Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Martin Luther King’in yaşamı ve ölümü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Öldürülmeden bir gün önce verdiği vaazda King, halkını atalarının getirildiği kölelik zincirlerinden kurtarmak uğruna ölmeye hazır olduğunu ilan etmişti: “Herkes gibi ben de yaşamak isterim, uzun bir yaşam; uzun yaşamın yeri vardır. Ama şu anda bunun için endişelenmiyorum. Ben sadece Tanrı’nın isteğini yerine getirmek istiyorum. O da bana dağa çıkma izni verdi. Ve oraya baktım. Ve Vaat Edilmiş Toprakları gördüm.”

Buradaki ima elbette, Tanrı’nın rehberliğinde İsrailoğullarını Mısır’dan çıkaran ve ölmeden önce Nebo Dağı’na tırmanarak asla giremeyeceği vaat edilmiş topraklar olan Kenan diyarını seyreden peygamber Musa’ydı: “Oraya sizinle birlikte varamayabilirim. Ama bu gece bilmenizi isterim ki, biz bir halk olarak Vaat Edilmiş Topraklara ulaşacağız.”

Bugün İncil artık Amerikalıların korkularını ve hayallerini bir zamanlar olduğu gibi şekillendirmiyor. King için yüce bir ilham kaynağı olan kitap, mevcut krizde esas olarak Başkan Trump tarafından baş aşağı tutulan bir destek olarak rol oynadı. Yine de Nietzsche’nin bir zamanlar yakındığı gibi Hıristiyan teolojisinin izleri her yere uzanıyor.

Azınlıklar bir kez daha nehri geçmeye çalışmak için Ürdün kıyılarında toplanırken, beyaz liberaller —çoğu zaman diz çöküp ellerini dua eder gibi kaldırarak— günahlarını itiraf ediyor ve bağışlanmak için yalvarıyorlar. Ancak tövbe ederek kurtuluşa ulaşabileceklerini vaaz edilmekte. Püritenlerin Atlantik’i aşarak New England’a yaptıkları ilk yolculuklardan bu yana Amerika’daki vaizlerin bakışları her zaman olduğu gibi onların bakışları da öteki dünyaya sabitlenmiştir. Onların çağrısı her yerdeki günahkârlara yöneliktir; Londra’da olduğu gibi New York’ta, Amsterdam’da olduğu gibi Los Angeles’ta da.


Dişleri sökülmüş

Eric Foner

London Review of Books

Ekim 2023

Martin Luther King Jr., Mart 1968’de, suikasta kurban gitmesinden sadece birkaç gün önce yerel bir NAACP liderinin daveti üzerine New York’un banliyölerinden Long Beach’i ziyaret etti. O dönemde pek çok banliyöde olduğu gibi Long Beach de Afro-Amerikan nüfusun küçük bir gettoda yaşadığı ve beyaz ailelerin evlerinde çalıştığı, fiilen ayrıştırılmış bir gruptu. Ben Long Beach’te büyüdüm ama 1968’de şehre taşındım. Ancak ailem hala orada yaşıyordu ve açık sözlü annem, normalde seçilmiş bir belediye başkanının sahip olduğu yetkileri kullanan, tarafgir olmayan bir yönetici olan kent müdürüyle görüşme ayarladı. “Büyük bir Amerikalı Long Beach’i ziyaret ediyor,” diyerek müdürü King için Belediye Binasında bir resepsiyon düzenlemeye çağırdı. Müdür bunu reddetti: “O bir baş belası ve onu burada istemiyoruz.”

Jonathan Eig’in King’in yeni biyografisinde bu küçük hadiseden elbette bahsedilmiyor. Fakat Eig’in birkaç kez döndüğü bir temayı gösteriyor. Artık her siyasi görüşten insan King’in atası olduğunu iddia ediyor. Ancak King ve sivil haklar hareketi, yaşadığı dönemde yalnızca Güney’de değil, tüm dünyada büyük bir muhalefetle karşılaşmıştı. Hükümet King’in itibarını yok etmeye çalışmıştı. John F. Kennedy ve Lyndon Johnson’ın izniyle FBI, King’in yakın arkadaşlarıyla yaptığı telefon görüşmelerini dinledi ve çevresine muhbirler koydu. Sivil haklar hareketinin komünist bir komplo olduğuna inanan J. Edgar Hoover’ın casusları, King’in kadınlarla yaptığı kaçamakların kayıtlarını topladı ve bunları, intihar etmesini öneren imzasız bir mektupla birlikte evine postaladı.

Eig’in önceki ilgi alanları arasında Muhammed Ali, Al Capone ve beyzbol yıldızları Jackie Robinson ve Lou Gehrig yer alıyor. Yorulmak bilmez bir araştırmacı olan Eig’in King kitabı, sivil haklar hareketinin önceki tarihçileri tarafından toplanan belgeler, yakın zamanda yayımlanan binlerce sayfalık FBI kayıtları, iki yüzden fazla mülakat ve King’in ölümünden sonra eşi Coretta tarafından kaydedilen ve daha önce bilinmeyen ses kayıtları da dahil olmak üzere eski ve yeni çok sayıda materyale dayanıyor. Tüm bunlar King’in çarpıcı biçimde yeni bir portresini mi ortaya koyuyor? Pek sayılmaz: King’in hayatının gidişatı nihayetinde bilindik. Fakat Eig, King’i ulusal bir figür haline getiren Montgomery otobüs boykotunu, Birmingham sokaklarında genç siyah göstericilerle “Bull” Connor’ın köpekleri ve yangın hortumları arasındaki çatışmayı ve Selma’dan Montgomery’ye oy hakkı için yapılan yürüyüşü etkileyici bir şekilde anlatıyor. Eig’in King’e duyduğu hayranlık bariz ama Chicago Özgürlük Hareketi ve sivil haklar hareketini tüm ırklardan Amerikalılar arasındaki yoksulluğu ele alacak şekilde genişletmeyi amaçlayan Yoksul Halk Kampanyası gibi başarısızlıklara işaret etmekten de çekinmiyor.

Eig’in üslubu gazetecilik tarzında, kısa paragraflar anlatıyı ilerletiyor. Ancak bu yapı bazen kitabın King’in tam bir portresini sunma arzusuyla çelişiyor gibi görünüyor; Eig’in hareketin tarihsel arka planı ya da King’in kendi fikirleri hakkında analiz yapmasını zorlaştırıyor. Fakat daha önceki bazı yazarların düştüğü tuzaklardan kaçınıyor; örneğin King’in önderlik ettiği “iyi”, ırksal olarak bütünleşmiş, şiddet içermeyen hareket ile Black Power’ın günün düzeni haline geldiği ve kentsel ayaklanmaların daha önce sempati duyan pek çok beyazı yabancılaştırdığı sonraki “kötü” hareket arasında son derece keskin bir karşıtlık çiziyor. Eig, King’in sivil haklar mücadelesini Bağımsızlık Bildirgesi ve Özgürlük Bildirgesi gibi aziz belgelerle ilişkilendirerek beyaz Amerikalıların desteğini almakta usta olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Ancak hareketi, ulusun kuruluşunda ortaya konan Amerikan özgürlük ve eşitlik inancının içkin mantığını yerine getiriyormuş gibi gösterme eğilimine direniyor (Bu ikinci yaklaşım için, Trump yönetiminin son günlerinde yayımlanan ve Amerikan ulusunun kuruluşunun köleliğin kaldırılması ve siyahlar için eşit vatandaşlık haklarının “tohumlarını ektiğini” iddia eden kısa bir Amerikan tarihi anlatısı olan 1776 Raporu’na bakınız). Eig, hareketin ne ortaya çıkışının ne de başarılarının önceden belirlenmiş olduğunu gösteriyor. Hem King’in liderliği hem de Jim Crow’un hukuki yapısını yıkmak için hayatlarını riske atan binlerce cesur erkek ve kadının harekete geçmesi gerekti.

King 1929 yılında Atlanta’da, Georgia kırsalında yoksulluk içinde büyüyen ve sıkı çalışma ve öz disiplin sayesinde Atlanta’nın siyah orta sınıfına katılmayı başaran önde gelen bir Baptist papazı olan Martin “Baba” King’in oğlu olarak dünyaya geldi. İhtiyar King, kentin beyaz güç simsarlarıyla güçlü bağlantılar kurdu; aslında o kadar güçlü ki, ırkçılığa karşı konuşurken bile, on yaşındaki Martin de dahil olmak üzere cemaat üyelerini köle gibi giyinerek Gone with the Wind (Rüzgâr Gibi Geçti) filminin 1939 galasına katılmaya çağırdı. Eig, Baba King’in “sosyal değişim adına mücadele ettiğini” ancak “takipçilerini sabırlı olmaya çağırdığını” yazıyor. Bir süre direndikten sonra babasının bakanlık yapması yönündeki baskısına boyun eğen King Jr., Atlanta’daki ayrımcılığa maruz kalan Morehouse College’a, Pennsylvania’da küçük bir okul olan Crozer Theological Seminary’e ve doktorasını yaptığı Boston Üniversitesi’ne devam etti. Morehouse’da King, öğrencileri ayrımcılığa karşı çıkmaya teşvik eden dekan Benjamin Mays’in derslerinden ilham aldı ve 19. yüzyılın sonlarında sosyal adalet için mücadelenin dini bir görev olduğunu savunan ilahiyatçı Walter Rauschenbusch tarafından popülerleştirilen Social Gospel hareketinden güçlü bir şekilde etkilendi. King Jr., ciddi bir felsefe ve teoloji öğrencisiydi, Gandhi ve Henry David Thoreau’nun yazılarından yararlanarak adaletsiz yasalara itaatsizlik için güçlü bir gerekçe geliştirdi. Siyahların sadece yüzde 2’sinin üniversite mezunu olduğu bir dönemde King, W.E.B. Du Bois’in ırksal liderlik için aradığı “yetenekli onda biri” örnekledi.

King, 1954 yılında, Eig’in “Ku Klux Klan’ın kalesi” olarak tanımladığı, katı bir şekilde ayrıştırılmış bir kent olan Alabama Montgomery’deki Dexter Avenue Baptist Kilisesi’nin papazı oldu. King geldiğinde, yerel liderler halihazırda siyahların durumunun iyileştirilmesi için kampanya yürütüyorlardı. Fakat 1955 yılında Rosa Parks, Alabama yasalarının gerektirdiği şekilde otobüsteki yerini beyaz bir yolcuya vermeyi reddedince, Montgomery bir yıl süren ve ABD genelinde sosyal değişim savunucularına ilham veren bir otobüs boykotuna sahne oldu. King’den boykota liderlik etmesi istenmesinin nedeni kısmen şehirde yeni olması ve siyah liderler arasındaki hizip çatışmalarına karışmamış olmasıydı. Eig, konut ayrımı nedeniyle orta sınıfa mensup King ailesinin hizmetçiler ve temizlik işçileri arasında yaşamaktan başka çaresi olmadığına ve King’in belki de ilk kez siyah işçi sınıfını deneyimlediğine dikkat çekiyor.

King, bir Baptist kilisesinde dolup taşan kalabalığa yaptığı konuşmada, sıradan Afro-Amerikalılardan oluşan dinleyicilerine anayasa ve Hıristiyan ahlakının kendilerinden yana olduğunu ve şiddetin beyaz failleri karşısındaki ahlaki üstünlüklerinin en büyük güçleri olduğunu söyleyerek kehanette bulundu: “Eğer cesurca ve yine de onurlu bir şekilde ve Hıristiyan sevgisiyle protesto ederseniz, gelecek nesillerde tarih kitapları yazıldığında, tarihçiler durup şöyle demek zorunda kalacaklardır: ‘Medeniyetin damarlarına yeni bir anlam ve haysiyet aşılayan büyük bir halk —bir siyah halk— yaşamıştı.’” King’in hitabeti, Montgomery’nin siyah sakinlerinin ayrımcı otobüslere binmektense bir yıl boyunca yürüyerek gösterdikleri kararlılıkla birleşince, sonunda Yüksek Mahkeme toplu taşımanın entegrasyonunu gerektiren bir karar aldı. King ülke genelinde üne kavuştu. Hayatının geri kalanında ülkeyi dolaşarak konferanslar verdi, gösterilere öncülük etti, para topladı ve sivil haklar hareketine katılımcı kazandırdı. 1960 yılında oturma eylemleri tüm Güney’de bir protesto dalgası başlattığında, liderlik genç nesil siyah aktivistlere geçti. Ancak basın, pek çok arkadaşını kızdıracak şekilde King’i hareketle özdeşleştirmekten asla vazgeçmedi.

Montgomery’den 1964 Sivil Haklar Yasası’na, bir yıl sonra Oy Hakkı Yasası’na ve 1968 Adil Konut Yasası’na —hareketin yasama zaferleri— giden yol hiç de pürüzsüz değildi. Eig, Yüksek Mahkeme’nin devlet okullarında ırk ayrımını anayasaya aykırı ilan etmesinden on yıl sonra, 1964’te Güney’deki beyaz çocukların sadece yüzde 1’inin siyahlarla birlikte okula gittiğine dikkat çekiyor. Daha sonra 1960’larda King hareketi Chicago’ya taşıdığında, yürüyüşçüleri White Power işaretleri taşıyan isyancılar tarafından karşılandı. Chicago Özgürlük Hareketi’nin kaderi King’in liderliğinin bazı güçlü ve zayıf yönlerini ortaya çıkardı. Unutulmaz konuşmalarıyla siyahları ve beyaz müttefiklerini harekete geçirdi ve hem derin dini inançları hem de kendilerinin maruz kaldığı muameleye katlanmaya istekli olması nedeniyle takipçilerinin saygısını kazandı. Yirmiden fazla kez hapse atıldı ve Montgomery’deki evinde bir bomba patlatıldı.

Ancak King hiçbir zaman güçlü bir yönetici olmadı ve Eig’e göre sonuç “örgütsel kaos” oldu. Yol arkadaşları, hareketin kentsel yoksulluk, gecekondulaşma ve iktisadi eşitsizliğin diğer tezahürlerine karşı bir kampanya başlatacak kaynaklardan yoksun olduğu konusunda uyardığında King dinlemeyi reddetti. Aralıksız seyahatler nedeniyle yorgunlukla mücadele etti ve kendinden şüphe duyma ve depresyon nöbetleri geçirdi. Eig, King’in daha az övgüye değer iki özelliğini tartışıyor. Bunlardan biri, lisede başlayan ve doktora tezinde açıkça görülen intihal zaafı; fakat Eig, Boston Üniversitesi’ndeki danışmanlarının King’in tanınmış teoloji ve felsefe eserlerinden dil devşirmesini yakalamış olmaları gerektiğine işaret ediyor. Eig, deneğinin “kötü alışkanlığı” olarak adlandırdığı bu durumu mazur görmeksizin, King’in intihalinin, kaynağı kaydetmeden bilgileri not kağıtlarına kopyalamak ve daha sonra bu materyalleri doğrudan metnine dahil etmek şeklindeki gelişigüzel araştırma yöntemini yansıttığını belirtiyor. “Örnekleme” —diğer vaizlerin vaazlarından özellikle etkili pasajlar ödünç alma— Baptist vaizler arasında nadir değildi.

Daha ciddi olan ise King’in kimi kısa kimi uzun süreli evlilik dışı ilişki geçmişi. FBI’ın King’in telefon görüşmelerini dinlemesi ve seyahatlerini gözetlemesi bu tür ilişkilerin boyutunu ortaya koyuyor. Hoover, King’in cinsel hayatını takıntı haline getirmişti, ancak bu takıntısının ulusal güvenlikle olduğu kadar fuhuşla da ilgisi var gibi görünüyordu. Kayıtlardan elde ettiği müstehcen bilgileri Kongre’nin seçkin üyelerinin yanı sıra Kennedy ve Johnson’la (konu sadakatsizlik olduğunda pek de koro çocuğu sayılmazlardı) paylaşmaktan zevk alıyordu. King’e yönelik en ciddi suçlama, bir kadının iş arkadaşlarından biri tarafından tecavüze uğradığı bir otel odasında bulunması. Bu suçlama, Hoover’ın yardımcılarından William C. Sullivan tarafından kaleme alınan bir telefon kaydı özetinde yer alıyor. King’in kariyeri üzerine çalışan uzmanlar Sullivan’ın anlattıklarının güvenilirliğini sorguluyor. Hoover gibi Sullivan da King’i “siyah halkının lideri olarak tamamen gözden düşürmeye” kararlıydı. Bir yargıç kayıtların, akademisyenlerin Sullivan’ın raporunun doğruluğunu değerlendirebilecekleri 2027 yılına kadar kapatılmasına karar verdi.

Eig, King’in ilişkilerini tartışırken gerçekçi bir yaklaşım benimsiyor. Çekici, güçlü ve geniş çapta saygı duyulan King’in pek çok kadının ilgisini çektiğine dikkat çekiyor ama haklı olarak King’in davranışlarının, en azından bazı ilişkilerden haberdar olan karısı üzerindeki etkisine odaklanıyor. Eig, Coretta Scott King’e önceki biyografi yazarlarından daha fazla ilgi gösteriyor ve onun kendi başına ırkçılık karşıtı bir radikal olduğunu vurguluyor. Başarılı bir siyah iş insanının kızı olmasına rağmen Alabama kırsalında akan suyu ya da elektriği olmayan bir evde büyümesi ve beyaz çocuklar otobüsle seyahat ederken okula gitmek için her gün sekiz kilometre yürümek zorunda kalması bize Jim Crow South’taki yaşam hakkında bir şeyler anlatıyor.

Coretta, Ohio’daki Antioch College’a devam etti ve burada siyasi aktivizmle ilgilenmeye başladı. 1948 yılında öğrenci delegesi olarak, başkan adayı Henry Wallace’ın ırksal adaleti savunduğu ve Truman yönetiminin gelişmekte olan Soğuk Savaş dış politikasına meydan okuduğu İlerici Parti’nin ulusal kongresine katıldı. 1952 yılında, flörtleri sırasında King’e Edward Bellamy’nin etkili sosyalist romanı Looking Backward’ın (1888) bir kopyasını verdi. Yetenekli bir şarkıcıydı ve Boston’daki New England Konservatuarı’na devam etti (İronik bir şekilde, Yüksek Mahkeme’nin “ayrı ama eşit” doktrinine uygun olarak, Alabama hükümeti bu tür bir eğitimi siyah öğrencilere sunmadığı için okul ücretini kısmen ödedi). Evde dört çocuğu varken ve kocası neredeyse her zaman evde yokken profesyonel bir kariyer yapmak imkansızdı ama bazen bağış toplama performansları sergiliyordu. King onun zekasına hayrandı ve strateji konularında sık sık ona danışırdı. Yine de daha sonra King’in kadınların asıl rolünün annelik ve ev kadınlığı olduğunu düşündüğünü yazdı. Hareket, tabandan gelen örgütçü Ella Baker ve Montgomery’de bir üniversite profesörü olan ve otobüs boykotunun kilit örgütleyicilerinden Jo Ann Robinson gibi yetenekli ve iradeli kadın aktivistlerden yoksun değildi. Fakat üst kademeleri neredeyse tamamen erkeklerden oluşuyordu. 1963 Washington Yürüyüşü’ndeki tüm konuşmacılar erkekti.

1957’de siyah bakanlar, Güney’deki ayrımcılığa karşı protestoları koordine etmek için başında King’in bulunduğu Güney Hıristiyan Liderlik Konferansı’nı (SCLC) kurdu. Ancak eyalet ve yerel yönetimler entegrasyona karşı “kitlesel direniş” yoluna girdikçe, ilerleme hızı yavaşladı ve basında “beyaz tepkisi” ifadesi yer almaya başladı. 1960’lar ilerledikçe direniş de sertleşti. Eig, “King her taraftan saldırıya uğradı,” diye yazıyor. 1966 yılında Chicago’da açık konut talebiyle düzenlenen yürüyüşün isyancılar tarafından hedef alınmasının ardından King, şunları söylemişti: “Bence Mississippi halkı nasıl nefret edileceğini öğrenmek için Chicago’ya gelmeli.”

Chicago kampanyası ve onu takip eden Yoksul Halk Hareketi, genelde King’in önceliklerinin ırksal eşitlikten iktisadi eşitliğe kaymasının işareti olarak görülür. Fakat King, uzun zamandır bu konuların birbiriyle ne kadar yakından ilişkili olduğunun farkındaydı ve sık sık “ekonomik adalet” ihtiyacından söz ediyordu. Pek çok sendikanın ırk ayrımcılığı yapmasına rağmen King, işçi hareketini siyahların en büyük potansiyel müttefiki olarak görüyordu. 1959’da, o zamanlar üyeleri haftada otuz dolar kazanan New York’taki İlaç, Hastane ve Sağlık Çalışanları Sendikası Local 1199’un örgütlenme çalışmalarına adını verdi. Sendikanın yönetici sekreteri amcam Moe Foner’e “Yapabileceğim ne olursa beni arayın,” dedi.

King bazen “fiziksel getto”nun tamamen ortadan kaldırılmasından söz ediyordu. Washington Yürüyüşü’nün sivil haklar hareketi ve liberal işçi sendikalarının ortak bir girişimi olduğu ve talepleri arasında, etkinliğin resmi başlığı olan “İş ve Özgürlük”ün tüm ırklardan yoksullara sağlanması için büyük bir bayındırlık programı olduğu genellikle unutulur. 1960’ların ortalarında King ve tecrübeli aktivist Bayard Rustin, tam istihdam ve evrensel bir temel gelir garanti ederek yoksulluğu ortadan kaldıracak Dezavantajlılar için Haklar Bildirgesi’ni önerdiler. Solun bazı kesimleri, FDR’nin 1944 yılında İktisadi Haklar Yasası’nı önermesinden beri bu tür politikaları destekliyordu. King 1967’de Riverside Kilisesi’nde, Vietnam’daki savaşın sona erdirilmesi çağrısında bulunduğu konuşmasında, “dünyadaki en büyük şiddet uygulayıcısı” olan ABD hükümeti hakkında alışılmadık derecede öfkeli bir dil kullanmakla kalmadı, aynı zamanda çatışmanın, başka bir yerde ülkenin “trajik eşitsizlikleri” olarak adlandırdığı şeye karşı verilen mücadelenin kaynaklarını kuruttuğu uyarısında bulundu.

Eig, King’in üniversite öğrencisiyken “demokratik sosyalizme” ilgi duyduğunu belirtiyor. Evlenmeden önce Coretta’ya “ekonomi teorimde kapitalist olmaktan çok sosyalistim,” diye yazmıştı. Ancak Eig, King’in ekonomiye dair fikirlerini açıklamak için yeterince çaba göstermiyor. Hayatının son yıllarındaki yoksulluk karşıtı kampanyaların ekonomik analiz kadar Hıristiyan ahlakına da dayandığı doğru. Onu, savunucularının çoğu zenginlik ve güç eşitliği çağrısında bulunurken bile siyahların durumunu görmezden gelen Social Gospel’ın ilkelerini Afrikalı Amerikalılara yaymanın yollarını arayan biri olarak görmek en iyisi olabilir. King, “gerçek eşitliğin iktisadi eşitlik” anlamına geldiği konusunda ısrarcıydı. Bu tür yorumlar, Hoover’ın King’in Birleşik Devletler’deki “en tehlikeli siyah” olduğuna dair inancını pekiştirdi.

Hoover’ın endişe verici bulduğu şeylerden biri de King’in yakın danışmanları arasında bir zamanlar Komünist Parti üyesi olan New Yorklu avukat ve iş insanı Stanley Levison’ın bulunmasıydı. Hoover, Levison hakkındaki uyarılarını Kennedy’ye iletti ve o da King’i bu ilişkiyi kesmeye çağırdı. Ne Hoover ne de Kennedy Afro-Amerikan tarihi hakkında fazla bir şey biliyordu. Eğer bilselerdi, eski bir komünistin hareket içindeki varlığını şaşırtıcı bulmazlardı. Parti, 1930’lardan beri ırksal adaleti temel bir mesele haline getiren, çoğunluğu beyazlardan oluşan birkaç örgütten biriydi. Levison, SCLC’nin kurulmasına yardım etmek için saatlerini harcamıştı. King’in yıllık vergi beyannamelerini de o hazırlamıştı. Levison, esasında King’i sık sık ılımlı bir yöne itiyordu. Beyaz Amerikalıların sosyal düzende bazı değişiklikleri desteklemeye istekli oldukları ama “devrimi” desteklemeyecekleri konusunda King’i uyardı ve hareketin kaynaklarının Yoksul Halk Kampanyası’na kaydırılmasına karşı çıktı. Levison Riverside Kilisesi’ndeki konuşmayı odaktan yoksun olmakla eleştirdi ve King’i “temelde bir barış lideri değil bir sivil haklar lideri olarak kalmaya” çağırdı (Bu durum Hoover’ın Johnson’a konuşmayı King için Levison’ın yazdığını bildirmesini engellemedi). Yaptığı hacimli araştırmaya rağmen Eig, Martha Biondi, Glenda Gilmore, Michael Honey ve diğerlerinin, Hoover’ın hareketin Moskova’dan yönetildiği fantezisini benimsemeden sivil haklar mücadelelerinde komünistlerin rolünü tanımlayan son kitaplarından yararlanmıyor. Eig’in metninde ya da notlarında bu tarihçilerin hiçbirine atıfta bulunulmamış.

Eig, King’in ölümünden önce 1968 yılında New York’ta Du Bois’in doğumunun yüzüncü yıldönümü kutlamalarında yaptığı son önemli konuşmaya da değinmiyor. King, Du Bois’in Black Reconstruction in America (Amerika’da Siyahların Yeniden İnşası) adlı kitabını “anıtsal bir başarı”olarak nitelendirerek övgüyle bahsetmişti. Kitap, İç Savaş sonrası yılların, siyahların Amerikan demokrasisinde yer alamayacağını gösteren bir kötü yönetim dönemi olarak ırkçı temsilini ortadan kaldırmıştı. King, Du Bois’in “başarıdaki siyah gücünü örneklediğini ve eylemdeki siyah gücünü örgütlediğini” ilan etti; bu bize King’in görüşleri ile genç siyah militanların görüşleri arasındaki çoğu zaman göz ardı edilen örtüşmeyi hatırlatan bir dildi. King, Soğuk Savaş ideolojisini açıkça reddetmişti. King, Du Bois’in “sonraki yıllarında bir komünist olduğunu, komünist olmayı seçmiş bir dahi olduğunu” ve kariyerinin “mantıksız saplantılı anti-komünizmimizin” saçmalığını gösterdiğini belirtmişti.

King’in Du Bois konuşması, kendisinin Amerikan tarihine bakışının değişmekte olduğu bir döneme denk geldi. Daha önce Yeniden Yapılanma’yı nadiren tartışmıştı. Artık o dönemi, Devrim’i ya da hatta kurtuluşu değil, siyah Amerikalılar için son derece önemli bir umut anı, “tarihin en önemli ve yaratıcı dönemi” olarak görüyordu. Dönemin tarihçiler tarafından çarpıtılmaya devam edilmesi rahatsız edici bir soruyu gündeme getirdi. King, uzun zamandır bu hareketi ulusun kuruluşundan miras kalan temel Amerikan değerleriyle özdeşleştiriyordu. Ama aslında ulusun en derin değerleri neydi? Tüm insanlar eşit yaratılmıştır mı? Yoksa Yeniden Yapılanma’nın şiddetle yıkılmasıyla örneklenen daha kötücül bir şey mi? King, gazeteci David Halberstam’a başlangıçta Amerikan toplumunun pek çok ufak değişiklikle reforme edilebileceğine inandığını söylemişti. Şimdi ise “oldukça farklı” düşündüğünü söyledi: “Bence tüm toplumun yeniden inşası, bir değerler devrimi gerekiyor. Hareket Amerikan değerlerinin yerine getirilmesi mi, yoksa reddedilmesi miydi?”

Bu tür şeylerin kaydını tutan bir kuruluş olan Monuments Lab’e göre King, bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde kamuya açık anıtları olan kişiler arasında Lincoln, Washington ve Columbus’un ardından dördüncü sırada yer alıyor. Fakat King’in son yıllarda tanrılaştırılmasının bedeli, sivil haklar hareketinin Amerikan tarihinin uzlaşmacı, iyi hissettiren bir portresine dönüştürülmesi oldu. Eig, King’in “tahrif edildiği” konusunda bizi uyarıyor. Martin Luther King Jr. Günü’nde, işçi hareketinin müttefiki ve iktisadi eşitsizlik ve savaşın eleştirmeni olan radikal King’in sesini işitmiyoruz. Washington Yürüyüşü’nde yaptığı büyük konuşma neredeyse tek bir cümleye indirgenmiş durumda: “Dört küçük çocuğumun bir gün derilerinin rengine göre değil, karakterlerinin içeriğine göre yargılanacakları bir ulusta yaşayacaklarına dair bir hayalim var.” Muhafazakârlar, King’i geriye dönük olarak pozitif ayrımcılığa son verme kampanyasına dahil etmek için uzun süre bu cümleden alıntı yaptılar. Aslında, son kitabı Where Do We Go from Here? (1967)’da King, siyahlara dönük “özel muamelenin insanların bireysel değerlerine göre eşit muamele görmesi” ilkesiyle çeliştiğini kabul etmekle birlikte, pozitif ayrımcılığı benimsemişti. Neden mi? Cevabı tarih veriyordu. “Yüzlerce yıl zencilere karşı özel bir şey” yaptıktan sonra ABD’nin “onlar için özel bir şey yapma” yükümlülüğü vardı. Ne yazık ki Yüksek Mahkeme’nin altı üyesi kısa süre önce aynı fikirde olmadıklarını açıkça ortaya koydu. “Ayrıştırıcı” konuların öğretilmesini yasaklayan son yasalar nedeniyle King’in hayatının onsuz anlaşılamayacağı ırkçılık tarihinin Amerikan sınıflarından çıkarılması daha da üzücü.


Jonathan Eig

King: The Life of Martin Luther King

Simon & Schuster

DÜNYA BASINI

Şöhret akademisyenler

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Neoliberal sermaye birikim rejiminin yükseköğretime ilk yansıması, eğitim harcamalarına yeni “paydaşların” dahil edilmesiyle olmuştu. O güne dek devletin üstlendiği mali külfetin öğrencilere yüklenmesi ile somutlaşan bu pratik, neoliberal devletin, eğitimi piyasa toplumunun sürekli bir unsuru haline gelecek şekilde dönüştürme hedefinin en açık yüzüydü. Yüzyıllar boyunca aklın olgunlaşması ve derinlemesine sorgulama ile karakterize olan ve bu yönüyle insanı ve toplumu yeniden yaratabilme potansiyelini barındıran (bilimsel) eğitim, kapitalist rekabetin yoğunlaştığı ve teknolojik yeniliklerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği 1980’lerden itibaren ticarileştirme saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Bir aydınlanma kurumu olarak tarih boyunca din, devlet ve piyasa karşısında göreli bir özerkliğe sahip olup bilimsel bilgi üretimini tüm insanlığın yararına sunması beklenen üniversiteler, “minimal devlet”çilerin gözünde artık kâr kaynağı, ihraç getirisi ve rekabet alanı idi.

Küresel kapitalizmle bütünleşmeyi “dünyayla bütünleşme” olarak satan piyasa ideolojisinin tam yörüngesinde, birkaç on yıl içinde, var oluş amacından ve bir sosyal kurum olma niteliğinden bütünüyle koparak neredeyse sadece network girişimleri, uydu kampüsler, şirketlere/markalara özel erişim ve uluslararası fonlara katılım gibi eğitim dışı büyük sermaye projeleri ile anılır oldular. Artık karşımızda “sosyal” mülahazalarla mesafelenmiş, piyasanın arzularını kışkırtan, bire bir şirket gibi çalışan piyasa odaklı işletmeler vardır.

Oxford Üniversitesi’nde Hint Tarihi alanında çalışan Profesör Faisal Devji tarafından kaleme alınan ve aşağıda çevirisini verdiğimiz bu makale, akademik yıldızların lüks, şatafat ve ayrıcalıklar iklimi ile şekillenen finansman modelinin nasıl ayrılmaz bir parçası haline geldiğini anlatırken akademik şöhreti de Hollywood şöhretiyle karşılaştırmalı olarak tartışıyor.

Son olarak, her ne kadar 2020 yılında yazılmış olsa da, eğitime dönük piyasacı saldırılar devam ettiği müddetçe bu makalenin tartıştığı meselelerin güncelliğini ve geçerliliğini korumaya devam edeceğini de belirtmemiz gerek.


Şöhret akademisyenler

Faisal Devji
Hurst
29 Mayıs 2020
Çev. Leman Meral Ünal

Neoliberal 1990’larda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir model haline geldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhret akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar.

Neoliberalizmin kurumsallaştığı 1990’lı yıllarda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir modeldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhretli akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar. Üniversitenin piyasalaşması, yüksek öğretim öğrencilerden alınan astronomik eğitim harçlarıyla ayan beyan ortaya serilirken, üniversiteler de sadece bir eğitim programı sunmanın ötesine geçerek, şatafat, çevre edinme [networking] ve markalara özel erişim vaat ederek öğrencileri cezbediyordu. Bu tanıdık sürecin ironisi ise, Beşeri ve Sosyal Bilimler [Humanities and Social Science] alanında çalışan ve neoliberalizmi, hatta kapitalizmin kendisini eleştiren akademik şöhretlerin, bizzat kendi isimlerini bu finansman tertibine ödünç vermeleriydi.

Şayet şöhret kültüründe radikalizmin metalaştırılması, üniversitenin ekonomik modelini süslemeye yaradıysa bile, bunun kurumsal sonuçları başka tür bir maskaralığı beraberinde getirdi. 1990’ların ilk yıllarında, Chicago Üniversitesi’ndeki profesörlerimden biri Hollywood’un akademide nasıl işlediğini irdelemeye girişmişti: Amerikalı akademisyenler eşitlik tasavvuruna demokratik bir ideal olarak inanmalarından dolayı, üniversite hayatını tanımlayan ve kurumsal liyakat testleriyle meşrulaştırılan entelektüel sıralamalara şüpheyle yaklaşıyorlardı. Tarafsız olduğu varsayılan “liyakat” fikrinde saklı olan sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini sorgulayarak, hiyerarşiyi anlamanın yeni bir yolunu mümkün kılmış oluyorlardı.

Tıpkı sinema yıldızları gibi akademik yıldızlar da bir tüketici kitlesine, yani aslında piyasaya bağlılar. İşte şöhreti demokratik kılan biraz da budur, çünkü şans ve dış görünüş bunda öylesine büyük bir rol oynar ki hemen herkes bu türden bir yıldızlık mertebesine ulaşma hayali kurar. Klişe bir tabirle, herkesin başına gelebilir, tıpkı piyango tutturmak gibi. Yine piyangoda olduğu gibi, şöhret olma vaadi, bunu arzulayanların kendi yoksunluklarına katlanmalarını, mesleğin yoksunluğunu ise kalıcı olarak kabul etmelerini gerektirir. Hollywood, Amerika’da hiyerarşinin kabul edilebilir olduğu belki de tek biçimdir; zira izleyici kitlesinin puta tapar gibi taptığı idollerden bir anda vazgeçebilmesi, bu hiyerarşiyi bir “armağan” haline getirir. Aynı şey politikacılar ve seçmenleri [arasındaki ilişki] için de geçerlidir. Zaten bunun dışında kalan her şeye de elitizm denir.

Ancak politikacılardan farklı olarak ve Hollywood yıldızlarına benzer şekilde, akademik şöhretin herkese hitap etmesi gerekmez. Beşeri ve Sosyal Bilimler’de şöhret, genellikle kendine has bir tavır veya görünüm, esrarlı bir kelime dağarcığı ve zorlayıcı fikirlerle karakterize edilen ayırt edici bir kişiliğin üretimi ve pazarlanmasıyla karakterize olur. Bunlar genellikle yurtdışından, özellikle de bahsi geçen on yılda [1990’lar] Fransa’dan ithal ediliyordu ve iyi talihle bağlantılı fetişler ve diğer esrarengiz maksatları içeriyordu. Ya da belki de, İngilizler karşısındaki tarihsel yenilgilerini unuttururcasına, Fransızların entelektüel şecerelerini sunmak suretiyle nihayetinde Amerika’yı fethettikleri bir tür hanedan evliliği versiyonlarını temsil ediyorlardı.

Ne var ki tıpkı Hollywood’da olduğu gibi, Avrupalılar sadece Amerika’da yıldız oldular. Bu parıltının bir kısmını kendi memleketlerine taşımış olsalar bile, kamu üniversitelerinin egemen olduğu ve nispeten şeffaf maaş skalaları ve tek tip ders yüklerine sahip yerlerde paralel bir şöhret sistemi kurulamamış oldu. Şöhretliler, en azından Beşerî ve Sosyal Bilimler’de, özel isimleri reddeden düşünce okullarına yöneldiler; ki bunların en önemlileri post-yapısalcılık, post-modernizm ve post-kolonyalizmdi. Bu isimler, şöhretlilerin entelektüel projesinin tamamlayan şeyin inşa etmekten çok eleştirmek olduğuna işaret ediyor ve onları kaçınılmaz olarak anti-temelci yaklaşıma zamklıyorlardı.

Yarattığı tüm hoşnutsuzluklar bir yana, akademik şöhret, entelektüel sıralamanın ve ayrıcalığın görünüşte daha demokratik ve kesinlikle daha eğlenceli bir biçimini temsil ediyordu. Zira bu ün, eleştirmenler kadar taliplerinin zihninde de elitistlik ve kurumsal liyakat kriterlerinden ziyade şans, talih ve başka birtakım kaidelerle ilişkiliydi. İster Hollywood’da ister Harvard’da olsun, öyle ya da böyle yıldız, “keşfedilmesi” ve statüsüne karar verecek olan seyirciye sunulması gereken astrolojik bir figürdü. Diğer bir deyişle, yıldız olmayı mümkün kılan asıl şey alanında uzman, münhasır ve kurumsallaşmış meslektaşlarının yargısı değil, sinemaseverlerin, öğrencilerin ve genç meslektaşlarının genelleştirilmiş hayranlığı idi.

Ancak bu şöhret kültürü hem şöhret sisteminin kendisini hem de imparatorluk mertebesine yükselttiği akademisyenleri harcayacaktı. Bugün de aynı derecede zeki, üretken ve popüler akademisyenler var, fakat ufukta yeni akademik yıldızlar görünmüyor. 1990’ların eskileri ise ya yazmayı bıraktı ya da artık okunmuyorlar. Belki hâlâ önemli mevkilerdeler, genç meslektaşlarını himaye edebiliyorlar veyahut geniş bir hayran kitleleri var, ancak Paskalya Adası’ndaki başları hatırlatırcasına¹, sadece kaybolmuş bir geçmişin anıtları gibiler. Değişen Amerikan üniversiteleri mi, yoksa şöhretlilerin düşüşü, Hollywood’un ve yıldızları merkeze alan filmlerinin Y kuşağı öğrencileri arasındaki popülaritesinin azalmasıyla mı ilişkili?

Üniversiteler bu yıldızları, ne kadar kusur barındırırsa barındırsın [hâlâ] bir tür “eşitler cemaati” olarak işleyen profesörler topluluğunun üzerine çıkararak, gücü fakültelerden alıp yöneticilere kaydırmayı başardı. Şöhret olmanın cazibesi akademisyenlerin sadece meslektaşlarıyla aralarının açılmasına neden olmadı, aynı zamanda ünün getirdiği avantajlar ve ayrıcalıklarla sadakatlerini satın alan üniversite yönetimleriyle ortak bir zemin kurmalarını da sağladı. Artık bu şöhretlilerin takipçi kitlesi akademiyi eklesiyastik model gibi işleten senato ya da kardinaller koleji değil, ücret ödeyen öğrenciler ve onların anne babaları ile bu akademik ünlülerin genç meslektaşları ve tabii onların potansiyel halefleriydi.

Ne var ki akademisyenlerden müteşekkil bu konklav bir kez yok edildiğinde ya da en azından üniversitedeki karar ve güç merkezinden uzaklaştırıldığında, artık akademideki kalite kriterlerini de belirleyemez hale geldi. Bu da kriterlerin artık müşterilerden oluşan entelektüel pazar tarafından belirleneceği anlamına geliyordu. Akademik yıldızlar pazarı, geçerken belirtmek gerekir ki, çoğu zaman profesörler kurulunun koyduğu kurallara nazaran çok daha talepkâr olurdu, ancak tanımı gereği sınırlı bir pazardan söz ediyoruz. Akademik şöhretler, meslektaşlarının yargılarının altını oyarak akademisyenliğin daha da fazla piyasalaşmasına kapı aralarken bu durum eş anlı olarak onların da uzmanlaşmış becerilerini gözden çıkarılabilir kılıyordu. Dolayısıyla, namlı akademik çalışmaları şekillendiren “post” ön ekli entelektüel akımlar, yerini kolektif bir projeden ziyade bir okur piyasası tarafından değer biçilen bireylere bıraktı.

Bu dönüşümü, yeni entelektüel pazardaki akademik disiplinlerin gidişatında gözlemlemek mümkün. Edebiyat ya da dil bilimi gibi alanlar, 1990’larda akademik şöhretin zirvesindeyken, yeni şöhretler üretmenin yanı sıra Avrupa’dan yeni fikirlerin gelmesine de aracılık ediyorlardı. Bunun bir nedeni, kısmen felsefe gibi daha geleneksel disiplinlerin bu tür düşünürleri ağırlamakta isteksiz olmasıydı; tam da bu noktada karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin diğer alanlardaki bizler için nasıl “trend belirleyici” olduğunu anımsıyorum. Dünün yıldızlarının bu ilk yuvaları, araştırmaların kalitesindeki düşüşten ziyade pazarlarının büyüklüğü nedeniyle de böylesi bir rol üstlenmeyi bıraktılar.

Yalnızca üç akademik alan, bilim, tarih ve iktisat, üniversite kapısının dışında da kayda değer bir izleyici kitlesine sahip; sosyoloji ve teoloji de bunlara eklenebilir belki. Popüler bilim, popüler tarih ve popüler iktisat aslında kendi başlarına birer alan olarak varlar ve her biri dünyanın dört bir yanındaki havaalanlarında çok sayıda kitap satıyorlar. Uzun süre boyunca, bu vasata hitap eden pazarların akademik dünyada önemsiz olduğu, sadece yazarlarına biraz da olsa para kazandırmak için var olan utanç verici uğraşlar olduğu düşünülüyordu. Bugün ise bu kesimler başlıca okuyucu kitlemiz haline geldiler ve bunu yaparken de bilim dışındaki disiplinlerden tarih ve iktisadı çağımızın akademik trend belirleyicileri arasına soktular.

Akademisyenlerin yanı sıra genel kamuoyunun ilgisini çekecek bir kitap yazmak pekâlâ mümkün ve pek tabii akademisyenlerin her zaman genel kamuoyuyla ilişki kurma yükümlülüğü var. Ancak bu genel kamuoyu, entelektüel güvenilirliği “etki” ve üretim hızı gibi ölçütlerle değerlendiren üniversitelerin birincil kitlesi haline geldiğinde, akademisyenliğe dair çok önemli bir yön kaybedilmiş demektir. Uzmanlaşmış bir kitle için yazmaya giderek daha az ilgi duyan akademisyenler, yaptıkları işin git gide küçülerek zayıflamasına katkıda bulunmakta ve sonuç olarak yeni bilgi üretme olasılıkları giderek azalmaktadır – ya da sadece dijitalleşme ve kelime işlemcilerinin sağladığı imkânlarla yeni bilgi yığınları üretebilirler.

Akademik yıldızlar, en azından, meslekten olmayanlara hitap etmek zorunda kalmasalardı bu sayede entelektüel riskler almaya daha istekli olurlardı. Oysa genel okuyucu kitlesi için yazmanın sorunu, ajanslar tarafından satılan ve ticari yayınların editörleri tarafından düzeltilen kitapların -muhtemel ki- daha güvenilir olmasıdır. Ya da daha çok ilgi ve satış uğruna “kışkırtıcı” olabilirler. Velhasıl her iki durumda da birbirine benzeme eğilimindedirler; iki ya da üç kelimelik başlıkları, ardından “nasıl” ile başlayan ve tarih için geçmiş, ekonomi için ise gelecek zaman kipiyle kullanılan daha uzun bir cümle… Bu durum bilhassa hükümet politikalarını etkilemeyi amaçlayan kitaplar için geçerli; politikacılardan ve devlet bürokratlarından farklı ve onlara meydan okuyan bir retorik kullanmak yerine, büyük ölçüde onların dilini ve üslubunu tuttururlar.

Bu türden “değerli” çalışmalar, benim alanım da dahil olmak üzere birçok disiplinde artık bir ideal haline geldi. Bu çalışmalarda yanlış bir şey yok, fakat heyecan verici ya da çığır açıcı olma eğiliminde de değiller. Belki daha da önemlisi, akademik uzmanlaşmayı daraltarak onu daha yüksek düzey bir gazetecilik türü haline dönüştürüyor. Neoliberalizmin zafer yürüyüşüyle aynı döneme denk gelen şöhret akademisyenliğin altın çağı, Soğuk Savaş’ın son günlerinde başladı ve Terörizmle Savaş’ın erken dönem salvolarıyla sona erdi. Tüm bunlarla birlikte ise, profesörlüğün özerkliğinin yok olması, akademik yıldızların kayışına ve akademisyenliğin bir “evet adamlığı” olarak yükselişine yol açtı.


¹ Moai. Şili’nin yaklaşık 3700 km batısındaki Paskalya Adası’nda bulunan ve çoğunluğu sadece kafadan oluşan som taştan devasa heykeller. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: İsrail birlikleri Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyecek

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, İsrail’in Hizbullah bahanesiyle sınırlı olduğunu iddia ettiği Lübnan işgalinin daha da derinleşebileceğinin sinyallerine yer veriliyor. Haber, çoğu İsrailli uzman ve Batılı yetkililerin görüşleriyle destekleniyor.

***

İsrail’in Lübnan’da artan saldırıları uzun süreli savaş korkularını körüklüyor

Tahliye emirlerinin boyutu ve değişen söylemler, komşu ülkeye daha derin bir müdahaleye işaret ediyor.

James Shotter, Neri Zilber, Andrew England 

İsrail’in 98. tümenine bağlı askerler yaklaşık yirmi yıl sonra Lübnan’a ilk kez girdiklerinde İsrailli yetkililer operasyonu “sınırlı, yerel ve hedefe yönelik” olarak nitelendirmişti.

Ancak geçen hafta içinde İsrail’in Hizbullah’a yönelik kara saldırısının boyutu hızla büyüdü. 98. tümen, üç diğer tümenle desteklendi ve binlerce İsrailli asker, batıdaki Rosh Hanikra’dan doğudaki Misgav Am’a kadar çeşitli noktalardan Lübnan’a ilerledi.

Aynı zamanda İsrailli liderler de kendilerini neyin beklediği konusunda söylemlerini sertleştirdiler. Başbakan Binyamin Netanyahu salı günü Lübnanlıları Hizbullah’a karşı ayaklanmaya çağırdı ve bunun alternatifinin “Gazze’de gördüğümüz gibi yıkım ve acıya yol açacak uzun bir savaş” olduğu uyarısında bulundu.

İsrail’in siyasi liderliğinden gelen değişen söylemler ve ordunun tahliye emirlerinin boyutu -Financial Times’ın hesaplamalarına göre, Lübnan’da sınır köylerinden 60 km kuzeydeki kıyı bölgelerine kadar 110’dan fazla alanı kapsıyor- bölgedeki ve batılı başkentlerdeki yetkililer, saldırının yakında sona ereceğine dair umutlarını yitirmiş durumda.

Batılı bir yetkili “İki hafta önce İsrailliler birkaç haftalık sınırlı bir kara harekâtından söz ediyorlardı ama bu iki hafta her geçen gün uzuyor gibi görünüyor. İsrail’in [5 Kasım’daki] ABD seçimlerinden önce duracağına dair umut yok gibi.”

İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyindeki işgali ve yıkımı belgelendi

İsrailli askeri yetkililer şimdilik kara harekatının tam niteliği ve ölçeği konusunda ketum davranıyor ve ayrıntıların çoğunu savaşın sisi ve askeri sansürün gölgesinde gizleniyor. Ancak operasyonların hedefe yönelik olduğunda ısrar ediyorlar ve İsrail güçleri, Akdeniz kıyısından İsrail birliklerinin işgali başlattığı Metula çevresindeki tepelik araziye kadar yılan gibi kıvrılan ve iki ülkeyi ayıran BM tarafından belirlenmiş “Mavi Hat”tın nispeten yakınında kalmaya devam ediyor.

İsrail’in ilerleyişini gösteren yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri 100 km’lik sınırın tamamı için mevcut değil. Ancak Marun er-Ras bölgesinden alınan görüntülerde İsrail tankları ve diğer araçların Lübnan içinde kısa bir mesafede ilerlediğini gösteriyor. Yaklaşık 27 araçlık bir grup sınırın 250 metre içinde, başka bir daha küçük grup ise sınırın bir km kadar içine girmiş durumda. Diğer görüntüler, İsrail güçlerinin Avivim ve Yiron köyleri yakınında sınırı ihlal ettikleri noktaları gösteriyor.

İsrailli yetkililere göre bu saldırının amacı, Hizbullah’ın sınır ötesi saldırı tehdidini ortadan kaldırmak ve İsrail topluluklarına yönelik tanksavar füzeleri gibi silahların doğrudan ateş hattını temizlemek, böylece çatışmalar nedeniyle yerinden edilen İsraillilerin evlerine dönmesini sağlamak.

Birçok Lübnanlı, ABD’nin İsrail’in Hizbullah’a karşı artan saldırılarına yeşil ışık yaktığından endişe ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Matthew Miller bu hafta Washington’ın “Hizbullah’ın kapasitesini azaltma çabalarında İsrail’i desteklediğini” belirtti. Ancak Miller, “nihayetinde bu çatışmaya diplomatik bir çözüm bulmak istediklerini” de ekledi.

WSJ: ABD, İsrail’in Lübnan işgalini fırsata çevirmeye çalışıyor

Hizbullah geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından sonraki günlerde İsrail’e ateş açmaya başlamış, 50’den fazla kişinin ölümüne yol açmış ve 60 bin İsrailliyi kuzeydeki evlerini terk etmek zorunda bırakmıştı. O tarihten bu yana geçen bir yıl içinde İsrail’in Lübnan’a düzenlediği saldırılarda iki bin 100’den fazla kişi öldü ve çoğu son birkaç hafta içinde olmak üzere bir milyon 200 binden fazla kişi yerinden oldu. Bombardıman aynı zamanda büyük bir yıkıma yol açarak sınıra yakın köy ve kasabaları yerle bir etti.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Ehud Yaari, İsrail’in saldırısını, Mavi Hat’tın kuzey tarafında, kara birlikleri ile iki km derinliğindeki bir şeritte hava saldırılarından daha kolay tespit edilen hedeflere yöneltilen bir “öğütücü” olarak nitelendirdi.

İsrailli yetkililer çatışmaların ilk haftasında 500 Hizbullah savaşçısının ve dokuz İsrail askerinin öldürüldüğünü iddia ediyor.

Yaari şöyle dedi: “Hizbullah’ın sınır bölgesinde kurduğu sistemleri yerle bir ediyorlar. Güçler tek bir şeye odaklanmış durumda: Hizbullah’ın bu bölgedeki tüneller, sığınaklar, silah ve mühimmat depoları gibi şaşırtıcı büyüklükteki askeri altyapısını yok etmek.”

“Bu sistemlerin bazıları köylerin içinde, ancak diğerleri bu sistemleri gizlemek için kullanılan sık çalılık ve çalılıklarla dolu kırsal alanlarda bulunuyor” diye ekledi.

Sınır boyunca yürütülen operasyonlara İsrail ordusunun İran’ın Hizbullah güçlerine ikmal yapma girişimlerini engelleme çabaları da eşlik ediyor. İsrail geçen ay saldırılarını genişlettiğinden beri jetleri Lübnan ile Suriye arasındaki sınır kapılarını ve Suriye’nin güneyindeki diğer hedefleri defalarca bombaladı. Ayrıca örgütün güçlü olduğu Bekaa Vadisi’ndeki Hizbullah hedeflerini de vurdular.

İsrail’e BM askerini vurmak bile serbest

Cuma günü İsrail jetleri Suriye ile Lübnan arasında 3,5 km uzunluğunda bir tüneli imha etti. İsrailli yetkililer tünelin Hizbullah’ın silah sevkiyatı yapmakla görevli 4400 numaralı birimi tarafından kullanıldığını söyledi. Geçen hafta başında İsrail Beyrut’ta düzenlediği bir hava saldırısında birimin komutanı Muhammed Cafer Kasır’ı öldürmüştü.

Eski bir İsrail Savunma Kuvvetleri istihbarat yetkilisi olan ve şu anda Meir Amit İstihbarat ve Terörizm Bilgi Merkezi’nin başında bulunan Shlomo Mofaz, “Suriye’den Lübnan’a ve Irak’tan Suriye’ye giden tedarik zincirini kesiyoruz” dedi.

İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal ederek ülkenin güneyinde 18 yıl süren bir işgale dönüşmesi de dahil daha sonra genişleyen operasyonlar başlatma geçmişi ve kuvvetlerinin sınırlı kayıplar verdiği göz önüne alındığında, batılı yetkililer İsrail birliklerinin eninde sonunda Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyeceğini düşünüyor.

Salı günü sosyal medyada yayınlanan görüntülerde İsrail askerlerinin Marun er-Ras’ta ülke bayrağını göndere çektiği görülüyordu.

İsrailli yetkililer, 2006’daki son savaşın sonunda kabul edilen ancak iki tarafın da uygulamadığı 1701 sayılı BM kararında öngörüldüğü üzere, nihai hedeflerinden birinin Hizbullah’ı Mavi Hat’tın 30 km kuzeyine kadar uzanan Litani nehrinin gerisine itmek olduğunda defalarca ısrar ettiler.

Ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda muğlak kaldılar.

Batılı bir yetkili şunları söyledi: “Bence İsrailliler Hizbullah’a mümkün olduğunca çok zarar vermek ve sınır ile Litani nehri arasında mümkün olduğunca çok alanı temizlemek istiyor. Ancak bundan sonrası net değil.”

“Şimdi durmalarını ve zaten büyük ölçüde üzerinde anlaşılmış olan siyasi bir planı kabul etmelerini istiyoruz. Ancak öyle görünüyor ki askeri başarıları onları devam etmeye teşvik ediyor.”

Hizbullah: Bizim için tek çözüm direnmek

Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı ve Washington’daki Amerika Ulusal Güvenlik Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Yaakov Amidror kara harekâtının nasıl gelişeceğinin siyasi ve askeri bir mesele olduğunu söyledi.

Ancak operasyonun askeri “mantığının” Hizbullah’ın Litani’nin güneyindeki varlığını kuşatmak ve yok etmek, ardından da geri dönmesini engellemek olduğunu söyledi.

Amidror şunları söyledi: “Başka cephelerde başka sorunlarımız varken, mevcut koşullarda bunu yapabilir miyiz? Daha uzun bir savaşa İsrail’in tepkisi ne olur? İsrail’in en azından güneyde Hizbullah’ı ezme planına devam ettiği açıkken dünyanın tepkisi ne olur? [Ama] askerî açıdan bakıldığında kara kuvvetleriyle yapılacak bir işgali haklı çıkarabilecek tek mantık bu.”

Mofaz, İsrail’in saldırısının hala Hizbullah’ı yok etmekten ziyade zayıflatmayı ve ardından ABD ve Fransa gibi uluslararası oyuncuların desteğiyle Hizbullah’ın Güney Lübnan’a dönmesini engelleyecek bir siyasi anlaşmaya ulaşmayı amaçladığına inandığını söyledi.

Ancak İsrail’in önceki operasyonlarının bunun değişebileceğini gösterdiğini de sözlerine ekledi: “Şimdilik bu sınırlı bir operasyon. Ancak Lübnan’da nerede ve ne zaman başlayacağınızı bilirsiniz. Ama ne zaman ve nerede bitireceğinizi asla bilemezsiniz.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Savaşın yayılması ABD’nin gizli gündemi mi?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin savaşı sürdürme ve genişletmeye çalışan İsrail’i dizginlemeye çalıştığı iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunuyor. Veriler ve uzman görüşleri ile desteklenen makale Demokratlar içindeki neo-muhafazakâr gündeme ve isimlere dikkat çekiyor:

***

Biden yönetimi gerilimi azaltmaya mı çalışıyor yoksa Orta Doğu’yu savaşa mı sürüklüyor?

Washington bölgesel ateşkes çağrısı yaparken İsrail’e siyasi ve askeri destek sağlamaya devam ediyor. Genişleyen savaş başarısız bir diplomasi mi yoksa ABD’nin gerçekten istediği şey mi?

Ali Harb

ABD Başkanı Joe Biden şubat ayında elinde bir dondurma külahıyla Gazze’de ateşkesin birkaç gün içinde gerçekleşebilecek kadar “yakın” olduğunu ilan etti.

Aradan yedi aydan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşı devam etmekle kalmadı Ortadoğu’da tırmanan gerilim ve şiddet İsrail askerlerinin Lübnan’ı işgal etmesi ve bombalamasıyla genişledi.

Biden yönetimi sözlü olarak gerilimi azaltma çağrısı yapmaya devam ederken İsrail’e siyasi destek ve savaşlarını sürdürmesi için sürekli bomba tedariki sağladı.

Washington, İsrail’in bu yıl attığı neredeyse her tırmandırıcı adımı memnuniyetle karşıladı: Beyrut ve Tahran’da Hamas liderlerinin öldürülmesi, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah suikastı ve Lübnan’ın güneyinin işgali.

Gazze’de savaşın başlamasının üzerinden bir yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İsrail, kuşatma altındaki Filistin topraklarında yaklaşık 42 bin kişinin ölümüne neden olan yıkıcı saldırılarını sürdürürken Beyrut’u her gün bombalıyor ve İran’a karşı bir saldırıya hazırlanıyor.

Gazze’deki çatışma şiddetlenip bölgeye yayıldıkça, ABD’nin söylemi ile politikası arasındaki uçurum da büyüyor.

Peki, birçok liberal yorumcunun öne sürdüğü gibi Biden yönetimi İsrail’i dizginlemekte başarısız mı oluyor? Yoksa aslında kaosu; İran, Hamas ve Hizbullah’a karşı şahin bir gündemi ilerletmek için mi kullanıyor?

Kısa yanıt: Analistlere göre İsrail’e askeri ve diplomatik desteğini sürdüren ABD, itidal açıklamalarına ve ateşkes çağrılarına rağmen bölgedeki şiddetin temel itici gücü olmaya devam ediyor. Yönetimin güdüleri ya da gerçek niyetleri hakkında spekülasyon yapmak zor olsa da Biden yönetiminin İsrail ile aynı safta yer aldığını, sadece meydan okunan pasif bir müttefik olmadığını gösteren kanıtlar giderek artıyor.

ABD şimdiye kadar ne söyledi ve ne yaptı?

Gazze’de ateşkes için aylarca süren kamuoyu baskısının ardından ABD, İsrail’in Lübnan’daki saldırısını desteklemeye odaklandı.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin geçen hafta İsrail’in Lübnan’ın güneyinde başlattığı ve ülkeyi tamamen işgal etme riski taşıyan kara harekâtını destekledi.

İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant ile yaptığı görüşmenin ardından 30 Eylül’de bir açıklama yapan Austin, “ABD’nin İsrail’in kendini savunma hakkını desteklediğini açıkça ifade ettim” dedi.

Filistinli grup Hamas’ın İsrail’in güneyine düzenlediği ve en az bin 139 kişinin öldüğü saldırıya atıfta bulunan Austin, “Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’in kuzeyindeki topluluklara 7 Ekim tarzı saldırılar düzenleyememesini sağlamak için sınır boyunca saldırı altyapısının yok edilmesi gerektiği konusunda mutabık kaldık” dedi.

Lübnanlı grup, Hamas saldırısının ardından Gazze’ye karşı başlattığı savaşı sona erdirmesi için İsrail hükümetine baskı yapmak amacıyla geçen yıl Ekim ayında İsrail askeri mevzilerine saldırmaya başlamıştı.

Aylar boyunca neredeyse her gün yaşanan çatışmalar büyük ölçüde sınır bölgesiyle sınırlı kaldı. Şiddet, sınırın her iki tarafından on binlerce insanı kaçmaya itti. Hizbullah, İsrail’in kuzeyinde yaşayanların ancak ülkenin Gazze’ye yönelik savaşı sona erdiğinde geri dönebileceklerini savundu.

Hizbullah’ın üst düzey askeri yetkililerine yönelik suikast saldırılarının ardından İsrail 23 Eylül’de Lübnan genelinde büyük bir bombardıman başlattı ve yüzlerce köy ve kasabada sivillere ait evleri yerle bir etti.

O tarihten bu yana İsrail şiddeti Lübnan’da 1 milyondan fazla insanı yerinden etti.

İsrail’in bu adımlarından önce Beyaz Saray aylardır Lübnan-İsrail sınırındaki krize diplomatik bir çözüm bulunması için çalıştığını söylüyordu. ABD elçisi Amos Hochstein, görünüşte gerilimin tırmanmasına karşı uyarıda bulunmak üzere bölgeye defalarca ziyarette bulundu.

Lübnan’daki düşük düzeyli çatışmaların hızla topyekûn bir savaşa dönüşmesi üzerine Biden yönetimi Arap ve Avrupa ülkelerini bir araya getirerek 25 Eylül’de çatışmaların durdurulması için 21 günlük “acil” bir ateşkes önerdi.

Ancak iki gün sonra İsrail, Beyrut’taki birçok konutu yerle bir eden ve yakın bir ateşkes ihtimalini fiilen ortadan kaldıran büyük bir bombalı saldırıda Nasrallah ‘ı öldürdüğünde Beyaz Saray bu saldırıyı “adaletin bir ölçüsü” olarak övdü. Nasrallah’ın öldürülmesi emrini İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak üzere bulunduğu ABD topraklarından verdi.

Syracuse Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Osamah Khalil, Biden’ın diplomatik çabalarının samimiyetini sorguladı ve Hochstein’ın İsrail’e itidal çağrısında bulunduğuna dair basında çıkan haberlere şüpheyle yaklaştı.

Halil, ABD’nin İsrail’in Gazze ve bölgenin geri kalanındaki eylemlerinin doğrudan bir katılımcısı ve destekçisi olduğunu ancak Biden yönetiminin ateşkes görüşmelerini kendisini ülke içindeki eleştirilerden korumak için bir “iç politika” manevrası olarak kullandığını vurguladı.

Halil geçen ay El Cezire’ye verdiği demeçte, “Tüm bunlar, özellikle de savaş karşıtlığı popüler hale geldikçe, müzakereler ediyormuş gibi görünmek için yapılan müzakerelerdi” dedi.

‘Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmek’

ABD medyasında yakın zamanda çıkan iki haber Halil’in iddiasını doğrular nitelikte.
Politico’nun 30 Eylül’de kimliği açıklanmayan kaynaklara dayandırdığı haberine göre Hochstein ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin Ortadoğu koordinatörü Brett McGurk’ün de aralarında bulunduğu üst düzey ABD’li yetkililer İsrail’in Hizbullah’a yönelik askerî harekâtını özel olarak destekliyor.

ABD’li yayın organının haberine göre “Hochstein, McGurk ve diğer üst düzey ABD ulusal güvenlik yetkilileri perde arkasında İsrail’in Lübnan operasyonlarını önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’yu daha iyi bir şekilde yeniden şekillendirecek tarihi bir an olarak tanımlıyorlar.”

Axios’un geçen haftaki haberine göre ABD, İsrail’in Hizbullah’a vurduğu darbelerden faydalanarak Washington’un desteklediği bir ismin Lübnan cumhurbaşkanı seçilmesi için bastırıyor.

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı makamı yaklaşık iki yıldır boş ve parlamento yeni bir lider seçmek için uzlaşma sağlayamıyor.

Salı günü ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller Lübnan’daki savaşı ülkeyi siyasi olarak değiştirmek için bir “fırsat” olarak nitelendirdi. Miller, Washington’un Lübnan halkının “yeni bir cumhurbaşkanı seçme [ve] Hizbullah’ın ülkedeki çıkmazını kırma yeteneğine” sahip olmasını istediğini söyledi.

Hizbullah ve müttefikleri, ülkedeki serbest seçimler sonucunda Lübnan parlamentosunda onlarca sandalyeyi kontrol ediyor.

Bölgeyi yeniden şekillendirmek, ABD’nin neo-muhafazakâr hareketi için her zaman bir hedef oldu: İsrail’e destek veren ve ABD dostu hükümetleri, şahin dış politika ve askeri müdahaleler yoluyla iktidara getirme. Bu yaklaşım en açık şekilde eski ABD Başkanı George W. Bush döneminde görülmüştü.

Hatta 18 yıl önce Bush döneminde, İsrail Hizbullah ile son büyük savaşını yaşadığında, dönemin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice “yeni bir Ortadoğu’nun doğum sancılarından” söz etmişti.

Halil, Bush döneminin birçok yeni muhafazakârının şu anda Demokrat Parti’ye üye olduğunu ve Kasım seçimlerinde başkanlık için Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i desteklediğini belirtti.

Harris, sözde “teröre karşı savaşın” ve 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak’ın işgalinin baş mimarlarından olan eski Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin desteğini memnuniyetle karşıladı.

Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olarak Biden’ın kendisi de Irak’taki savaşı desteklemişti. O dönemde komitede Demokrat personel direktörü olarak görev yapan Dışişleri Bakanı Antony Blinken da öyle. McGurk Bush’un Beyaz Saray’daki danışmanlarından biriydi ve ABD’nin Irak’ı işgalinde kilit rol oynamıştı; Hochstein ise daha önce İsrail ordusunda görev yapmıştı.

Khalil, “Demokrat yönetimin içinde neo-muhafazakâr bir gündem var” dedi.

Gazze başarısızlıkları

Lübnan’da savaş sürerken ve dünya İran ile İsrail arasında olası bir gerilimi izlerken, birçok analist bölgeyi bu noktaya getiren şeyin Biden’ın Gazze’deki savaşı sona erdirememesi olduğunu söylüyor.

Arab Center Washington DC Direktörü Halil Cahşan da Biden yönetiminin Netanyahu hükümetine verdiği koşulsuz desteğin tüm bölgeyi “bilinmeze” götürdüğünü söyledi.

El Cezire’ye konuşan Cahşan, Gazze savaşının başlamasından bu yana geçen bir yılda ABD’nin sadece İsrail politikalarına değil, aynı zamanda “İsrail’in aşırılıklarına” da tam olarak “körü körüne destek” verdiğini söyledi. “Bu, çatışmanın başından beri herhangi bir rasyonalite unsurunu kabul etmeyi reddeden tek taraflı bir politikanın sonucudur” dedi.

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e düzenlediği saldırının hemen ardından Biden ABD’nin müttefikine tavizsiz destek verdi.

İsrail’in Hamas’a karşı “hızlı, kararlı ve ezici” bir yanıt vermesini destekledi. Beyaz Saray ayrıca savaşın finansmanına yardımcı olmak üzere İsrail’e askeri yardım için Kongre’den ek fon talep etmekte acele etti.

Washington aylardır büyüyen insani krize rağmen ateşkes çağrılarına direniyor ve İsrail’in Hamas’ın peşinden gitmeye “hakkı” olduğunu savunuyordu.

ProPublica ve Reuters haber ajansının son haberleri, Biden yönetiminin İsrail’in Gazze’de işlediği olası savaş suçlarıyla ilgili iç uyarıları aldığını ve bunları görmezden gelerek İsrail’e silah transferlerini sürdürdüğünü gösterdi.

İsrail’in Gazze’nin büyük bölümünü yerle bir etmesi, 2,3 milyon Filistinlinin neredeyse tamamını yerinden etmesi ve açlık sınırına getirmesinin ardından iç ve uluslararası hoşnutsuzluk arttıkça Biden üslubunu yumuşatmaya başladı.

Geçen aylarda ABD, Gazze’deki çatışmaların sona ermesini ve kuşatma altındaki bölgede Filistinli grupların elindeki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlayacak bir anlaşma çağrısında bulunmak için “ateşkes” terimini benimsedi.

Ancak Netanyahu’ya bir anlaşmayı kabul etmesi için pek baskı yapmadı.

Biden ve yardımcıları gerçekten bir ateşkes istemiş ve bunu başaramamış da olsa diplomatik çabayı dikkatleri İsrail’in ABD destekli savaşının dehşetinden uzaklaştırmak için kullanmış da olsa sonuç aynı: Savaş yayılıyor ve on binlerce masum insan öldürülüyor.

Tahran ile ABD diplomasisini destekleyen ABD merkezli National Iranian American Council’de (NIAC) politika direktörü olan Ryan Costello, “Kanıtlar, bir ateşkesi desteklediklerini söylemenin, ancak bunu sağlamak için hiçbir şey yapmamanın onlar için siyasi olarak avantajlı olduğunu gösteriyor” dedi.

Cahşan ayrıca Biden yönetiminin İsrail’i silahlandırmaya devam ederken adil ateşkes önerileri sunmadığını söyledi, “Ateşkesi önerenler, taraflardan birine savaş araçları sunmaya devam ederse ateşkesin ne değeri kalır ki. Bu bir ateşkes değil; savaşa devam etmek için bir davet” dedi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English