında iyi niyet ve hoşgörü ruhu içinde” varılan anlaşma olarak övdü; ona göre bu ruh, Bandung Konferansı’nın kendisine de rehberlik etmişti.
Bandung Ruhu’nun günümüzdeki önemi ve Çin tarafından miras alınması
Geçtiğimiz 70 yıl içinde küresel manzara derin dönüşümler geçirdi. Sömürge sistemi çöktü, iki kutuplu Soğuk Savaş çatışması geçmişte kaldı ve ekonomik küreselleşme derinleşti. Barış, kalkınma, işbirliği ve karşılıklı fayda, dönemin hakim temaları haline geldi. Fakat, uluslararası toplumdaki temel çelişkiler kökten değişmedi. Adaletsiz ve eşitsiz siyasi ve iktisadi düzen devam ediyor ve medeniyetler, ideolojiler, siyasi sistemler ve kalkınma modelleri arasındaki gerilimler varlığını sürdürüyor.
Şu anda küresel manzarayı üç temel özellik tanımlamaktadır. Birincisi, güvenlik alanında, büyük güç rekabeti, blok çatışması, bölgesel çatışmalar ve iç karışıklıklar birbirini etkileyip güçlendirerek uluslararası güvenlik düzenini şekillendiriyor. 2022’de Ukrayna krizinin patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası dönemin sonunu ve akademisyenlerin artan küresel istikrarsızlıkla işaretlenen “Soğuk Savaş sonrası sonrası dönem” olarak adlandırdığı dönemin başlangıcını işaret ediyor olabilir.
İkincisi, ideolojik alanda, Batı’nın “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısı, Küresel Güney’in “çoklu moderniteler” savunusuyla çatışıyor. Amerika Birleşik Devletleri değer temelli diplomasiyi ve Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi gibi dışlayıcı ittifakları teşvik ederken, Küresel Güney ülkeleri kalkınma haklarına ve egemen eşitliğe öncelik vererek ikili hizalanma mantığını reddediyor. Bu arada, sosyal medyadaki algoritmik güçlendirme enformasyon savaşını yoğunlaştırdı ve küresel kamuoyunu büyük güçlerin yumuşak güç rekabetinin yeni arenasına dönüştürdü.
Üçüncüsü, iktisadi alanda, Küresel Güney’in yükselişi ve yeni Güney-Güney işbirliği biçimlerinin ortaya çıkışı, küresel kalkınma manzarasını yeniden şekillendirdi. Geçmişle karşılaştırıldığında, güney ülkeleri artık daha fazla maddi kapasiteye, kalkınma deneyimine ve kurumsal platformlara sahip. Yapısal güçleri ciddi ölçüde arttı ve günümüzün küresel dönüşümlerinde giderek daha etkili roller oynamalarına olanak tanıdı.
Bandung Konferansı’na katılan ve Küresel Güney’in kilit liderlerinden biri olan Çin, giderek çok kutuplu hale gelen dünyada kendi diplomatik söylemini etkili şekilde ifade edebilmek için Bandung Ruhu’nu miras almalı ve yeni dönemin özellikleriyle uyumlu hale getirerek ilerletmeli.
1) Blok öatışmasını azaltmak için “barış içinde birlikte yaşama”yı kullanmak
Çin, Soğuk Savaş zihniyetine karşı çıkmaya ve güvenliğe yönelik “kapsamlı, işbirlikçi ve sürdürülebilir” yaklaşımı teşvik etmeye devam etmeli. Kavramsal düzeyde, Çin’in önerdiği Küresel Güvenlik Girişimi, Küresel Güney’in endişelerinin çoğuyla uyumlu. Bu nedenle, Küresel Güney Güvenlik Perspektifi oluşturmak için yol gösterici çerçeve işlevi görebilir. Pratikte Çin, Küresel Güney ülkeleri arasında hem ikili hem de çok taraflı diplomasiyi güçlendirmeli. İki tipik çok taraflılık biçimi ortaya çıktı:
Birincisi, BRICS’in tipik örnek olduğu büyük Küresel Güney güçleri arasında çok taraflı işbirliği. Yoğunlaşan büyük güç rekabeti bağlamında, BRICS’in genişlemesi —özellikle Orta Doğu devletlerinin dahil edilmesi— mekanizmanın güvenlik yönetişiminde daha büyük rol oynayabileceğinin sinyalini veriyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS gibi platformlar, güvenlik çıkarlarını koordine etmek ve Hint-Pasifik stratejilerinin dışlayıcılığına karşı koymak için kullanılmalı.
İkincisi, Küresel Güney güçleri ile tüm bölgesel gruplar arasındaki işbirliği. Örnekler arasında Çin’in Afrika, Arap devletleri ve Pasifik ada ülkeleriyle angajmanı yer alıyor. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) ve Çin-Arap Devletleri İşbirliği Forumu gibi forumlar, bölgesel sıcak noktaların gerilimini düşürmek ve blok temelli çatışmayı reddetmek için platformlar sağlıyor.
2) Değer temelli diplomasiyi “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” ilkesiyle dengelemek
İlk olarak Çu Enlay tarafından Bandung’da önerilen farklılıkları koruyarak ortak zemin arama kavramı, pragmatik işbirliği lehine ideolojik dogmatizme direnmeyi vurguladı. Bugün Çin, egemen eşitlik ilkesini ve tüm ulusların kendi kalkınma yollarını seçme hakkını vurgulayarak “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısına meydan okumalı. Karşılıklı saygı ve kapsayıcılık ilkesi, medeniyetler arası diyaloğu ve sistemler arası karşılıklı öğrenmeyi vurgulayan modeli destekleyerek uluslararası ilişkilere rehberlik etmeli.
Çin, tek taraflılığa, sıfır toplamlı düşünceye ve hegemonik uygulamalara karşı çıkmalı, karşılıklı saygı, adalet, hakkaniyet ve kazan-kazan işbirliğine dayalı yeni tip uluslararası ilişkileri teşvik etmeli. Ayrıca kalkınma haklarına öncelik veren Küresel Güney söylem sisteminin inşasını hızlandırmalı. BM İnsan Hakları Konseyi gibi uluslararası platformlarda Çin, Batılı güçler tarafından insan haklarının siyasallaştırılmasına direnmeli. Dahası, CGTN ve TikTok gibi platformlar aracılığıyla uluslararası iletişim güçlendirilmeli, algı savaşına karşı koymak için etkili Kuşak ve Yol işbirliği vakaları kullanılmalı.
3) Güney-Güney işbirliği yoluyla kalkınma paradigması dönüşümünü yönlendirmek
Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nden Bandung Ruhu’na ve yeni Güney-Güney işbirliğinin ortaya çıkışına kadar, öz her zaman kalkınma yollarının çeşitliliğine saygı ve eşitlik, dayanışma ve karşılıklı faydaya dayalı ortaklıklar oldu. Amaç, yoksulluğu ve az gelişmişliği aşmak, adil küresel düzen inşa etmek ve çeşitlilik içinde birliği gerçekleştirmek.
Çin, özellikle Asya ve Afrika’da altyapı ve kapasite işbirliğine odaklanarak Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) yüksek kaliteli gelişimini derinleştirmelidir. Gelecek On Yıl İçin Kuşak ve Yol Girişimi’nin Yüksek Kaliteli Gelişimine Bakış‘a göre, Çin “küçük ama güzel” geçim projelerine öncelik vermeli, böylece Bandung’un ekonomik karşılıklı yardım idealini yerine getirmeli.
Çin, Güney-Güney işbirliği modellerinde yenilik yapmalı. Büyük ölçüde gelişmiş Batı ülkelerinin modernleşme deneyimleriyle şekillenen geleneksel uluslararası kalkınma paradigmaları, tek yönlü akma eğilimindedir ve alıcı ülkeleri kurumsal olarak Batı normlarına uymaya zorlar. Buna karşılık Çin, Afrika ile sürdürdüğü ortak modernleşme modelini teşvik etmeye devam etmeli. Bu yaklaşım, karşılıklı etkileşimi ve paylaşılan iradeyi vurgular, aşağıdan yukarıya istişare, ortak inşa ve ortak paylaşım yoluyla yerli inisiyatifi teşvik eder ve böylece daha eşit ve sürdürülebilir kalkınma ortaklıklarını besler.
Çin, modernleşme modeli olarak hizmet etmeli. Çin tarzı modernleşmenin yeni uygulamaları, yalnızca Çin’in Küresel Güney kalkınmasındaki liderliği için sağlam temel sağlamakla kalmaz, aynı zamanda diğer Küresel Güney ülkelerine alternatif kalkınma yolları sunar. Çin-Afrika ortak modernleşmesi kilit stratejik odak noktası olarak, Çin yeni uluslararası modernleşme işbirliği paradigmasına öncülük etmeye yardımcı olabilir.
1955’te Bandung Konferansı’nın sunduğu fırsatı değerlendirerek, Çin Halk Cumhuriyeti Batı’nın izolasyonunu ve ablukasını başarıyla kırdı ve kendisini Üçüncü Dünya için güvenilir ortak olarak sundu. Yetmiş yıl sonra Çin, Bandung deneyiminden tekrar yararlanmalı, Bandung Ruhu’nu yeni dönemde Çin karakteristiği taşıyan diplomasi pratiğiyle bütünleştirmeli. Bunu yaparken Çin, daha adil ve makul uluslararası düzenin inşasına yardımcı olacak ve dünya barışı ile kalkınmasına katkıda bulunacaktır. Bu sadece tarihe saygı duruşu değil, aynı zamanda mevcut zorluklara yanıt ve geleceğin keşfidir.
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?
-
Ortadoğu2 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Avrupa4 gün önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Görüş2 hafta önce
ABD’nin İran’a baskısı: Yay gerildi ama henüz tam çekilmedi
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’