Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

Kuzey Afrika’nın IMF sınavı

Yayınlanma

Ekonomilerinin yapısal sorunlarının yanı sıra Kovid-19 sonrası küresel enflasyon ve yükselen faiz oranları ile Rusya-Ukrayna savaşının etkileri Kuzey Afrika ülkelerini son yılların kötü ekonomik tablosuyla karşı karşıya bıraktı. Ciddi ekonomik krizle boğuşan Mısır, Tunus ve Fas dış finansman sorunu yaşıyor.  

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Kuzey Afrika ülkelerinin geçmişten bugüne IMF’den borçlanma serüvenine mercek tutuyor. Bugüne kadar IMF’nin dayattığı ekonomik politikalar, birçok Afrika ülkesinde az gelişmişlik, açlık, toplumsal gerginlik, politik çatışmalar, anayasal krizler ve toplumsal ayaklanma gibi köklü sonuçlar doğurdu. Makalenin yazarı bu başarısızlığı büyük oranda IMF programlarını uygulamayan yerel yöneticilere fatura etse de bu programlara harfiyen uyan ülkelerin bugün karşılaştığı ekonomik tablo, bu savın gerçek olmadığını kanıtlıyor.

Ekonomik eşitsizliği körükleyen IMF dayatmaları nedeniyle “sütten ağzı yanan” pek çok ülke bugün alternatif yollar tükenene kadar IMF’nin kapısını çalmakta tereddüt ediyor. Aşağıdaki makale, bu tereddüdün nedenlerini sayısal olarak açıklamaya çalıyor:

***

Borç batağında: Kuzey Afrika’nın IMF ile karmaşık ilişkisine bakış

Kawthar Zantour

Mısır, Tunus ve Fas, toplam 20,5 milyar dolar olduğu tahmin edilen borçlarıyla IMF’den en fazla borç alan Arap ülkeleri.

Kuzey Afrika ülkelerinin Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yaşadıkları deneyimler genellikle beklenen sonuçların elde edilememesi ile sonuçlandı. Bazı ülkelerin peşini iflas korkusu bırakmazken, bazıları da yapısal reformları yeniden hayata geçirme tehdidiyle karşı karşıya.

Mısır, Tunus ve Fas 25 Ağustos 2023’te açıklanan son verilere göre toplam 20,5 milyar dolar olduğu tahmin edilen borçlarıyla IMF’den en fazla borç alan Arap ülkeleri konumunda.

Buna Mısır’ın 16.68 milyar dolar, Fas’ın 1.9 milyar dolar ve Tunus’un 1.83 milyar dolarlık borcu da dahil.

Bu arada Cezayir fondan en son 1990’larda kredi almıştı. Cumhurbaşkanı Abdülmecid Tebbun, dış borçlanmanın ulusal egemenliğe zarar verdiğini savunduğundan ülke karşılaştığı tüm krizlere rağmen yeniden borç almayı reddetmekte kararlı.

Libya, Albay Muammer Kaddafi’nin iktidarının son anlarına kadar IMF’nin alacaklı üye ülkeleri arasındaydı. Hatta IMF’nin aynı yılın ağustos ayında yayınladığı rapora göre Mart 2011 sonuna kadar küresel borç veren ülke olarak kaldı.

Ayrıca Kuzey Afrika’da 2013’ten bu yana IMF programlarına dahil olmayan tek ülke. Kurum, ülkedeki silahlı çatışmaları gerekçe göstererek on yıllık bir aradan sonra bu yılın ilk yarısında ülkeyi izlemeye yeniden başladı.

Bu, IMF borçlanmasına geri dönüşleri, kendi devrimlerinin getirdiği büyük değişikliklerin ilk tezahürü olan diğer iki Arap Baharı ülkesi olan Mısır ve Tunus’tan farklı.

Mısır’ın devam eden mücadelesi

Mısır’ın IMF ile olan deneyimi diğer Kuzey Afrika ülkelerinden farklı. Ağır borç portföyü onu IMF’den borç alanlar listesinde Arjantin’den sonra dünyada ikinci sıraya yerleştiriyor.

Mısır, on yıllar boyunca yedi anlaşma imzalayarak fon ile çeşitli finansman programlarından yararlandı.

Bunlardan 186 milyon dolar değerindeki ilki Başkan Enver Sedat döneminde, ekonomik istikrar programının (1977-1981) parçası olarak imzalandı. Sonuncusu ise Ekim 2022’de 3 milyar dolar tutarında “genişletilmiş kredi kolaylığı” kapsamında imzalandı.

Mısır’ın IMF ile ilişkisi inişli çıkışlı bir seyir izliyor. İlişki Kahire’nin 1945 yılında fona üye olmasıyla başladı. Geçen 78 yıl boyunca ülke, sertlik, reddedilme ve umursamazlığın bir kombinasyonuyla karşılaştı.

2016’daki “başarılı” anlaşmanın ardından Kahire, üst düzey fon yetkililerinden büyük takdir ve övgü aldı. Ancak daha sonraki gelişmeler, Mısır tarihindeki en yüksek kredi miktarı (12 milyar dolar) ve hayal kırıklığı yaratan sonuç göz önüne alındığında, bu başarının göreceli olduğunu hatta hiç olmadığını gösterdi.

Kredi, IMF’nin “makroekonomik kırılganlıkları ele alma ve kapsayıcı büyüme ve istihdam yaratmayı teşvik etme” hedeflerine ulaşamadı.

2016 anlaşması Mısır’ın son derece sorunlu ekonomisi için kaçırılmış bir fırsat olabilir. Bu dönemde Kahire, ekonomik toparlanma programını finanse etmek ve kredi anlaşmasında yer alan bazı reformları uygulamak için önemli dış kaynakları (10 milyar dolardan fazla) harekete geçirmeyi başardı.

Ancak, sonuçlar nihayetinde benimsenen politikalarda eksiklikler olduğunu gösterdi ve ülke 2020’de iki farklı finansman türü için IMF’ye geri dönmek zorunda kaldı. Bunlardan ilki, 2.77 milyar dolar değerindeki Hızlı Finansman Aracı Programı kapsamında geldi.

İkincisi ise ülkenin Kovid-19 salgınının etkileriyle mücadelesini desteklemek üzere 5.2 milyar dolarlık acil yardım programının bir parçası olan bir “onay anlaşması”ydı. Bir başka anlaşma da geçen yılın sonlarında imzalanmıştı.

Mısır ayrıca IMF’nin döviz kıtlığı çeken 70 kadar ülkeyi desteklemeyi amaçlayan Dayanıklılık ve Sürdürülebilirlik Fonu kapsamında 2023 yılı sonuna kadar 1.3 milyar dolarlık yeni IMF kredisi talebinde bulundu.

Genel olarak, Mısır’ın IMF ile devam eden ilişkisine dair değerlendirmelerin tutarlı olduğu görülüyor.

Ülkenin 1991 yılında 375 milyon dolar değerinde (ve Başkan Hüsnü Mübarek döneminde yapılan) anlaşma, ülkenin krizler tarihinde potansiyel bir zirve noktası olarak öne çıkıyor. Kayda değer sosyal yansımalarına rağmen bu anlaşma, özellikle ülkenin iki kez Paris Kulübü’ne başvurmak zorunda kalmasıyla kıyaslandığında, dönüm noktası niteliğinde bir olay olarak kabul ediliyor.

Bu anlaşmanın şartları birçok olumlu sonuca yol açtı. Bunlar arasında harcamaların rasyonelleştirilmesi, sübvansiyonların aşamalı olarak kaldırılması, ücret yükünün ve kamu sektörü harcamalarının azaltılması, bankacılık sektöründe reform yapılması ve İş Hukuku ile özelleştirme tedbirlerinin yürürlüğe konulması yoluyla bütçe açığının azaltılması yer alıyor.

Buna ek olarak, etkili vergi politikası reformlarını benimseme, dış ticaretin serbestleştirilmesi, gümrük kısıtlamalarının hafifletilmesi ve yabancı yatırımı teşvik eden yasaların getirilmesi gibi önlemler alındı.

Anlaşma genellikle Mübarek rejiminin gücü ve ülkenin savaşlar, ekonomik şoklar ve mali sıkıntılardan sonra istikrara duyduğu ihtiyaç sayesinde birçok kişi tarafından başarılı olarak görüldü.

Ancak, rejimin o dönemdeki siyasi pragmatizmi olmasaydı anlaşmanın yetersiz kalacağını düşünenler de vardı. Irak savaşına girme kararı, Paris Kulübü üyelerinin toplam dış borcunu yarı yarıya azaltmayı kabul etmesiyle mali desteğin kapılarını açtı. Sonuç olarak, 1990’da GSYİH’nin %106.9’u olan borç 2001’de yaklaşık %27’ye düştü.

Tunus’un Karmaşık Durumu

Aynı dönemde, 1990’ların başında, en büyük IMF borçluları listesindeki ikinci Arap ülkesi olan Tunus, liberal uzmanların yapısal reform programının başarısı olarak gördükleri şey sayesinde ekonomisinde büyük bir sıçrama kaydetti.

O dönemde ülkenin Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali yönetimindeki rejimin IMF’nin tavsiyelerine oldukça iyi uyduğu düşünülüyordu.

Komşu ülkeler Fas ve Cezayir de benzer durumdaydı ve bu durum bölgedeki rejimlerin (Libya hariç) IMF’yi bir kurtarıcı olarak kullanmasına yol açtı. Bu durum ciddi mali açıkların, döviz rezervlerinin çöküşünün ve dış borçlardaki rekor artışın bir sonucuydu.

Tunus’a gelince, eski lider Habib Burgiba ile Amerika arasındaki stratejik ilişkiler sayesinde fon, Tunus’un uzun süreli finansman ortağı haline gelmişti.

Tunus’un o dönemdeki başbakanı Raşid Sfar, yapısal reform programının bir parçası olarak 1986 yılında imzalanan ve en önemli -ama en tehlikeli ve sosyal açıdan en acımasız- anlaşma olarak kabul edilen anlaşmayı destekledi.

Tunus ile IMF arasındaki anlaşmalar köklü ve sürdürülebilirdi. Bu ilişkiler 1964’ten 1991’e kadar kesintisiz devam etti. Ancak bundan sonraki yirmi yıl boyunca Tunus IMF’den tek bir dolar bile borç almamayı başardı. Bu büyü, 2013 yılında fonun kapısını tekrar çalınca bozuldu.

1984 yılına gelindiğinde IMF, sübvansiyonların kaldırılması da dahil reformların başlatılmasını şart koştu ve bu da Tunus’taki “ekmek isyanlarını” tetikledi. Bu şiddetli gösterilerde IMF’nin kemer sıkma programı nedeniyle artan ekmek fiyatları protesto ediliyordu.

İki yıl sonra Tunus, kamu sektöründe istihdamın azaltılması, faiz oranlarının yükseltilmesi, iç borçlanmanın sınırlandırılması, kamu harcamalarının azaltılması, dolaylı vergilerin artırılması, yabancı yatırımların teşvik edilmesi ve 560 devlet şirketinin özelleştirilmesi gibi daha acı kemer sıkma politikalarını beraberinde getiren bir anlaşma imzaladı.

Dünya Bankası raporuna göre bu anlaşma, ülkenin en kötü durumdan kurtulmasına yardımcı oldu ama aynı zamanda “ailelerin egemenliği” olarak adlandırılan bir dönemi de başlattı.

2019 yılında, geçiş dönemi adaletinden sorumlu bir kamu kurumu, IMF’ye mektup yazarak 1991 anlaşmasından kaynaklanan politikaların mağdurları için bir özür ve mali tazminat talep etti. Ayrıca Tunus’un gayrimeşru olduğunu düşündükleri borçlarının “iktidardaki ailelerin yararına kullanıldığı” için iptal edilmesi çağrısında bulundular.

Tunus 2011’den bu yana biri 2013’te, biri 2016’da ve biri de Kovid-19’un etkileriyle mücadele için 2020’de olmak üzere IMF ile üç finansman anlaşması imzaladı.

Ancak Tunus’un son on yılda IMF ile yaşadığı deneyim, 1960’ların sonundan 1990’ların başına kadar uzanan deneyimlerden büyük ölçüde farklı oldu.

Siyasi istikrarsızlık ve birbirini izleyen hükümetlerin beceriksizliği nedeniyle reformlar hayata geçirilemedi.

Ülke 25 Temmuz 2021’de geçiş dönemine girdikten sonra durum daha da kötüleşti. 1.9 milyar dolarlık yeni anlaşma, Devlet Başkanı Kays Said’in sözde diktaları reddetmesi ve 1984 ekmek devriminin tekrarlanmasından korkması nedeniyle bozuldu.

Cezayir ve Fas

Tunus’un iki dost olmayan komşusu Cezayir ve Fas’ın IMF ile farklı bir ilişkisi var. İki ülke 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında yapısal reform programlarını uygularken benzer zorluklar yaşadı.

Fas, 2012 yılından bu yana, ihtiyati ve likidite sınırı kapsamında her biri yaklaşık 3 milyar dolar değerinde olmak üzere art arda dört anlaşmadan yararlandı. Son anlaşma Nisan ayında 5 milyar dolarlık esnek kredi hattı kapsamında yapıldı.

Ancak Cezayir geçmiş deneyimlerinden ders aldı. Cezayir, hem Mağrip’in en büyük ekonomisi hem de 1963 yılında IMF’ye katılan bölgedeki son ülke.

Cezayir’in mevcut siyasi liderliği, hangi zorlukla karşılaşırsa karşılaşsın IMF’den borç alma alışkanlığını canlandırmayı reddediyor.

Cumhurbaşkanı Tebbun bunun her şeyden önce “ulusal egemenliği korumanın” bir yolu olduğunu ve ikinci olarak da 1994 anlaşmasını yeniden yaşamak istemediklerini söylüyor.

Tebbun’un yorumları Kovid-19 krizi sırasında geldi. Cezayirli yetkililer krizi yönetmek için bütçelerini yarı yarıya azaltarak bir kemer sıkma politikası benimsedi.

1990’ları “yapısal reformlar” yoluyla acı bir şekilde yaşayan Kuzey Afrika ülkelerinin aksine, IMF ile Cezayir arasındaki ilişki eşler arası bir ilişkiye dönüştü.

Ülkenin döviz rezervlerinde büyük bir toparlanma yaşandı ve bu da Maliye Bakanı Karim Judy’nin 2012’de Parlamento’da hükümetin IMF’ye 5 milyar dolar borç verme kararını savunurken “uluslararası finans kurumları içinde nüfuzunu” artırma olasılığını ortaya çıkardı.

Ancak 2018’de Cezayir Merkez Bankası Başkanı bu miktarın IMF’ye aktarıldığını yalanladı ve Cezayir’in de diğer 60 ülke gibi istisnai küresel koşullar halinde fonun emrine 5 milyar dolar vermeyi taahhüt ettiğini vurguladı.

Bu arada IMF’ye 1958 yılında katılan Fas, IMF’den yüklü miktarda borç almaya devam etti. Siyasi istikrarı nedeniyle kurumla olan ilişkisi daha esnekti.

Özellikle “Arap Baharı üçlüsü” Mısır, Tunus ve Libya ile kıyaslandığında konumu nispeten güçlü. Ayrıca, halk protestolarının Cumhurbaşkanı Buteflika’nın iktidarını sona erdirmesinin ardından değişikliğe giden Cezayir’e kıyasla da iyi durumda.

Fas 1983 yılında borçlarını ödeyemez duruma düşmüştü. Bu başarısızlık, ülkeyi ciddi mali dengesizlikler, 1983’te GSYH’nin %12’si oranında bütçe açığı ve kamu borcunun GSYH’nin %82’sine yükselmesi ve döviz rezervlerinin ancak iki günlük arzı karşılamasıyla mücadele için 1993’e kadar süren bir yapısal uyum programına girmeye zorladı.

Libya… istisna

Libya, Kuzey Afrika ülkeleri arasında bir istisna olarak öne çıkıyor. IMF’den hiç kredi almadı.

1958 yılında fonun üyesi olan Libya, 2012 yılında geçiş hükümeti lideri Abdürrahim el-Keib’in kararıyla payını güçlendirdi. Ülkenin 1,121,000 çekme hakkı birimini (yaklaşık 1,735,000 dolar değerinde) 1,573,000 birime (yaklaşık 2,430,000 dolar değerinde) yükselteceğini duyurdu.

Libya IMF ile “gururla” ilgileniyor ve bu sayede görece özgürlüğün tadını çıkarıyor.

Bingazi Üniversitesi’nde ekonomi profesörü olan Dr. Attia Al-Mahdi Al-Fitouri basına yaptığı açıklamada “Libya fondan hiçbir zaman kredi almadı, krediye ihtiyacı yok ve bu nedenle krediye ihtiyacı olan ve vatandaşlarına sert kemer sıkma politikaları uygulamak zorunda olan ülkelerin aksine fonun kural ve yönergelerini ihlal edebilir” dedi.

Farklı öncelikler

IMF ile ilişkiler söz konusu olduğunda Kuzey Afrika ülkelerinin farklı öncelikleri var.

Öncelikle Cezayir ve Libya IMF’nin kendi politikalarına doğrudan müdahale etmesini istemiyor. Fonla ilişkileri tartışmalı, zira tutumları fonun raporlarını sorgulamaktan, onu “değersiz bir danışmanlık ofisi” olarak görmeye kadar değişiyor.

Öte yandan Fas, yapısal uyum programına geri dönmemek için elinden geleni yapıyor. 1980’lerdeki program beraberinde geniş çaplı sorunlar doğuşmuş ve o dönemde maliye bakanı olan Fas Merkez Bankası başkanından uyarılar almıştı.

Bu arada Mısır, IMF’den daha fazla esneklik istiyor. Carnegie Orta Doğu Merkezi, 6 Temmuz 2023’te yayınladığı bir raporda, ülkenin reformları, özellikle de döviz kurunun serbestleştirilmesini uygulamadaki başarısızlığı nedeniyle fonun Mısır’a alışılmadık bir sertlikte yaklaştığını belirtti.

Mısır’ın en önemli önceliği yıl sonuna kadar 3.86 milyar dolarlık kısa vadeli ve 11.38 milyar dolarlık uzun vadeli borcun geri ödenmesini sağlamak.

Temerrüde düşmek, IMF ile henüz bir anlaşmaya varamamış olan Tunus için de endişe kaynağı.

Bugün Tunus ve Mısır IMF için iki kronik vakayı temsil ediyor.

Son 10 yılda sayısız başarısız ve sonuçsuz “reform” programı uygulama girişiminde bulunan bu iki ülke, ekonomik, mali ve sosyal krizlerini daha da derinleştirdi.

DİPLOMASİ

Reuters: Kushner, Suudi Veliaht Prensi ile ABD-Suudi diplomasisini görüştü

Yayınlanma

Görüşmeler hakkında bilgi sahibi bir kaynak, ABD eski Başkanı Donald Trump’ın damadı Jared Kushner’in Trump Beyaz Saray’dan ayrıldıktan sonra Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ile İsrail’i de kapsayan ABD-Suudi diplomatik müzakerelerini birçok kez görüştüğünü söyledi.

Reuters’a konuşan kaynak görüşmelerin ne zaman yapıldığını ve Gazze çatışmasının başlamasından önce mi yoksa sonra mı gerçekleştiğini belirtmedi. Ancak kaynağa göre bu görüşmelerde hem Biden hem de Trump yönetimlerinin önemli diplomatik hedeflerinden biri olan İsrail ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi süreci ele alındı.

43 yaşındaki Kushner’in, kongre müfettişlerinin Kushner’in Beyaz Saray’dan ayrıldıktan sonra kurduğu özel sermaye fonu Affinity Partners’a 2 milyar dolar yatırım yaptığını söylediği Suudi Arabistan ile yakın bir ilişkisi var.

Suudi Arabistan’ın Kushner’in fonuna yaptığı yatırımlar etik uzmanları, Kongre’deki Demokratlar ve hatta bazı Cumhuriyetçiler tarafından eleştirilmiş, Kushner’in Trump’ın Beyaz Saray’ından ayrılmadan önce Suudi meseleleri üzerinde çalışmış olması nedeniyle Suudi Arabistan’ın hissesinin bir rüşvet gibi görünebileceğine dair endişelerini dile getirmişlerdi.

Senato Finans Komitesi Başkanı Demokrat Senatör Ron Wyden, 24 Eylül ‘de Affinity’ye gönderdiği bir mektupta Suudi Arabistan’ın Kushner’in fonuna yaptığı yatırımların “bariz çıkar çatışması endişeleri” yarattığını yazdı.

Affinity ve Kushner, Suudi Arabistan’ın yatırımlarının bir ödeme ya da çıkar çatışması olduğunu reddetti. Affinity, Wyden ve Senato çalışanlarının özel sermayenin gerçeklerini anlamadıklarını söyledi. Kushner’in bir sözcüsü “Bu kadar çok insanın Jared’in görüş ve fikirlerine başvurmasının nedeni, onun başarılarla dolu bir geçmişe sahip olmasıdır” dedi.

Kushner’e yakın bir kaynak, “MbS” olarak da bilinen Veliaht Prensle yapılan görüşmeler hakkında daha fazla ayrıntı vermekten kaçındı ve ikili arasındaki dostluğu bozmak istemediğini söyledi. Kaynak, “Bunu paylaşmam uygun olmaz” dedi.

Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçiliği’nden bir sözcü Kushner’in MbS ile yaptığı görüşmelere ilişkin soruları yanıtlamadı.

Gazze savaşı ‘normalleşmeyi’ erteledi

18 Eylül’de yaptığı bir konuşmada MbS, krallığın bir Filistin devleti kurulmadan İsrail’i tanımayacağını söyleyerek, öngörülebilir gelecekte bir anlaşmanın neredeyse imkansız olabileceğini öne sürdü. Şubat ayında Reuters’a konuşan üç kaynağın Suudi Arabistan’ın ABD başkanlık seçimlerinden önce Washington’la bir savunma anlaşmasını onaylatmak için İsrail’den daha bağlayıcı bir şey yerine bir Filistin devleti kurulması yönünde siyasi bir taahhüt kabul etmeye hazır olduğunu söylemesinden bu yana bir değişim söz konusu.

Biden yönetimi Suudi Arabistan’ı İsrail’i tanımaya teşvik etmek için Riyad’a güvenlik garantileri, sivil bir nükleer program için yardım teklif etti. Anlaşma, Çin’in bölgeye girmeye çalıştığı bir dönemde dünyanın en büyük petrol ihracatçısını Washington’a bağlayarak Orta Doğu’da ABD’nin elini güçlendirebilir.

Ancak Gazze savaşı Riyad’ın Filistinlilerin isteklerini ele almadan İsrail’i tanımayı tartışmasını zorlaştırdı.

Trump’ın dönüşü süreci hızlandırabilir

Cumhuriyetçi Trump’ın Demokrat Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile Beyaz Saray için tarihi bir yarışa girdiği ABD seçimleri de bir faktör.

Suudilerin Trump ile ilişkileri oldukça yakındı. Trump’ın başkan olarak 2017’deki ilk yurtdışı gezisi Kushner eşliğinde Riyad’a oldu. Suudi gurbetçi muhalif gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi konsolosluğunda öldürülmesinin ardından Trump, ABD istihbaratının cinayeti onun işlediğine dair değerlendirmesine rağmen Veliaht Prensin yanında durdu. MbS olaya karıştığını reddetti.

Suudi stratejisini bilen iki kaynak, Reuters’a, Trump’ın Beyaz Saray’a dönmesi halinde Veliaht Prensin onun liderliğinde İsrail ile bir anlaşma yapmaya sıcak bakacağını söyledi. Kaynaklar, Harris’in kazanması halinde de anlaşmanın ilerleyeceğini söyledi. Kaynaklar her iki durumda da, birkaç ay daha sabır gerektirse bile, bunun MbS için bir kazan-kazan olduğunu belirtti.

27 Eylül’de İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu anlaşma ihtimalini olumlu bir şekilde değerlendirdi. BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Suudi Arabistan’la böyle bir barış ne büyük bir nimet olur” dedi.

İsrail-Suudi ilişkilerinin normalleşmesi, Trump görevdeyken imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişletilmesi anlamına gelir. Bu anlaşmalar İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açmıştı. İsrail’e yakın olan Kushner, Trump’ın Beyaz Saray’ında kıdemli danışman olarak müzakereleri yönetti.

Kushner’e yakın üç kaynak, Trump’ın kasım ayındaki başkanlık seçimlerini kazanması halinde, Kushner’in resmi olmayan bir sıfatla da olsa Suudi görüşmelerinde yer almasını beklediklerini söyledi. Kushner’in sözcüsü ise Kushner’in böyle bir rol arayışında olduğunu yalanladı.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Çin’in Rusya’daki yatırımları artıyor

Yayınlanma

2024’ün ilk dokuz ayında, Rusya’da Çinli ortaklı şirket sayısı yüzde 32 artış gösterdi. Çin, yabancı yatırımcılar arasında liderliği ele geçirirken, özellikle otomotiv ve toptan ticaret sektörlerinde önemli büyüme kaydetti.

Çin’in Rusya ekonomisindeki etkisi giderek artıyor. SPARK-Interfax verilerine göre, 2024 yılının ilk dokuz ayında Rusya’da kayıtlı ve Çinli ortaklı şirketlerin sayısı, bir önceki yıla kıyasla yüzde 32 artış gösterdi.

Kommersant gazetesinin aktardığına göre Çinli işletmelerin toplam yeni şirket kayıtları içindeki payı, 2021’de yüzde 13 iken 2024’te yüzde 34’e yükseldi. Aylık kayıt sayısı, yaklaşık 200 ile 2021 seviyesinin dört katına ulaştı. Sonuç olarak Çin, 2023’te lider konumda olan Belaruslu yatırımcıları geride bırakarak yabancı yatırımcılar arasında ilk sıraya yerleşti.

Verilere göre, Çinli ortaklı şirketlerin geliri 2021-2023 yılları arasında neredeyse üç katına çıktı. Özellikle motorlu taşıt ticareti sektöründe bu artış 5,1 kat olarak gerçekleşti ve Rusya’daki Çinli işletmelerin toplam gelirinin yüzde 43’ünü oluşturdu.

Toptan ticaret, gelirin yüzde 26’sını oluştururken, Çinli ortaklı tüm işletmelerin yüzde 38’i bu sektörde faaliyet gösteriyor. Ancak toptan ticaretin yapısı değişim gösteriyor: Mühendislik ürünleri ticareti büyürken (gelir 2,2 kat artmış; sektörün payı yüzde 69), diğer sanayi mallarının payı azalıyor (1,8 kat büyüme; yüzde 16).

Tüketim malları ticareti de büyüme gösteriyor. Gıda maddeleri 2,7 kat, hafif sanayi ürünleri ise 2,1 kat büyüme kaydetti. Bu iki sektörün toplam ağırlığı yüzde 11’e ulaştı.

Çin’in iştirak ettiği Rus imalat şirketlerinin gelirleri ise daha yavaş bir büyüme gösterdi (yıl içinde 2,7 kat). İmalat faaliyetlerinin toplam gelir içindeki payı yüzde 20’den yüzde 18’e düştü.

Bu sektörde lider konumda olan alanlar sırasıyla otomotiv endüstrisi (işlemedeki payı yüzde 46’dan yüzde 73’e çıktı), metalürji (payı yüzde 17’den yüzde 7’ye düştü) ve ahşap işleme (yüzde 9’dan yüzde 3’e düştü) oldu.

Analistler, hızlı büyüyen sektörler arasında bilimsel ve teknik faaliyetler ile ulaştırma sektörlerine dikkat çekiyor. Bu sektörlerin toplam gelirdeki payları yüzde 6 olmakla birlikte, büyüme hızları oldukça yüksek (2021’e kıyasla 2023’te sırasıyla 4,1 kat ve 2,8 kat).

Ukrayna’daki savaşın başlamasının ardından çoğu yabancı şirket Rusya’dan çekildi. Özellikle uluslararası otomobil şirketlerinin tamamı ülkeyi terk etti.

Bunun sonucunda, 2022 yılı sonunda Rusya’da yalnızca 14 otomobil markası kaldı; bunların 11’i Çinli, üçü ise yerli markalardı. Bu durum, Çin’in Rus otomobil pazarının yarısından fazlasını ele geçirmesine olanak sağladı.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Varşova Güvenlik Forumu: NATO’ya “savunma bütçeleri yükseltilsin” çağrısı

Yayınlanma

Varşova’da savunma ve silahlanma politikaları üzerine düzenlenen uluslararası forum, Avrupa’nın gelecekteki güvenlik stratejilerine odaklandı.

Bu yıl 11. kez düzenlenen Varşova Güvenlik Forumu’na (WSF) katılanların edindiği temel izlenim, güvenliğin karmaşık diplomasi ve uluslararası siyaset yerine, daha çok silahlanmayla ilişkilendirildiği yönünde.

NATO ülkeleri ve Ukrayna’dan yaklaşık 20 bakanlık delegasyonunun, ordu temsilcilerinin, iş dünyasından isimlerin ve düşünce kuruluşlarının katıldığı bu etkinlik, Avrupa’daki NATO ülkelerinin daha fazla silahlanma için yürüttüğü iki günlük bir kampanyaya dönüştü.

Polonyalı Casimir Pulaski Vakfı tarafından 1-2 Ekim tarihlerinde düzenlenen ve Münih Güvenlik Konferansı’na benzer bir yaklaşımı benimseyen forum, kendisini siyaset, ordu ve savunma sanayii arasında bir köprü olarak konumlandırıyor. Polonya, yeniden silahlanma politikaları için bu platformda güçlü bir yer edinmiş durumda; zira NATO ülkeleri arasında bu yıl ve önümüzdeki yıl gayri safi yurt içi hasılaya (GSYİH) oranla savunmaya en fazla harcama yapan ülke Polonya olacak.

Ukrayna’daki savaşın kontrol altına alınması mümkün görünmüyor

Berliner Zeitung gazetesinin aktardığına göre Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, forumda yaptığı konuşmada, diğer NATO ülkelerini de savunma ve silahlanma bütçelerini önemli ölçüde artırmaya çağırdı.

Cumhurbaşkanı, “Barış zamanında GSYİH’nin yüzde 2’sini savunmaya ayırmak iyi bir hedefti. Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz gerçek savaş tehditleri ve buna bağlı olarak silahlı kuvvetlerin yeniden inşası ve çoğu durumda kapasitelerinin yenilenmesi ihtiyacı göz önünde bulundurulduğunda, bu hedef yetersiz kalıyor. (…) Bu nedenle NATO ülkelerine, GSYİH’lerinin en az yüzde 3’ünü savunmaya ayırmaları çağrısında bulunuyorum. Durum, bunu bizden talep ediyor,” dedi.

Duda, bu çağrısını desteklemek için, Soğuk Savaş sırasında Batılı ülkelerin savunma harcamalarını GSYİH’nin yüzde 3’üne çıkartarak Sovyetler Birliği’ni “iktisadi çöküşe” sürüklediğini hatırlattı.

Fakat bugünkü koşullarda Avrupa’da yalnızca yeni bir Soğuk Savaş’tan değil, Ukrayna’da devam eden ve giderek şiddetlenen bir çatışmadan söz ediliyor. Buna rağmen forum katılımcıları, bu savaşı kontrol altına alma yollarını aramaktan çok, çatışmanın devamına dair stratejiler üzerinde durdu.

Forumun genel havasını özetleyen Cumhurbaşkanı Duda, şu sözleriyle dikkat çekti: “Çatışmalar ne kadar yoğun olursa olsun, Ukrayna’nın direnmesinden başka bir seçenek yok. Rusların acımasızlığı karşısında, Ukrayna’nın ve komşularımızın başka bir şansı kalmamıştır.”

Etkili ortaklar

Varşova Güvenlik Forumu, on yılı aşkın bir süredir Polonyalı düşünce kuruluşu Casimir Pulaski Vakfı tarafından düzenleniyor. Vakıf, NATO, Konrad Adenauer Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Polonya-Amerikan Özgürlük Evi gibi uluslararası kurumsal aktörlerle, siyaset, iş dünyası ve savunma sanayii alanında yakın iş birliği yapıyor.

Forumun en önemli stratejik ortakları arasında Polonya Ulusal Güvenlik Ofisi (BBN), Polonya Savunma Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı yer alıyor. Bu kurumlar, forumun himayesinde aktif rol oynuyor.

Dikkat çekici bir unsur da forumun 15 “endüstriyel ortağının” çoğunluğunu yabancı savunma şirketlerinin oluşturması. Özellikle ABD’li savunma devleri Lockheed Martin ve Northrop Grumman gibi şirketler öne çıkıyor. Buna karşın, kimya sektöründen sadece bir Polonyalı şirket forumda yer alıyor.

ABD, forumda “endüstriyel sunumlar” adı altında savunma ürünlerini tanıtırken, siyaset, ordu ve savunma sanayisinden üst düzey temsilcilerle adeta her yerdeydi.

Örneğin, “Avrupa-Amerikan Güvenlik İlişkilerinin Geleceği” başlıklı panelde, Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda’nın vizyonuna uygun olarak, AB ülkelerinin Ukrayna’ya yönelik taahhütlerinin artırılması talebi gündeme getirildi.

ABD Temsilciler Meclisi’nin Demokrat üyesi Jason Crow, ABD’nin istihbarat bilgilerinin Avrupalı müttefiklerle paylaşımındaki engelleri açıkça dile getirdi:

“5G gibi Çin telekomünikasyon altyapısının ülkelerinize girmesine izin veremezsiniz ve aynı zamanda ABD’den yüksek düzeyde istihbarat paylaşımı bekleyemezsiniz. Oysa bizim ihtiyacımız tam da budur.”

Crow, ayrıca Çin’in Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşındaki rolünün küçümsenmemesi gerektiğini belirtti.

Crow, ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı yardımın, ABD’nin 2024 savunma bütçesi olan 883 milyar dolarlık düzenli harcama göz önüne alındığında nispeten küçük bir miktar olduğunu vurguladı:

“Bu bizim açımızdan hayırseverlik değil. (…) Avrupa’daki çıkarlarımızı koruyoruz; burada konuşlanmış 80 binden fazla ABD askerini, burada yaşayan yüz binlerce ABD vatandaşını savunuyor ve Rus savaş makinesini yok ediyoruz. Tüm bunları savunma ittifakımızın sadece yüzde üçüyle yapıyoruz – bu Amerikalılar için oldukça avantajlı bir anlaşma.”

Almanya-Polonya-Fransa üçgeni

Varşova Güvenlik Forumu’nun organizatörleri, AB’nin taahhütlerini daha etkili bir hale getirmek amacıyla, bu yılki raporlarını “Weimar Üçgeni” olarak bilinen Almanya-Fransa-Polonya iş birliği formatına adadı.

Polonya’nın eski Berlin Büyükelçisi ve şu anda Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı olan Thomas Bagger, Ekim 2023’teki WSF’de, Weimar Üçgeni’nin yeniden güçlendirilmesi gerektiğini savundu.

Bagger, “Bir Alman olarak söylüyorum ki: Weimar Üçgeni’nin en iyi günleri henüz gelmedi,” ifadelerini kullandı.

Weimar Üçgeni, özellikle 1990’larda bazı önemli gelişmeler kaydetmişti ancak Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi (PiS)’nin 2023 yılına kadar iktidarda kalmasıyla bu iş birliği büyük ölçüde sekteye uğramıştı.

Fakat Aralık 2023’te AB yanlısı Tusk hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte bu format yeniden önem kazandı. WSF raporu, “Weimar Üçgeni ile AB Gündemini İleriye Taşımak” başlığı altında, öncelikle savunma politikalarına odaklanıyor.

Rapor, Almanya, Fransa ve Polonya’nın Avrupa savunma projelerinde daha fazla iş birliği yapmaları gerektiğini savunuyor. Bu bağlamda, üç ülkenin savunma projelerini finanse etmek için Uluslararası Weimar Üçgeni Fonu (IMF) gibi bir yapının kurulması öneriliyor.

İlk bakışta, Weimar Üçgeni savunma politikaları açısından anlamlı bir iş birliği formatı olarak değerlendirilebilir.

Bu üç ülke, sadece AB nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ını temsil etmekle kalmıyor, aynı zamanda AB ülkelerinin savunma harcamalarının yüzde 50’sinden fazlasını gerçekleştiriyor.

Ayrıca, bu ülkeler, diğer küçük AB ülkelerinin bazı pozisyonlarını da temsil ediyorlar. Örneğin, Polonya, aynı zamanda Baltık ülkeleri adına da konuşuyor.

Ancak Weimar Üçgeni’nin savunma alanında büyük bir geleceği olup olmadığı belirsizliğini koruyor. Örneğin, ABD’ye geleneksel olarak daha mesafeli duran Paris’in pozisyonları, Washington ile çok yakın ilişkiler geliştiren Varşova’dan oldukça farklı. Üç ülkenin savunma sanayileri de birbirinden ciddi şekilde ayrışıyor.

Almanya ve Fransa’nın birçok ortak savunma projesi bulunurken, Polonya daha çok ABD ve Güney Kore ile yaptığı uzun vadeli iş birliklerine bağlı. Bu iki ülkenin savunma ürünleri, Polonya için daha hızlı ve etkili tedarik imkânı sağlıyor.

Doğu Avrupalıların pahalı korkuları

Bu yıl Varşova’da düzenlenen güvenlik forumunda öne çıkan bir diğer önemli nokta, Doğu Avrupa ülkelerinin Ukrayna’daki savaşı uzun vadeli bir tehdit olarak algılamaları oldu. Rusya’nın Baltık ülkelerine saldırması senaryosu —NATO’nun 5. Maddesine rağmen— bu ülkeler için gerçekçi bir tehdit olarak değerlendiriliyor.

Örneğin Estonya Savunma Bakanı Hanno Pevkur, ülkesinin artan savunma harcamalarını karşılamak için yakında yeni “güvenlik vergileri” getireceklerini açıkladı. 2024 yılında Estonya, GSYİH’sinin yüzde 3,4’ünü savunmaya ayıracak ve bu kapsamda katma değer vergisi, gelir vergisi ve kurumlar vergisine iki puanlık artış yapılacak.

Pevkur, bu önlemlerin halk için büyük bir mali yük olacağını belirterek, panel moderatörü ve Münih Güvenlik Konferansı Başkanı Christoph Heusgen’e dönerek şöyle dedi: “Bunu Almanya’da yaptığınızı düşünün — Alman toplumunda hafif bir çalkantıya yol açabilir.”

Heusgen ise esprili bir yanıt verdi: “Türbülans olmaz, bu siyasi intihar olur.”

Bir güvenlik forumundan savaşın nasıl sona erdirileceğine dair çözümler sunması beklenirdi; sonuçta, Ukrayna için en büyük güvenlik, silahların sustuğu bir ortamda sağlanabilir. Ancak tartışmalar bu yönde ilerlemedi. Bunun yerine, “Kaybedecek Zaman Yok” başlığı altında, odak noktası Avrupa’nın konvansiyonel bir savaşa nasıl hazırlanabileceği üzerineydi.

AB ve ABD’nin savunma konusundaki farklı yaklaşımları

Her ne kadar birlik mesajları verilse de AB ve ABD’nin bu hazırlığın nasıl olması gerektiği konusunda farklı görüşlere sahip olduğu gerçeğine yalnızca yüzeysel olarak değinildi.

“Daha Büyük, Daha Güçlü: Avrupa Orduları Nasıl Güçlendirilmeli” başlıklı panelde, Avrupa’nın stratejik özerkliği konusu gündeme geldi. 2019-2021 yılları arasında ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapan ve şu anda savunma şirketi Boeing’in Küresel Politika’dan Sorumlu Başkan Yardımcısı olan Stephen E. Biegun, Avrupa’da bu konuda farklı sesler olduğunu belirtti.

Şöyle dedi: “Avrupa’da, savaş kabiliyeti açısından stratejik özerklikten bahseden birçok farklı ses var. Ancak eğer bu stratejik özerklik, savunma ürünlerinin yalnızca Avrupa ülkelerinden gelmesi gerektiği anlamına gelirse, bu elbette Amerikan savunma şirketleri tarafından çok olumsuz karşılanacaktır.”

Bu çıkar çatışması, Polonya’da da kendini gösteriyor. Varşova, şu anda 32 adet çok rollü savaş uçağı satın almak üzere ve üç büyük teklif sahibi yarışıyor: ABD’li Boeing’in F-15EX Eagle II, Lockheed Martin’in F-35A Lightning II ve Airbus, BAE ve Leonardo ortaklığının Eurofighter Typhoon modeli.

Leonardo’nun Polonya şefi Marco Lupo, forumda yaptığı “endüstriyel sunumda” Polonya’nın sadece bir müşteri değil, aynı zamanda Eurofighter Typhoon’un yeni neslinin üretiminde bir ortak olacağını vurguladı.

Lupo, sözleşme bedelinin yaklaşık yüzde 40 ila 50’sinin Polonya ekonomisine fayda sağlayacağını belirterek, “Biz hileli hesaplar yapmıyoruz, bu gerçek bir değer olacak,” diye konuştu. Ondan önce ise bir Lockheed Martin temsilcisi, F-35 jetini tanıtmıştı.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English