Bizi Takip Edin

Görüş

Wagner krizi: Kremlin süreci nasıl yönetti, çıkarılacak dersler neler?

Avatar photo

Yayınlanma

Rusya’da Wagner lideri Yevgeniy Prigojin ile askeri liderlik arasında yaşanan gerilim, Prigojin’in silahlı isyan kalkışmasıyla yeni bir boyuta ulaştı.

Prigojin’in öncülüğünde Wagner savaşçılarıyla gerçekleşen bu isyan, Rusya’nın son yıllardaki en büyük iç krizlerinden birini tetikledi.

Yaklaşık iki gün süren gerilim, Belarus lideri Aleksandr Lukaşenko’nun Putin’in de ‘onayı ve bilgisiyle’ devreye girip Prigojin’in ‘Rusya’dan Belarus’a transferine’ ikna edilmesiyle sonuçlandı.

Kriz yeni mi çıktı? Neden çıktı?

Prigojin’in isyanı hafta sonuna damgasını vurdu ve dünyanın en çok tartışılan konusu haline geldi. Aynı zamanda, dünya gündemine giren her konu gibi, bu konuda da büyük bir bilgi kirliliği yaşandı.

Kriz yeni patlak verse de Prigojin’le Savunma Bakanlığı arasında uzun süredir ciddi bir gerilim var.

Wagner lideri Prigojin, mayıs ayında Bahmut’ta savaşan Wagner üyelerinin cesetlerinin önünde kaydettiği videoda, savunma bakanlığı liderlerine yönelik mühimmat eksikliği nedeniyle küfür dolu bir açıklamada bulunmuştu.

Yaklaşık iki ay boyunca savunma bakanlığına yönelik eleştirilerini artırarak devam eden Prigojin ile bakanlık arasındaki gerilimi sıcak çatışmaya taşıyan noktalardan bir diğeri ise, Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun haziran başında tüm paramiliter birliklere 1 Temmuz’a kadar Savunma Bakanlığı ile sözleşme imzalama mecburiyeti getirmesi olmuştu.

Prigojin’in krizin Lukaşenko’nun dahliyle çözülmesinin ardından yaptığı ilk açıklama ise Türk basınında yine yanlış aktarıldı. Çeşitli medya kurumları, Prigojin’in “Wagner 1 Temmuz’da varlığına son verecek” dediğini iddia etti.

Ancak bu açıklamada aslında böyle bir şey söylenmiyordu. Yalnızca Prigojin’in silahlı kalkışmasını gerekçelendirme çabasıydı. Prigojin aksine, “1 Temmuz’da Wagner’in varlığına son verilecekti” diyerek bu yüzden kalkışmaya giriştiklerini söylüyordu.

Zira Savunma Bakanlığı, Wagner gibi paramiliter grupların üyelerinin 1 Temmuz’a kadar kendileriyle sözleşme imzalamasını şart koşmuştu. Prigojin de bu yüzden 1 Temmuz tarihini vurgulamıştı. Tam ifadeleri şu şekildeydi:

“Hiç kimse Rusya Savunma Bakanlığı ile sözleşme imzalamayı kabul etmedi. Wagner grubunun varlığı 1 Temmuz’da sona erecekti.”

Söz konusu sözleşmenin Wagner’den önce Kazak ‘Terek’ grubu ve Çeçen Ahmat birimleriyle imzalandığı, hatta haziranın ortasına gelindiğinde, toplamda 7 gönüllü birlikle bu sözleşmelerin imzalandığı biliniyor.

Aslında bütün mesele, bir özel savaş şirketi olarak birden fazla kıtada Rus çıkarları için çalışan Wagner’in ‘disiplin altına alınması’, yani orduya entegre edilmesi planlarıyla ilgili. Ancak bu entegrasyon, Prigojin gibi bir karakterin istediği ya da kabul edebileceği bir şey değildi.

Prigojin’in Rus ordusunun şirketin cephe gerisindeki kampları bombaladığını iddia etmesi de silahlı isyanın vesilesi oldu. Savunma Bakanlığı da beklendiği üzere Prigojin’in iddialarını ‘provokasyon’ diye nitelendirdi.

Prigojin ise emrindeki birliklerle harekete geçerek cumartesi günü sabaha karşı Rostov-na-Don’a giriş yaparak bölgedeki idari makamları ve Güney Askeri Operasyon karargahını kontrol altına aldı.

Yaşananlar ‘darbe girişimi’ miydi?

Yaşananları aslında bir darbe girişimi ya da iç savaş diye tanımlamak mümkün değil, zira Wagner’in devlet içinden destek almadan ‘bildiğimiz anlamda’ bir darbe yapma şansı yoktu. Bu yüzden Prigojin’in kalkışması resmi ağızdan ‘askeri isyan’ diye tanımlandı. Prigojin’in kendisi de bu kalkışmayı ‘adalet yürüyüşü’ diye nitelendirmeyi tercih etti.

Öte yandan, Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dmitriy Medvedev, “Olayların gelişimi, isyanı organize edenlerin eylemlerinin aşamalı bir darbe planına tamamen uyduğunu gösteriyor” dedi.

Medvedev ayrıca, yabancı uzmanların ‘büyük olasılıkla’ mevcut askeri isyana katılım sağladığını söyledi ve isyanı ‘iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan, iyi düşünülmüş ve planlı bir operasyon’ diye nitelendirdi.

Kim nasıl tepki verdi?

İlk tepkilerden biri Duma milletvekili, Komünist Partili Korgeneral Viktor Sobolev’den geldi. Sobolev, “Putin, Wagner ve Prigojin’i ortadan kaldırmalı” diye konuştu.

Sobolev daha önce de Wagner’i “Ne yaptıkları belli değil” diyerek eleştirmişti.

Çeçen lider Ramzan Kadirov da aynı şekilde sert bir açıklama yaptı, “Çeçen Cumhuriyeti’ndeki Savunma Bakanlığı ve Rosgvardiya’ya bağlı Çeçen askerler şimdiden gerilim bölgelerine doğru yola çıktı. Rusya’nın birliğini ve devletini korumak için her şeyi yapacağız. İsyan bastırılmalı ve bu, sert önlemler gerektiriyorsa biz hazırız.”

Komünist Parti lideri Gennadi Züganov ise, ‘provokasyon’ diye nitelendirdiği olaylar konusunda yabancı istihbarat ve ‘beşinci kol’ vurgusu yaptı.

Rusya Dış İstihbarat Servisi Direktörü Sergey Narışkin de, olayları ‘toplumu sarsma ve bir iç savaş başlatma girişimi’ diye tanımladı.

Ancak şüphesiz en çok merak edilen konuşma, Rusya lideri Vladimir Putin’in konuşmasıydı.

Ulusa sesleniş konuşmasını beklendiği üzere en sert tondan yapan Putin,  “İhanet yoluna bilinçli olarak giren herkes, kaçınılmaz bir şekilde cezalandırılacaktır. Silahlı kuvvetler gerekli emirleri aldı” ifadelerini kullandı.

Ancak Putin’in ve diğer üst düzey liderlerin konuşmalarında, Kremlin’in Wagner krizine yaklaşımında uyguladığı taktikleri gösteren önemli bir işaret daha var.

Kremlin’in Prigojin’le Wagner’i ayrıştırma stratejisi

Putin, söz konusu ulusa sesleniş konuşmasında keskin ifadelerinin yanı sıra “Özel askeri harekat bölgesinde savaşan Wagner savaşçıları birer kahraman. İsyan başlatanlar onlara ihanet etmiş oldu” ifadelerini de kullandı.

Bu cümle, bakanlığın en başından beri paramiliter grupları sözleşmeyle bağlama stratejisiyle birlikte düşünüldüğünde anlamlı. Kremlin yönetimi, Prigojin’i ‘isyancı’, kalan Wagner üye ve yöneticilerini ise ‘kahraman’ diye nitelendirerek örgüt içinde ikilik yaratma stratejisini izledi.

Bu durum, hem savunma bakanlığının sözleşme kararıyla hem de krizin verimini sahada kanıtlamış Wagner savaşçılarını kaybetmeden çözülmek istenmesiyle alakalı.

Putin, dün akşam yaptığı ikinci ulusa sesleniş konuşmasında da aynı çizgiyi devam ettirdi. İsyana katılan Wagner savaşçılarını ‘kullanılan vatanseverler’ diye nitelendiren Putin, “Ya sözleşme imzalayın, ya ailelerinize dönün, ya da Belarus’a gidin” çağrısında bulundu:

“Kardeş katliamına gitmeyen Wagner askerleri ve komutanlarına teşekkür ediyorum. Bugün ordu ile bir sözleşme imzalayabilir veya ailenize ve arkadaşlarınıza dönebilirsiniz. Ya da Belarus’a gidin. Seçim sizin.”

Dolayısıyla, Kremlin yönetiminin, sürecin başından beri Prigojin liderliğiyle Wagner grubunu ayrıştırmaya çalışan bir strateji izlediğini söylemek mümkün.

Bu arada Prigojin’in -kendisi ve ailesi de seçkinlerden oluşmasına rağmen- uzun süredir yerleştiği ‘anti-seçkinci’ pozisyon, halk içinde beklediği desteği sağlayamadı. Her fırsatta Rus bürokratlara, askeri önderliğe ve ‘seçkinlere’ demediğini bırakmayan Prigojin, uzun süredir ‘halkın adamı’ imajını sırtlanmaya çalışıyor.

Servis edilen para fotoğrafı

Çok dikkat çekmese de Wagner’in St. Petersburg’daki merkezinde ele geçirildiği açıklanan nakit paraya ait fotoğrafların servis edilmesi de önemli bir anlam taşıyor olabilir.

Zira Wagner’in nakit para üzerinden çalıştığı biliniyor. Öte yandan, servis edilen karelerde önemli olan, paranın miktarı değil, paraya el konabildiğinin gösterilmesiydi.

Yani Wagner’in parasız kalma ihtimali, çok sayıdaki Wagner üyesinin mali sıkıntılar nedeniyle orduyla kontrat imzalamak zorunda kalacağı bir sürecin kapısını aralayabilirdi. En başta savunma bakanlığının istediği gibi…

Batı parmağı var mı?

Prigojin’in çıkışında Batı parmağı olup olmadığı ise halen tartışılmaya devam ediyor. Öte yandan, Prigojin hakkında yürütülen soruşturmanın hala kapatılmamış olması ise olayın Rus makamlarınca ciddiye alındığının bir göstergesi.

Amerikan basınına göre ABD istihbaratı, Prigojin’in isyana kalkışabileceğinden haberdardı. Ancak ‘isyan nedeniyle Rusya tarafından suçlanmamak için’ bu bilgiyi gizli tuttukları iddia ediliyor.

Wagner’in yarattığı kriz, Savunma Bakanlığı’nda kelle alır mı?

Bazı yorumcular, Prigojin’in hedef tahtasına oturttuğu Savunma Bakanı Şoygu ve Genelkurmay Başkanı Gerasimov gibi isimlerin ‘zaaflarının ortaya çıktığı’ görüşünde. Yaşananlar bakanlık yönetimine ilişkin ulusal ve uluslararası düzeyde çeşitli soru işaretleri yaratmış olsa da, baskı altında bakan değiştirmek kesinlikle Putin’in tarzı değil.

Öte yandan, Savunma Bakanlığı önderliğinin aylardır bozulmayan ısrarlı sessizliği, Şoygu ile Prigojin arasında karşılıklı bir çatışma durumu istemeyen Putin’in tercihi de olabilir.

Son durum ne?

Prigojin, kriz boyunca önce Rostov kentinde konuşlandı, daha sonra da Wagner güçlerinin Moskova’ya ilerlediklerini söyledi. Bu arada Rostov; Donetsk, Lugansk, Zaporojye ve Herson’a askeri sevkiyatın yapıldığı bir ikmal noktası. Harekattan önce askerler orada hazırlık yapmıştı. Bu kent hem hedef değil, hem yakın, hem de güvenli bir konumda.

Öte yandan, Ukrayna’dan tahliye edilenlerin de önemli bir kısmı bu kente yerleştirilmişti. Burası aynı zamanda Wagner güçlerinin de konuşlandığı bir bölge.

Tarafların açıklamalarından, kriz sürecinde teyitlenemeyen çatışmaların da doğrulandığını gördük. Gerek Prigojin, gerekse Putin, küçük çaplı da olsa çatışmaların yaşandığını konuşmalarında belirtti.

Örneğin Rus Telegram kanalı Rybar’a göre Wagner güçleri 7 helikopteri düşürdü ve 20 Rus askerini öldürdü.

Bu arada, Putin de ‘ciddi suçlar işleyenler dışında’ hükümlülerin sözleşme kapsamında askere alınmasına ilişkin yasa imzaladı.

Hükümlülerin daha önce Wagner’in insan kaynağı olduğu düşünüldüğünde, bu kararın aynı zamanda Wagner’e karşı alındığını söylemek mümkün.

Dolayısıyla, son 24 saatte yaşananlar şaşırtsa da sürpriz değil. Silahlı isyana kalkışan Wagner ile Rus yönetimi arasında bir süredir devam eden çatışmanın adı konmuş oldu.

Paramiliter güçlerin varlığı bugüne kadar Kremlin için işlevliydi, büyük çaplı seferberlikler ve bunların getirdiği ekonomik ve siyasi yükle karşılaştırıldığında kısa sürede çeşitli askeri hedeflere ulaşabilen Wagner gibi gruplar daha fazla tercih ediliyor.

Ancak Kremlin yönetimi hedeflerine ulaşırsa bu tür grupların geleceği açısından yeni bir dönem açılmış olacak. Böylelikle Prigojin’in tasfiyesi ve gönüllü ve paramiliter güçlerin Rus ordusuna entegrasyonu tamamlanmış olacak.

Yaşanan krizi, bulunan çözümü ve tarafların açıklamalarını ele aldığımızda şu sonuçlara varabiliriz:

1) Prigojin bir anlamda sürgün yedi. Putin hem kriz günü hem de dün akşam yaptığı konuşmada, Wagner savaşçılarıyla Prigojin’i ayrıştırma stratejisine devam etti.

2) Prigojin’in hem kriz sürecinde hem de sonrasında yaptığı açıklamalar, ‘gemileri yaktığının’ göstergesi olabilir. Zira, kriz çözüme ulaştıktan sonra dahi silahlı isyanı savunan ifadeler kullandı.

3) ABD basınının haberlerinden, Prigojin’in silahlı isyanından ABD istihbaratının haberi olduğunu ve bundan bir şekilde çıkar sağlamayı umduklarını anlıyoruz.

4) Wagner güçleri, sınırlı askeri gücüyle Rusya içindeki bir kenti geçici olarak ve ufak çapta da olsa kontrol altına alarak Moskova’ya yönelik askeri tehdit oluşturmayı başardı.

5) Çatışma ihtimali arttığında, Kremlin yönetiminin ilk etapta Çeçen güçlere başvurduğu görüldü. Çeçen özel Ahmat birimleri, Rostov bölgesinin sınırlarına kadar ilerledi.

6) Kremlin yönetimi bunu bir silahlı isyan olarak tanımlamaya devam edecek. Wagner savaşçılarına sunulan seçenekler, en azından Rusya sınırları içerisinde şirketin yeniden yapılandırılacağı anlamına geliyor.

Görüş

Orta Asya stratejisi ısınıyor: AB liderlik arıyor, Çin kazan-kazan işbirliğini savunuyor

Yayınlanma

Ma Jinting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezinde Araştırma Görevlisi

İlk AB-Orta Asya Zirvesi 3-4 Nisan 2025 tarihlerinde Özbekistan’ın Semerkant şehrinde düzenlendi. Zirve, AB ile beş Orta Asya ülkesi (Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan) arasındaki diyalog mekanizması olan “5+1” formatında organize edildi.

Zirve, AB-Orta Asya ilişkilerinde bir dönüm noktası niteliğinde olup, AB ile Orta Asya ülkeleri arasındaki işbirliğini daha da derinleştiriyor ve daha derin bir stratejik ortaklığa işaret ediyor. Zirvenin temaları ekonomik işbirliği ve yatırım, jeopolitik ve güvenlik işbirliği, iklim değişikliği ve bölgesel enerji işbirliği, sürdürülebilir kalkınma için işbirliği ile beşeri etkileşimler ve tıbbi işbirliği konularına odaklandı. Bu aynı zamanda Orta Asyalı liderlerin Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile ilk kez bir araya geldiği toplantı oldu.

Şüphesiz, zirvenin hem ölçeği hem de sonucu, AB’nin Orta Asya’ya verdiği önemi ve Orta Asya’nın AB ile işbirliği yapma kararlılığını gösteriyor. Bir yandan AB, “Küresel Geçit” programına yatırım yapmayı önerirken, diğer yandan Orta Asya önemli konularda AB’nin yanında yer aldı. Zirveden sonra kaydedilen somut ilerleme henüz bilinmemekle birlikte, AB’nin karmaşık uluslararası durumda AB’nin etkisini artırmak amacıyla kurumsallaşmış işbirliği yoluyla Orta Asya’da daha sürdürülebilir bir düzen gerçekleştirmeye çalıştığı görülüyor.

Semerkant Bildirisi: AB-Orta Asya ilişkilerinde yeni bir aşama

Küreselleşme ve çok kutupluluk manzarasındaki derin değişimler altında, AB ile Orta Asya arasındaki işbirliği ilişkilerinin derinleşmesi kaçınılmaz bir eğilim. António Costa, zirveden önce AB Konseyi’ne yaptığı resmi açıklamada, “Düzensizlik ve bölünmüşlük içinde bir dünyada yaşıyoruz, AB için uygulanabilir bir çözüm, güçlü bir ortaklık kurmak ve böylece AB için refah ve kalkınmayı teşvik etmektir,” dedi.

Günümüzde, tek taraflılık ve jeopolitik çatışmaların yaşandığı bir ortamda, çok taraflılığa dayalı uluslararası işbirliği mekanizması giderek daha fazla önem kazanıyor. Çok taraflılık, ulusötesi sorunların kurumsallaşmış uluslararası işbirliği, diyalog mekanizmaları ve kural sistemleri aracılığıyla çözülmesini vurgulayarak AB’nin uluslararası konulardaki etkisini artırıyor. Bu nedenle AB, “5+1” konferans formatı aracılığıyla kurumsallaşmış ve açık bir platform oluşturmada öncü rol üstlendi. Orta Asya ülkeleri açısından bakıldığında, çok taraflılık kavramına dayanarak diyalog platformuna aktif katılımları, büyük güçlere dayanmadan stratejik özerkliklerini artırabilir ve ulusal çıkarlarını maksimize edebilir.

Zirveden önce, AB’nin Orta Asya politikası için nispeten istikrarlı bir çerçeve zaten oluşturulmuştu. Siyasi ve diplomatik alanlarda AB ve Orta Asya ülkeleri, Üst Düzey Yetkililer Diyalog mekanizması aracılığıyla güvenlik ve terörle mücadele gibi sınır ötesi yönetişim konularını ele alıyor. Ekonomi ve ticaret alanında AB, enerji konularına odaklanıyor ve karşılıklılık yoluyla uzun vadeli ekonomik işbirliği sağlıyor. Örneğin, AB, Kazakistan’ın ana ekonomik ve ticari ortağı olup, AB yatırımları 2024 itibarıyla ülkenin yabancı yatırımlarının yüzde 40’ından fazlasını oluşturuyor. Buna karşılık Kazakistan, AB’den çok çeşitli sanayi ve tüketim malları ithal ediyor. İnsandan insana temaslar alanında AB, Küresel Geçit Programı aracılığıyla Orta Asya ülkelerine eğitim, sağlık, hukuk ve demokrasi inşası konularında yardım sağlıyor. Aynı zamanda AB, üniversitelerde çeşitli fırsatlar sunuyor ve akademik kurumlar arasında bilgi paylaşımını teşvik ediyor.

Önceki işbirliği temelinde, hem AB hem de Orta Asya ülkeleri zirvede ortak bir bildiri, ilk Avrupa Birliği-Orta Asya zirvesinin ardından ortak bildiri (aynı zamanda “Semerkant Bildirisi” olarak da anılır) yayımladılar. Semerkant Bildirisi altı ana unsuru içeriyor: Birincisi, AB ile Orta Asya arasındaki stratejik ortaklığın tanımlanması; ikincisi, “Gelişmiş Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları”nın (GOİA) ilerletilmesi; üçüncüsü, “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi. Üçüncüsü, AB’nin 12 milyar avro yatırım yapacağını belirttiği “Küresel Geçit” programının çeşitli alanlarda uygulanmasının teşvik edilmesi; dördüncüsü, orta koridorların inşasının desteklenmesi; beşincisi, terörle mücadele ve sınır güvenliğinde güvenlik işbirliğinin güçlendirilmesi; altıncısı, iklim değişikliği ve su kaynakları yönetimi gibi uluslararası sorunların ortaklaşa ele alınması. Kısacası zirve, mevcut işbirliği mekanizmaları temelinde ilişkinin siyasi ve ekonomik yönlerini yükselterek AB’nin Orta Asya’ya yönelik stratejik yöneliminin bir üst seviyeye çıktığını gösterdi. Semerkant Bildirisi, artan küresel belirsizlik karşısında AB ve Orta Asya’nın işbirliğini derinleştirme isteğini ortaya koyuyor ve AB’nin Orta Asya’da kurumsallaşmış bir işbirliği sistemi kurma girişimlerini vurguluyor.

Büyük güç rekabetinde Orta Asya: AB’nin angajman mantığı ve zorlukları

AB’nin Orta Asya’ya yönelik değerlendirmesi üç ana noktadan oluşuyor. Birincisi, Orta Asya, Asya ve Avrupa kıtalarının iç kesimlerinde yer almakta olup Asya ve Avrupa’nın kara ulaşım merkezi, bu nedenle Orta Asya büyük güçler tarafından “stratejik bir mihenk taşı” olarak da kabul ediliyor. Geleneksel olarak Orta Asya uzun süredir Rusya’nın etki alanında olmuş ve Rusya, ittifaklar yoluyla Orta Asya’daki etkisini sürdürdü. Örneğin, Rusya liderliğindeki askeri ittifak olan Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) ve ekonomik kalkınmaya odaklanan Avrasya Ekonomik Birliği (AEB). Ukrayna krizinden bu yana AB, Rusya’nın Orta Asya’daki etkisini zayıflatmak amacıyla bölgedeki stratejik yapılanmasını hazırlandırdı. Amerika Birleşik Devletleri ise Orta Asya’yı bölgesel istikrarı korumak, terörle mücadele etmek ve büyük güçleri kontrol altında tutmak için bir dayanak noktası olarak görüyor. ABD askerlerinin Afganistan’dan çekilmesinden bu yana ABD, Orta Asya’nın “geçiş bölgesi” rolünü vurgulamaya başladı. Bu arada, Küresel Geçit Programı, Çin’in Orta Asya’daki etkisini sınırlamak amacıyla Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni dengelemeyi amaçlıyor. Küresel Geçit Programı, AB’nin “Asya-Avrupa Koridoru”nu inşa etmek için altyapı ve dijital bağlantı alanlarında alternatifler sunuyor.

İkincisi, bol enerji kaynakları Orta Asya’yı uluslararası toplumda oldukça bağımlı kılıyor. Orta Asya, petrol, doğalgaz ve nadir metal kaynakları açısından dünyanın zengin bölgelerinden biri. Özellikle Kazakistan ve Türkmenistan, güçlü enerji ihracat kapasitelerine sahip olup bu da onları dış güçler için son derece cazip hâle getiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi, enerji ve ulaştırma alanlarında iki tarafın birbirini tamamlayıcılığını artırmak için bir “orta koridor” inşasını daha da planlayacaktır.

Son olarak, Orta Asya geniş bir nüfusa ve geniş bir pazara sahiptir. Avrupa ile Orta Asya arasında sık ticaret olmasına rağmen, bu ticaret esas olarak doğal kaynaklar üzerinde yoğunlaşıyor. Orta Asya’nın önemli ticaret ortakları olan Çin ve Rusya, uzun süredir Orta Asya ülkelerinin dış ticaret yapısına hakim durumda. AB, kurumsallaşmış bir platform yardımıyla Orta Asya pazarındaki payını genişletmeyi umuyor. Ancak, son yıllarda Orta Asya ülkelerinin stratejik özerkliği güçlendi ve AB’nin vizyonunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hâlâ belirsiz.

Sonuç olarak AB, bu zirve aracılığıyla Orta Asya’daki etkisini ve cazibesini daha da genişletmek istiyor, fakat resmi politikalar ile sahadaki gerçekler arasında büyük bir uçurum olabilir. Siyasi-güvenlik açısından bakıldığında, Orta Asya, Rusya ile bir askeri savunma sistemi inşa edilmesi yoluyla halihazırda nispeten derin bir güvenlik bağına sahip. Aynı zamanda Orta Asya, Türkiye ve NATO ile yakın temas hâlinde. Siyasi ve güvenlik perspektifinden AB’nin etkisi sınırlı. AB, Orta Asya ülkelerini ancak uluslararası güncel sorunlara katılım yoluyla çekebilir. İktisadi ve ticari açıdan bakıldığında, AB’nin Orta Asya’da belirli bir etkisi var, ancak genel ekonomik ilişkilerde hâlâ Çin’in gerisinde Örneğin, Kazakistan İstatistik Kurumu tarafından yayımlanan rapora göre, 2024 itibarıyla Çin, Kazakistan’ın en büyük ticaret ortağı. Uluslararası alanda ise AB, hukukun üstünlüğü ve sürdürülebilir kalkınma gibi değerleri vurguluyor, ancak Orta Asya ülkeleri arasındaki farklılıklar nedeniyle bu değerlerin kabulü değişiklik gösteriyor. Sonuç olarak, AB’nin Orta Asya’daki genel etkisi sınırlı ve Orta Asya meselelerinde “dış lider” konumunda değil, bunun yerine etkisini belirli uluslararası konular aracılığıyla yayıyor.

Çin: Çatışma yerine işbirliği arayışı

Çin, çok taraflı ilişkilere karşı sürekli olarak çoğulcu ve açık fikirli bir tutum sergiledi. Çin, çok taraflılık ilkelerini benimsiyor, uluslararası ilişkiler normlarına bağlı kalıyor ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine riayet ediyor.

Çin, Küresel Kalkınma, Güvenlik ve Medeniyet Girişimi bağlamında somut eylemlerle çok taraflı diplomatik ilişkileri sürdürme konusunda aktif rol aldı. Her bölgenin kalkınma durumuna ve medeniyet çeşitliliğine saygı duyan Çin, uluslararası toplumda barış, istikrar ve kalkınmayı teşvik etmek için Orta Asya, AB ve diğer aktörlerle birlikte çalışmayı umuyor.

Çin açısından bakıldığında, Çin hiçbir zaman AB’yi stratejik bir rakip olarak görmedi ve uluslararası konularda işbirliği yapmayı dört gözle bekliyor. Orta Asya’da bazı küçük ve orta ölçekli ülkelerin dış politikası, kalkınma için alan aramalarına olanak tanıyan dengeli diplomasi modelini izliyor. Orta Asya’nın AB ile aktif işbirliği, sadece büyük güçlere aşırı bağımlılığını azaltmakla kalmaz, aynı zamanda bölgenin istikrarlı kalkınmasını da teşvik edebilir.

Aslında, Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi açık ve kapsayıcı bir kalkınma platformu ve Çin, uluslararası toplumun sürdürülebilir kalkınmasını ortaklaşa teşvik etmek için diğer aktörlerle işbirliği yollarını keşfetmeye istekli. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Dış İlişkiler Bakanı Liyu Ciençao, Kazakistan Parlamentosu Üst Kanadı Genç Uzmanlar Kulübü’nde yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Orta Asya, Asya ve Avrupa’nın merkezinde yer almakta olup özel ve önemli bir coğrafi konuma ve geniş kalkınma beklentilerine sahip. Çin ve Orta Asya ülkeleri, ortak kalkınma arayan, barışı paylaşan ve birlikte ilerleyen dünya haritasında bölgesel işbirliği modeli şekillendirerek Çin-Orta Asya kader birliği inşasını teşvik etmişlerdir.”

Son yıllarda, özel jeopolitik ortama bağlı olarak Orta Asya ülkelerinin kendi aralarındaki işbirliği kayda değer ölçüde arttı. 2018’den itibaren beş Orta Asya ülkesinin liderleri, zirveler düzenleyerek bölgesel kimliği ve işbirliği mekanizmalarını güçlendiriyor. AB-Orta Asya Zirvesi’nin düzenlenme formatı da bölgesel uzlaşıya dayalı çok taraflı bir işbirliği. Orta Asya ülkeleri sadece AB ile sık temas hâlinde olmakla kalmayıp, aynı zamanda “Orta Asya-Çin” ve “Orta Asya-ABD” C5+1 diyaloglarına katılarak uluslararası meselelerde aktif rol alıyorlar. Bu istekleri, uluslararası meselelerde harekete geçme yeteneklerini gösterdi.

Orta Asya’da enerji gelişimi ve bölgesel istikrar kritik konular hâline geldi. Ulusal kalkınma ile büyük güçler arasındaki ilişkiyi nasıl yönetecekleri ve önemli konularda taraf tutmak ile stratejik özerklik arasında dengeyi nasıl koruyacakları, Orta Asya ülkelerinin ele alması gereken meseleler.

Okumaya Devam Et

Görüş

İspanya’dan Türkiye’ye bakmak

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

12-17 Mayıs 2025 tarihlerinde Avrupa Birliği’nin hayata geçirdiği ve başarıyla uyguladığı Erasmus+ programı akademik hareketliliği bursuyla İstanbul Kent Üniversitesi ile anlaşması olan İspanya’nın Murcia şehrindeki UCAM Katolik Üniversitesi’nde (Universidad Católica San Antonio de Murcia) bulunma, burada bazı dersler verme ve akademik çalışmalara katılma, üniversite görevlileriyle temaslarda bulunma ve İspanya’yı gezme fırsatı yakaladım. Bu vesileyle Murcia dışında Madrid, Granada ve Alicante gibi bazı şehirleri de gezerek İspanya’yı daha yakından tanımaya ve insanları gözlemlemeye çalıştım. Öncelikle İspanya’nın gerçekten Türkiye’ye benzer şekilde çok güzel ve gelişmiş bir ülke olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca bazı din ve kültür farklılıklarına karşın, İspanyolların yaşam tarzlarının özellikle bizim Akdeniz ve Ege bölgelerimizdeki vatandaşlarımızın yaşam biçimlerine çok benzer olduğunu da fark ettim. Yani aslında siyasal sorunları aşabilirsek, Türkiye’nin Avrupa ile toplumsal olarak bütünleşmesi ve Birliğe gelecekte tam üye olması bence kesinlikle gerçekçi ve makul bir hedef. Bu yazıda, İspanya gözlem ve deneyimlerimi Türkiye’de devam eden siyasi süreçlerle paralel şekilde değerlendirmeye çalışarak, sizler için halen İstanbul’a dönüş yolundayken özgün bir yazı kaleme almayı deneyeceğim.

Öncelikle akademik faaliyetlerimizi değerlendireyim. AB üyesi olduktan sonra hızlı bir şekilde gelişen İspanya, bugün birçok Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Avrupa ve hatta Asya ülkelerinden çok sayıda öğrenciyi kendisine çekebilen önemli bir yükseköğretim cazibe merkezi olmuş durumda. Times Higher Education raporlarına göre, dünyanın en gelişmiş 1.000 üniversitesinden 35’i İspanya’da bulunuyor. Bu rakamın eğitim alanında gayet iyi durumda bir ülke olan Türkiye için henüz 11 olduğunu düşünürsek, İspanya’nın eğitimde epey başarılı bir ülke olduğunu varsayabiliriz. UCAM da bu paralelde çok sayıda yabancı öğrenciyi bünyesine katmış ve Katolik dünyası ile sahip olduğu güçlü bağların üzerine bir de modern ve sportif bir üniversite imajı oluşturarak İspanya’nın elit üniversiteleri arasına adını yazdırmış durumda. Öyle ki, halen 15.000 civarında öğrencisi olan ve büyümeye devam eden kurum, spor bursları ile İspanya milli ve olimpiyat takımlarına çok sayıda sporcu yetiştirmesiyle biliniyor ve takdir topluyor. UCAM’da Türk ve Kıbrıslı Türk öğrencilerle de karşılaştım. İlerleyen yıllarda eminim Erasmus ve yurtdışı eğitim olanakları ile bu sayı daha da artacaktır.

Benim UCAM’da salı ve çarşamba günleri iki uzun dersim vardı. Bu derslere daha ziyade 10 civarında uluslararası öğrenci katıldı ve İspanyol öğrencilerle etkileşimde bulunma ve ders yapma olanağımız maalesef olmadı. Anlaşmalı olduğumuz programın daha ziyade uluslararası öğrencileri kabul etmesi ve üniversitede yoğun aktivitelerin düzenlendiği bir haftada olmamız sebebiyle bu şekilde daha az katılımlı ama benim açımdan oldukça başarılı geçen iki ders oldu. İlk derste Birleşmiş Milletler sistemini ve güncel sorunları, ikinci derste ise Türkiye-İspanya ilişkilerini anlattım. Özellikle ikinci gün dersine iyi hazırlanmıştım ve şansım da yaver gidince derse paralel olarak Türkiye-İspanya ilişkilerine dair üst üste iyi haberler gelmeye başladı. İlk olarak İspanya’nın önde gelen hava yolu şirketlerinden Air Europa’nın İGA İstanbul Havalimanı uçuşlarına başladığı haberi geldi. Daha sonra ise Türkiye’nin ilk milli jet eğitim ve hafif taarruz uçağı HÜRJET için TUSAŞ ile İspanya Savunma Bakanlığı arasında mutabakat anlaşmasının imzalandığı duyuruldu. Bunlara bir de UCAM’ın Dekan ve Rektör Yardımcısı ile yaptığımız ön görüşmelerde ortak bir yüksek lisans programının açılması projesi eklenince, bir anda mutluluğum daha da arttı. Derslerde ve üniversitedeki faaliyetlerde bana destek olan değerli akademisyen ve idareci dostlarımıza buradan sevgilerimi gönderiyorum. Kendilerini İstanbul’da “krallar” gibi ağırlamaya hazırız. Ayrıca umuyorum iki üniversitenin ortak bir program açması ve karşılıklı seçmeli dil derslerinin müfredata eklenmesiyle iki ülke ve toplum arasındaki bağlar ilerleyen dönemde daha da kuvvetlenecektir. İspanya’nın özellikle İspanyolca bağlamında ve AB ile ortak şekilde ileride Latin Amerika başta olmak üzere birçok farklı coğrafyada etkin önemli bir dünya gücü olacağına ve merkezi devlet statüsünü güçlendirerek devam ettireceğine de samimiyetle inanıyorum. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’i de Türkiye’ye dostane yaklaşımları ve İslam dinine saygısı nedeniyle kutluyorum.

Sert siyasi konulara girmeden biraz da turistik işlere bakalım… Turizm konusunda bizim gibi gayet endüstrileşmiş ve gelişmiş bir ülke olan İspanya’da Murcia, Granada ve Alicante’de bulunduğum günlerde gerçekten çok keyifli ve öğretici anlar geçirdim. Granada’daki El Hamra Sarayı (Elhambra), gerçekten de bir dönem İspanya’da Büyükelçilik yapan usta yazarımız Yahya Kemal Beyatlı’nın “Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.” dediği kadar görkemli ve kutsal bir yapı. Öyle ki, Sarayı gezmek için alınan randevular bir ay öncesinden tükeniyor ve dünyanın dört bir yanından her gün binlerce turist El Hamra’ya akın ediyormuş. Arapça “kırmızı” anlamına gelen El Hamra’nın hikâyesi ise dünya tarihine İspanya’nın bir dönem nasıl yön verdiğini gösteriyor. Nitekim Katoliklerin burayı Nasrilerden fethi sonrasında Yahudilerin İspanya’dan sürülmeleri ve Kristof Kolomb’un Kilise’yi kendisine sponsor yapması sayesinde -ki biliyorsunuz aynı yıl içinde Hindistan’ı ararken Amerika’yı keşfedecektir- dünya tarihi o andan itibaren çok farklı bir yönde ilerledi. Bugün ise, El Hamra, Türkiye (Erdoğan) ve İspanya (Zapatero) hükümetlerinin başlattığı ve Birleşmiş Milletler’in sahiplendiği “Medeniyetler İttifakı” projesine benzer şekilde üç semavi dinin dostluğunu sembolize ediyor. Fakat ne kadar acıdır ki, 2000’lerin başında ABD’de baş gösteren ve Irak işgali nedeniyle İslam ve Hıristiyan dünyasını karşı karşıya getiren fanatik yaklaşımlar bugün de İsrail’e hâkim olmuş ve Yahudileri Müslüman toplumlarla karşı karşıya getiriyor. Bu konuda İspanya, İrlanda, Norveç ve Fransa gibi Hıristiyan nüfusu yoğun ülkelerin çabaları ise takdire şayan. Türkiye ise bu konuda zaten taraf durumda ve Filistin’in tanınmasını ve “iki devletli çözüm”ü savunuyor.

Ülkemizde az bilinen Alicante şehrinin de çok güzel bir turizm merkezi olduğunu belirtmek isterim. Keza Murcia da özellikle öğrenciler için harika bir seçenek. İspanya şehirlerinin uçak, tramvay, hızlı tren ve otobüs gibi gelişmiş ulaşım imkânları ile birbirlerine ve diğer ülkelere kolay erişilebilir durumda olması da bu açıdan büyük avantaj. Kabul edelim ki, bu konuda Türkiye de son yıllarda muazzam atılımlar yaptı ve özellikle havayolu trafiği anlamında gerçekten dünya çapında bir “hub” olmayı başardı. Elbette önemli bir fark, bizde nüfusun birkaç büyük şehirde toplanması nedeniyle muazzam kalabalık şehirlerimizde ulaşım şartlarının tüm atılımlara rağmen yetersiz kalabilmesi. Avrupa devletleri ise, AB’nin sponsorluğunda bölgesel eşitsizlikleri giderme mantığı ile hareket ederek, daha küçük ve rahat yaşanabilir, ulaşım imkânları kolay şehirler oluşturuyor. Bu nedenle İspanya’da başkent Madrid ve kısmen Barcelona dışında trafik sorunu o kadar da mühim bir mesele değil. Ayrıca şehirlerde yeşil alanların sıklığı ve yerlerin temizliği gibi konularda Avrupa standartlarının biraz gerisinde kaldığımızı gözlemledim. Ama inanın Türkiye’nin Avrupalı kimliği çok güçlü ve benzerliklerimiz farklılıklara kıyasla çok daha yoğun. Diyebilirim ki, karşılıklı pozitif bir ortam oluşsa, 5 yıl içerisinde, Türkiye, AB tam üyeliğine rahatlıkla hazır hale gelebilir.

İşte bu bağlamda, MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin büyük bir cesaretle başlattığı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da yürekten sahiplendiği “açılım süreci” veya “barış süreci”nin demokratikleşme öncesinde en kritik dönemeç olacağını düşünüyorum/umuyorum. Maalesef 2000’lerde AB üyeliği yolunda demokratikleşme adımlarını atarken ordu-sivil ilişkilerindeki geleneksel dengeleri bir anda bozan ve kültürel kodlarımıza fazla gelen aşırı sivilleşme mantığı yerine, günümüzde sivillerin üstünlüğünü garanti altına almak ve 15 Temmuz benzeri girişimleri önlemek adına Cumhurbaşkanı’nın tek yetkili haline geldiği aşırı merkezi bir sisteme geçmek durumunda kaldık. Ama sivil siyasetin üstünlüğünün iyice oturması, darbeci geleneğin/kültürün tamamen sonlandırılması ve son aşama olarak da PKK terörü ile Kürt sorununun bitirilmesi/çözülmesi ile, eminim ki Türkiye’de daha demokratik bir dönemin başlaması yakında mümkün olabilecek. Elbette bunun olabilmesi için bu sürecin başarıyla ve -İspanya’nın Zapatero döneminde başardığı şekilde- sonuna kadar götürülmesi gerekiyor. Bu minvalde muhalefet partilerine de büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğünü belirtmem gerekir.

Fakat kendi içerinde çok sayıda özerk bölge olan İspanya örneğinden yola çıkarak ülkemizdeki siyasal sistemde köklü ve büyük idari değişiklikler mi gerekiyor derseniz, buna yanıtım “hayır” olur. Zira Ortaçağ’dan başlayarak feodalizm etkisinde dağınık/gevşek olarak bütünleşen Avrupa devletlerinin birçoğundan farklı olarak, Türkiye, Fransız tipi merkezi yönetim geleneğini ve Bonapartist yönetim felsefesini benimsemiş merkezi özellikleri baskın bir devlettir. Hatta günümüz standartlarında merkezi bir devlet olmayan Osmanlı İmparatorluğu bile o dönem Avrupalı feodal devletlerden kendisini net şekilde ayıran tımar sistemine dayalı yönetim modeliyle öne çıkmıştır. Bu bağlamda günümüzde Kürt nüfusun ihtiyaç duyduğu şeyler, benim gözlemlediğim kadarıyla, özerklik veya federalizm değil, üniter devlet yapısı içerisinde demokratik belediyelerin işlerlik kazanması, T.C. vatandaşı olan Kürt halkının kendi yöneticilerini özgürce seçerek güneydoğudaki şehirlerini imar etmesi, Kürt kimliğinin devlet nezdinde ikincil veya alt kimlik olarak tanınması ve bu yönde bazı kültürel açılımların (Fransa’daki ELCO sistemine benzer şekilde anadilde ikincil eğitim) yapılmasıdır. Bunların yapılması gayet mümkün ve olasıdır ki, zaten hiçbir şekilde Türkiye’den kopmak istemeyen Kürtler bölünmeme konusunda en büyük garantimiz durumundadır.

Bu konularda Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilerici konumunu koruması ve derinleştirmesi, İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi partilerin de MHP’nin ve çağın gerisinde kalmamak adına yapıcı davranmaları gerekmektedir. Tesadüfe bakın ki, mülteci düşmanlığının ABD’de Donald Trump -ki ABD’de suç olgusu nedeniyle bunun haklı bazı gerekçeleri de var-, Hollanda’da Geert Wilders, Almanya’da ana muhalefet partisi AfD ve ülkemizde Ümit Özdağ ile gündeme gelen sığınmacı karşıtlığı konusuna da İspanya’dan güzel bir cevap verildi. 18 yaşındaki fakir bir aileden gelen Fas kökenli sevimli bir İspanyol çocuk (Lamine Yamal), göçün doğru yönetilirse nasıl faydalı olacağını ispatlarcasına, önceki gün -2024’te İspanya milli takımını Avrupa Şampiyonu yapmasının ardından- takımı Barcelona’yı da İspanya “La Liga” şampiyonu yaptı. Bugün spor gazetelerinde Yamal’ı manşetlerde görünce bir kez daha anladım; biz ülkemize savaş ve terörizm riskleri nedeniyle haklı ve yasal olarak gelmiş insanları (özellikle Suriyeliler) kovalamak için harcadığımız zamanı onları yetiştirip ülkemize faydalı Türk vatandaşları yapmak için harcasak, belki şimdi kendi Lamine Yamal’larımız olacaktı. Ama Türklüğü bir kültür ve hukuki statü yerine ırk temelinde görenler için, elbette Kürt de, Suriyeli de, Afgan da kalitelerine bakılmaksızın halen potansiyel tehdit gibi algılanıyor.

İspanya’dan Türkiye’ye bakınca aklıma gelenler şimdilik bunlar. İlerleyen günlerde zamanım olursa bunları akademik düzleme oturtarak daha da somut şekilde ifade edeceğim. İspanya’daki son gecemde büyük Türkiye’ye sevgiler…

Okumaya Devam Et

Görüş

Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Orta Doğu saatiyle 16 Mayıs’ta, ABD Başkanı Trump Orta Doğu’daki üç Arap ülkesine yaptığı dört günlük resmi ziyaretini tamamladı. Bu, Trump’ın Beyaz Saray’a yeniden dönmesinden sonra gerçekleştirdiği ilk devlet ziyareti olup, Orta Doğu’nun ticari ve jeopolitik önemine verdiği değerin bir devamı niteliğindeydi. Her ne kadar Trump, ABD’nin bölgedeki bir numaralı müttefiki olan İsrail’i bu ziyarette “beklenmedik şekilde” es geçse de, “hasat turu” olarak görülen bu üç ülkelik gezi oldukça verimli geçti. Silah satışı, yatırım çekme, politika açıklama ya da düşman ve stratejik rakip “hasadı” açısından son derece parlak sonuçlar elde edildi. Trump’ın devasa “para çekme” başarısı bile tek başına ABD’nin askeri hegemon konumunu sağlamlaştırdığını, jeopolitik etki gücünü sürdürdüğünü ve diğer büyük güçlerin kısa vadede erişemeyeceği bir mali cazibe etkisine sahip olduğunu gösteriyor. Kısacası, ABD hâlâ Orta Doğu üzerinde güçlü biçimlendirme gücüne sahip tek dış güç.

13 Mayıs’ta başlayan Trump’ın Orta Doğu turu, Suudi Arabistan’dan başlayıp, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile sona erdi. Bu süreç, onun “güç diplomasisi” ve “ticaret diplomasisi” özelliklerini ön plana çıkardı. Söz konusu üç ülke Arap dünyasının en zengin ülkeleri olup, ulusal güvenlik açısından ABD’ye oldukça bağımlı. Trump’ın bu gezide büyük miktarda “para çekeceği” herkesçe bekleniyordu, ancak sonuçlar yine de şaşırtıcıydı.

Suudi Arabistan gibi “zengin ama zayıf” Körfez monarşilerinin ABD’ye büyük paralar ödeyerek güvenlik ve statü “satın alma” politikasını sürdürmesini sağlamak adına, Trump Beyaz Saray’a döner dönmez ilk dış ziyaretinin “ilk gecesini” Riyad’a vereceğini yüksek sesle duyurdu. Dahası, ABD-Rusya arasında ilk üst düzey görüşmenin ev sahipliğini yapması için Suudi Arabistan’ı özellikle seçti, bu ülkeye büyük prestij verdi. Hatta “Basra Körfezi”nin adını “Arap Körfezi” olarak değiştirmeyi bile önerdi — hazırlıklarını ve siyasi jestlerini eksiksiz yaptı.

Sekiz yıl önce Trump, Körfez’e ilk ziyaretinde Suudi Arabistan’dan 115 milyar dolardan fazla silah satışı elde etmiş, Riyad’dan 10 yıl içinde ABD’ye 400 milyar dolarlık yatırım taahhüdü almış, Katar ile de 40 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamıştı. Bu ziyarette, Trump daha önce Beyaz Saray’da doğrudan yüzüne çıkıştığı Suudi Veliaht Prensi ve Başbakanı Muhammed bin Selman’a karşı önceki kibirli tutumunu tamamen bıraktı. 13 Mayıs’ta düzenlenen “Suudi-Amerikan Yatırım Forumu 2025”te adeta eğilerek, ev sahibi gence övgüler yağdırdı, onun “ne kadar büyük” ve “ne kadar bilge” olduğunu defalarca dile getirdi. Bu tutumu, genç liderin yüzünde tebessüm, coşkulu alkışlar ve ayakta teşekkür ile karşılık buldu.

ABD-Suudi ilişkileri yeni bir balayı dönemine girmiş durumda, hatta bu ilişkiler 21. yüzyıldaki en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. Bu durumun temelinde ise çıkar alışverişi ve petro-dolarlar yatıyor. Trump’ın Riyad’a vardığı gün, ABD ve Suudi Arabistan 142 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzaladı; bu, 10’dan fazla Amerikan savunma şirketini kapsayan beş ayrı savunma ekipmanı ve hizmetini içeriyor. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’ye 600 milyar dolarlık yatırım sözü verdi; stratejik ortaklığı derinleştirme, ekonomik refahı artırma ve önümüzdeki birkaç ay içinde toplam yatırımı 1 trilyon dolara çıkarma hedefiyle ortak çalışma sözü verildi. Bu, ABD-Suudi tarihinde imzalanmış en büyük silah ve yatırım anlaşmasıdır. Suudi yatırımları, ABD’nin enerji güvenliğini, savunma sanayisini, teknoloji üstünlüğünü ve küresel altyapı ile kritik maden kaynaklarına erişimini güçlendirecek.

Trump, Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi “dünyanın en zengin” Arap komşuları arasındaki hassas ilişkileri çok iyi biliyor. Suudi Arabistan ve BAE hem Arap Birliği’nin “yeni güç merkezleri” hem de kendi aralarında ekonomik ve siyasi rekabet içindeler. Katar ise daha önce bu iki ülkenin baskı ve dışlamasına uğramış, ancak serveti ve ABD’nin desteği sayesinde “yıkılamayan küçük Körfez gücü” unvanını kazanmıştı. Trump’ın bu üç ülkeyi birlikte ziyaret etme amacı, Suudi Arabistan’ı kaldıraç olarak kullanıp Katar ve BAE’yi sürece dâhil ederek “trilyon dolarlık hasat turu” hedefini gerçekleştirmekti.

Trump’ın ziyaretinden hemen önce, Katar kraliyet ailesi ABD yasalarını aşarak Pentagon aracılığıyla Trump’a 400 milyon dolar değerinde lüks bir Boeing 747-8 uçağı bağışladı. Bu uçak, 40 yılı aşkın süredir kullanılan “Air Force One”ın yerine geçecekti. Trump, 14 Mayıs’ta Doha’ya yaptığı ziyarette Katar Emiri Tamim ile görüşmesinde, ABD-Katar ilişkilerini “sadık bir dostluk” olarak niteledi ve iki tarafın birbirini “çok sevdiğini” söyledi. Aynı gün ABD ve Katar, toplam değeri 243,5 milyar doları aşan ekonomik iş birliği anlaşmaları imzaladı. Bunlar arasında Katar’ın 96 milyar dolar değerinde 210 adet Boeing uçağı satın alması da yer aldı — bu, Boeing tarihinin en büyük siparişi oldu. Katar ayrıca 3 milyar dolar değerinde MQ-9B insansız hava aracı ve anti-İHA sistemleri satın almayı da kabul etti.

2017’de Trump, Suudi Arabistan ve Katar’a ilk ziyaretini gerçekleştirdiğinde, önce Suudi Arabistan’ın Katar’ın “terörizmi finanse ettiği” yönündeki iddialarına destek verdi, ardından kısa sürede Katar’a “temize çıkma” yardımı yaptı. Bu fırsatçı yaklaşım — önce darbe, sonra yumuşatma — sayesinde, ABD’nin Körfez’deki en büyük hava üssüne ev sahipliği yapan Katar, ABD silahlarını çılgınca satın alarak güçlü bir koruma şemsiyesi kazandı ve sonunda Suudi Arabistan ile BAE’nin yoğun baskısından ve “kuşatmasından” kurtulmuş oldu.

Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen devasa “hediye paketleri” zemininde, 15’inde Trump son durağı olarak BAE’yi ziyaret etti. Bu ziyarette ABD ile 200 milyar doları aşan iş birliği anlaşmaları imzalandı. Ayrıca 260 bin metrekare alana kurulu, 5 GW kapasiteli bir veri merkezi ortak girişimi de duyuruldu — bu merkez, 2.5 milyon Nvidia B2000 çipini çalıştırabilecek kapasitede olacak. Aslında, bu yıl Mart ayında BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Bin Zayed’in ABD ziyareti sırasında, BAE’nin ABD’de 10 yıllık, toplam 1.4 trilyon dolarlık bir yatırım çerçevesi kurma sözü çoktan verilmişti. Yani, Trump Körfez turuna başlamadan önce bile BAE Beyaz Saray’a gönüllü olarak bol keseden hediye sunmuştu.

Trump’ın Körfez turu aynı zamanda bir politika duyuru gezisiydi. Suudi-Amerikan Yatırım Forumu’nda yaptığı bir saatlik doğaçlama konuşmada, Trump, önceki Amerikan hükümetlerinin Orta Doğu’ya müdahalelerini sahnevari bir şekilde kınadı; önceki başkanların Orta Doğu’da “inşa ettiğinden çok daha fazla ülke yıktığını” söyledi, “ABD’nin ebedi düşmanları yoktur” diyerek, “bugün en yakın dostlarımız, geçmişte savaştığımız ülkelerdi” ifadesini kullandı. Suudi Arabistan’ın kalkınma modelini örnek göstererek “kendi başına inşa etmenin” dış müdahaleye göre daha etkili olduğunu vurguladı. Analistler, para odaklı Trump’ın Amerikan değerlerini taşıyan müdahaleci diplomasi ve topyekûn güç politikalarını açıkça terk ettiğini, onun yerine “merkantilist” (ticaret merkezli) bir yaklaşımla Orta Doğu düzenini yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini düşünüyor.

Dünya kamuoyunu asıl şaşırtan şey ise Trump’ın bu gezide sadık müttefiki İsrail’i “atlamasıydı.” Bu, ABD’nin büyük çıkarlarının İsrail’in küçük hesapları tarafından gölgelenmesini önlemek ve mevcut yönetimin Netanyahu’nun Gazze savaşındaki bataklığına daha fazla saplanmaması içindi. Daha önce Trump, İsrail’i fazla kayırdığı için Arap kamuoyundan tepki görmüştü. Ancak ABD-İsrail ilişkileri sarsılmaz olduğundan ve Trump’ın Netanyahu ile kişisel ilişkisi güçlü olduğundan, İsrail listede görünmese bile Trump içgüdüsel olarak “eski dostunu” unutmadı: Suudi Arabistan’a İsrail ile barış anlamına gelen “İbrahim Anlaşmaları”na katılması için çağrıda bulundu, Suriye ile İsrail arasında uzlaşma sağlanmasını teşvik etti ve ABD’nin Gazze’yi “alabileceği” yönündeki yanlış anlatısını sürdürdü.

Dünyayı esas sarsan ise, Trump’ın Riyad’da Suriye’nin yeni lideri Admed Şara ile ani ve kamuoyuna açık bir görüşme yapmasıydı. Bu görüşmede Trump, Şara’ya İsrail’le ilişkileri normalleştirme, ülkedeki “Filistinli teröristleri” sınır dışı etme ve kuzeydoğu Suriye’de cihatçıları hapsetmek için cezaevi kurma sorumluluğu üstlenme çağrısı yaptı. Görüşmeye Suudi Veliaht Prensi bizzat katıldı, Türkiye Cumhurbaşkanı da video bağlantısı ile iştirak etti — bu, 25 yıl sonra gerçekleşen ilk ABD-Suriye zirvesiydi. Dahası, Suudi ve Türk liderlerin çağrısıyla Trump, ABD’nin Suriye’ye uyguladığı onlarca yıllık ekonomik ve ticaret yaptırımlarını kaldırdığını açıkladı. Böylece Suriye’nin 46 yıllık uluslararası ve özellikle tek taraflı Amerikan yaptırımlarından kurtuluşu ilan edilmiş oldu.

Trump’ın Şara ile görüşmesi, “değerlerden arınmış diplomasi” ve “düşmanı dost yapma”nın tipik bir örneği sayılabilir. Zira Trump, Şara’nın geçmişte ABD tarafından uzun süre aranan “terörist” bir lider oluşunu ve Şam’daki yeni hükümetin hâlâ BM ve ABD’nin terör listesinde olan “Şam’ın Kurtuluşu” (HTŞ) örgütü tarafından yönetilmesini tamamen görmezden geldi. Hatta Suudi Arabistan’dan ayrılırken Trump, ABD medyasına bu eski “düşmanı” överek, onu “geçmişin sağlam savaşçısı, bugünün güneşli ve yakışıklı sert adamı” olarak niteledi. 16 Mayıs’ta, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Türkiye’nin Antalya kentinde Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani ile görüştü ve ABD’nin İran’dan uzak, barışçıl ve istikrarlı bir Suriye inşa edilmesine yardım edeceğini açıkça ifade etti.

Aslında Trump’ın dış politikasına aşina gözlemciler buna şaşırmadı. 2020 yılının Mart ayında, başkanlığının son döneminde, Trump Afganistan savaşını hızla sona erdirmek için ABD’nin 20 yıldır desteklediği Kabil hükümetini bir anda terk etmiş, hiçbir devlet onuru ya da siyasi etik tanımadan, düşman Taliban’la ateşkes karşılığında çekilme anlaşması imzalamıştı. Bu da Afganistan’da “iki hükümetli” bir yapı oluşturmuş ve kısa sürede Taliban’ın yeniden iktidara gelmesine yol açmıştı. Trump, devlet ciddiyetini hiçe sayarak Taliban liderlerini Beyaz Saray’a davet etmeye çalışmış, buna karşı çıkan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’u da anında görevden almıştı.

Trump’ın bu son Orta Doğu diplomasi turundaki bir diğer önemli kazancı, “havuç ve sopa” yöntemiyle, “Direniş Ekseni”nin üç büyük gücü olan Yemen’deki Husiler, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İran’ı önemli tavizler vermeye zorlaması oldu. Trump’ın ziyareti öncesinde, Ürdün’ün başkenti Amman aracılığıyla ABD ile Husiler arasında bir ateşkes anlaşması sağlandı. Husi güçleri, Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırmama sözü verdi. Aynı zamanda Hamas, Trump’a bir “hoş geldin hediyesi” olarak son Amerikalı rehineyi serbest bıraktı — bu hareket, Trump yönetiminin İsrail’e tamamen tabi olmadığını takdir eden bir jest olarak da değerlendirildi. 15 Mayıs’ta Hamas’ın üst düzey yetkilisi Basem Naim medyaya, Hamas’ın ABD ile doğrudan müzakerelerde bulunduğunu ve Gazze çatışmasını sona erdirecek bir ateşkes anlaşması yapmaya çalıştıklarını söyledi… Kalıcı bir ateşkese ulaşılırsa, Hamas Gazze Şeridi’nin kontrolünü devredebilir.

Trump’ın ziyareti öncesinde, Amerikan temsilciler İran’la Umman’ın başkenti Maskat’ta dört tur görüşme gerçekleştirdi. Her iki taraf da bu görüşmelerde “yapıcı” ilerleme kaydedildiğini belirtti. Trump, Riyad’da bulunduğu sırada Tahran’a tekrar seslendi, İran liderlerini “yeni ve daha iyi bir yol” seçmeye ve Washington’la yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çağırdı. Bu diplomatik çözüm fırsatının “sonsuza kadar sürmeyeceğini” vurguladı ve “İran liderliği bu zeytin dalını reddederse… başka seçeneğimiz kalmaz, İran’ın petrol ihracatını sıfıra indiririz” diyerek tehditte bulundu.

Belki önceki dört görüşme Trump’ın sınırlarını ve niyetini açık etti, belki Trump’ın ilk dönemindeki “aşırı baskı” kampanyasının acı hatıraları etkili oldu, belki de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın stratejik fiyaskosu ya da Rusya’nın ABD-İran askeri çatışmasına karışmayacağını açıkça ilan etmesi etkiliydi. Belki de Trump’ın son dönemde Husiler ve Hamas’la kurduğu olumlu temaslar… Tüm bu sert gelişmeler, İran hükümetini Trump’ın yumuşak ve sert taktiklerini harmanladığı diplomatik saldırısına karşı hızlı ve net bir yanıt vermeye itti.

14 Mayıs’ta, İran’ın dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, NBC’ye verdiği demeçte İran’ın ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında ABD ile bir anlaşma yapmaya hazır olduğunu söyledi. Şemhani, İran’ın asla nükleer silah üretmeyeceği sözünü vereceğini, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunu yok edeceğini, uranyum zenginleştirmeyi sadece sivil ihtiyaçlar için gerekli düşük düzeyde tutmayı kabul edeceğini ve bu sürecin uluslararası denetçilere açık olacağını ifade etti.

Gözlemciler, bunun İran’ın nükleer meselede şimdiye kadar sergilediği en hızlı ve en esnek taviz olduğunu düşünüyor. Daha önce İranlı müzakereciler sert bir tutum sergilese de, Trump’ın Körfez’deki “hasat turunun” bu denli başarılı geçmesi, ABD-Arap ilişkilerinin daha da güçlenmesi, ABD-Suriye ilişkilerindeki tarihi yön değişimi ve “Direniş Ekseni” üyelerinin kendi yollarına gitmesi Tahran’ı hızlıca diplomatik duruşunu ve nükleer kriz pozisyonunu değiştirmeye zorladı. 15 Mayıs’ta Trump, Doha’dan BAE’ye geçmeden önce yaptığı açıklamada, ABD ile İran’ın nükleer anlaşmaya varmaya “çok yaklaştığını” ve Tahran’ın “belirli ölçüde” şartları kabul ettiğini belirtti.

Kısacası, Trump bu Orta Doğu gezisinden çok önemli kazanımlarla döndü. Beklenmedik gelişmeler, onun güç temelli ve “anlaşma odaklı” diplomasisinin Orta Doğu jeopolitiğini dönüştürdüğünü ve şekillendirdiğini ortaya koydu. İç ve dış sorunlara rağmen, ABD’nin stratejik temeli hâlâ güçlü ve istikrarlı. Egemen varlık fonlarının büyük bölümünü zaten ABD pazarına yatırmış olan Körfez’in başlıca petrol üreten ülkeleri, gelecekteki servetlerini korumak, artırmak ve yüksek teknolojiye yönelmek için stratejik müttefik olarak yine ABD’ye güveniyor. Buna karşın, bu ülkelerin diğer büyük ekonomilere yaptığı yatırımlar yok denecek kadar az — “karabiber serpiştirmek” ya da “çiseleyen yağmur” gibi — bu da ABD’nin hâlâ sarsılamaz tek süper güç konumunu açıkça ortaya koyuyor.

Aynı zamanda, “Şii Hilali”nin giderek çökmesi, “Direniş Ekseni”nin dağılması, ABD’nin Arap ülkeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin güçlenmesi, Arap ülkeleri ile İsrail arasında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişlemeye devam etmesi ve bu yıl ABD-İran ilişkilerinde büyük bir değişim ihtimalinin belirmesi, yepyeni bir Orta Doğu’nun şekillenmekte olduğunu gösteriyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English