Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Postmodern kimlik siyaseti: Nihai adalet mi, yoksa anti-realist bir safsata mı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Doktorların fiziksel olarak sağlıklı gençlere doğurganlığı yok eden ilaçlar vermesi, tecavüzcü erkeklerin kadın mahkumların yanına yerleştirilmesi ya da herhangi bir erkeğin kendi isteğiyle bir kadının soyunma odasına girmesine izin verilmesi artık süregelen cinnet halinde kanıksanan hadiseler oldu. Ya da izbandut gibi erkeklerin kadın sporlarında rekor kırması da eklenebilir. Dünyanın en ünlü toplumsal cinsiyet çalışmaları gurusu Judith Butler’ın Kim Korkar Toplumsal Cinsiyetten? kitabı hazır çıkmışken, aşağıda postmodern kimlik siyasetinin çarpıcı bir eleştirisi var.


Postmodern kimlik siyaseti: Nihai adalet mi, yoksa anti-realist bir safsata mı?

Paul Tyson

The Philosophical Salon

19 Şubat 2024

Yirmi birinci yüzyılda sıklıkla “kimlik siyaseti” olarak adlandırılan şey, güçlü yeni iletişim teknolojisi biçimlerinin yükselişiyle yakından alakalı görünüyor. Facebook’un 2004’te doğuşuna, iPhone’un 2007’de piyasaya çıkışına, süper bilgisayar destekli algoritmaların gelişimine, Amazon ve Alibaba gibi küresel bulut derebeyliklerinin yükselişine ve yapay zekâda kayda değer atılımlara tanık olduk. Bu çevrim içi iletişim ve ticaret teknolojileri, insanların sosyalleşmesini kökten etkiliyor, insanların sanal varlıklarını yansıtışlarını şekillendiriyor ve kamusal söylemimizin gidişatını yeniden yapılandırıyor.

Bu teknolojiler aynı zamanda en mahrem duyarlılıklarımızı ve kendimiz ve başkaları hakkındaki fikirlerimizi de etkiliyor. Çevrim içi dikkatimizin algoritmik olarak haritalanması, tutulması ve koşullandırılması, internet pornografisinin patlaması ve bir takım çirkin çevrim içi korku ve öfke davranışları gibi gelişmelerle el ele gitti. Telefon kullanım bağımlılığı, kompulsif kıyamet, kötü haber bağımlılığı ve yüz yüze gelenekler tarafından sınırlandırılmayan çevrim içi eleştiri sunma ve alma artık neredeyse normal görünüyor. Arzularımızın, bağımlılıklarımızın, korkularımızın ve kızgınlıklarımızın sürekli çevrim içi olarak manipüle edilmesi, ilkel dürtülerimizin algoritmik olarak manipüle edilmesi için en basit ve en etkili dikkat kaldıraçları olması nedeniyle artık her yerde var.

Tüm bunlarda “algoritmanın” kendisi tamamen tarafsızdır, zira programcılarının ilgilendiği tek şey dikkatimizi tutmak, artırmak ve ticari olarak toplamaktır. Bizi cezbeden ürün ve bilgilere anında erişimin cazibesine kapılıp, neşeyle bu yolculuğa çıkıyoruz. Yine de bu çevrim içi gelişmelerin üzerimizdeki etkisi pek de nötr değil. Gençlerin ruh sağlığı göstergeleri, psikolojik kırılganlık, sosyal kaygı, depresyon ve felç edici bir kıyamet korkusu gibi rahatsız edici eğilimler gösteriyor. Ve yalnızız. Çevrim içi ortam bizi gerçekte yaşadığımız yerden ve gerçekte ait olduğumuz insanlardan koparıyor. Zygmunt Bauman’ın bireylerin atomizasyonu ve hepimizin akışkan modernitenin hızlı akan ben merkezli tüketim akımlarında “öylece akıp gitmesi” anlayışı, gerçekliğin sanallaşması ile aşırı hızlanıyor.

Muhtemelen bu yeni teknolojilere verilen yanıtlardan biri de “kimlik politikalarıdır”. Atomize olmuş ve yabancılaşmış bireyleri kendine çeken yeni tür “sanal topluluklar” ortaya çıkıyor ve bunlar giderek artan bir şekilde kim olduklarını bulutta konumlandırılmış sonsuz kimlik inşası alternatifleri arasından tanımlıyor. Bu toplulukların en yüksek sesle konuşanları genelde güçlü bir şikâyet duygusuna sahip. Mağdur edilmiş, dışlanmış, şu ya da bu şekilde yabancılaştırılmışlardır ve artık buna tahammülleri kalmamıştır. Sanal şikâyet toplulukları artık giderek parçalanan ve ayrışan siyasi manzaralarımızın önemli bir özelliği. Dışlanan ve ötekileştirilen her azınlığa karşı adaletsizliklerin düzeltilmesi, kimlik siyasetinin ahlaki motorudur.

Belki de sosyal medya destekli kimlik siyasetinin yükselişi, geçmişte sesi ya da platformu olmayan marjinalleştirilmiş azınlıklar için adaleti teşvik eden insan gücünde cesur yeni bir ilerlemeye işaret ediyor. Belki de sanallık ve insanlığın bir nevi post-insan bütünleşmesi, eski sosyalleşme, ilişki ve kimlik biçimlerini kaçınılmaz bir şekilde geçersiz kılıyor ve hoşumuza gitse de gitmese de artık işler böyle yürüyor? Ya da belki de sosyal medya, gizli ve özel çıkarlarla tanımlanmış kimlik gruplarına bir megafon vererek, kamu yararını aktif olarak tahrip eden yankı odası anlatı darlığını teşvik ediyordur? Büyük ihtimalle mevcut eğilimlerle bütünleşik hem olumlu hem de olumsuz dinamikler var. Fakat yirmi birinci yüzyıl kimlik siyaseti yalnızca teknolojik ya da ticari olarak belirlenen bir mesele değil. Felsefi seçimler ve taahhütler de mevcut dinamiğimizin ayrılmaz bir parçası.

Üzerinde durmak istediğim felsefi meseleler, belki de makul bir biçimde postmodern olarak adlandıracağım belirli bir kimlik politikası türüyle alakalı. Daha spesifik olarak, felsefi olarak incelenmesi gerektiğini düşündüğüm kimlik, doğa ve siyasetin anti-özcü, anti-realist ve anti-idealist yorumlamaları.

Anti-özcülük, tüm anlamların akışkanlığını savunan postmodern bir duruştur, zira —savunulduğu üzere— gerçeklikte özsel anlamlar yoktur. Yani, tüm anlamlar öznel ve kültürel olarak uydurduğumuz insan şiirleridir. Tüm değer yargıları —iyi, kötü, güzel, çirkin, anlamlı, iğrenç vs— şeylerin aslında nasıl olduğuyla ilgili değil, daha ziyade kişinin kendisinin —ve diğer insanların— “çıplak” fiziksel ihtiyaçlarını ve öznel arzularını düzenlemeye ve düzenlemeye çalışan tercihler ve yönetimlerdir.

Doğaya dönük anti-realist yaklaşımlar, postmodern özcülük karşıtlığı ile süreklilik arz eder. Doğadaki hiçbir şeyin gerçek değeri bir yana, bilinebilir gerçek bir anlamı bile yoktur. Dolayısıyla “doğal olan” (gerçek olan) kültürel bir inşadır. Örneğin “cinsiyet”, “toplumsal cinsiyet”, “ırk”, “insanlık” doğal gerçeklikler değil, bedenlere, benliklere ve tarihlere (baskıcı bir şekilde) dışsal ya da (özgürce) içsel olarak uygulanan inşa edilmiş anlamların kültürel tanımlamalarıdır. Doğal olarak verilmiş hakikatler, temel anlamlar ve değerler olduğunu düşünen herkes büyük bir yanılgı içindedir. Zira yorumlanmamış anlamlar, saf hakikatler, kaba doğal doğrular yoktur. Özünde tüm hakikat iddiaları, her zaman şu ya da bu şekilde iktidara ve güç çıkarlarına hizmet eden performatif anlam ve yorum iddialarıdır. Örneğin bir kadın, biyolojik olarak kadın olduğu için gerçek bir kadın olamaz.

Anti-özcülük aynı zamanda geleneksel siyasi metafizik kategorilerinin reddini de gerektirir. Siyasi idealistler müşterek iyiyi ilerletmeyi amaçlar ve ikna edici konuşma forumu ve yurttaşların erdemli sivil taahhütleri aracılığıyla sivil adalet, hakikat ve iyiliğin ulaşılamaz amaçlarının peşinden giderler. Burada kamu makamı iktidarı yönetir, ancak uygun ahlaki siyasi otorite asla sadece iktidarın yönetilmesine indirgenemez. Buna karşılık, özcülük karşıtı bir siyasi iktidar anlayışı, tüm “yüksek” siyasi ideallerin gerçekliğini ve anlamını reddeder ve iktidarın sadece iktidar olduğunu ve adalet, hakikat ve iyilik gibi aşkın ideallere bağlanan otoritenin her zaman kişisel çıkar ve salt iktidar için aldatıcı bir örtü olduğunu savunur. İktidar, yönetim normlarını —her ne şekilde olursa olsun— dayatma kabiliyetinden başka bir şey değildir. İktidarı siyasi otoriteden ayıran, herkesin kişisel çıkarlarının ve değer tercihlerinin üzerinde duran hiçbir şey yoktur.

Postmodern kimlik siyasetinin aslında herhangi bir gerçek kimlik ya da herhangi bir gerçek doğal olgu hakkında olamayacağı ve postmodern öncesi inandırıcı felsefi taahhütlerin çoğuna göre gerçekten siyasi olamayacağı belirtilmeli. Esasında, bu tür eski moda felsefi taahhütlere sahip olunması halinde, postmodern kimlik siyaseti ancak kimlik ve siyaset karşıtı bir bakış açısı olabilir. Zira herhangi bir gerçek kimlik varsayımı (anti-özsel ve şiirsel bir “kimlik” inşasından ziyade) ve doğanın gerçek olgularının kısmen bilinebileceği herhangi bir doğal gerçekçilik iddiası, kısmen kavranan ahlaki hakikat iddiası bir yana, postmodern kimlik siyasetinin lanetidir. Dahası, salt güçle yönetim siyasi bir bakış açısı değildir.

O halde kim haklı? Özcülük karşıtı postmodernistler mi, yoksa en azından kısmen kavranmış temel anlama bir tür bağlılığı olan herhangi biri mi?

Michel Foucault, Jean-François Lyotard, Jacques Derrida ve Judith Butler gibi güçlü anti-özcülükçü, anti-natüralist ve anti-politik-idealist teorisyenlerden oluşan farklı bir grup, şu anda akademik manzaramızın kayda değer şekillendiricileri. Sadece akademide değil, tüketim toplumunun içkin çerçeveli ve pragmatik varsayımlarında, “akışkan modernitenin” sosyal atomizasyonunda ve anlam akışkanlığında ve giderek artan bir şekilde yasalarımızın ve kamu kurumlarımızın biçiminde de onların günü geldi. Bunların yükselişi, Batı’nın metafiziksel olarak özcü, bilimsel olarak gerçekçi ve siyasi olarak idealist geleneklerinin yüzyıllardır devam eden erozyonunun mantıksal sonucu.

Augustinus’un Hıristiyan Platoncu teolojisi, Batı üniversitesinin doğduğu temel meta-perspektifti. Paris Katedral Okulu on ikinci yüzyılın ortalarında Paris Üniversitesi’ni kurmuştu. Peter Lombard’ın Kutsal Kitap, Augustinus’un öğretileri ve Kilise Babaları’nın bir derlemesi olan Cümleler’i, orta çağ üniversitesinin ana söyleminin (teoloji) dayandığı temel entelektüel çerçeveydi. On üçüncü yüzyılda Aquinas, yeni kurtarılan Aristoteles külliyatını Batı Hıristiyan âleminde vaftiz etti. Böylece Batı üniversitesi, Hıristiyan kutsal kitaplarına, Platon ve Aristoteles’e derinden borçlu olan ve inanç, vahiy, akıl, etik ve doğa felsefesini karmaşık bir şekilde birleştiren zengin bir felsefi teoloji geleneği içinde doğdu.

Skolastik düşüncenin temel kategorileri öz ve varoluşla alakalı. Ebedi ve ilahi olanın (aşkınlık) duyulur ve geçici olanla (içkinlik) olan karmaşık ilişkisi ve tikel, nicel ve maddi alanın evrensel, nitel ve akli alanla olan ilişkisi skolastik tartışmalara hâkim olmuştur. Ardından, bugün on yedinci yüzyılın bilimsel devrimi olarak nitelendirdiğimiz şey geldi. Üniversitelerin dışında başlayan pragmatik ve deneysel doğa felsefesi, Aristoteles’in doğa felsefesini büyük ölçüde bir kenara bırakarak, genelde Protestan ve Angloların Aristotelesçi doğa felsefesi ile Katolik teolojisinin skolastik sentezini bir kenara atma arzusuyla birleşerek doğdu. Aynı zamanda Katolik rahip Pierre Gassendi gibi düşünürler Epikuros, Lucretius, Democritus ve Empiricus’u erken modernitenin doğa felsefesine ve Hıristiyan teolojisine vaftiz ediyorlardı. On yedinci ve on sekizinci yüzyıllar bilimde radikal ilerlemelere, rasyonalist Deizmin yükselişine ve agnostik ya da gizli ateist bir ampirizme tanıklık eder. “Tamamen” rasyonel ve “tamamen” ampirik metafiziğe doğru bu erken modern dönüş, metodolojik olarak teoloji ve inançtan giderek daha fazla ayrışırken, teoloji ve inanç hala büyük ölçüde varsayılır. Amos Funkenstein, on altıncı yüzyılda natura pura’nın [salt doğa] icadı ile Immanuel Kant’ın Aydınlanma felsefesi arasındaki dönemi “seküler teolojinin [burada] bilim, felsefe ve teolojinin neredeyse tek ve aynı uğraş olarak görüldüğü”* bir dönem olarak tanımlar.

Funkenstein’ın kitabının son sayfalarında açıklandığı üzere, vahiy ve inancın akıl ve bilimle skolastik sentezini mutlak anlamda sona erdiren Kant’tır. Belki de bu, sonunda bilimsel gerçekçiliğin kaybolmasına yol açar, zira Yaratılışın Logos’u aynı zamanda Augustine’e zihnimizin içinde konuşan Gerçek olan Mesih’tir, öyle ki öznel bilinç, ilahi olarak aracılık edilmiş olsa da nesnel doğal anlamla hakikat bir paydaşlığa sahip olabilir. Bilimsel anti-realizme yönelik postmodern eğilim ne olursa olsun, inanç ve aklın Kantçı kesin ayrımı, öz (artık saf aklın alanı ve anlaşılabilir anlamın koşulları) ve varlık (artık doğa bilimlerinin alanı ve pratik yargılar) temel kategorilerinin Kant’ın saf felsefi aklın uygun sınırları anlayışına oturacak şekilde yeniden işlenmesini gerektirmiştir.

Kant, Batı’nın Aydınlanma öncesi metafizik geleneklerinden belirleyici bir kopuşu gerçekleştirir; bu geleneklerde aşkın gerçekliğe dair inançla aktarılan anlayışlar akıl, etik ve doğa felsefesi alanlarıyla bütünleştirilir. Kant ile Judith Butler arasında pek çok adım vardır ama aşkın hakikatin herhangi bir özsel bilgisinin kabul edilemez olduğuna karar verildiğinde ve insan bilicinin zihni aklın ve bilginin tek odağı haline geldiğinde, özün anlamı, tabiatın doğası ve dünyanın tamamen içkin terimlerle yorumlanması, herhangi bir geleneksel metafizikte bulunan esasen çerçevelenmiş anlam anlayışlarının sürdürülmesini imkânsız hale getirir. Nihayetinde doğanın kendisi, olumsal dilsel kurgular ve tamamen içkin kültürel gelenekler dışında gerçek bir anlamı olmayan, tamamen insani şiirlerin bir kurgusu haline gelir. Siyaset de eninde sonunda ideal bir referans çerçevesini kaybeder ve iktidar her yerde bulunur ve doğası gereği araçsal hale gelir.

Post-Kantçı ve postmodern akademiye karşı, özcü ve realist “sağduyunun” uzun bir Batı mirası hala büyük ölçüde temel anlamları en azından kısmen kavradığımızı, doğal hakikatlerin nesnel olarak doğrulanabilir olduğunu, gerçek amaç ve değer analojilerinin doğada fark edilebilir olduğunu ve hakikaten müşterek iyiyi hedefleyen aşkın idealler ve ahlaki hakikatlerin siyasi otoriteyi salt güçten ayırdığını varsayar. Böyle bir sağduyunun postmodern kimlik siyasetiyle felsefi bir bağlantısı yoktur. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, kimlik siyaseti bu tür taahhütleri bağnaz ve baskıcı olarak yaftalar.

Belki de geleneksel sağduyulu felsefi bakış açısı olarak nitelendirdiğim şey, artık hiçbir eğitimli insanın ciddiye almaması gereken bağnaz, savunulamaz bir saçmalıktır. Ya da belki de eski moda metafizik, en azından kısmen doğru olduğu için hala sağduyu ile uyumludur. İkisi arasında nasıl bir yargıya varılırsa varılsın, postmodern akademinin şu anda sağduyuya ilişkin hala derinden kök salmış geleneksel kültürel bakış açısıyla topyekûn bir savaş içinde olduğu aşikâr. Ya sağduyu uygun bir şekilde queer anti-özcü, anti-realist ve anti-idealist bir şekle bürünecek ya da özcü ve realist (ve muhtemelen teolojik olarak çerçevelenmiş) anlamın bir tür yeni geri kazanımı Batı zihnine yeniden ışık verecektir.


(*) Amos Funkenstein, Theology and the Scientific Imagination, Princeton: Princeton University Press, 1986, 3.

DÜNYA BASINI

Mısır ekonomisi nefes aldı ancak durum sürdürülebilir değil

Yayınlanma

Yaşadığı döviz krizinin üzerine Gazze savaşının etkisi de eklenince ekonomik olarak boğulma noktasına gelen Mısır; IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nden ciddi miktarda kredi ve hibe aldı. Ayrıca BAE ile 35 milyar dolarlık bir yatırım anlaşması imzalandı. Bu adımlar Mısır ekonomisine bir nebze nefes aldırmış görünüyor. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makalede uzmanlar, Mısır’ın ekonomisindeki yapısal sorunun devam ettiğini ve bu sorunun üstesinden gelmek için adım atılmadığını belirterek uyarıda bulunuyor:

***

Analistler, Mısır’ın yabancı fonları reformları hızlandırmak için kullanması ve geçmiş hataları tekrarlamaması gerektiğini söylüyor

Ekonomistler, borcun azaltılması ve büyümenin sağlanması arasındaki dengenin işsizlik ve ihracata odaklanmayı gerektirdiğini belirtiyor.

Kamal Tabikha

Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri’nden yatırımının 14 milyar dolarlık ikinci dilimi alarak yabancı yatırımlarda bir ivme yakalarken, ekonomistler sıkı reformlar yapılmadan ülkenin ekonomik sorunlarının sona ermekten uzak olduğu konusunda uyarıda bulunuyor.

Arap bölgesinin en kalabalık ülkesi, son aylarda milyarlarca dolarlık yabancı yatırım ve yardım topladı.

Ülke, bu yıl dönüm noktası niteliğindeki bir anlaşmayla kıyı kenti Ras el-Hikma’yı geliştirmek için BAE’den 35 milyar dolar temin etti. Ayrıca Mısır, Uluslararası Para Fonu ve AB’den dört yıl içinde 8’er milyar dolar, Dünya Bankası’ndan ise 6 milyar dolar taahhüt aldı.

Finans piyasaları analisti Mohamed Ragab, The National’a yaptığı açıklamada, mart ayında faiz oranlarının yükseltilmesi ve para biriminin serbest bırakılmasının ardından Mısır’ın kasasına yabancı yatırımcılardan 18 milyar dolarlık bir “sıcak para” girişi olduğunu söyledi.

Sıcak para, genellikle hazine bonosu ya da diğer yüksek getirili borçlanma araçları şeklinde bir ülkeye akan, kısa vadeli yatırımları ifade ediyor.

Ragab, “Bu tür yatırımlar son derece likittir ve ekonomik koşulların değişmesi halinde hızla ülkeden çıkabilir. 2020 yılında 20 milyar doların üzerinde sıcak para çok kısa bir süre içinde Mısır’dan çıktı ve bu durum Kovid-19 salgınının getirdiği ekonomik istikrarsızlığı daha da kötüleştirdi” dedi.

Ancak, BAE anlaşmasının zincirleme bir faydası olarak ülkenin finans piyasalarında artan güvence ışığında sıcak para topluca geri döndü.

Bu durum, fabrika ya da gayrimenkul gibi fiziksel varlıklara yapılan uzun vadeli yatırımları içeren doğrudan yabancı yatırımla tezat oluşturuyor.

Mısır Merkez Bankası’nın son verilerine göre, ocak ayından bu yana yapılan tahvil ihaleleri de önemli bir fon kaynağı oldu ve hükümet çeşitli vadelerdeki tahvil satışlarından yaklaşık 2,47 trilyon Mısır lirası topladı.

Avrupa Mısır’a karşı neden bu kadar cömert?

Bu önemli meblağ, hükümetin harcamalarını finanse etmek ve bütçe açıklarını kapatmak için borçlanma araçlarına olan bağımlılığını gösteriyor.

Bu fon akışı ithalat birikimlerinin temizlenmesine ve enflasyonun biraz düşmesine yardımcı olsa da ekonomistler Medhat Nafei ve Moustafa Badra uzun vadeli istikrarın sağlanmasının daha sıkı reformlar gerektirdiğini savunuyor.

Popüler bir talk show programı olan El Hekaya’da konuşan Nafei, “Nakit para hükümetin satın alma gücünü artırmak ve enflasyonu düşürmek gibi kısa vadeli ihtiyaçları çözecek olsa da GSYİH, işsizlik ve ihracat gibi daha uzun vadeli göstergeler ele alınmalıdır” dedi.

Nafei, IMF’nin Mısır’a 2016’dan bu yana verdiği dördüncü krediyi onaylamadan önce talep ettiği reformların izlenmesi ve uygulanması için ulusal bir komite kurulması çağrısında bulundu.

Söz konusu reformlar arasında kamu harcamalarının azaltılması, sıkı para politikası ve devletin ve ordunun ekonomideki baskıcı rolünün azaltılması yer alıyor.

Komite ideal olarak, uygulanan reformların “sadece fonun kredisini geri ödemesini sağlamakla kalmayıp ülke ekonomisine fayda sağlamasını” dikkate almalı.

Nafei, “Hükümetin IMF’nin taleplerini karşılamak için yeterince sıkı reformlar yapamadığı Aralık 2022’den sonra ya da küçük bir pencerenin açıldığı ancak doğru kullanılmadığı 2016’da olduğu gibi geçmiş hataları tekrarlamamalıyız” diye ekledi.

Gazze savaşının etkileri

Badra, Mısır’ın turizm, Süveyş Kanalı gelirleri ve işçilerin döviz havaleleri gibi geleneksel döviz kaynaklarının azaldığını ve bu durumun Gazze savaşıyla daha da kötüleştiğini belirtti.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın yakın tarihli bir raporunda yer alan tahminlere göre, çatışma Mısır’a 2025 ortasına kadar turizm ve kanal geliri kaybı olarak 3.7 milyar ila 13.7 milyar dolara mal olabilir.

Ocak ayında Kanal geliri bir önceki yıla göre yüzde 46 düştü.

Badra, “Ekonomik başarılara odaklanıp etrafımızdaki siyasi durumu unutarak fazla iyimser olmamalıyız” uyarısında bulundu.

Ekonomistler, özellikle devletin ekonomideki rolünün azaltılması ve özel sektör katılımının artırılması yoluyla kapsamlı reformlara ihtiyaç olduğunu vurguluyor.

IMF ve BAE anlaşmaları Mısır ekonomini kurtaracak mı?

Hükümetin dönüştürücü değişiklikler yapmak yerine bütçe açıklarını kapatmak için borç satmaya devam ettiğine dair endişeler var.

Hükümet tarafından yakın zamanda başlatılan bir tarım girişimi, özel sektörü dışlamasıyla dikkat çekti.

Bununla birlikte, Fitch Ratings’in mayıs ayı başında ülkenin görünümünü “pozitif”e revize etmesinin ardından Mısır’ın en büyük dört bankasının görünümünü de pozitife yükseltmesiyle bazı olumlu işaretler ortaya çıktı.

Ancak derecelendirme kuruluşu Mısır’ın yüksek oranda borçlu olmaya devam ettiği uyarısında bulunarak hükümet borcunun haziran ayında GSYH’nin yüzde 93’üne ulaşacağını tahmin etti.

Kabine sözcüsü Mohamed El Homsani’ye göre Ras el-Hikma’da çalışmalar başlarken ve arazi devri “birkaç gün içinde” tamamlanacakken, analistler hükümetin inşaat, turizm, hizmet ve imalat sektörlerinde istihdamı artırmak için projeden yararlanma fırsatına sahip olduğunu söyledi.

Projenin temelinin önümüzdeki yılın başlarında atılması planlanıyor.

Para biriminin istikrara kavuşması ve döviz rezervlerinin yeniden oluşturulmasıyla Mısır biraz nefes aldı, ancak analistler daha dirençli ve sürdürülebilir ekonomi inşası gibi zor görevin şimdi ciddi bir şekilde başlaması gerektiğini vurguluyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD’nin ucuz Ukrayna tahılının Avrupa pazarına akmasından çıkarı ne?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Geçen yıl 2 Mayıs’ta Avrupa Komisyonu, Ukrayna’dan Polonya, Macaristan, Slovakya, Romanya ve Bulgaristan’a bazı ürünlerin hububat ithalatına geçici bir yasak getirdi. Bu beş ülke, gümrüksüz ithalat ülkelerine gelen ucuz Ukrayna tahılının yerli tarım sektörünü darboğaza sürüklemesinden rahatsızdı.

Yasak, 15 Eylül’e kadar yürürlükte kaldı ve bu tarihten sonra Varşova, Budapeşte ve Bratislava tek taraflı kısıtlamalar getirdi. Ancak Ukrayna tahılı yine de bu ülkelere, özellikle de Polonya’ya ulaşmaya devam etti. Bu nedenle Polonyalı kamyoncular ve çiftçiler kitlesel protestolar düzenlemeye ve Polonya-Ukrayna sınırındaki kontrol noktalarını kapatmaya başladı.

Ancak Ukrayna ile gümrük vergilerinin iptalinin uzatılmasına yönelik ilk girişim 20 Mart’ta kabul edildi. Şimdi Fransa ve Varşova, tedbirlerin sıkılaştırılması gerektiğinde ısrar ediyor.

Lev Troçki’nin vaftiz oğlu olan ve Occupy Wall Street hareketinin ruhani liderliğini yapan iktisatçı Michael Hudson, ABD’nin, ucuz Ukrayna tahılının AB’ye sokulmasından nasıl bir çıkarı olduğunu anlatıyor.


Ukrayna, ucuz tahılını AB’ye sokuyor: ABD bundan nasıl istifade ediyor?

Ukrayna, ucuz tahılını kalıcı olarak AB’ye ihraç etmek istiyor. Bu, ABD açısından kârlı bir iş.

Michael Hudson

Berliner Zeitung

18 Mayıs 2024

Amerikalı ticaret stratejistleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana uluslararası politikalarını iki temel hammaddenin kontrolüne dayandırıyor: Petrol ve tahıl. İktisadi açıdan, bunlar ABD’nin ödemeler bilançosunun ana sac ayakları, silahlarla birlikte en büyük ihracat fazlası kategorileri.

Ortak Pazar’ın 1958’de kurulmasından hemen sonra, Ortak Tarım Politikası (OTP), Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile ABD arasındaki diplomatik çatışmanın merkezi haline geldi. Bu, Amerikalı diplomatların Avrupa Serbest Ticaret Bölgesini (EFTA) rakip olarak nitelendirmelerinin nedenlerinden biriydi. Amerika’nın belirgin tarım korumacılığı ticaret anlaşmalarında gizliydi. Başkan Roosevelt’in Tarımsal Uyarlama Yasası ve fiyat destekleri, tarımdaki verimlilik artışlarının her ülkeden daha kalıcı olmasına yol açmıştı.

Bu nedenle, Avrupalıların OTP’sinin tarım sektörü açısından benzer kazanımlar elde etmeyi ve böylece Fransa, Almanya ve diğer üye ülkelerin ticaret bilançosuna katkıda bulunmayı hedeflemesi şaşırtıcı değildi. Avrupa, önemli bir tahıl ihracatçısı haline gelmişti.

Bu başarı, AET’nin bugünkü AB’ye genişletilmesiyle tarımı Fransız ve Alman diplomasisinin kilit bir unsuru haline getirmişti. Bu iki önde gelen tarım üreticisinin kendi egemen konumlarını muhafaza etmeye çalıştıkları aşikâr.

Daha fazla AB üyesi ülkenin kendi tarım sektörleri için benzer verimlilik artışları elde etmek üzere sübvansiyon talep etmeleri normal. Ukrayna ile yaşanan savaş ve Ukrayna’nın Avrupa pazarına erişim mücadelesi, bu anlaşmazlığı daha da kızıştırdı. Ukrayna topraklarının dünyadaki en verimli ve bereketli topraklar olduğu da biliniyor.

Ancak ABD’nin diplomatik çıkarları burada da AB’ninkilerle çelişiyor. Amerikan şirketleri Ukrayna’daki geniş tarım arazilerini satın aldı ve başta Polonya olmak üzere Avrupa pazarlarına erişim peşinde. Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, Litvanya Ulusal Radyo ve Televizyonuna verdiği mülakatta bu sorunu şöyle izah etmişti: “Özellikle Ukraynalılar tarafından değil, Batı Avrupa’dan, ABD’den gelen büyük şirketler tarafından yürütülen endüstriyel tarıma dikkat çekmek istiyorum. […] Çiftçilerin buna direnmesi şaşırtıcı değil, zira Polonya’daki işletmelerine yatırım yaptılar ve Ukrayna’dan gelen ucuz tarım ürünleri onlar açısından son derece zararlı”.

Ucuz tahıl tehdidi büyüyor

Polonya ve diğer Avrupalı tarım üreticilerine Ukrayna’dan gelen ucuz tahıl tehdidi, iki önemli gelişme nedeniyle daha da arttı. Ukrayna’nın Karadeniz’e erişimi engellendiğinden, batıya demiryolu taşımacılığı tahılın pazarlanması için en önemli alternatif haline geldi. Ve Blackrock şirketi, Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy ile iş birliği yaparak, ülkenin Rusya ile NATO desteğiyle savaşması için döviz kazanması amacıyla Amerika ve Avrupa’nın Ukrayna’daki endüstriyel tarıma yatırımlarını organize etti.

Polonyalı ve AB’deki diğer çiftçiler için fiyat destekleri olmadığı sürece, ABD destekli Ukrayna tarım rekabeti, Ukrayna’nın AB üyeliği önündeki en büyük engellerden biri olmaya devam edecektir.

Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fico suikastinin AB’deki yankıları

Yayınlanma

Editörün notu: Slovakya Başbakanı Robert Fico’ya yönelik suikast, Avrupa’da siyasi iklimin başbakan vurmaya gidecek kadar gerildiğini gösteriyor. Suikastçının motivasyonu hakkında bazı bilgiler olsa da, “ipleri tutanlar”ın kim olduğu henüz bilinmiyor. Bununla birlikte, Batı medyasında Fico’nun başına gelenleri neredeyse hak ettiğine ilişkin imalar, ortada politik bir cinayet girişimi olduğuna işaret ediyor. Son olarak, ara başlıklar okumayı kolaylaştırması için çevirmen tarafından konmuştur.


İlgi odağı

Lily Lynch
New Left Review
16 Mayıs 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Slovakya Başbakanı Robert Fico, hayatına kastedildiği saldırının ardından “stabil ama ciddi” bir durumda. 59 yaşındaki başbakan geçtiğimiz hafta (15 Mayıs) eski bir kömür madeni kasabası olan Handlová’da destekçilerini selamlarken birden fazla kez vurulmuş ve acil ameliyata alınmak üzere Banska Bystrica’ya sevk edilmişti. Fico’nun siyaseti, onu Avrupa’nın liberal Atlantikçilerine düşman haline getirdi. Her ne kadar konu “toplumsal cinsiyet ideolojisi” olduğunda kimi “boomer” çıkışları olsa da yürüttüğü dış politika, programının asıl tartışmalı kısmını oluşturuyor. Öyle ki, 2023 seçim kampanyası sırasında “Rus-Amerikan çatışması” olarak nitelendirdiği Ukrayna’daki savaş için “tek bir kurşun daha atmama” sözü vererek AB’yi Ukrayna’ya daha fazla askeri yardım göndermek yerine bir barış anlaşması müzakeresi örgütlemeye çağırmıştı. Sık sık karşılaştırıldığı aşırı-Siyonist Viktor Orbán’ın aksine Fico, Avrupalı liderlerin Gazze’deki İsrail zulmünü kabul etmeme konusundaki ikiyüzlülüğünü sıklıkla eleştirmesiyle hatırlarda.

Fico’nun siyasal tavır alışının gerisinde Slovakya halkının hassasiyetleri var

Bu tavır alışlar genellikle Fico’nun otoriter popülizminin kanıtı olarak sunulsa da aslında Slovakya’daki ortalama kamuoyu duyarlılığını yansıtıyor. 2022’de Slovakların sadece yüzde 47’si Ukrayna’ya AB yardımı gönderilmesini desteklerken, geçtiğimiz mart ayında ise yüzde 60’ı savaş uçaklarının gönderilmesine karşı olduğunu söylemişlerdi. Halkın yarısından fazlası bu savaşın sorumlusunun Ukrayna ya da Batı olduğuna inanıyor. Geçtiğimiz yirmi yıl boyunca Fico, ülkenin siyasi iklimini belirleyen başlıca isim oldu. Partisi Yön-Sosyal Demokrasi (SMER-SDD) 2006’dan 2020’ye kadar –2010 ve 2012 arasındaki kısa bir ara dışında– hep iktidardaydı. Geçen yılki parlamento seçimlerini kazandıktan sonra refah politikalarını koruma, kemer sıkma önlemlerine son verme ve Rusya ile gerilimi azaltma vaadiyle yeniden iktidara geldi. Popüler sosyal politikaları kültürel muhafazakarlıkla harmanlayarak 72 seçim bölgesinden 5’ini kazandı. Liberal rakiplerinin çok üstünde bir destek toplamaya ise devam ediyor.

Fico suikasti: Neler biliyoruz?

Batı medyasında Fico suikastı

Fico’ya yönelik suikast girişimine medyanın verdiği tepkinin kurban suçlayıcılığına varmasına şaşmamak gerek. Bir Sky News yorumcusu Fico’nun bir Rus yardakçısı olduğunu ve cinayet girişiminin bunun tabii bir neticesi olduğunu öne sürdü mesela. “Yıllar içinde fazlaca Rus yanlısı oldu; insan bunun neden ve nasıl olduğunu merak ediyor. Böylesi saldırının gerçekleşmesi şaşırtıcı değil, çünkü Slovakya şu anda çok mutsuz bir ülke.” Nitekim asıl mesele Slovakya’nın gelecekte “daha mı otoriter yoksa daha geleneksel bir Batı Avrupa’ya mı doğru gideceği” idi – ve muhtemelen bu ayrımı daha da billurlaştıran da bu silahlı saldırı oldu.

Benzer şekilde BBC de bir önceki merkez sağ hükümete karşı düzenlenen “azılı ve çirkin” gösterilerde Fico’nun “elinde megafonla öfkeli kalabalıkları kışkırtarak” oynadığı öncü rolü hatırlattı. Özel Savcılığı kapatması ve ulusal yayın kuruluşunu yeniden yapılandırmasına atıfla Fico’nun “Slovakya’nın kurumlarına balyoz indirdiğini” savundu. Guardian da benzer bir senaryo izleyerek Fico’yu Trump’a benzetti ve onun aldığı “en aşırı pozisyonları” şöyle sıraladı: “Batılı müttefiklere saldırılar, Kiev’e askeri desteği durdurma vaatleri, Rusya’ya dönük yaptırımların eleştirilmesi ve Ukrayna’nın olası NATO üyeliğini veto etme tehditleri”. Haberde, “daha yaşlı, daha muhafazakâr taşra seçmenleri ile daha ilerici bir kültüre, daha zengin ve genellikle daha eğitimli bir nüfusa sahip olan başkent Bratislava’daki seçmenler arasındaki bölünmeyi istismar etmek için çok çalıştığı” da kaydedildi. Telegraph’tan Financial Times’a ve Politico’ya kadar pek çok yayın organı, Fico’nun bu siyasal tavır alışlarının “kutuplaşmaya” ve “toksik bir siyasete” yol açtığını ve tüm bunların da silahlı saldırıya neden olduğunu yazmaktaydı.

Elbette tüm bunlar içi boş birer spekülasyondu. Suikastçının, Levice kasabasından, bir dönem Handlová’daki kapatılan kömür madeninde çalışan 71 yaşındaki şair Juraj Cintula olduğu tespit edildi. Tetiği neden çektiği ise belli değil. Fakat bir zamanlar Rusya’daki benzer örgütlerle gevşek bağları olan aşırı sağcı Slovak yarı-paramiliter bir birliğe hayranlığını ifade ettiği ortaya çıktı. Bu, Yahoo News’te, Cintula’nın “Rusya yanlısı paramiliter bir gruba mensup olabileceği” şeklinde haberleştirildi. Yine de daha yakın tarihli Facebook paylaşımlarında Ukrayna’yı ve liberal İlerici Slovakya (PS) partisini destekliyor gibi görünüyor. Gözaltına alındıktan sonra kaydedilen bir video klipte ise Cintula’nın Fico’nun iç politikadaki siciline dönük sert eleştirileri duyuluyor.

Tetikçinin kesin gerekçeleri bilinmese de bu gerekçelerin tanımlanması yönündeki çabalar oldukça manidar. Moskova, suikast girişiminde Ukrayna parmağı olduğunu iddia ediyor; sağcı komplocular aşı lobisini işaret ediyor; düzen yorumcuları ise Rusya’ya verdiği destek göz önüne alındığında bunun hak edilmiş olduğunu ima etmek ile doğrudan Rusya’yı sorumlu tutmak arasında gidip geliyor. Slovakya’nın “kutuplaşmış” durumuna üzülmüş gibi yapıyorlar, ancak bunun yaratılmasında kendi rollerinin ne olduğunu düşünmüyorlar. Zira popülist sağın Avrupa genelinde etnik bölünmeleri istismar etmesi gibi, liberal merkez de Doğu ile Batı’yı ayıran Soğuk Savaş anlatılarını yeniden canlandırarak bu retoriği farklı biçimlerde ateşliyor. Kabul edilebilir görüşler ise oldukça sınırlandırılmış durumda. Muhalifler “yabancı ajanlar” olarak damgalanırken onlara yönelik şiddet ancak yarım ağız kınanıyor. Yoksa zımnen kabul mü ediliyor?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English