Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

İsrail, ABD baskısına nasıl direniyor?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin diplomatik baskı girişimlerine rağmen İsrail’in Gazze’deki saldırılarını sınırlandırmayı reddetmeyi nasıl başardığına odaklanıyor. Makalenin yazarı Stephen M. Walt’a göre ABD’nin İsrail üzerindeki sanıldığı kadar etkisi yok. Ancak yine de hatırı sayılır bir nüfuzunu var. Elindeki kozları masaya koysa da İsrail’in geri adım atacağı şüpheli. Walt, İsrail’e geri adım attırmasa bile ABD’nin İsrail’e verdiği desteği önemli ölçüde kesmesi gerektiği görüşünde:

***

ABD’nin İsrail Üzerinde Sanıldığı Kadar Nüfuzu Yok

ABD nüfuzunun temellerine ve bunun yokluğuna yakından bir bakış.

Stephen M. Walt

Biden yönetimi, İsrail’in Gazze’deki misilleme harekâtını durdurmadaki başarısızlığı nedeniyle acımasız eleştirilere maruz kaldı. ABD Başkanı Joe Biden ve yardımcılarının artan ölü sayısından (şu anda 30.000 kişiyi aşmış durumda) endişe duydukları ve İsrail’in evlerini terk etmek zorunda kalan yüz binlerce masum Filistinliye yeterli insani yardımın ulaşmasına izin vermemesinden dolayı hayal kırıklığına uğradıkları bildiriliyor. Yine de Biden ABD’nin silah akışını durdurmadı ve ABD ateşkes çağrısında bulunan üç BM Güvenlik Konseyi kararını veto etti (ABD’nin onaylayabileceği bir kararın üzerinde çalışıldığı bildiriliyor). Kanada’nın aksine ABD, Gazze’deki Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA) personelinin Hamas destekçileriyle dolu olduğu yönündeki suçlamalar artık şüpheli görünse de, UNRWA’ya yönelik finansmanı durdurma kararından henüz geri adım atmadı.

Biden’ı eleştirenler, ABD’nin bu durum üzerinde muazzam bir etkisi olduğunu ve Başkan’dan gelecek sert bir sözün -ABD yardımını azaltma ya da durdurma tehditleriyle birleştiğinde- İsrail’i hızla rotasını değiştirmeye zorlayacağını varsayıyor. Ancak bu varsayım sorgulanmayı hak ediyor çünkü zayıf devletler ABD’nin taleplerine uymayı reddediyor ve bazen de bundan paçayı sıyırıyorlar. Sırbistan 1999’da Rambouillet konferansında NATO’nun taleplerini reddetti; İran ve Kuzey Kore on yıllardır yaptırımlara katlanıyor ve meydan okumaya devam ediyor; Nicolás Maduro hâlâ Venezuela’da iktidarda; ve Beşar Esad daha önce ABD’nin “gitmesi gerektiği” yönündeki ısrarına rağmen hâlâ Suriye’yi yönetiyor.

Bu liderler ABD baskısına karşı koyabildiler çünkü Amerikan desteğine bağımlı değillerdi ve her biri boyun eğmekle kaybedecek daha çok şeyleri olduğuna inanıyordu. Ancak Almanya’nın ABD’nin itirazlarına rağmen Kuzey Akım 2 boru hattını inşa etmeye devam etmesinde olduğu gibi, ABD’nin yakın müttefikleri de bazen ABD baskısına direnebiliyor. ABD’ye son derece bağımlı devletler bile şaşırtıcı derecede inatçı olabiliyor: Afgan liderler ABD’li yetkililerin talep ettiği reformları hayata geçirmekte defalarca başarısız oldular ve Ukraynalı komutanların geçen yaz yaptıkları talihsiz karşı saldırıyı planlarken ABD’nin tavsiyelerini reddettikleri bildirildi. Kabil ve Kiev neredeyse tamamen ABD’nin maddi desteğine bağımlıydı ama Washington onlara istediğini yaptıramadı. Benzer şekilde, David Ben-Gurion’dan Binyamin Netanyahu’ya kadar İsrailli liderler her zaman olmasa da birçok kez ABD baskısına direndiler; bu da ABD’nin herhangi bir anda sahip olduğu nüfuzun, ABD’nin cömertliğinin salt büyüklüğünden daha fazlasına bağlı olduğunu gösteriyor. Biden’dan gelecek bir telefon ve ABD yardımını kesme tehdidinin İsrail’in Amerika’nın isteklerini yerine getirmesini sağlayacağını otomatik olarak varsaymamalıyız.

Nüfuz nereden geliyor? Bu konuyu 1987 yılında ilk kitabımın 7. bölümünde uzun uzun yazmıştım. Bağımlı devletlere ekonomik ve askeri yardım, diplomatik koruma ve diğer faydalar sağlamak, hamilere, sağlanan yardım üzerinde neredeyse tekel olduklarında, eldeki konu(lar)a neredeyse bağımlı devlet kadar önem verdiklerinde ve bağımlı devleti itaat etmeye zorlamak için yardım seviyesini manipüle etmenin önünde hiçbir iç engel olmadığında önemli bir koz sağlar. Eğer bir bağımlı devlet benzer yardımı başka birinden alabiliyorsa, ihtilaflı konulara hami devletten çok daha fazla önem veriyorsa ve bu nedenle daha az desteğin bedelini ödemeye istekliyse veya hami devlet yerel veya kurumsal kısıtlamalar nedeniyle desteğini azaltamıyorsa, kozun etkisi azalır.

Bu koşullar, bazı bağımlı devletlerin hamilerinin tercihlerine neden ve nasıl karşı koyabildiklerini ve buna istekli olduklarını açıklar. Eğer hami devlet, zayıf bir müttefikin özünde değerli olduğuna inanıyorsa (örneğin hayati bir stratejik konumda olduğu, benzer değerleri paylaştığı vb. için) ya da bağımlı devletin başarısı haminin itibarına ya da prestijine bağlıysa, o zaman hami devlet, inatla meydan okusa bile bir bağımlı devleti kesip atma konusunda isteksiz olacaktır. Örneğin Sovyetler Birliği çeşitli bağımlı Arap devletlerini hizada tutmakta çok zorlandı çünkü bu devletler Orta Doğu’daki etkisi için kritik öneme sahipti ve Kremlin onların başarısız olmasını (ya da ABD ile yeniden hizalanmasını) istemiyordu. Benzer şekilde ABD, desteğini çekme tehdidiyle Güney Vietnamlı ya da Afgan liderlere baskı yapamazdı çünkü bunu yaparsa bu bağımlı devletin çökeceğini biliyordu. Vietnam Devlet Başkanı Nguyen van Thieu ve Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai bunu gayet iyi anladılar elbette, bu yüzden Washington’un onların davranışlarını kontrol etmesi neredeyse imkansızdı.

Daha da kötüsü, yardım sağlamak kısa vadede kişinin elindeki kozu azaltır, çünkü bir kez verildikten sonra geri almanın bir yolu yok. Henry Kissinger bir gazeteciye verdiği demeçte bu dinamiği mükemmel bir şekilde yakalamıştı: “[İsrail Başbakanı Yitzhak] Rabin’den taviz vermesini istiyorum, o da İsrail zayıf olduğu için taviz veremeyeceğini söylüyor. Ben de ona daha fazla silah veriyorum, o da İsrail güçlü olduğu için taviz vermesine gerek olmadığını söylüyor.” Dahası, zayıf ve bağımlı devletler, daha savunmasız oldukları ve daha fazla risk altında bulundukları için, söz konusu meseleleri genellikle hamilerinden daha fazla önemserler. Ve eğer bir müttefik, ülkesindeki kilit siyasi seçmenler tarafından destekleniyorsa, hamisinin elindeki kozu kullanma ihtimali daha da azalacaktır.

Şimdi ABD-İsrail ilişkilerinin mevcut durumunu ve bunun Biden’ın kullanabileceği gerçek kozlar hakkında bize ne söylediğini düşünün.

Birincisi, İsrail her ne kadar ABD desteğine önceki dönemlerde olduğu kadar bağımlı olmasa da, hem F-35 uçakları ya da Patriot hava savunma füzeleri gibi gelişmiş silah sistemleri hem de hassas güdümlü bombalar ve top mermileri gibi ABD silahlarına erişime hâlâ büyük ölçüde bağımlı. Elbette gelişmiş silahlar üreten tek ülke ABD değil ve İsrail’in de kendine ait sofistike savunma sanayileri var, ancak ABD’nin olası bir kesintisi durumunda, kuvvetlerini yeniden donatmak zor ve maliyetli bir süreç olacak. İsrailli stratejistler uzun zamandır potansiyel rakiplere karşı niteliksel üstünlüğü korumanın hayati önem taşıdığına inanıyor ve ABD desteğinin kesilmesi uzun vadede bunu yapma kabiliyetini tehlikeye atacaktır. Buna BM Güvenlik Konseyi vetoları ya da İsrail’i eleştirmekten kaçınmaları için diğer devletlere yapılan baskılar gibi ABD’nin diplomatik korumasının değeri de eklendiğinde İsrail’in ABD’den aldığı desteğin yerini doldurmak imkansız olmasa da zor olacağı açık. Bu nedenle pek çok gözlemci Biden’ın tek yapması gerekenin ABD desteğini azaltmakla tehdit etmek olduğuna ve Netanyahu’nun buna uymaktan başka çaresi kalmayacağına inanıyor.

İkinci olarak, her ne kadar zayıf devletlere söz konusu meseleleri daha fazla önemsediklerinde baskı yapmak zor olsa da, kararlılık dengesi artık ABD’nin elini güçlendirecek şekilde değişiyor olabilir. ABD, daha önceki Orta Doğu çatışmalarında olduğu gibi, kendi çıkarları daha ağır bastığında İsrail’in davranışını değiştirmesini sağlayabilmiştir. Başkan Dwight D. Eisenhower 1956’daki İkinci Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra İsrail’e Sina’dan çekilmesi için başarılı bir şekilde baskı yaptı ve ABD yetkilileri 1969-70 Yıpratma Savaşı ve 1973 Arap-İsrail Savaşı sırasında İsrail’i ateşkes anlaşmalarını kabul etmeye ikna edebildi. Başkan Ronald Reagan’ın İsrail Başbakanı Menachem Begin’le yaptığı öfkeli bir telefon görüşmesi de İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgali sırasında Batı Beyrut’u bombalamasına son verdi. Bu vakaların her birinde ABD liderleri, ABD’nin daha geniş çıkarlarının risk altında olduğuna inandıkları için güçlü ve başarılı bir şekilde hareket etmişlerdir.

Ancak şu anda hangi tarafın daha kararlı olduğunu söylemek zor. Netanyahu kendi ülkesinde giderek daha az seviliyor olsa da kamuoyu Gazze’deki askeri harekâtı destekliyor ve Netanyahu’nun en yakın siyasi rakipleri bile şu ana kadar onun yanında yer aldı. Buna Netanyahu’nun iki devletli çözüme (ya da Filistinlilerle herhangi bir adil barışa) karşı çıkması, yolsuzluktan yargılanmaktan kaçınma arzusu ve iktidarda kalmak için aşırı sağcı kabine üyelerine bağımlılığı da eklendiğinde, ortaya ABD’nin yardımları kesmeye yönelik açık tehdidine meydan okuyabilecek bir İsrail lideri çıkıyor. İsrail’in bir “muz cumhuriyeti” olmadığını ilan eden Netanyahu, ABD’nin açık uyarılarına rağmen İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) Gazze’nin kalabalık şehri Refah’a saldırmaya devam edeceğinde ısrar ediyor. Ancak konuyla ilgili istişarelerde bulunmak üzere Washington’a bir heyet göndermeyi de kabul etti.

Dahası, Gazze’deki kriz Amerika’nın dünya çapındaki imajına ciddi zarar veriyor ve Biden yönetiminin hem vicdansız hem de etkisiz görünmesine neden oluyor. Sonuçlar bu kadar rahatsız edici olmasaydı, ABD politikasındaki çelişkiler komik olurdu: Washington, Gazze’nin yerinden edilmiş ve aç sakinlerine havadan gıda yardımı yaparken aynı zamanda onları kaçmaya zorlayan ve açlıktan ölme riskiyle karşı karşıya bırakan askeri silahları da tedarik ediyor. Bu durum Biden’ın yeniden seçilme şansını da tehlikeye atabilir ki bu da Beyaz Saray’a sertleşmek için bir neden daha verir.

ABD’nin Gazze’deki durumu İsrail’den daha fazla önemsediğini iddia etmiyorum – İsrail/Filistin’de ne olursa olsun, İsrailliler (ve Filistinliler) için ABD’de nispeten güven içinde yaşayan bizler için olduğundan daha büyük önem taşıdığı açıktır. Demek istediğim basitçe, kararlılık dengesinin Washington yönünde ilerlediğidir, ancak ne kadar olduğunu söylemek mümkün değildir.

Son olarak, iç kısıtlamalar ne olacak? Geçmiş ABD başkanlarının tahmin edilenden daha az baskı gücüne sahip olmalarının ana nedeni, ABD desteğinde anlamlı bir azalma tehdidinde bulunmayı siyasi açıdan riskli hale getiren İsrail lobisinin gücüydü. Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) ve diğer grupların Capitol Hill’de sahip olduğu nüfuz göz önüne alındığında, İsrail’e ciddi bir baskı uygulamak isteyen bir başkan, kendi partisinin üyeleri de dahil her zaman sert eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Başkan Gerald Ford bu dersi 1975 yılında, İsrail’in uzun süreli uzlaşmazlığına ilişkiyi yeniden değerlendirmekle tehdit ederek karşılık verdiğinde ve hemen 75 senatör tarafından imzalanan ve bu hamlesini kınayan bir mektup aldığında öğrendi. Barack Obama da aynı dersi başkanlığının ilk yılında Netanyahu’ya yerleşim birimleri inşasını durdurması için baskı yapmaya çalıştığında hem Cumhuriyetçilerden hem de Demokratlardan benzer tepkilerle karşılaştığında aldı. Lobinin etkisi, ABD’li müzakerecilerin uzun ve nihayetinde başarısızlıkla sonuçlanan Oslo barış sürecinde İsrail’den taviz koparmak için neden sadece olumlu telkinler -sopa değil havuç- kullanabildiklerini de açıklıyor.

Bu durum da yavaş yavaş değişiyor olabilir. Apartheid sistemi uygulayan bir devleti savunmak kolay bir iş değil, özellikle de şu anda soykırım yaptığına dair kanıtlanmamış olsa da makul suçlamalarla karşı karşıyayken. Hiçbir hasbara* Gazze’den akan görselleri ya da bizzat IDF askerleri tarafından yayınlanan rahatsız edici TikTok ve YouTube videolarını tamamen ortadan kaldıramaz ve AIPAC gibi grupların nüfuzlarını korumalarını zorlaştırır. Uzun zamandır İsrail’in en sadık savunucularından biri olan Senatör Chuck Schumer, Senato kürsüsünde Netanyahu’nun politikalarının İsrail için kötü olduğunu ilan eden bir konuşma yaptığında, siyasi rüzgarların değişmekte olduğunu bilirsiniz. Amerikan siyasetindeki tutumlar da değişiyor, özellikle de gençler arasında. Her ne kadar ABD desteğinin İsrail’in davranışlarına bağlı kılınmasının önünde hâlâ zorlu siyasi engeller olsa da -özellikle de seçim yılında- bu durum birkaç yıl önceki kadar düşünülemez değil.

Sonuç olarak Washington’un elinde çok sayıda potansiyel koz var ve bu kozu kullanmasının önündeki engeller geçmişte olduğundan daha az. Ancak İsrail’in mevcut liderleri bu konuda son derece kararlı oldukları için, ABD desteğini azaltmaya yönelik inandırıcı tehditler bile onların rotalarını önemli ölçüde değiştirmelerine yol açmayabilir. Biden ya da danışmanlarının mevcut başarısız yaklaşımlarından daha etkili bir yaklaşıma geçmek için gerekli düzenlemeleri yapıp yapamayacakları da belli değil. İsrail’e baskı yapmanın işe yarayıp yaramayacağına odaklanmak yerine sorulması gereken asıl soru, büyük ve giderek kötüleşen bir insani trajediye aktif olarak suç ortaklığı yapmanın Amerika’nın stratejik ya da ahlaki çıkarına olup olmadığı. Amerika Birleşik Devletleri bunu durduramasa bile daha da kötüleşmesine yardımcı olmak zorunda değil.

 

*İsrail Devleti’nin bakış açışı ve siyasetini savunmaya çabalayan iletişim girişimlerini tanımlamak için kullanılan İbranice “açıklama” anlamına gelen bir terim.

DİPLOMASİ

Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi

Yayınlanma

Reuters ajansına konuşan bir kaynağa göre, ABD, Ukrayna’ya yönelik Batı ülkelerinin askeri yardımlarının koordinasyon görevini Kuzey Atlantik İttifakı’na (NATO) devretti.

Bu adım, önceden planlanmış olmasına rağmen birkaç ay ertelenmişti.

Ajans, bu kararın NATO’nun Ukrayna’ya asker göndermeden “savaşta daha aktif bir rol üstlenmesini” sağlayacağını belirtti.

Fakat diplomatlar, ABD’nin Kiev’e en büyük askeri desteği sağlamaya devam etmesi nedeniyle bu değişikliğin etkisinin sınırlı kalabileceğini ifade etti.

Ajans ayrıca, ABD Başkanı seçilen Donald Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşını hızla sona erdirmek istediğini, ancak bunu başarmak için nasıl bir yol izleyeceğini henüz açıklamadığını anımsattı.

NATO ülkeleri, temmuz ayında Washington’da düzenlenen bir zirvede, Ukrayna’ya askeri yardım sevkiyatının koordinasyonunun NATO’ya devredilmesine karar verdi.

Bu yeni yapı, NATO Güvenlik Yardım ve Eğitim Misyonu (NSATU) olarak adlandırılıyor ve yaklaşık 700 kişilik bir personel kadrosuna sahip.

Misyonun merkezi, Almanya’nın Wiesbaden kentindeki bir ABD üssünde bulunuyor.

McFaul: Ukrayna, topraklardan feragat karşılığında NATO üyeliğine ikna edilmeli

Okumaya Devam Et

AVRUPA

İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı

Yayınlanma

İsveç, Berlin’in elektrik piyasasını yeniden düzenleyerek denizaşırı ülkelerden daha düşük maliyetli elektrik çekmeyi durdurması halinde Almanya’yı güney İsveç’e bağlayacak bir elektrik kablosu projesini onaylamaya hazır olduğunu açıkladı.

İsveç Enerji Bakanı Ebba Busch Financial Times’a (FT) yaptığı açıklamada, Almanya ve İsveç elektrik piyasalarını birbirine bağlaması planlanan 700 megavatlık Hansa PowerBridge projesinin “Almanya kendi sistemini düzene sokana kadar” erteleneceğini söyledi. 

Busch, Almanya’nın iç elektrik piyasasını, şebekelerinin verimliliğini artıracak ve fiyatları düşürecek ihale bölgelerine ayırması halinde İsveç hükümetinin proje üzerinde “harekete geçmeye hazır olacağını” da sözlerine ekledi.

Bu tür reformların, Almanya’nın İsveç’in büyük ölçüde hidroelektrikle üretilen daha ucuz elektriğini çekmesini ve İsveçli tüketiciler için maliyetlerin artmasını önleyeceği düşünülüyor.

Elektrik, şebekeler üzerinde en yüksek fiyat talebinin olduğu yere doğru akıyor. İsveç’in şebekesi halihazırda Baltık Denizinin altından geçen bir enterkonnektör aracılığıyla Almanya’ya bağlı.

Avrupa’daki elektrik fiyatlarına ilişkin tartışmalar, AB üyesi ülkelerin Rus gazı ve fosil yakıtlardan uzaklaşmak için sisteme hava koşullarına bağlı yenilenebilir enerji eklemek için acele etmeleri nedeniyle bu yıl giderek hararetlendi.

Bu durum, güneşin parladığı ve rüzgârın estiği dönemlerde önemli ölçüde fazla üretime yol açarken, güneş ya da rüzgârın olmadığı zamanlarda da üretimin çok düşük olduğu dönemleri beraberinde getirdi. Sonuç olarak birçok ülkede fiyatlar son derece dalgalı bir seyir izledi.

Busch, geçtiğimiz çarşamba ve perşembe günleri İsveç’in güneyinde fiyatların “eksi fiyatlardan” kilovat saat başına yaklaşık 1 avroya sıçradığını söyledi. Busch, bunun yatırım için “çok zor bir durum yarattığını” da sözlerine ekledi.

Yaz aylarında Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis de Yunanistan’daki açıklanamaz yüksek faturalarla ilgili endişelerini dile getirmiş ve bloğun enerji sistemini daha iyi incelenmesi gereken bir “kara kutu” olarak tanımlamıştı.

Mitsotakis, “İyi işleyen ve yenilenebilir enerji kaynaklarından gerçekten yararlanan bir enerji piyasasına sahip olmak istiyorsak, bu konulara bakan ve müdahale etme kapasitesine sahip bir tür Avrupa düzenleyicisi düşünmeliyiz,” dedi.

AB’nin enerji düzenleyicisi Acer pazartesi günü, elektrik şebekesi maliyetlerinin 2050 yılına kadar iki katına çıkabileceği ve mevcut şebekelere daha fazla yük bindikçe “elektrik faturalarının genel karşılanabilirliğini tehlikeye atacağı” uyarısında bulundu.

Norveçli politikacılar geçen hafta, ülkedeki elektrik fiyatlarının 2009’dan bu yana en yüksek seviyeye ulaşması üzerine, Norveç ile Danimarka, Almanya ve Britanya arasındaki enterkonektörleri gözden geçirmek istediklerini söyledi. O zamandan bu yana fiyatlar aralık ayı için rekor düşük seviyelere geriledi.

Oslo’nun endişelerine atıfta bulunan Busch, “dünyanın geri kalanının bir parçası olmayı seven açık, ilerici bir ülkenin bu birbirine bağlı enerji sisteminin bir parçası olmak istemeyebileceğimizin sinyalini vermesinin Avrupa için üzücü bir an olduğunu” söyledi.

Busch, Almanya’nın yüksek fiyatlarının sorumlusu olarak nükleer santrallerini kapatma ve 2011 yılında Japonya’da meydana gelen Fukushima kazasının ardından AB düzeyinde nükleere verilen desteğe karşı çıkma kararını gösterdi.

İsveç de bir önceki hükümet döneminde benzer bir karar almış aöa politikasını değiştirerek Avrupa düzeyinde nükleer enerjinin en güçlü savunucularından biri haline gelmişti.

İsveç’in kendi enerji sistemi, ülkenin hidroelektrik santrallerinin çoğunun bulunduğu kuzeyden zayıf iletim bağlantıları olduğu için genellikle büyük bölgesel fiyat farklılıklarından muzdarip.

Geçtiğimiz hafta Volvo Cars, Volvo Trucks ve SKF’ye ev sahipliği yapan Göteborg’daki tüketiciler elektrik için kuzeydeki Luleå kentindekilerden 190 kat daha fazla ödedi.

FT’ye konuşan İsveç’in önde gelen bir şirket yöneticisi, “Enerji politikamız umutsuz. Eğer işleri kısa sürede yoluna koymazsak, sanayinin büyük bir kısmı sıkıntıya girebilir,” dedi.

Busch, Avrupa’nın nükleer enerji konusunda “siyasi mücadelelere” girmeyi bırakması ve sistemi istikrara kavuşturmak için teknolojiye daha fazla yatırım yapılmasını teşvik etmesi gerektiğini söyledi.

Busch, nükleer karşıtı Yeşiller partisinin üyesi Alman Enerji Bakanı Robert Habeck’i kastederek, “Hiçbir siyasi irade fiziğin temel kurallarını geçersiz kılamaz, Dr. Robert Habeck bile,” dedi.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

İsviçreli Büyükelçi Buch: Rusya’yı zayıflatmış olabilirler, ama aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflatmış oldular

Yayınlanma

İsviçre’nin Türkiye Büyükelçisi Jean-Daniel Ruch, Rusya-Ukrayna barış görüşmelerinin erken sonlandırılmasının savaşın uzamasına ve ölümlerin artmasına yol açtığını belirtti. Batı’nın bu stratejisinin sadece Rusya’yı değil, tüm Batı’yı da zayıflattığını vurguladı.

İsviçre’nin Türkiye Büyükelçisi Jean-Daniel Ruch, Türkiye’nin savaşın altıncı haftasında gerçekleştirdiği ve giderek olumsuz bir şöhrete bürünen Rusya-Ukrayna barış görüşmelerine dair değerlendirmede bulundu.

Antithèse adlı YouTube kanalına mülakat veren Ruch, müzakerelerin nasıl sonlandırıldığı ve Batı’nın bu süreçteki rolü üzerine çarpıcı değerlendirmelerde bulundu.

Ruch, Batı’nın –özellikle İngiliz müttefikler ve Amerikalıların– müzakerelerin başarıya ulaşmasının eşiğinde olduğu bir dönemde bu süreci sonlandırdığını belirtti.

Bu kararın, Batı’nın Rusya’yı zayıflatma stratejisi kapsamında alındığını ifade eden Ruch, bu yaklaşımın hem Rusya’yı hem de Batı’yı zayıflattığını ileri sürdü.

“Bu kararı son derece ahlaksızca buluyorum, zira savaşın devam etmesi halinde ölümlerin on binlerce, hatta yüz binlerle ifade edilebileceği aşikardı,” diyen Ruch, bu kararın insani boyutunu vurguladı.

Ruch, Batı’nın müzakereleri sonlandırma kararını, Rusya’yı zayıflatma amacıyla erken alındığını ve bunun da savaşın uzamasına yol açtığını savundu.

Ruch, “Neden bu kadar çok insan öldü?” sorusunu sorarak, Batı’nın stratejisinin sadece Rusya’yı değil, aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflattığını dile getirdi.

Avrupa’nın bu süreçte önemli ölçüde etkilendiğini belirten Ruch, “Rusya’yı zayıflatmış olabilirler, ama aynı zamanda tüm Batı’yı da zayıflatmış oldular,” dedi.

Savaşın devam etmesi durumunda ölümlerin artacağı ve çatışmaların daha da tırmanacağı konusunda uyarılarda bulunan Ruch, “Bu, insanlık adına büyük bir trajediydi,” ifadelerini kullandı.

Ayrıca, bugün yapılacak bir barış anlaşmasının bile Rusya’nın uzlaşmaya hazır olup olmadığına bağlı olduğunu belirten Ruch, sürecin son derece zorlu olduğunu vurguladı.

Öte yandan Ruch, kitabının yazılmasına neden olan süreç hakkında da bilgiler verdi. “Rusya’nın işgalinden sonra başladım, zira bu durumu önleyememiş olmamız mümkün değildi,” diyen Ruch, Batı’nın masada iki taslak anlaşma olmasına rağmen bunlara uymamasının savaşın uzamasına neden olduğunu söyledi.

Tarihçilerin bu dönemi bir gün yeniden ele almasının gerektiğini belirten Ruch, “Bu, belki de tarihçiler tarafından bir gün yeniden ele alınması gereken bir tartışma,” değerlendirmesini yaptı.

Türkiye’nin bu süreçteki rolüne de değinen Ruch, Türkiye’nin tarafsızlık konusunda Ukrayna ile çalışmak istediğini ve bu konuda görüşmeler yaptığını anlattı. “Türkler, Ukrayna için tarafsızlık kavramı üzerinde bizimle çalışmak istiyorlardı,” diyen Ruch, Türkiye’nin tarafsızlık modeli üzerine çalışmalar yaptığını ve bu sürecin önemli olduğunu belirtti.

Ruch, Batı’nın küresel bir gündemi olduğunu ve bu savaşla yüzleşmek için acelelerinin olmadığını ifade etti. Rusya’nın nükleer tehditlerini artırması ve Batı’nın buna karşı ne tür tedbirler alacağı konusundaki endişelerini dile getiren Ruch, kara birliklerinin NATO ile Rusya arasında bir savaşa yol açabileceğini ve bunun Türkiye’nin güvenliği açısından ciddi riskler taşıdığını vurguladı.

Ayrıca Ruch, savaşın yarın sona ereceğini düşünmediğini ve çözüm modelinin hala İstanbul’da müzakere edilenlere dayandığını belirtti. Tarafsızlık ve güvenlik garantileri konusundaki belirsizlikler nedeniyle bu sürecin ne kadar zor olacağını vurgulayan Ruch, “Bu savaşın yarın sona erdiğini göremeyeceğiz,” diye ekledi.

Ukrayna’da müzakere gündemi: Toprak mı güvenlik garantisi mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English