Bizi Takip Edin

Görüş

Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 3

Avatar photo

Yayınlanma

Sergey Glazyev’in çevirisini yaptığım çok uzun makalesinin üçüncü bölümünü aşağıda paylaşıyorum.

Sergey Glazyev 

Çin sosyalizminin özgüllüğünü Sovyet sosyalizminden bir fark olarak yorumlamak mümkün. Sovyet siyasi iktisadı açısından Çin sosyalizmi zaten öyle (sosyalizm olarak – H.Y.) anılmamalı, zira üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti legalize ediyor. Çen Enfu bu probleme mekanik yaklaşıyor ve mülkiyeti sosyalist devlet mülkiyeti ve özel mülkiyet (yabancı sermayeye ait olan da dahil) olarak ayırıyor. Aynı zamanda ücretli işçilerin yönetime ve kârın bölüşümüne iştirakini sosyalist üretim ilişkilerinin bir tezahürü sayıyor. Ancak üretim araçları gibi mülkiyet kavramı da öylesine karmaşıklaşmış durumda ki sosyalizmin bu ayırt edici alameti artık o kadar da kesin görünmüyor.

Mülkiyet kavramı iktisatçılar için alışılagelmiş kesinliğini çoktan kaybetti. Özel mülkiyet neredeyse her yerde kamu yararına devlet tarafından sınırlanır; devlet mülkiyeti ise sıklıkla işletme yöneticileri tarafından kendi takdirlerine göre kullanılır. Modern dünyada özel mülkiyetin hukuk devletinin buna imkân verdiği ölçüde etkisiz kılınabileceği görüşü kabul görür. Her ne kadar çoğu devlette iktisadi ilişkiler genel kabul görmüş medeni hukuk normları temelinde, dış ekonomik faaliyetler ise Dünya Ticaret Örgütü normları ve diğer uluslararası anlaşma ve hukuk sistemleri temelinde düzenleniyor olsa bile, herhangi bir anda herhangi bir işletmenin iktisadi faaliyetini yasaklayabilen veya sınırlayabilen, mülkü müsadere veya zapt edebilen devlet iktidarı organlarının keyfiyetine de her zaman yer vardır. Dahası, ABD’nin Rusya’ya ve ÇHC’ne karşı yaptırımlarının gösterdiği gibi, bu, sadece yeni ortaya çıkmış piyasa ekonomilerinde değil kapitalist dünyanın en merkezinde bile olmaktadır.

Bir yandan devlet, özel mülkiyeti vergiler koyarak, ekolojik ve sosyal standartların gözetilmesini talep ederek, emekçilerin yönetime iştirakini regüle ederek, çalışma şartlarını düzenleyerek, keza yerel iktidar organlarının sınırlamalar getirmesine izin vererek, muhtelif vasıtalarla özel mülkiyet hakkını kısıtlayabilir. Diğer yandan devlet işletmelerinin yöneticileri gelirlerini özelleştirebilir (privatize edebilir — H.Y.), emekçilerin haklarını çiğneyebilir, ekolojik, sosyal ve teknik gereklilikleri göz ardı edebilir. Örneğin, Rusya’da devlet bankalarının ve korporasyonlarının ücretleri kapitalistlerin mülkiyetten elde ettikleri ortalama gelirin onlarca ve içgücü maliyetlerinin piyasa değerinin yüzlerce katıdır.

Dolayısıyla, modern ekonomide mülkiyet ilişkilerinin gerçek muhtevası kesinkes, özel mülkiyetin kamu yararına kullanılmasını düzenleyebilen ve bunun tersine de kamu mülkiyetini yöneticilerin keyfiyetine bırakabilen devlete bağlıdır. Buna karşılık mülkiyet ilişkilerine devlet düzenlemesinin istikameti anayasa ve mevzuat tarafından, bunların efektivitesi ise devlet sektörünün yöneticilerinin faaliyetlerinin sonucuna karşılık sorumluluk mekanizmalarıyla tayin olunur. Tarihi tecrübenin gösterdiği gibi, mülkiyet ilişkilerinin basitleştirilmesi iktisadi verimliliğin düşmesine yol açar. SSCB’de üretim araçlarının tamamen devletleştirilmesi rekabeti ortadan kaldırdı ve üretim ile tüketim alanları arasında kronik bir dengesizliğe yol açtı. Rusya’daki ilkel özelleştirme ise imalat sanayisindeki işletme sermayesinin ve sabit sermayenin yağmalanmasına, ekonominin sanayisizleştirilmesine ve bozulmasına yol açtı.

Günümüzde gelişmiş ülkelerde ve başarılı bir şekilde kalkınmakta olan ülkelerde hem yapılandırılmakta olan işletmeler açısından hem de bir bütün olarak ekonomi için karma mülkiyet biçimleri hâkim.  Devlet işletmeleri rekabetçi bir piyasa ortamında faaliyet gösterirken özel sektör de devlet tarafından az çok sıkı bir şekilde düzenleniyor. Özel sektör devletin düzenleyici etkisine karşı, yöneticileri kârsız kalmaktan en az özel özel işletmeler kadar korkan devlet işletmelerinden çok daha hassas. Akademisyen V. Makarov’un kanıtladığı gibi, karma ekonomi biçimi, ister piyasa ister merkezi tipte olsun, homojen sistemlerle karşılaştırıldığında bir yönetim objesi olarak ekonominin karmaşıklığına daha uygun düşüyor; bu nedenle, kural olarak, modern şartlarda daha etkili ve sürdürülebilir.

Çok sayıda teorik ve ampirik çalışma modern ekonomik sistemi iyileştirme girişimlerinde ne piyasanın ne de devletin mutlaklaştırılmasının kabul edilemez olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Gözlerimizin önünde şekillenmekte olan entegral yapıda, ekonomik kalkınma idaresi, özel ve devlet menfaatleri arasında makul bir denge kurulması, özel-devlet ortaklığının verimli biçimlerinin geliştirilmesi, milli menfaatler esas alınarak piyasa ilişkilerinin düzenlenmesi temelinde yürütülüyor. Çinli iktisatçılar mülkiyet ilişkilerini rekabet ortamı, talep yapısı, teknik seviye ihtiyaçları, milli güvenlik için önemi ve diğer faktörlere bağlı olarak optimize etme vasıtalarını arıyorlar. Optimizasyon kriteri ise kamu refahının maksimize edilmesi.

Sovyet siyasi iktisadında sosyalizmin temel üretim ilişkisi olarak kabul edilen milli iktisadi planlamanın durumu da aynı ölçüde karmaşık. Ancak SSCB’de yürürlükte olan, erişilen seviyeden talimata dayalı planlama, ekonomide teknolojik bir çok-kademeli yapıya yol açtı; bunun sonucu da gelişmiş kapitalist ülkeler karşısında teknolojik geri kalmışlığın artması ve verimlilik düşüşü oldu. Kapitalist ve başarıyla kalkınmakta olan ülkelerde, menfaatlerin uyumlu kılınmasına, devlet-özel ortaklığına dayanan ve talimata dayalı değil indikatif yöntemler kullanan stratejik planlama kurumları ise son derece etkili olduğunu kanıtladı. Gelişmesi ve çeşitlenmesi ölçüsünde ekonomide dramatik bir karmaşıklıkla karşılaşan Çin yönetimi de stratejik nitelik taşımaya başlayan beş yıllık planlardan vazgeçmeden, ağırlıklı olarak indikatif yöntemlerin kullanılmasına geçti. Üstelik, fiyatlandırmada piyasa mekanizmalarının kullanılmasında olduğu gibi bunda da bir özgüllük yok.

Sovyet siyasi iktisatçıları, her bir metanın üretimi için sosyal olarak gerekli emek maliyetleri kavramını emek-değer teorisine dayanarak temellendirdiler; bu kavram, teorik olarak, idari fiyatlandırmanın da temelini teşkil ediyordu. Pratikte ise bütün maliyetlerin sosyal olarak gerekli olduğu kabul edilen bir maliyet fiyatlandırması hâkimdi. Sonuç olarak, fiyatı bütün ar-ge masraflarını da içermesi gereken yeni teknolojinin eskisinden daha pahalı olduğu ortaya çıktı ve bu da inovasyon faaliyetini ve iktisadi kalkınmayı frenledi.

Modern ekonomide iktisadi büyümenin başlıca faktörü bilimsel-teknolojik ilerleme haline geldi; entelektüel rant elde etme imkânı sağlayan teknolojik üstünlüğe sahip olma arzusu ise rekabet mücadelesinde en önemli teşvik oldu. Sermaye birikiminin arkasındaki temel itici güç de ücretleri düşürme yoluyla artı-değer maksimizasyonu değil maliyetlerin kısılması veya yeni teknolojilerin devreye sokulmasıyla birlikte yeni tüketici niteliklerinin yaratılması karşılığında süper kârlar elde edilmesi oldu. Yeni makinelerin fiyatlandırılması, arz ve talep oranları arasındaki ilişki ve sosyal olarak gerekli emek girdilerinden ziyade perspektif planlama ve piyasanın manipüle edilmesiyle belirlenerek dinamik bir temelde çeşitlendirildi. Bu sonuncusu (sosyal olarak gerekli emek — H.Y.) tam otomasyon şartları altında ölçümün nesnel temeli olma niteliğini büsbütün kaybetti. Yeni araçlar farklı tüketici gruplarına farklı fiyatlardan satılıyor; bu fiyatlar araç eskidikçe hızla düşüyor; aynı tüketici kalitesine sahip meta popüler markalara ve reklamlara bağlı olarak birbirinden çok farklı fiyatlara satın alınabiliyor. Fiyatları, temelinde toplumsal olarak gerekli emek miktarının yattığı bir arz ve talep dengesiyle belirlenmesi gereken emtia, mali spekülasyonların konusu oldu; bunların fiyatı değer değil spekülatif varlık olarak oluşuyor. Bu alanda, ÇHC’nde geçerli fiyat düzenleme sistemi modern ekonominin gerçeklerine uygun; bu sistem, kamu refahını artırmak için üretilen maddi nimetlerin artış temposunu maksimize etmeye dayanan fiyat oranlarını korumaya odaklanıyor.

ÇHC’nde kurulan üretim ilişkileri sistemi, modern ekonomi şartlarında kamu refahını artırma kriteri itibariyle mümkün olduğunca optimal. Çin komünistleri skolastik tartışmalara saplanıp kalmamak için somut realist hedefler ilan ediyorlar. Reformların ilk aşamasının hedefi, yoksulluğun kökünü kazımaktı. Ardından ortalama alım gücüne sahip bir toplumun inşası geldi. Bunu başardıktan sonra ÇKP MK plenumu yeni hedefi ilan etti: 2035’e kadar her açıdan yüksek seviyede gelişmiş bir sosyalist piyasa ekonomisinin inşasının tamamlanması, sosyalist modernleşmenin hayata geçirilmesi. Böylece de Çin’in yüzyılın ortasına doğru her açıdan büyük, modern bir sosyalist ülkeye dönüşmesinin sağlam temellerinin inşa edilmesinin sağlanması. Bununla birlikte parti önderliği, Çin toplumunun sosyalizme giden uzun yolun henüz başında olduğunu usanmadan açıklıyor. Bu da SSCB’de geliştirilen sosyalist siyasi iktisat dogmasını kapitalist üretim ilişkilerinin pragmatik bir kullanımıyla birleştirmeyi mümkün kılıyor.

ÇKP, ekonominin verimliliğini ve halkın refahını artırmak için piyasa mekanizmalarını onardı. Çinli ideologlar özel mülkiyet yoğunlaşmasının bütün risklerinin mükemmelen farkındalar; bu nedenle ona, Çin özgüllüğünde sosyalist üretim ilişkileri sisteminde tali bir yer veriyorlar. Özel mülkiyetin kullanılması üzerinde parti kontrolü yürütülüyor, mülk sahipleri üzerinde emekçilerin haklarını savunmak, kamu menfaatlerini gözetmek, ekonomide kalkınmanın stratejik planlamaya dair devlet belgeleriyle belirlenen öncelikli istikametlerini hayata geçirmek için devamlı bir baskı uygulanıyor. Ülke yönetimi, yürütülen iktisat siyasetinin baş köşesine inovasyon faaliyetinin her türlü tedbirle teşvikini, ekonominin yeni teknolojik mod temelinde modernizasyonunu, ar-ge finansmanının genişletilmesini koymakta kesinlikle haklı, zira modern iktisadi büyümenin baş faktörü bilimsel-teknolojik gelişme. Bu olmadan kamu refahının kademeli büyümesini sağlamak mümkün değil. ÇHC en genelde üretim ilişkilerini üretici güçlere denk kılma ilkesini bu şekilde gerçekleştiriyor.

Varılan sonuçlardan yola çıkarak, ÇHC’nde kurulan üretim ilişkileri sistemi, sosyalist oryantasyonlu diğer ülkeler için örnek teşkil edebilecek modern sosyalist sistem olarak değerlendirilebilir. ÇHC’nin post-Sovyet dönemi boyunca büyüme temposundaki küresel liderliği kamu refahının yükseltilmesi hedeflerine erişilmesiyle birleşiyor, kamu ekonomisi planları hayata geçiriliyor, dünyadaki en iyi kamu hizmetleri altyapısı kurulmuş durumda. ÇKP, Sovyet tarzı sosyalizmin kazanımlarını korumayı ve bunlar temelinde (piyasa mekanizmalarının, mülkiyet biçimlerinde genişlemenin, girişimcilik teşvikinin dahil edilmesiyle yönetim sistemini önemli ölçüde komplike hale getirip) bir atılım gerçekleştirmeyi başardı. Bu komplike yapı, modern ekonomide çeşitlilik artışı ve ekonominin bilimsel-teknolojik gelişme temelinde etkinliğinin yükseltilmesi zaruretiyle gerekçelendiriliyor; bunun sürdürülmesi de insanların girişimci ve yaratıcı enerjisinin ortaya çıkartılması için şartların yaratılmasını gerektiriyor.

Entegral dünya ekonomik düzeninin sosyalist nitelikleri

Sosyalist inşanın muhtelif milli modellerinin pratik uygulanmasından ortaya çıkan tarihi tecrübe dikkate alındığında modern şartlarda bunun ayırt edici özelliği kamu menfaatlerinin özel menfaatler üzerindeki baskın niteliği olarak düşünülebilir. Bu özellik, yeni dünya ekonomik düzenindeki üretim ilişkilerinin karakteristiği. Yeni ekonomik yapının temel özelliği, ekonomi düzenleme sisteminin kamu refahını artırmaya odaklanması. Yeni ekonomik düzenin karakteristik niteliği olan kamu menfaatlerinin özel menfaatlere üstünlüğü, ifadesini ekonominin kurumsal düzenlenmesinde bulur. En başta da planlama, kredilendirme, sübvansiyon, fiyatlandırma ve temel girişimci faaliyetlerinin düzenlemesi mekanizmaları vasıtasıyla sermayenin temel yeniden üretim parametreleri üzerindeki devlet kontrolünde. Devlet burada talimat vermekten ziyade, sosyal ortaklık ve temel sosyal gruplar arasında etkileşim mekanizmalarını oluşturan bir moderatör rolü oynar. Bürokratlar işletmeleri yönetmeye çalışmaz; ortak kalkınma hedeflerini belirlemek ve bunlara erişilmesi yöntemlerini geliştirmek için iş, bilim, mühendislik çevreleri ile ortak bir çalışmayı organize eder. Öte yandan girişimciler de kâr maksimizasyonu ve zenginleşme güdüsünü kamu menfaatlerini koruyan etik normlara uydururlar. Kâr maksimizasyonuna değil sosyal açıdan anlamlı bir sonuca odaklanan girişimci faaliyeti kurumlarının (kâr amacı gütmeyen kuruluşlar, uzman bankaların yatırım projelerinin gerçekleştirilmesini hedefleyen kalkınma kurumları) kullanımı yaygınlaşır. Parasal akış yönetiminde etik normlar dikkate alınır ve spekülatif ve ahlak dışı faaliyetlerin finansmanına karşı sınırlamalar getirilir. Devletin ekonomiyi düzenleme mekanizmaları da buna göre ayarlanır.

Devlet uzun vadeli ve ucuz kredi sağlar; işadamları ise üretimin geliştirilmesi için somut yatırım projelerinde bunların hedefe uygun kullanılacağını garanti eder. Devlet doğal tekellerin altyapı ve hizmetlerine düşük fiyatlarda erişim sağlar, işletmeler ise rekabetçi ürün üretiminden sorumludur. Devlet, bunların kalitesinin artırılması amacıyla zaruri ar-ge çalışmalarının yürütülmesini, kadroların eğitim ve hazırlanmasını örgütler ve finanse eder; işletmeciler ise inovasyonlar gerçekleştirir ve yeni teknolojilerde yatırımları hayata geçirir. Özel-devlet ortaklığı iktisadi kalkınma, halkın refahının yükseltilmesi, hayat kalitesinin iyileştirilmesi şeklindeki kamu menfaatlerine tabidir.

Yukarıda gösterildiği gibi, ÇHC, efektivitede bir öncekinden nitel olarak üstün yeni bir dünya ekonomik düzeni modeli oluşturmayı başardı. Bunun temel kurumları ve ekonominin yeniden üretim mekanizmaları, devlet ve özel mülkiyeti, merkezi planlama ve piyasanın öz-örgütlenmesini, bütün halkın menfaatlerinin gözetilmesi üzerinde kontrolü ve özel inisiyatifi birleştiren, büyük bir çeşitliliğe sahip.

ÇHC, devlet planlaması ve piyasanın öz-örgütlenmesini, para hareketlerinde devlet kontrolünü ve özel girişimciliği birleştirerek, bütün sosyal grupların menfaatlerini sosyal refahın yükseltilmesi hedefi etrafında bütünleştirerek, yatırım ve inovasyon faaliyetinde rekor büyüme oranları ortaya çıkarıyor. Stratejik planlama, bilimsel-teknolojik gelişmede uzun vadeli tahminlere ve Çin ekonomisinin küresel çerçevedeki üstün performansının yarattığı fırsatların incelenmesine dayanarak, iktisadi kalkınmanın perspektif istikametlerini gösteriyor. İndikatif planlama, halkın hayat seviyesinin yükseltilmesi amacıyla üretim artışını sağlamak üzere, yatırım faaliyetini artırmak için şartların yaratılmasına yönelik olarak bütün seviyelerdeki devlet iktidarı organlarına kılavuz ilkeler sunuyor. Bu planlama aynı zamanda girişimcilere eşit şartlardan yararlanma fırsatı veriyor. Piyasa rekabeti verimlilik, belli hedefe yönelik kredilendirme de planlanan hedeflere erişilmesi için yatırım projelerinin uygulanmasının finansmanını sağlıyor. Devlet düzenlemeleri ticari faaliyetleri üretim artışı istikametinde teşvik ediyor ve yıkıcı tezahürleri (sermaye çıkışı, finans piramitleri, vb.) dizginliyor. Açıklık, ileri teknolojilerin ithalatı ve hazır mamul ihracatı fırsatı sunarak girişimcileri ürün rekabetçiliğini geliştirmeye mecbur kılıyor.

Çin’den başka Hindistan, Endonezya, Çinhindi ülkeleri de yüksek büyüme oranları sergiliyorlar. Bunlar da yeni, entegral bir dünya ekonomik düzeninin “çekirdeğini” oluşturuyorlar. Japonya, Singapur ve G. Kore ise ekonomide yeniden üretimde benzer bir kurumlar sisteminin oluşumuna giden başka bir yoldan çok daha önce geçtiler. Piyasa rekabet mekanizmalarının hem sosyalist hem de kapitalist temelde devlet planlamasıyla sentezlenmesi, yakınsak bir üretim ilişkileri sistemini doğurdu. Bu sistem ÇHC’nde Çin özgüllüğünde sosyalizm olarak kabul ediliyor, Japonya’da ise Japan Incorporated’in kapitalist niteliğinden kimsenin kuşkusu yok ve Kore çobol’leri de tamamen kapitalist sayılıyor. Vietnam’dan Venezuela’ya kadar, sosyalist ideolojiyle devlet planlamasını piyasa mekanizmaları ve özel girişimcilikle birleştirerek ve özel girişimciliği maddi nimetlerin üretiminde artış amacıyla regüle ederek yakınsak bir model oluşturma yolunda yürüyen bütün ülkeler bugün (önde gelen kapitalist ülkelerde durgunluk gözlenirken) ileri seviyede sürdürülebilir bir kalkınma sergiliyorlar.

Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1

Görüş

İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

20 Haziran itibarıyla İsrail ile İran arasındaki karşılıklı hava saldırıları ikinci haftasına girdi ve her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Saldırıların şiddeti artıyor ve kısa vadede bir ateşkes umudu görünmüyor. Dahası, ABD açıkça İsrail’e destek vererek İran’ın füzelerini ve İHA’larını engelledi ve İran’a karşı doğrudan askeri müdahaleye hazırlanıyor. Başkan Trump, yalnızca İran’ı “tam teslim olmaya” zorlamakla kalmadı, aynı zamanda üç uçak gemisi filosunu Orta Doğu’ya göndererek İsrail-İran çatışmasını ikiye bir hâline getirme ihtimalini doğurdu ve Yugoslavya Savaşı benzeri bir senaryo—uzun süreli ve yoğun hava saldırılarıyla düşmanı yenme—ortaya çıkabilir.

Basra Körfezi, dünya petrol rezervlerinin kritik noktasıdır ve İran’ın hedef alınan başlıca noktaları nükleer tesislerdir. Bu durum, küresel petrol ve doğalgaz arzında kesinti riski yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda nükleer sızıntı ve yayılma riski de doğuruyor. Bu çatışma, bölgesel savaşlardan daha endişe verici ve dünya güvenliğini daha fazla etkiliyor. Askerî ve diplomatik ayrıntıların ötesinde, İsrail-İran karşılaşmasının haklılık ve haksızlık boyutlarını büyük tarih perspektifinden değerlendirmek gerekiyor.  Bu, kırk yılı aşkın süredir devam eden düşmanlığın ardından gelen son hesaplaşmayı işaret ediyor; yıllarca süren karşılıklı hakaretler, tehditler ve vekâlet savaşlarının sona erdiği bir nokta. Şimdi her iki ülke de doğrudan, yüksek yoğunluklu bir düelloya giriyor.

Öncelikle, İsrail’in ilk saldırgan taraf olması meşruiyetten ve adaletten yoksundur ve bu nedenle uluslararası kamuoyundan yoğun tepki görmektedir. Birleşmiş Milletler üyesi bir ülkenin, sadece İran’ın nükleer silaha yaklaşabileceği kuşkusuyla diğer bir BM üyesine savaş ilanı olmaksızın saldırması, açıkça uluslararası hukuku ve BM Anayasası’nı ihlal etmektedir. Bu, egemen bir devlete doğrudan saldırı, İran halkının temel insan haklarının çiğnenmesi ve modern hukuk düzenine karşı pervasız bir meydan okumadır.

Bu, İsrail’in başka egemen devletleri ihlal ettiği ilk örnek değildir. 1956’da İngiltere ve Fransa ile Süveyş Krizi’ni başlatmış, 1967’de Mısır, Suriye ve Ürdün’e önleyici saldırılar düzenleyip topraklar işgal etmiştir. 1981’de Irak’ın nükleer tesislerini bombalamış, 2007’de Suriye’deki reaktörü yok etmiştir. 2009–2012 arasında defalarca Sudan’da hedefler vurmuştur. İsrail, küçük toprak ve stratejik kırılganlık gerekçesiyle genellikle ilk saldırıyı yaparak askeri üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. Ancak bu yaklaşım, ülkesini adeta bir askeri devlet hâline getirmiştir.

Kuşkusuz, İsrail bu Arap ülkeleriyle düşmanlık veya ateşkes halindeydi ve bu ülkelerin hükümetleri İsrail’e düşmanlık besliyordu. Bazılarının savaş hazırlığı içinde olduğu da mümkündür. Ancak İsrail, mutlak askeri üstünlüğünü korumak ve kendi güvenliğini sağlamak için önleyici saldırılar düzenlemenin gerekçesi olarak sürekli olarak küçük toprakları, stratejik derinliğinin olmaması ve düşman güçler tarafından kuşatılmış olmasını göstermiştir. Gerçekte, İsrail 1948’deki kuruluşundan bu yana stratejik çıkmazını temelden aşamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri, askeri araçlara aşırı bağımlılığı ve savaşa olan derin bağlılığıdır. Bu durum, İsrail’i fiilen bir devlet kisvesi altında faaliyet gösteren bir askeri güç haline getirmiştir.

Bugün nükleer silaha sahip ve büyük bir üstünlüğü olan İsrail’in, İran’ın “nükleer silah edinme ihtimali” bahanesiyle saldırması, hem mantıksız hem de uluslararası ahlaka aykırıdır.

İsrail-İran çatışması, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın devamıdır. Her ne kadar bu savaş Hamas tarafından başlatılmış olsa da, kökeninde İsrail’in Filistin topraklarını uzun süredir yasa dışı olarak işgal etmesi ve sömürmesi yatmaktadır. İsrail, görünürde Hamas ve müttefiklerini yenmiş olsa da, asıl sorun hâlâ işgal edilen Filistin, Lübnan ve Suriye topraklarının iade edilmemesidir. Uluslararası hukuka göre, işgal altındaki halkların silahlı direniş hakkı, saldırıya uğrayan devletlerin ise meşru müdafaa hakkı vardır. Ortadoğu’daki çatışmaların temel meselesi budur ve İsrail’in yalnızlaşmasının nedeni de budur.

Bununla birlikte, İran da İsrail saldırıları karşısında tamamen masum sayılamaz. İsrail’in Arap topraklarını yasadışı işgali, temelde İsrail ile Arap devletleri arasındaki bir anlaşmazlıktır ve uluslararası kamuoyu büyük ölçüde Arap tarafının yanında yer almış ve İsrail’in işgal uygulamalarını tutarlı bir şekilde kınamıştır. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana İran, İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayı reddetmiş ve ne sınırı olduğu ne de toprak anlaşmazlığı bulunduğu bir ülkeye karşı düşmanca bir tutum sergilemiştir. Dahası, İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve İsrail’e karşı askeri mücadelelerinde Filistin’in sertlik yanlısı fraksiyonlarını sürekli desteklemiş ve böylece İsrail’in ulusal güvenliğine ve bölgesel istikrara ciddi bir tehdit oluşturmuştur.

Son yıllarda İran, uluslararası terörle mücadeleye katılımı ve Obama yönetimiyle yaptığı nükleer anlaşma sayesinde, nüfuz alanının fiili olarak tanınmasını sağladı. Böylece Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan “Şii Hilali”ni başarıyla oluşturdu ve “Tahran–Bağdat–Şam–Beyrut–Sana” eksenini kurdu. İran Devrim Muhafızları ve büyük Şii milis grupları Suriye’ye sızarak çok sayıda askeri üs kurdu ve İsrail’e doğrudan tehdit oluşturmaya başladı. Bu durum, İsrail’in defalarca Suriye’yi bombalamasına neden oldu—Suriye’nin karşılık verme niyeti vardı ama gücü yoktu—ve sonunda onlarca yıldır ülkeyi yöneten Esad rejiminin çökmesine yol açtı.

İran’ın Orta Doğu’daki çatışmalara—özellikle Filistin-İsrail ve Arap-İsrail ihtilaflarına—derinlemesine müdahalesi, uluslararası hukuk ilkelerine değil, pan-İslamcı ideolojiye dayanıyor. Bu ideolojiye göre, Müslüman ülkelerin işgal altındaki İslami toprakları ve ezilen Müslüman kardeşlerini kurtarmak gibi bir görevi vardır. Ancak geleneksel İslam hukuku, modern uluslararası hukukun yerini alamaz. Filistin, Lübnan veya Suriye’ye duyulan sempati de vekâlet savaşlarını başlatmak için bir gerekçe olamaz. Zamanla İran, yalnızca İsrail’in düşmanlarının ana üssü ve destekçisi olmakla kalmadı, aynı zamanda kendine de savaş ve yıkım getirdi. Uluslararası hukuk ve devletlerarası ilişkiler açısından bakıldığında, İran’ın İsrail tarafından saldırıya uğramasını “kendi hataları getirdi” demek pek de yanlış sayılmaz.

Özünde İran hükümeti gerçekten Filistin-İsrail ve Arap-İsrail çatışmalarını çözmek mi istiyor? Eğer öyleyse, İran BM kararlarına uygun olarak taraflar arasında müzakereyle çözümü desteklemeliydi; İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımalıydı, ilişki kurmasa bile. Eğer öyleyse, İran Arap ülkelerinin ortak duruşunu benimsemeli, “toprak karşılığı barış” ilkesini savunmalı ve İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarını geri vermesi koşuluyla egemenliğini tanımalıydı. Ama bunun yerine İran, Arap kolektif iradesini aşan bir hedef izledi, kendisini Arap ülkeleri adına öne attı. İran’ın Orta Doğu politikası, gerçekte Fars milliyetçiliğinin güdümündedir: Arap kayıplarını geri alma iddiası altında, Fars ve Şii kimliğiyle bölgesel siyaset sahnesinde söz hakkı ve etki elde etmeye çalışmaktadır.

Üçüncü husus, İsrail ve İran halklarının günümüzdeki acıları ve tarihî tercihleri. Savaş başladığında önce ve en fazla acı çeken hep halklardır. Ancak bu savaşın belki de en büyük anlamı, her iki ülke halkını uyandırıp hükümet politikalarını değiştirecek kolektif bir irade doğurup doğurmayacağıdır.

İsrail ve İran, farklı düzeylerde de olsa demokratik ülkeler sayılır; en azından yasal olarak, halk egemenliğine dayanan ve güçler ayrılığına sahip sistemlere sahiptir. Elbette aralarında ciddi farklar vardır: İsrail Batı tarzı çok partili bir demokrasidir; İran ise teokratik ve otoriter bir İslam Cumhuriyeti’dir. Ancak sonuçta her iki ülkenin yönetim sistemleri de halk iradesiyle şekillenmiştir. Bugünkü sonuçlara yol açan uzun süreli devlet politikalarının sorumluluğu yalnızca hükümetlere değil, halklara da aittir.

İsrail’in uzun süredir izlediği saldırgan ve yayılmacı politikalar, özellikle Yahudi halkının tarihî travmalarıyla ve güvenlik algısıyla bağlantılıdır. Yüzyıllar süren sürgün, soykırım tehlikesi ve zulüm, Yahudi toplumunun kültürel genetiğine işlemiş ve bu da onları komşu halkların haklarını görmezden gelecek kadar kendi güvenliklerine odaklanmalarına neden olmuştur. Bu, hükümetin işgal ettiği toprakları geri vererek barış sağlama yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşmasını engellemiş, tam tersine aşırı sağın yükselişine zemin hazırlamıştır.

Gazzelilerin milyonlarca kişiyle “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi”nde yaşamasına, 50 binden fazla Filistinlinin bir yılda ölmesine, açlık ve kan içinde yaşamasına rağmen İsrail halkı büyük ölçüde kayıtsızdır. İsrail’in işgal ettiği komşu topraklarla büyümesi, düşmanlıkları kalıcılaştırsa da halk bunu sorgulamak yerine sürdürmeye razıdır. Mevcut aşırı sağcı liderlerin kendi siyasi kariyerini kurtarmak için İran’a savaş açması ve karşılık bulması da halkta sadece korku ve daha sert misilleme isteği doğurmuştur; barış arayışı değil.

İran’da da iktidar düzenli değişse bile saldırgan dış politika değişmemektedir; çünkü halk bunu ya seçmekte ya da sessizce onaylamaktadır. 40 yıl önce İran halkı, yolsuz ve zalim Şah rejimini devirerek İslam Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak bu yeni rejim kısa sürede devrim ihracı uğruna Irak’la sekiz yıllık bir savaşa girdi ve neredeyse bir milyon insanın hayatına mal oldu. Fakat bu acı tarih halkı uyandırmak yerine, onları Fars milliyetçiliği, cihatçı şehitlik ve trajedi romantizmine daha fazla bağladı. İran halkı, hükümetin Arap komşularla ve dış dünyayla sürtüşmeler içinde yürüttüğü çatışmacı politikaları sürdürmesine göz yummaktadır.

Son birkaç on yılda Arap-İsrail ihtilafı köklü bir dönüşüm geçirdi. Süreç, Mısır, Ürdün ve FKÖ’nün İsrail’le barış yapmasıyla başladı; ardından Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkileri normalleştirmesiyle yeni bir evreye ulaştı. Orta Doğu’nun siyasi yelpazesi belirgin şekilde değişti; bölgede siyasetin ana teması artık barış, uzlaşı, iş birliği ve kalkınma yönüne kaydı. Ancak İran halkı hâlâ hükümetinin köhnemiş ve katı politikalarına körü körüne bağlı kalmakta, zorluklara, siyasi baskıya katlanmakta; ekonomik gelişme ve ulusal ilerlemeyi feda ederek “İsrail karşıtlığı” ve “İsrail’in yok edilmesi” sloganlarına sarılmakta; Arap topraklarını geri alma misyonunu kendine görev bilmekte; bu uğurda ABD ve Batı ile uzun soluklu, tüketici bir gerilim sarmalına girmeyi göze almaktadır. Bu gidişat, ülkeyi uçuruma sürüklemekte ve başkenti adeta insanların terk ettiği bir hayalet şehre çevirmektedir.

2500 yıl önce, İran halkının ataları Asya, Afrika ve Avrupa’yı kapsayan ilk büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kurdular. Ahameniş Hanedanı, çokkültürlü ve kapsayıcı bir yönetim anlayışı benimsedi. Bu hanedan, Babil’de 70 yıl köle olarak tutulan Yahudileri cömertçe özgürleştirmişti. Yahudiler, bu kurtuluş karşısında gözyaşları içinde Pers hükümdarı Büyük Kiros’u bir kurtarıcı olarak benimsediler. Yahudi prenses Ester, kimliğini gizleyerek saraya girdi, Kral Serhas’ın (Xerxes) sevgisini kazandı ve yüksek makamlarda bulunan amcası Mordehay ile birlikte düşmanları Amaleklileri yok ederek halkını korudu. Bu tarihî efsaneler, Yahudiler ile İranlılar arasında barış içinde bir arada yaşamanın parlak örneğidir.

Ancak modern çağda, İsrail ile İran neredeyse yarım yüzyıldır birbirine düşman hâline geldi. Bu, büyük bir ironi; iki ülkenin ve halklarının trajedisi; Yahudi ve Pers uygarlık tarihine aykırı bir sapmadır. Bugün sürmekte olan ve giderek şiddetlenen bu dolaylı savaş, sonucu ne olursa olsun kazananı olmayan bir çatışmadır. Dileğimiz; iki ülkenin karar vericileri ve seçmenleri, bu kan ve ateşten ders çıkararak politikalarını gözden geçirir, düşmanlıklarını terk eder ve Arap ülkeleriyle birlikte “toprak karşılığı barış” ilkesine sadık kalır.

Filistin meselesi, iki devletli çözüm temelinde ele alınmalı; Lübnan ve Suriye topraklarının müzakere yoluyla geri alınması hedefiyle İbrahim Anlaşmaları’nın kapsamı genişletilmelidir. Karşılıklı anlayış, kabullenme ve saygı temelinde İsrail ile İran arasındaki uzun süredir süregelen çatışma sona erdirilmeli; Orta Doğu, çatışma ve savaşın sarmalından tamamen kurtarılmalı; dünyada büyük ölçekli şiddeti geride bırakan diğer bölgeler gibi barış ve kalkınma yolunda ilerlemelidir. Böylece kaybedilen zaman telafi edilir, ertelenen kalkınma ve refah yeniden yakalanır.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Rusya’nın Ukrayna’nın ardından Avrupa ülkelerini ‘işgal etmeye’ devam edeceği tezi, Avrupa siyasetini şekillendiren ana unsurlardan biri haline geldi. Kıta genelinde yükselen ‘Batı/NATO/AB karşıtı’ güçlere ve ABD’de Donald Trump iktidarının Rusya’yla git gelli barış arayışlarına rağmen, Avrupa’da ‘ana akım siyaset’ savaş hazırlıklarına son sürat devam ediyor. Bu kapsamda, Baltık ülkelerinden yeni bir hamle daha geldi. 

Litvanya, Letonya ve Estonya, ‘Rusya’nın artan tehditleri karşısında sivil halkın güvenliğini sağlamak’ amacıyla kitlesel tahliye planlarını ortaklaşa yürütme kararı aldı. Üç ülkenin içişleri bakanları, 13 Haziranda Vilnius’ta düzenlenen resmi törenle imzaladıkları mutabakatla, sınır ötesi tahliye sürecinde koordinasyonun sağlanmasını, bilgi paylaşımının hızlandırılmasını öngören kapsamlı bir işbirliği başlattı.

Planı “Açık prosedürler ve hızlı bilgi akışı hayati öneme sahip. Bu sayede kriz öncesinde ve esnasında paniğin önüne geçebilir, tedbirleri hızla uygulamaya koyabiliriz” ifadeleriyle tanımlayan Litvanya İçişleri Bakanı Vladislav Kondratovic, özellikle ‘geniş çaplı tahliyelerde’ bu birlikteliğin kritik bir rol oynayacağını savundu. 

Tahliye planında neler var?

Üç ülke, tahliye kapasiteleri, potansiyel tahliye koridorları ve sınır kapılarının durumu gibi bilgileri paylaşacak. Bu bilgiler, halkın güvenli ve hızlı biçimde taşınmasını sağlayacak şekilde kullanılacak. Aynı zamanda engelli, yaşlı, çocuk ve diğer hassas grupların tahliye süreçlerinde özel öncelik alacağı vurgulandı.

Mutabakatın temel hedefi, yayınlanan resmi açıklamada şöyle açıklandı:

“Baltık ülkeleri arasında kitlesel tahliyelere yönelik bölgesel işbirliğini güçlendirmek, ortak tahliye planları hazırlamak ve hızlı bilgi paylaşımıyla ortak zorluklara çözüm bulmak bu mutabakatın ana amacıdır.”

Şu an için imzalanan memorandumun açıklanmış bir bütçesi yok; resmi kaynaklarda herhangi bir harcama miktarı yer almıyor. Öte yandan, geçtiğimiz yıllara baktığımızda örneğin 2024’te Litvanya tek başına kitlesel tahliye altyapısı için yaklaşık 285 milyon euro ayırması bütçenin büyüklüğü konusunda bir fikir verebilir. 

Baltık ülkelerinin attığı bu adım ilk değil, son da olmayacak. Daha önce, halka savaşa hazırlık broşürlerinden, ülkelerdeki mezarlık kapasitesinin hesaplanmasına kadar ciddi savaş hazırlığı planları yapıldı. 

Bunların yanında, geçen ayın sonunda Belçika, Estonya, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Hollanda, Finlandiya ve İsveç’in içişleri ve sivil savunmadan sorumlu bakanları Brüksel’de bir araya gelerek Avrupa’nın sivil savunma kapasitesinin güçlendirilmesi çağrısında bulunmuştu.

Çağrıda, “sadece askeri değil, iç güvenliğin hazırlıklı olması, istikrarın sağlanması ve çeşitli krizlere karşı direnç geliştirilmesi gerektiği” vurgulanmıştı.

Zapad 2025’in öncesinde

Baltık ülkelerinin bu kararı, Belarus’ta Eylül ayında düzenlenecek olan “Zapad 2025” adlı Rusya-Belarus ortak tatbikatı öncesinde geldi. Moskova ve Minsk’in birlikte düzenlediği bu tatbikatlar, Batı tarafından her seferinde ‘yeni bir saldırının provası’ olarak değerlendiriliyor. 

Bu arada Belarus, tatbikatların ölçeğinin önemli ölçüde küçültüleceğini ve taşınacağını duyurdu. Bu kararın, NATO’yla gerilimi artırmanın önüne geçme amacıyla alındığı iddia edilse de, anlaşılan bu hamle gerilimi düşürmeye yetmiyor.

Sağlık sektörü de savaşa hazırlanıyor

Askeri yapılandırma hamleleri ve geniş çaplı savaşa hazırlık propagandasını, Avrupa’da sağlık sisteminin de ‘Rusya’dan gelen saldırılara’ karşı hazırlıklar takip ediyor.

Litvanya’da kimi hastaneler elektrik ve su kesintilerine karşı önlemler alıp helikopter pistleri inşa ederken, Estonya’da ambulans ekiplerine kurşun geçirmez yelekler ve uydu telefonları sağlıyor. Estonya ayrıca, 

Tahliye planları tartışılırken, Politico’da Doğu Avrupa’nın savaş hazırlıklarına dair dikkat çekici bir haber daha yayınlandı. 

‘Avrupa’nın sınır ülkeleri hastanelerini savaşa hazırlıyor’ başlıklı, Giedre Peseckyte imzalı haber, Litvanya, Letonya, Estonya ve Polonya gibi ülkelerin sağlık altyapılarını ‘kriz senaryolarına karşı’ seferber ettiğini aktarıyor. 

Peseckyte’nin haberde mikrofon uzattığı isimlerin açıklamaları, Avrupa’da siyaset ve toplumun savaş moduna nasıl hazırlandığı konusunda çarpıcı işaretler barındırıyor:

Estonya Sağlık Kurulu Başkan Yardımcısı Ragnar Vaiknemets: “Burada kötü komşularımız var: Rusya ve Belarus. Bu artık ‘saldıracak mı’ değil, ‘ne zaman saldıracak’ sorusudur.” 

Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk: “Cephe hattındaki ülkeler için hazırlık artık bir tercih değil, zorunluluktur.”

Norveç Sağlık Direktörlüğü’nden Bjørn Guldvog: “Savaş zamanı ihtiyaçlar, normalin üç ila beş katı olabilir.”

Riga’daki Pauls Stradiņš Klinik Üniversitesi Hastanesi’nde çalışan doktor Rūdolfs Vilde: “Ebeveyn olan doktorların çoğu, çocuklarını ortada bırakıp savaşta çalışmak istemiyor.” 

Letonya Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Agnese Vaļuliene: “En kötüsüne hazırlanmamız gerek. Ama umarız hiç gerçekleşmez.”

Ancak, Rusya’nın ‘olası saldırısıyla’ ilk karşılaşacak ülkeler, askeri ve sağlık alanında oldukça yetersiz.  Estonya, Almanya’ya kıyasla kişi başına düşen sağlık çalışanı sayısının yarısına sahip. Savaş çıkması durumunda çalışanların ülkede kalıp kalmayacağı ise belirsiz. Litvanya’da yapılan bir ankette, sağlık personelinin yüzde 25’i savaşta kaçacağını belirtmiş; yüzde 33’ü ise kararsız.  

Avrupa’da her 100 bin kişiye ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düşerken, savaş koşullarında bu sayı yeterli değil. Hastanelerin çoğu yalnızca 24-48 saat boyunca yüzde 150 kapasitede çalışabilecek donanıma sahip. Ancak buna rağmen Doğu Avrupa’da birçok hastane, bodrum katlarını ameliyathanelere dönüştürme planı yapıyor. 

Sivil katılım öne çıkıyor 

Savaş hazırlıkları ve tahliye planlarının yanında, Baltık ülkeleri bu yıl çok sayıda tatbikat düzenlemeyi planlıyor. Bu tatbikatların öne çıkan özellikleri ise, yaralı tahliyesi, acil müdahale gibi ‘sivil savunma’ başlıklarının öne çıkması. 

Bütün bu tablonun ortaya çıkardığı gerçek şu: Baltık ülkeleri, Rusya’yla savaşta silahlı kuvvetlerin yeterli olacağına inanmıyor ve bu nedenle halkın da doğrudan cepheye sürüldüğü yeni bir sivil-askeri seferberlik türü inşa ediliyor. Peki böyle bir durumda, Rusya gerçekten bu ülkelere saldırırsa, sivil/asker kayıpları arasındaki ayrım nasıl hesaplanacak? Bu sorunun yanıtı henüz belli değil. 

Baltık bölgesi, Avrupa’nın doğu sınırı olarak savaşın ilk hedefi olacaklarına inandırılmış durumda. Bu ülkelerin yöneticilerine göre, olası bir Rus saldırısına karşı hazırlık artık yalnızca askerin değil, sivil halkın, doktorun, hemşirenin, itfaiyecinin, hastanenin, kısacası tüm toplumun görevi.

Baltık ülkeleri, ‘Rusya’nın saldırısı’ temelinde soyut bir tehdit senaryosuna göre hareket ediyor. Rusya’nın Ukrayna’dan sonra Baltık ülkelerine saldıracağı fikri, şu an için bir kehanetten ibaret. Ancak, bölgede artan NATO askeri varlığı, bu senaryoyu ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ haline getirebilir. 

Kaynaklar

https://www.politico.eu/article/baltics-cross-border-evacuation-russia-lithuania-latvia-estonia-ukraine-military-eu/

https://www.politico.eu/article/eastern-europe-baltics-hospitals-wartime-preparation-health-care-russia-ukraine/
https://vrm.lrv.lt/lt/naujienos/baltijos-saliu-vidaus-reikalu-ministrai-stiprina-bendradarbiavima-civilines-saugos-srityje/

https://tvpworld.com/87266026/baltic-states-sign-pact-for-joint-evacuation-strategy

Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında

Okumaya Devam Et

Görüş

Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ziyareti 23 yıl aradan sonra bir ilk oldu. Pazar günü yapılan bu ziyaret konusundapPek çok spekülasyon duyuldu; “Türkiye’ye açık bir mesaj” denildi örneğin. Bir süredir Hindistan’dan Türkiye’ye yönelik çeşitli boykot eylemleri görülüyor. Peki Delhi’nin bir nüfuzu var mı? Dürüst olmak gerekirse çok fazla değil. Ancak bu yazıda konuyu buraya çekmeye niyetim yok. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’e gerçekleşen terör saldırısının ardından mayıs boyunca da devam eden Pakistan ile çatışma sürecinde Ankara’nın İslamabad’a destek veren duruşunda bu kez kartlarını biraz açık oynaması doğal olarak Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yarattı. Türkiye-Hindistan ilişkilerini tartışmaya açtı.

Ancak Hindistan’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik oyunu yalnızca Türkiye’ye karşı bir hoşnutsuzluk siyaseti değil. Güney Kıbrıs ile etkileşim, Hindistan’ın daha büyük Akdeniz puzzle’ının bir parçası. 2023’te Yunanistan (40 yıldır bir Hint başbakanın ilk ziyareti) ve geçen yıl İtalya ziyaretlerinde bulunan Modi bu yıl Fransa’daydı ve Marsilya’da Hindistan konsolosluğunu açtı. Kanada’daki G7 görüşmelerinden önce Güney Kıbrıs’ta bulunan Modi dönüşte de Hırvatistan’a geçti. Bu bir Hindistan başbakanının Hırvatistan’a yaptığı ilk ziyaret ki Güney Kıbrıs ve Hırvatistan IMEC’te potansiyel ortaklar olarak görülüyor.

Güney Kıbrıs ziyareti, Türkiye-Pakistan işbirliğine bir tepki olarak çerçeveleniyor olabilir, ancak çok daha derin. Akdeniz’de önemli görülen Güney Kıbrıs’ın, 2023’te Delhi’deki G20 zirvesinde duyurulan ABD destekli Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru IMEC’in önemli bir bileşeni olması bekleniyor. Hindistan, Güney Kıbrıs ile daha yakın bağları IMEC’e destek olarak görüyor ve İsrail-Güney Kıbrıs enerji çıkarımının potansiyelini dikkate alıyor. Bu, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs (+ ABD) üçlü işbirliğine kadar uzanabilir ve ayrıca Güney Kıbrıs ve İsrail’in IMEC’i destekleyen deniz altı kabloları için elektrik sağlamasına izin verebilir.

Türkiye ve Hindistan ilişkilerinin başlangıcı iyi olsa da ne yazık ki doğası her zaman karmaşık oldu. İlişkilerin ticari, turizm ve kültürel ayakları gelişme gösteriyor. Ancak aynı şey daha önemli olan siyasi ayak için ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hint Müslüman liderlerin -daha sonra Hindistan Ulusal Kongresi tarafından da desteklenen- Hilafet Hareketi ve Hint Müslümanların Milli Mücadele’ye maddi yardımı gibi başlangıç dönemindeki iyi niyetin çoğu Hindistan’ın 1947’deki bölünmesinden sonra ne yazık ki Hindistan’a değil Pakistan’a aktarıldı ve günümüzde bu örnekler yalnızca Delhi ile ilişkileri romantize etme görevi görüyor. Açıkçası 2000’lerin başında Başbakan Bülent Ecevit, Hindistan’a özel bir sempati besleyen ilk ve tek liderdi. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ilişkilerde “sıcak” havanın estiği bir istisnaydı.

Bu istisna dışında Türkiye siyaseti büyük çoğunlukla Pakistan ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde gelişti. Hindistan siyaseti ise Türkiye’yi Pakistan prizmasından gördüğü bir düzlemde. Şurası açık: Yeni Delhi Ankara’nın İslamabad ile yakınlık kurmasından hoşlanmıyor. Özellikle savunma alanında. Bu arada bu ikilem yalnızca Ankara için geçerli değil, hemen her Müslüman ülke aynı ikilemle karşı karşıya. Ancak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Pakistan ile ilişkilerini bir şekilde yumuşattı. Daha da fazla hoşnutsuz olduğu şey, Ankara’nın özellikle Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası platformlarda Keşmir konusunu gündeme getirmesi. Hindistan buna karşılık Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs ile daha yakın bağlar kurdu. Ayrıca, Suudi Arabistan ve BAE ile ortaklıklarını derinleştiriyor. Tüm bunlar Delhi tarafından Ankara’ya yönelik bir “karşı strateji” geliştirme çabası olarak sergileniyor. Yeni Delhi Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için Ankara’ya stratejik olarak karşı koyma planları yapıyor olabilir, ancak yanıbaşında Çin gibi devasa dişli rakibine karşı kendini garantileyebilir ve sürdürülebilir bir düzlem oturtmadan uzak coğrafyalara uzanan strateji planlamalarının başarı ve sürdürülebilirliği gerçekçi değil. Yani bizdeki amiyane tabirle boyundan büyük işlere kalkışmak sözü buraya uygun.

Bu arada, Türkiye’ye yönelik eleştiriler -her zamanki gibi- yüksek sesle dile getirilirken Çin söz konusu olduğunda dikkat çekici bir sessizlik var. Ya da stratejik bir sessizlik demeliydim. Bu çifte standardın ardında daha derin bir jeopolitik ve ekonomik gerçek yatıyor. Hindistan özellikle endüstriyel ekosistemi için Pekin’e fazlasıyla bağımlı. Bağımlılık o kadar derin ki Çin ile -özellikle ticaret kısıtlamalarını içeren- herhangi bir çatışma, Delhi’nin üretim ve elektronik sektörlerinin büyük bir bölümünü felç etme riski taşıyor. Bu ekonomik bağımlılık Hindistan’ın daha güçlü ve vazgeçilmez bir oyuncu olan Çin’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken sembolik olarak karşı karşıya gelmesi daha kolay olan Türkiye’yi neden hedef aldığını açıklıyor. Ki Delhi’nin Pekin konusundaki sessizliği rastlantısal değil, hesaplanmış bir durum; ekonomik kısıtlamalar, stratejik zaaflar ve küresel tedarik zincirlerinin acil gerçekleri dikkate alınarak hesaplanmış bir durum.

Gerçekçi bir bakış açısıyla -romantizm gözlüğünü takmadan- şu açıkça söylenebilir: Ankara, Keşmir ve Pakistan’a yönelik politikasını değiştirmediği sürece, yakın gelecekte ikili ilişkilerin çok fazla iyileşmesi pek olası görünmüyor. Normal koşullarda, ortak kültürel bağlara sahip iki dost ülke arasındaki büyüyen işbirliği pek kaygı yaratmayabilir. Ancak giderek daha görünür hale gelen Ankara ile İslamabad arasındaki yakınlık, Pakistan ile Hindistan arasındaki artan gerginliklerin ortasında şekilleniyor. Türkiye için Pakistan ile ilişki kurmak, Hindistan ile bağların pahasına olmak zorunda değil. Ancak Hindistan ve Pakistan’ın her birinin diğerinin dış ilişkilerini sıfır toplamlı bir rekabetin parçası olarak algıladığını unutmayın. Delhi’nin algısı, Türkiye’nin Pakistan’ı yalnızca diplomatik olarak desteklemekle kalmayıp aynı zamanda bölgesel askeri dengeyi etkileyecek şekilde savunma kapasitesini önemli ölçüde güçlendirdiği yönünde. Ankara’nın mevcut politikası Hindistan’ın mevcut algısını güçlendiriyor.

Burada Hindistan ve Pakistan arasındaki oyunun büyük etkisi var. Oyun şöyle: Pakistan belirli bir Müslüman çoğunluklu ülkeyle ilişkiler kurmada daha aktif olduğunda, Hindistan o ülkenin rakibiyle daha fazla etkileşime giriyor. Burada asıl söz konusu olanlar: Türkiye-Yunanistan ve Azerbaycan-Ermenistan. Pakistan Türkiye ve Azerbaycan’a ne kadar yakınlaşıyorsa, Hindistan da Yunanistan ve Ermenistan’a o kadar yakınlaşıyor. Hindistan için denkleme aynı zamanda Güney Kıbrıs ve İran’ı da dahil edin. İsrail’i de unutmamak gerek. Delhi’deki birçok kişi, örneğin, Hindistan’ın İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail’e hızla ulaşarak yakın savunma ve stratejik ilişkiler aramasını, Ankara’nın Pakistan, Bangladeş ve Maldivler ile olan savunma ilişkilerine bir tepki olarak açıkladı.

Yeni Delhi, Üç Kardeş İttifakı olarak nitelenmeye başlayan Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan’ın Hindistan’a meydan okumak için birlikte çalıştığını düşünüyor ve bu jeopolitik koalisyonun yükselişinden kaygı duyuyor. Son Hindistan-Pakistan çatışmasında İslamabad’a Türkiye’den çok daha sert bir retorikle açık diplomatik desteğini sunan ülkenin Azerbaycan olduğu bilinmeli. Ki Delhi, Ermenistan ordusunu güçlendiriyor ve bu Bakü’yü kızdırıyor. Yeni Delhi, Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan arasında oluşturulan üçlü yarı ittifaka diplomatik olarak karşı koymak için İran ve Ermenistan ile yakın çalışma yoluna gitti. Her iki ülke de bu oluşumdan kaygı duyuyor. Erivan, Bakü ile yıllardır süren bir toprak mücadelesi veriyor. Tahran, İran’da yaşayan milyonlarca Azeri nedeniyle Bakü ile gerginlik yaşıyor ki onların Azerbaycan ile yakın kültürel bağları var ve İran, Bakü’nün bu bağları ayrılıkçı hareketleri desteklemek için kullanacağından korkuyor.

Hindistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Ermenistan ve İran ile yakın bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Gergin ama düşmanca olmayan Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri zaman geçtikçe daha da kötüleşebilir. Modi bloklar oluşturuyor. Türkiye Pakistan’ı Hindistan’a karşı açıkça desteklediğinden Yunanistan’a mesaj göndermek için Güney Kıbrıs’ta. Güney Kıbrıs, Yeni Delhi’nin güvenilir dostu olarak görülüyor. Hindistan, Kıbrıs sorununa bir çözüm olarak BM Kararlarına dayalı Rumların önderliğinde iki bölgeli iki toplumlu bir federasyonu destekliyor. Modi’nin Keşmir konusunda BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelmesi ancak Kıbrıs konusunda BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk yoluyla çözülmesini savunması tuhaf bir ikiyüzlülük.

Türkiye ve Pakistan iyi niyeti besleyen doğasıyla köklü kültürel bağları paylaşmaya devam edecek. Buna karşın Ankara’nın bölgesel anlaşmazlıklarda açık bir “hizalanma” sinyali vermekten kaçınacak şekilde eylemlerini kalibre etmesi gerekiyor. Ki ölümcül bir çatışmada açıkça taraf seçmek kısa vadeli dayanışma sağlayabilir ancak özellikle ticaret, diplomasi ve çok taraflı forumlarda Ankara’nın özlemlerine uzun vadeli zarar verebilir. Yükselen bir ekonomik ve politik güç olarak Hindistan, Asya’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın BRICS gibi platformlara katılımı veya Küresel Güney ile bağları genişletme konusundaki ilgisi, Yeni Delhi ile yapıcı bağlardan yararlanır.

Doğrusu Hindistan Türkiye ile bağlarını güçlendirmeye çalışıyordu. Ve açıkçası depremden sonra iyi niyet göstergesi olarak sunduğu Dost Operasyonu’nun ardından ilişkilerin özellikle siyaseten güçleneceği yönünde büyük bir beklentiye girmişti. Yeni Delhi İslamabad ile son çatışmasındaki Ankara tutumunu, “Hindistan’ın dostluğunu reddetti” olarak algıladı. İnsani yardımın sürekli dile getirilmesi hoş bir davranış değil ayrıca. Ve devletler büyük çoğunlukla rasyonel varlıklardır ve doğal olarak onlardan minnettarlık duygusuyla değil, çıkar güdümlü politika geliştirmeleri beklenir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi bölgesel anlaşmazlıklarda ve duyarlılıklar noktasında “stratejik gizem” belki daha doğru bir yaklaşım tarzı olabilir.

Romantizme gerek yok, özellikle 2019’dan bu yana ikili ilişkiler ciddi düşüşte ve ufukta sürpriz bir sıçrama da olası görünmüyor. Zaten muazzam değildi, diye de düşünenler olabilir tabii.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English