Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Seymour Hersh yazdı: Kuzey Akım’ın hayalet gemisi ve CIA’in asılsız iddiaları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Amerikan istihbaratı son aylarda gazeteci Seymour Hersh’in Kuzey Akım sabotajının Başkan Joe Biden’ın doğrudan talimatıyla yapıldığını ispatlayan haberlerini yalancı çıkarmak için çarpıcı bir çaba gösteriyor. Hersh’in ilk haberinden bir ay sonra Alman Şansölyesi Olaf Scholz, Washington DC’ye ziyaret düzenledi ve sonra New York Times ve Die Zeit’in “boru hatlarını Ukrayna yanlısı bir grubun sabote ettiğini” iddia eden haberleri yayımlandı. İkisi dalgıç olan beş kişinin iki ton patlayıcıyı küçük bir yelkenli yatla taşıyarak 80 metre derinlikte fark edilmeden boru hatlarına bağlamaları hiç gerçekçi değildi, nitekim Hersh de ikinci haberinde bunu anlattı. Batı basını, operasyon için kiralanan Andromeda yatının masasında patlayıcı kalıntılarının bulunduğundan söz ediyor, sanki yarım tonluk patlayıcılar yatın mutfak masasında hazır edilmiş gibi. Hatta failler, yatta sahte pasaportlarını da bırakmışlar. Washington Post, 3 Nisan günü saat 17.30 civarında yayımladığı haberde “Batı’da saldırının arkasında Polonya ve/veya Ukrayna’nın olabileceğinden şüphelenildiğini”, ikinci olarak da “Batılı siyasetçilerin olayı aydınlatmaya niyetleri olmadığını, zira bunun Batı’nın birliğine zarar verebileceğini” yazdı. Hersh, Substack’inde yer verdiği son başlığında Post’un haberine yanıt veriyor.


Kuzey Akım’ın hayalet gemisi

Seymour Hersh — 5 Nisan 2023

CIA’in örtbas hikayesindeki asılsız detaylar

Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı, dünyanın dört bir yanında sürekli olarak örtülü operasyonlar yürütür ve işlerin kötüye gittiği durumlarda, ki genellikle öyle olur, hepsine birer kılıf bulmak gerekir. Geçen sonbaharda Baltık Denizi’nde olduğu gibi işler iyi gittiğinde de bir açıklama yapmak aynı derecede önemliydi. Kuzey Akım boru hatlarının tahrip edilmesi talimatını verenin Joe Biden olduğuna dair haberimden birkaç hafta sonra teşkilat bir kapak hikayesi hazırladı ve New York Times ile iki büyük Alman yayın organında istekli alıcılar buldu.

Teşkilat, derin deniz dalgıçları ve gerçekte var olmayan bir mürettebat hikayesi oluşturarak protokolü izlemişti ve bu hikâye, boru hatlarını tahrip etmeye yönelik gizli planlamanın ilk günlerinin parçası olacaktı. Temel unsur, ironik bir şekilde Andromeda adı verilen efsanevi bir yattı – efsanevi bir kralın çıplak bir şekilde bir kayaya zincirlenmiş güzel kızı gibi. Bu hikâye, Almanya’nın federal istihbarat teşkilatı BND ile paylaşıldı ve buradan da destek aldı.

İlk haberim dünya çapında yankı buldu ama ABD’deki büyük gazeteler ve televizyon kanalları tarafından görmezden gelindi. Hikâye, Avrupa’da ve yurt dışında ilgi görmeye başlayınca New York Times, 7 Mart’ta ABD’li yetkililere dayandırdığı haberinde Amerikan istihbaratının boru hattı sabotajını Ukrayna taraftarı bir grubun gerçekleştirdiğine dair bilgi edindiğini iddia etti. Haberde, yeni istihbaratı “inceleyen” yetkililerin, bunun boru hattı sabotajının “sorumlusunu tespit etmeye dönük bir adım” olduğunu ifade ettikleri belirtiliyordu. Times’ın bu haberi dünya çapında ilgi gördü, ancak o zamandan beri gazeteden kimin ne yaptığına dair başka bir haber gelmedi. Times’ın bir podcast’i için yapılan röportajda, makalenin üç yazarından biri istemeden de olsa hikâyenin ölü doğduğunu izah etti. Yazara Ukrayna taraftarı olduğu iddia edilen grubun olaya dahli soruldu: “Size böyle olduğunu düşündüren ne?” O da cevap verdi: “Şunu açıkça belirtmeliyim ki gerçekten çok az şey biliyoruz. Değil mi?”

3 Nisan’da Washington Post gazetesi, bazı Avrupalı soruşturmacıların Andromeda’nın ikinci bir geminin yardımı olmadan boru hatlarını sabote etmesinden kuşku duyduklarını bildirdi. Avrupa’daki bazı kişiler, Andromeda’nın rolünün “dikkat dağıtmak için mi yoksa resmin sadece bir parçası mı” olduğunu merak ediyor. Makale, Biden yönetiminin boru hattının tahrip edilmesinde dahli olduğunu öne sürmedi, fakat adı açıklanmayan Avrupalı bir diplomatın herkesin orada bir cesedin yatmakta olduğunu görebildiğini ama her şey normalmiş gibi davrandığını söylediğini aktardı. Diplomat, “Bilmemek daha iyi” dedi. Post gazetesi, isimsiz de olsa hiçbir Amerikalı yetkilinin görüşüne başvurmadı. Biden yönetimi, Kuzey Akım’dan arındırılmış bir habercilik bölgesi haline geldi.

Dünyanın, en makul şüpheli olarak beliren ABD Başkanı dışındaki olağan şüphelilere odaklanmasını sağlama konusunda başarılı bir çaba göstererek burada ve yurt dışında medyaya düzmece hikayeler sunan CIA yetkililerini alkışlamak lazım.

Times ayrıca ülkesinin istihbarat teşkilatı tarafından bilgilendirilen Avrupalı bir milletvekilinin, teşkilatın boru hatlarının patlatıldığı bölgeden geçerken transponderleri çalışmayan yaklaşık kırk beş gemi olduğuna dair istihbarat edindiğini söylediğini bildirdi. “Hayalet gemiler” olarak nitelendirilen gemilerden biri mayınları yerleştirmiş ve daha sonra tetiği çekmiş olabilir.

Times’ın haberinin internete düşmesinin ardından Almanya’nın en büyük gazetesi Die Zeit, Kuzey Akım bombardımanıyla ilgili olarak bir kamu yayın kuruluşuyla beraber aylardır sürdürdüğü araştırma hakkında bir haber yayımladı. Haftalık gazetenin yeni bir haberi vardı; habere göre “Polonya’daki bir şirketten kiralanan ve görünüşe göre iki Ukraynalıya ait olan” bir yat tespit edilmişti. Yatı kiralayan ve boru hattının imhasını gerçekleştiren ekibin bir kaptan, iki dalgıç, iki dalış asistanı ve bir doktordan oluştuğu belirtildi. Die Zeit tarafından isimleri yayımlanmayan ya da bilinmeyen ve “suikastçılar” olarak tasvir edilen grup, sahte pasaportlar kullanmış ve gereken patlayıcıları olay mahalline götürmüştü. Yatın boru hattı sabotajının gerçekleştirildiği yere yakın olan Danimarka’nın Bornholm adası yakınlarında seyrettiği kaydedildi.

Gazete, yatı kiralayan şirkete –bu tür yatların haftalık kirası iki bin dolar ya da daha fazla olur–  “temizlenmemiş bir halde” iade edildiğini ve bu nedenle Alman soruşturmacıların kamaradaki bir masada patlayıcı kalıntıları bulduklarını bildirdi. Daha sonraki haberlerde soruşturmacıların ayrıca yatta bırakılmış iki sahte Ukrayna pasaportu buldukları belirtildi. Daha sonra haftalık Alman dergisi Der Spiegel’de çıkan haberde söz konusu yatın adının Andromeda olduğu ifade edildi.

Ardından Alman federal polisi tarafından Die Zeit ve Der Spiegel’e verilen bilgilerin ABD istihbaratından geldiğini öne süren bir haber yayımladım. Die Zeit haberinin yazarı, on yıl kadar önce Washington’da çalıştığım zamandan beri tanıdığım tecrübeli bir gazeteci olan Holger Stark, bu iddia hakkında şikâyet belirtmek için benimle temasa geçti. Stark, bana Alman federal polisinde mükemmel kaynakları olduğunu ve yaptıklarını Alman ya da Amerikan herhangi bir istihbarat teşkilatından değil, bu bağlantılardan öğrendiğini söyledi. İkna oldum ve haberi derhal düzelttim.

Bir gazeteci için, özellikle de dostunuz olan bir gazeteci hakkında yazmanın zor olduğunu kabul ediyorum. Fakat bu mesele, sorgulanması gereken hakikatlerin kabul edilmesini de içeriyor. Mesela Stark’a yaklaşık dört bin mil ötedeki bir Amerikan gazetesinin Almanya’daki yetkililerin takip ettiklerini söylediği, Kiev’deki yönetimle bağı olmayan, adı açıklanmayan bir grup Ukraynalı hakkındaki aynı iddiayı neden yayımladığını merak edip etmediğini sormadım. Sözünü ettiği hakikati tartıştık: Almanya, İsveç ve Danimarka’daki yetkililer, boru hattı bombalamalarından kısa bir süre sonra infilak etmeyen tek mayını kurtarmak için bölgeye ekip göndermeye karar vermişlerdi. Çok geç kaldıklarını, birkaç gün için bir Amerikan gemisinin bölgeye ulaşarak mayını ve diğer malzemeleri aldığını söyledi. Ona Amerikalıların bu kadar çabuk bölgeye intikal etmesi hakkında ne düşündüğünü sordum ve elini sallayarak şöyle cevap verdi: “Amerikalıların nasıl olduğunu bilirsin. Her zaman ilk olmak isterler”. Oldukça bariz başka bir açıklama daha vardı.

İyi bir propaganda operasyonunun püf noktası, hedeflere –burada Batı medyasına– duymak istediklerini temin etmektir. Bir istihbarat uzmanı bunu bana daha kısa ve öz bir şekilde şöyle ifade etti: “Boru hatları ve benzerlerine bir operasyon düzenlediğinizde bir karşı operasyon da –gerçeklik kokan kırmızı bir ringa balığı– planlamanız gerekir. Ve inandırıcı olması için mümkün olduğunca detaylı olmalıdır”.

Uzman, “Günümüzde insanlar parodi diye bir şey olduğunu unutmuş durumda” dedi:

“Gilbert ve Sullivan’ın HMS Pinafore’u 19. yüzyıl Kraliyet Donanması tarihine ait değil. Bu bir parodi. CIA’in boru hattı meselesindeki maksadı basının inanacağı kadar iyi bir parodi üretmekti. Ama nereden başlamak lazımdı? Boru hatları uçaktan atılan bomba ya da lastik botlu denizcilerle imha edilemez. Ama neden yelkenli değil? Olayla ilgilenen ciddi bir öğrenci, 260 fit derinliğindeki –dört boru hattının tahrip edildiği derinlik– sularda bir yelkenliyi demirleyemeyeceğinizi bilirdi. Fakat hikâye onu değil, bir parodi sunulduğunda bunu anlamayan basını hedef alıyordu”.

İstihbarat uzmanı, herhangi bir kişi ya da grubun pahalı bir yat kiralayabilmesi için gereken tüm unsurları sıraladı: “Sahte pasaportla elinizi kolunuzu sallayarak tekne kiralayamazsınız. Ya kiralama acentesi ya da yatın sahibi tarafından sağlanan bir kaptanı kabul etmeniz ya da denizcilik kanununun zorunlu kıldığı şekilde yeterlilik belgesi olan bir kaptanınız olması gerekir. Bunu daha önce bir yat kiralamış olan herkes bilir”. Oksijen ve nitrojenin özel bir karışımı olan nitoks kullanımını içeren derin deniz dalışları için de dalgıçlar ve doktor tarafından benzer bir uzmanlık ve yeterlilik ispatı gerekir.

Uzmanın var olduğu iddia edilen yatla ilgili başka soruları da vardı:

“49 metrelik bir yelkenli Baltık Denizi’ndeki boru hatlarını nasıl bulabilir? Boru hatları o kadar büyük değil ve kira kontratıyla birlikte gelen haritalarda da yoklar. Belki de iki dalgıcı suya indirip –küçük bir yattan bunu yapmak pek kolay değil– dalgıçlara arama yaptırılması düşünülmüştür. Bir dalgıç, elbiseleriyle ne kadar süre aşağıda kalabilir? Belki on beş dakika. Bu da bir dalgıcın bir mil kareyi aramasının dört yıl süreceği anlamına gelir.

Bu soruların hiçbiri medya tarafından sorulmadı. Yani yatta altı kişi var – iki dalgıç, iki yardımcı, bir doktor ve tekneyi kiralayan bir kaptan. Bir şey eksik: Yatın mürettebatı kim? Ya da aşçı? Kiralama şirketinin yasal nedenlerle tutmak zorunda olduğu seyir defteri ne olacak?”

Uzman bana, “Bunların hiçbiri olmadı. Bunu gerçekle ilişkilendirmeye çalışmayı bırakın. Bu bir parodi” dedi.

New York Times ve Avrupa basınında yer alan haberlerde herhangi bir gazetecinin söz konusu yata binildiğine ve yatı fiziksel olarak inceleyebildiğine dair hiçbir işaret bulunmuyor. Ayrıca yattaki yolcuların neden sahte ya da başka türlü pasaportlarını kiraladıktan sonra bunları yatta bıraktıklarını da açıklamıyorlar. Sadece Andromeda adındaki bir yelkenlinin kızakta çekilmiş fotoğrafları yayımlandı.

İstihbarat uzmanı bana bunların hiçbirinin bu kötü örtbas hikayesini kurtaramayacağını söyledi: “Kurguyu gerçeğe dönüştürme çabası sonsuza dek sürecek. Şimdi de soruşturmanın ardından ortaya çıkan ve izi sürülemeyen bir yelkenlinin görüntüsü var, yasal olarak olması gereken yerde lisans numarası yok. Andromeda, basının Piltdown adamı(*) oldu”.

Uzmanın son bir fikri daha vardı: “Profesyonel analistlerin ve operatörlerin dünyasında herkes evrensel olarak ve doğru bir şekilde haberinizden, şeytani CIA’in gerçek amacından ziyade hakikati tahkim edecek ölçüde saçma ve çocukça bir karşı operasyon uydurduğu sonucuna varacaktır”.


(*) Piltdown Adamı: Amatör arkeolog Charles Dawson’ın, 1912 yılında Birleşik Krallık’taki Piltdown’da bulduğunu iddia ettiği kafatası ve çene kemiğine verilen ad. Uzun yıllar bilim insanları bu sözde fosilin insan evrimindeki kayıp halkalardan biri olduğunu düşünmüştü; oysa Dawson sahtekârdı ve sözde fosili fosil gibi görünmesi için kendisi demir çözeltisi ve kromik aside batırmıştı. (ç.n.)

DÜNYA BASINI

Zelenskiy’in Batı’ya başarısız yolculuğu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Wu Cheng’en’in klasik eseri Batıya Yolculuk ile Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’in fiyaskoyla sonuçlanan Washington ziyareti arasında nüktedan bir karşılaştırma yaparak başlıyor. Bireyin ruhani olgunlaşma sürecini anlatan derin bir alegori olan Batıya Yolculuk, keşiş Tang Seng ve yoldaşlarının zorluklarla dolu serüveninin, yalnızca fiziksel bir yolculuk değil, aynı zamanda bilgelik ve hakikatin keşfiyle sonuçlanan bir içsel dönüşüm olduğunu anlatıyordu. Ukrayna’nın “Batı’ya yolculuğu” ise Tang Seng’in hakikati bulma çabasına hiç benzemiyor, zira onunki emperyalizmin çizdiği rotaya hapsolmuş bir figürün yola çıkması daha çok. Nitekim Washington’un kapılarında yapılan görüşmeler, Batı’nın stratejik hesaplarına mahkûm edilmiş bir devletin, efendisinden daha fazla silah, daha fazla destek dilenme çabasından ibaret. Bu hazin hikâye, yalnızca Ukrayna’ya değil, Batı’nın “müttefiklik” söyleminin ardında yatan gerçekleri görmek istemeyen herkese ders niteliğinde.


Başarısız bir “Batıya Yolculuk”

Andrey Kortunov
Russian International Affairs Council
4 Mart 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Ming hanedanlığı döneminde Wu Cheng’en tarafından yazılmış, ünlü Batıya Yolculuk, Çin edebiyatının klasik romanlarından biri olmaktan çok daha fazlasıdır. Bu eser, aynı zamanda ruhani aydınlanma ve kendini yetiştirmenin, iç şeytanlarla savaşmanın ve kişinin kaderini keşfetmesinin büyülü bir sembolüdür; dönüşüm ve kefaret, gurur ve tevazu, öfke ve sakinlik gibi kavramlar hakkında bir hikayedir bir nevi. Tam da buradan hareketle, Volodimir Zelenskiy’in Washington’a gerçekleştirdiği son seyahatin onun için başarısız bir Batıya Yolculuk olduğu söylenebilir. Bu, Zelenskiy’in sadece tüm siyasi kariyeri boyunca yaşadığı en büyük aksiliklerden biri değil, modern dünya ve bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’ne bakışını sarsması gereken bir şok olmuştur. Beyaz Saray’da 28 Şubat’ta yapılan görüşmenin olası yansımaları sadece ABD-Ukrayna ilişkileri üzerinde değil, muhtemelen tüm küresel siyaset üzerinde kalıcı etkiler bırakacak.

Görev tamamlandı

Ziyaretin arifesinde Moskova’daki pek çok kişi sadece endişeli değil, aynı zamanda olası sonuçları hakkında da ciddi kaygılar taşıyor olmalıydı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer, Zelenskiy’in Beyaz Saray’a giden yolunu özenle döşemişlerdi; her ikisi de Ukraynalı mevkidaşlarından önce Donald Trump’ı ziyaret etmiş ve ABD liderini, önceki açıklamalarında Vladimir Putin ile bir “anlaşma” yapma niyetini dile getirmesine rağmen, Kiev’e azami desteği sürdürmesi için ikna etmeye çalışmışlardı. Peki ya, yetenekli bir aktör ve profesyonel bir iletişimci olan Zelenskiy, Trump’ı Ukrayna’ya güçlü Amerikan güvenlik garantileri sağlama gerekliliği konusunda ikna edebilseydi? Ya Beyaz Saray Moskova’ya daha fazla baskı uygulayabilmek için Kiev’e 2025 yılında daha fazla askeri ve siyasi destek sözü verseydi? Ya da öngörülemez ve tutarsız ABD Başkanı nihayet çok da uzak olmayan bir gelecekte Ukrayna’nın NATO üyeliğinin önünü açmaya karar verseydi?

Neyse ki tüm bu kaygı ve endişelerin yersiz olduğu ortaya çıktı. Macron ve Starmer’ın Washington’daki çabaları tamamen boşa çıktı. Oval Ofis’te her iki tarafın da nezaketli protokol sözleriyle başlayan Trump-Zelenskiy görüşmesi, nihayetinde şikâyetler ve karşılıklı serzenişlerin hâkim olduğu sert ve duygusal bir tartışmaya dönüştü. Beyaz Saray, daha önce hiç bu kadar açık bir diplomatik nezaketsizliğe sahne olmamıştı. ABD Başkan Yardımcısı JD Vance, konuşmanın başında Ukraynalı misafirin Ukrayna’daki duruma ilişkin değerlendirmesinin samimiyetini ve güvenilirliğini açıkça sorgulayarak görüşmenin tonunu belirledi. Trump ise Zelenskiy’in karşı karşıya olduğu durumu son derece açık bir dille özetliyordu: “İyi bir konumda değilsiniz. Şu anda elinizde kartlar yok.”

Batılı mevkidaşlarının sevgilisi olmaya alışmış Ukrayna Devlet Başkanı’nın böylesine sert bir yaklaşım karşısında afalladığı açıktı; karşı atağa geçmeye çalışsa da pek başarılı olamadı. İtirazları, ABD liderliğine ve genel olarak Amerika’ya yönelik bir saygısızlık göstergesi olarak yorumlandı. Sonuç olarak, Zelenskiy’in son üç yıldır Amerikan liderlerine yönelik giderek artan taleplerde bulunma stratejisi ters tepti. Trump, Ukrayna’nın baskısına boyun eğmeye niyeti olmadığını iç kamuoyuna göstermek zorundaydı.

Planlanan basın toplantısı iptal edildi ve Zelenskiy Beyaz Saray’dan eli boş, durumu hafifletmeye yönelik herhangi bir strateji geliştirme imkânı bile olmadan ayrıldı. ABD ile Ukrayna arasındaki ikili ilişkilerin geleceği belirsizliğini koruyor; nitekim aynı şey Rusya-Ukrayna anlaşmazlığının çözümünde ABD’nin angajmanının geleceği için de söylenebilir. Görüşmenin tam olarak hangi noktada kontrolden çıktığı ve titizlikle hazırlanan etkinliğin resmi protokolden sapmasını neyin tetiklediği psikologlara kalmıştır, ancak toplantının sonuçlarının Ukraynalı lider açısından beklenmedik ve son derece yıkıcı olduğu açık.

Hasar sınırlaması mümkün mü?

Elbette ABD’nin Kiev’e yönelik askeri ve siyasi desteğinin aniden ve geri dönülmez şekilde sonlandırılacağını iddia etmek yanlış olur. Bu türden yardım programlarında kurumsal ataletten kaynaklanan bir süreklilik söz konusudur ve Biden yönetimi, Ukrayna liderliğinin tam da bu tür beklenmedik durumlarla başa çıkmasına yardımcı olabilmek adına Kiev’e mümkün olduğunca fazla yardımı önceden tahsis etmişti. Aynı şekilde, Trump’ın aniden ve kesin bir biçimde Rusya yanlısı bir tutum benimsediği sonucuna varmak da hatalı olacaktır; zira, Amerikan Başkanı Kremlin ile gelecekte yapılacak müzakerelerde daha fazla manevra alanına sahip olabilmek için Rusya karşıtı yaptırımlarını 2026 başına kadar uzatmıştı. Ve elbette ABD genelinde Zelenskiy’e desteğini sürdüren birçok aktör hâlâ mevcut; bu gruplar yalnızca siyasal açıdan etkili olan Ukrayna diasporasıyla sınırlı kalmayıp, Washington’daki nüfuz sahibi bir dizi siyasetçiyi de içeriyor. Dolayısıyla, ABD-Ukrayna stratejik ortaklığının herkesin gözü önünde çözülmesini izlemeyecek birçok kişi olduğu açık. ABD’nin Ukrayna eksenindeki iç siyasi savaşları hiç şüphesiz devam edecek ve şu aşamada bunların nasıl neticeleneceğini tahmin etmek biraz zor.

Diğer küresel aktörlerin olası hamleleri açısından top şimdilik Avrupa’nın sahasında gibi gözüküyor. Avrupa Birliği ve Birleşik Krallık liderleri şu anda zorlu bir seçimle karşı karşıyalar: Ya Trump’ın yanında yer alarak Ukrayna’ya verdikleri desteği azaltmayı ve ABD ile birlikte Zelenskiy’e baskı yapmayı tercih edecekler ya da tam tersi, Washington’un muhtemelen 2025’ten itibaren bırakacağı boşluğu doldurmak adına Kiev’e yönelik askeri ve mali yardımlarını artırarak ABD Başkanı’na meydan okuyacaklar.

Tarihsel olarak, Avrupa devletlerinin Washington’da alınan kararları olduğu gibi takip etme eğiliminde olduğu bilinir, ancak mevcut koşullar altında bu eğilim Avrupa hükümetlerinin sadece küçük bir azınlığında karşılığını buluyor. Gerçekten de, Trump’ın ABD’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki tutumundaki ani değişikliğine uyum sağlamak, Avrupa Birliği (AB) açısından yalnızca bir aşağılanma anlamına gelmeyecek, aynı zamanda AB’nin bir jeopolitik aktör olarak varlık göstermediğinin de açık bir ilanı olacaktır. Bazıları şimdiden Transatlantik ittifakının 1956’daki Süveyş Krizi’nden bu yana benzeri görülmemiş bir baskı altında olduğunu ileri sürüyor; zira o dönemde ABD, Fransa, Birleşik Krallık ve İsrail’i Mısır’a karşı yürüttükleri savaşı durdurmaya zorlamıştı. Şimdilik Avrupa’da, Ukrayna’ya yönelik desteğin süreceğine dair bir hava esmeye devam etse de bu söylemin modern askeri teçhizat ve yüz milyarlarca avroya tekabül edecek somut yardımlara dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek. Kaldı ki mesele yalnızca para da değil; şu anda Washington tarafından Kiev’e tedarik edilen sofistike ABD yapımı silah sistemlerinden bazılarının Avrupa’da tam anlamıyla eşdeğer bir karşılığı yok ve yakın vadede de bu tür benzerler ortaya çıkmayacağa benziyor.

Avrupa ülkelerinin bütçe öncelikleri arasında birçok başka kalemin yer aldığı ve Euro Bölgesi’nin ekonomik durumunun pek de iç açıcı olmadığı dikkate alındığında, kıtadaki hükümetler bu belirsizlik ortamında hareket etmek zorundalar. Avrupa ülkeleri, ABD ile bir ticaret savaşı ihtimaliyle karşı karşıya olmalarının yanı sıra, Washington ile Çin’e yönelik politikalar konusunda da görüş ayrılıkları mevcut. Tüm bu manzara, Ukrayna konusunda Trump ile yaşanacak olası bir krizi ve mevcut gerilimleri daha da derinleştirebilir. Sadece Macaristan Başbakanı Viktor Orbán ve Slovakya Başbakanı Robert Fico değil, kendisini AB’nin doğal lideri olarak konumlandırmaya çalışan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İtalya Başbakanı Giorgia Meloni için dahi Brüksel ile Washington arasında net bir tercih yapmak neredeyse imkânsız. Bu tercih yapma konusundaki yetersizlik, Avrupa’nın ABD’den “stratejik özerklik” yönündeki çabalarını kaçınılmaz biçimde zayıflatacaktır.

Kremlin için bir fırsat mı?

Her halükârda, Zelenskiy’in Batı’ya Yolculuğu’nun başarısızlığı, zaten hızla değişen ABD-Rusya ilişkilerine yeni bir ivme kazandırıyor. Zelenskiy’in Beyaz Saray’daki beceriksiz ve hayal kırıklığı yaratan performansı, Rus tarafına çatışmanın sürdürülmesine dair tüm sorumluluğu Kiev’e yükleme imkânı tanıyor. Başkan Trump, Ukraynalı liderle yaptığı görüşme sırasında, Putin’e yönelik aşağılayıcı ya da küçümseyici olarak yorumlanabilecek herhangi bir ifadeden bilhassa kaçınmıştır. Yine, Zelenskiy’in Putin’in barışçıl bir çözüme gerçekten ilgi duymadığı ve aksine Ukrayna devletini tamamen yok etmeye takıntılı olduğu yönündeki tezlerini kabul etmeyi de net bir biçimde reddetmiştir. Dahası, Trump bir kez daha Putin’in “kardeş kavgası” niteliğindeki bu çatışmayı mümkün olan en kısa sürede sona erdirmeye içtenlikle bağlı olduğunu söyledi. Zelenskiy’in Batı’ya Yolculuğu’nun fiyaskoyla sonuçlanması, ABD Başkanı’nı Rus liderle devam eden temaslarına daha fazla ağırlık vermeye sevk edebilir.

Zelenskiy’in Washington ziyaretinden hemen önce, ABD ve Rusya diplomatlarının İstanbul’da, iki ülke arasındaki neredeyse tamamen kopmuş diplomatik iletişim kanallarını yeniden tesis etmeye yönelik önemli bir toplantı gerçekleştirdiği de not edilmelidir. Bu görüşme oldukça verimli geçmiş, yeni temaslara dair planlar belirlenmiş ve değişen ikili ilişkilerin dinamiklerini pekiştirecek bir ABD-Rusya zirvesi ufukta belirmeye başlamıştır.

Yine de Rusya’da ABD ile esaslı bir diyaloğun yeniden başlatılmasının arzu edildiği konusunda geniş bir fikir birliği olduğunu söylemek abartılı olur. Uzman çevrelerin ve Rus kamuoyunun büyük bir kısmı, Donald Trump’a, tıpkı diğer ABD liderleri gibi, güvenilemeyeceğine ve güvenilmemesi gerektiğine ve Beyaz Saray’da hangi yönetim kalırsa kalsın Rusya-ABD ilişkilerinin çatışmacı olmaya mahkûm olduğuna kesin olarak inanıyor. Amerikan karşıtı söylemlerin güçlü şekilde yankılandığı Moskova’da, hâkim tutumları değiştirmek kolay olmayacaktır. Aslına bakılırsa, son haftalarda uluslararası gelişmeler, Rusya’nın yerleşik dış politika anlatısını kökten sorgulamaya açtı. Bu anlatıya göre, “Anglosakson” ittifakının başını çektiği sözde “kolektif Batı” Rusya’ya varoluşsal bir meydan okuma sunuyor ve onu tamamen yok etmeye değilse bile stratejik bir yenilgiye uğratmaya kararlı. Ancak bugün gelinen noktada, “Anglo-Sakson” ittifakının çökmekte olduğu ve Rusya karşıtı direncin Atlantik Okyanusu’nun doğu kıyısında [Avrupa] batı kıyısından [ABD] çok daha güçlü olduğu ortaya serilmiştir. Bu değişimin Rusya’da doğru bir şekilde özümsenmesi ve sindirilmesi gerekiyor belki de.

Her halükârda, Rus halkının çoğunluğu Moskova ve Washington arasındaki bitmek bilmeyen çatışmalardan bıkmış durumda; bu yüzden de ikili ilişkilerin temelden sıfırlanmasını değilse dahi en azından gerginliklerin bir nebze olsun azaltılmasını memnuniyetle karşılayacaktır. ABD’nin, Zelenskiy’i şahsen ikna edemese bile, en azından Ukrayna siyasal elitini Moskova ile barışçıl bir çözüm için daha gerçekçi bir tutum benimsemeye yönlendirme potansiyeline sahip olduğu yönünde umutlar ise geçerliliğini koruyor.

Ya ABD Avrupa’yı terk ederse?

Beyaz Saray’daki Trump-Zelenskiy görüşmesinin kötü sonuçlanması, sabırsız ve öngörülemez yapısıyla bilinen ABD Başkanı’nı Rusya-Ukrayna çatışmasını çözme çabasından uzaklaştırabilir. Nitekim, Trump’ın, daha önce büyük bir önem atfettiği “nadir toprak elementleri anlaşması”na olan ilgisini de kaybettiği öne sürülüyor. Bu anlaşma, Beyaz Saray’daki görüşme esnasında resmen imzalanacaktı; ancak Trump, son aşamada bunun çabaya değmeyeceğine karar vermis olsa gerek. Belki de bunun yerine, dikkatini Orta Doğu’ya, Çin ile ilişkilere ya da ABD’nin Batı Yarımküre’deki hegemonik konumunu pekiştirmeye yönlendirecek. Trump, siyasi yatırımlarından hızlı geri dönüşler elde etmek isteyen bir lider; Rusya-Ukrayna savaşının böyle bir getiri sunmadığı durumda, “anlaşmaları” başka yerlerde arayabilir.

Avrupa’daki krizin ABD’nin aktif katılımı olmadan çözülmesi daha mı kolay olur? Rusya’daki bazı çevreler, Washington’un Avrupa meselelerine ne kadar az burnunu sokarsa kıtanın güvenliğinin o kadar iyi olacağını savunuyor. Ancak, böylesi bir varsayımın kesin doğruluğunu kabul etmek mümkün değil. ABD’nin Avrupa’dan tamamen çekilmesi, Avrupa’nın genel stratejik istikrarı üzerinde olumsuz etki yaratabilir- en azından kısa vadede, birçok yeni güvenlik tehdidi ve belirsizlik yaratabilir ve hatta yeni bir dünya savaşı riski doğurabilir. Şayet Transatlantik ittifakı zamanla ortadan kalkacaksa, etrafındaki herkesin bunun mümkün olduğunca düzenli ve sorunsuz şekilde çözülmesiyle meşgul olması gerekir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.

Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.

Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.

Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.

Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.

Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.

Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.

Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.

Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.

Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.

Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.

Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.

DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.

SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.

Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.

Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.

İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.

Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English