Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

‘2008’den daha büyük ölçekte bir krizin daha yaşanacağından hiç şüphem yok’

Yayınlanma

Mali hegemonya, ilk büyük darbesini 2008 krizinde almıştı. ABD’deki düşük gelirli borçluların aşırı borçlanmasıyla ortaya çıkan bu kriz, finansal varlıkların gerçek zenginlikle alakasız balonlar olduğunu ortaya koymuştu.

Büyük Buhran, avro krizinin sancıları ve Kovid-19 salgını süresince yetkililer her zaman “mali istikrardan” söz ettiler. Örneğin, 2020 ve 2021 yıllarında, karantinanın etkilerinin ekonomik bir çöküşe yol açmasını önlemek amacıyla, Avrupa Merkez Bankası bilançosunu neredeyse iki katına çıkardı, likidite sağladı ve 4 trilyon avro tutarında menkul kıymet satın aldı: Bu miktar, avro bölgesi gelirinin yaklaşık üçte biri veya kişi başına 12 bin avroya eşdeğerdi.

Günümüzde piyasanın dalgalanmalarından daha önemli endişeler mevcut. Ve belki de finansallaşmaya kalıcı olarak veda etme vakti geldi.

Progressive Economy Forum ve Goldsmith’s College Political Economy Research Center’dan iktisatçı Ann Pettifor sorularımızı yanıtladı. Çalışmalarında küresel mali sistem ve sürdürülebilir kalkınmaya odaklanan ve 2008 mali krizini doğru tahmin etmesiyle tanınan Pettifor, “2008’den daha büyük ölçekte bir krizin daha yaşanacağından hiç kuşkusu olmadığını” belirtiyor.


Barınma sorununun sebeplerine dair ana akım iktisatçıların öne sürdüğü gerekçeler neden kusurlu? 2023’ün eylül ayında borç enflasyonu döneminden sonra borç deflasyonunun ters etkisi üzerine aydınlatıcı bir blog yazısı kaleme almıştınız. Sizce kiralar neden rekor oranlarda artıyor? Britanya ve İrlanda’da olduğu gibi, Türkiye’de de ciddi bir sorun.

Ana akım ekonomideki kusur, arz ve talep kavramına aşırı vurgu yapılması ve aşırı, küreselleşmiş ve mobil sermaye akışlarının konut fiyatlarını ve dünyanın hemen her ülkesindeki konut piyasalarını şişirmedeki rolünün göz ardı edilmesidir (Gana gibi yoksul ülkeler de dahil, Akra’daki konut fiyatları roket hızında yükselmişti).

Ve Çin’de varlık, mal ve hizmet fiyatlarında istikrarlı bir düşüş görülmekte. Bir yazınızda da “Uzun süre daha yüksek faiz oranları, bir deflasyonist dönem daha ve daha fazla çökmekte olan varlık piyasaları ile karşı karşıyayız,” ifadelerini kullanmıştınız. Çin’in yaşadığı deflasyon dünyanın geri kalanı için ne gibi riskleri beraberinde getiriyor?

Varlıklar borçlanmaya karşı teminat görevi görür. Faiz oranları yükseldiğinde, borçlanma (borç) daha az karşılanabilir hale gelir. Bu da ipotek alıp —borçlanıp— daha sonra kiraya vermek üzere mülk, ya da başka bir varlık satın alan borçluların kiradan daha düşük getiri elde edeceği anlamına gelir. Başka bir deyişle, kiralardan elde ettikleri gelirin daha büyük bir kısmı artan borç maliyetini geri ödemeye gitmek zorundadır. Borç maliyeti kiralamayı karsız hale getirdiğinde, borcu ödemek için varlığı satarlar. Dolayısıyla Londra’da kiralık mülk sıkıntısı yaşanıyor.

Örneğin özel sermaye şirketleri bir su tedarik şirketini (İngiltere’deki Thames Water gibi) satın almak için borç para almışlarsa, o zaman onlar da yüksek faiz oranlarının su şirketinden elde edilen kira gelirlerini azaltmasından mustarip olurlar. Ve böylece ya iflas ederler ya da borcu ödemek için şirketi (varlığı) satarlar.

Varlık satışı fiyatları aşağıya doğru çekmeye başlar… Londra’daki mülklerin sahibi hızlı bir şekilde satış yapmazsa, diğerlerinin de varlıklarını satmasına şahit olacak ve bu nedenle mülklerin (varlıkların) fiyatları düşecektir…

Dolayısıyla yüksek faizler, varlık fiyatlarında deflasyona yol açar.

Çin, ekonomisinin çarklarının dönmesini sağlamak, istihdamı ve gelirleri halkın beklediği seviyede tutmak için ekonomisini ihracata yönlendirdi. İhracat istihdam yaratır ve büyük ihracatçı şirketler için son derece kârlıdır. Fakat ihracata yönelmesi aynı zamanda eşitsizliğin de bir neticesi. Çinli emekçiler ülkenin tüm ürettiklerini tüketemeyecek kadar az ücret alıyor. Aynı durum ücretlerin reel olarak baskılandığı Almanya için de geçerli. Alman emekçiler, Almanya’da üretilen her şeyi tüketemiyor. Fazlası küresel piyasalara satılıyor, ya da damping yapılıyor.

Mesele, Çin’in satış yapmaya çalıştığı ülkelerde talebin —tüketimin— düşük olması… Bu da esasen düşük ücretler ve kemer sıkma politikaları yüzünden. Dış talep fazla üretimi absorbe etmekte yetersiz kaldığında, fiyatlar düşer ve Çin’in —ve Almanya gibi diğer fazla veren ülkelerin— deflasyonu dünyanın geri kalanına ihraç ettiği kanaldır.

Sizce Britanya enflasyonu neden kontrol etmekte zorlandı? Britanya Merkez Bankası’nın enflasyonu kontrol edebileceğine olan inanç yıkılmaya başladı.

Çünkü İngiltere Merkez Bankası Başkanı’nın yanıltıcı bir şekilde iddia ettiği üzere enflasyon ülke içindeki eylemlerden —ücret artışları dahil— kaynaklanmamıştı. İngiltere’nin enflasyonu —tıpkı tüm dünyadaki enflasyon gibi— a) pandemi sonrası arz darboğazlarından (pandemi sonrası limanlardaki tıkanmaları, Ukrayna’nın işgal edilmesini ve ardından enerji ve tahıl akışındaki aksamayı aklınıza getirin); b) enflasyon, büyük finansal varlık sahiplerinin (emeklilik fonlarını, varlık yönetimi —yani Blackrock, Blackstone vs— fonlarını, özel sermaye şirketlerini ve petrol tüccarlarını aklınıza getirin) spekülasyonları nedeniyle daha da kötüleşti.

Spekülasyon, İngiliz piyasalarında değil, küresel emtia piyasalarında yaşanıyor. Petrol ve doğalgaz, tahıl ve diğer emtia fiyatları ülkelerde değil, mesela spekülatörlerin fiyatlardaki hareketler üzerine bahis oynamak için vadeli işlem ve türev sözleşmeleri kullandıkları Chicago Ticaret Borsası ya da Londra Metal Borsasında belirleniyor. Varlıkların (petrol, doğalgaz, bakır, tahıl) sınırlı arzını hedefleyen “para duvarı”, bu varlıkların fiyatını şişirebilir ve şişirmiştir de. İngiltere Merkez Bankası, bu tür spekülasyonları regüle etmeyi tercih etmiyor ve küresel piyasaların ülkedeki enflasyonu körüklemedeki rolünü görmezden geliyor.

İkinci bir 2008 kriziyle karşı karşıya olduğumuz görüşüne katılıyor musunuz? Şu ana kadar 21. yüzyılın en önemli siyasi hadisesi, yakın tarihimizi tanımlayan popülist ayaklanmaları ve neoliberal çöküşü tetikleyen Büyük Durgunluk olmaya devam ediyor.

2008’den daha büyük ölçekte bir krizin daha yaşanacağından hiç şüphem yok. Bunun nedeni, o krizin sonucunda küreselleşmiş mali sistemde kayda değer bir değişiklik yapılmamış olması. Dahası, 2007 ile 2009 yıllarından önce iflas edebilen Wall Street bankaları ve diğer finans kuruluşları artık bu tehditle karşı karşıya değil.

Artık tamamı “batmayacak kadar” ve “mahkûm edilemeyecek kadar” büyük. Üstelik, ABD Merkez Bankası’nın güçlü desteğine sahipler ve bu nedenle spekülasyon konusunda küresel mali kriz öncesine kıyasla daha büyük riskler alabilirler. Başka bir deyişle, artık kapitalist Amerikan bankalarından çok Sovyet tarzı bankalara benziyorlar.

Küresel bir mali krize mahkûm olmamızın bir diğer nedeni de sistemdeki dengesizlikler. Finansal İstikrar Kuruluna göre küresel finansal varlıklar —varlıklar, borçlar ve yükümlülükler— 213 trilyon dolar civarında. Küresel reel gelir (GSYİH) ise 100 trilyon doların altında. Ticaretteki dengesizlikler —yani fazla veren ülkeler ile açık veren ülkeler arasındaki dengesizlikler— ticaret savaşlarına yol açıyor. Ticaret savaşları küresel siyasi, sosyal ve ekonomik istikrarsızlığı tehdit ediyor.

Ben en çok küreselleşmiş finans sisteminin spekülatif çılgınlığına kapılan emeklilik fonları için endişeleniyorum. Eğer emeklilik fonları batarsa, bunun sosyal ve siyasi etkileri oldukça derin olacaktır.

SÖYLEŞİ

‘ABD’nin ateşkes planı uygulanabilir değil’

Yayınlanma

ABD Dışişleri Bakanlığı Eski Başdanışmanı Vali Nasr, Harici’ye konuştu. Bu aşamada BMGK’da kabul edilen ateşkes planının uygulanabilir olmadığını söyleyen Nasr, “çünkü İsrail’in tutumu en iyi ihtimalle geçici bir ateşkes istedikleri yönünde, böylece rehineleri serbest bıraktırıp savaşa geri dönmek istiyor” dedi.

Johns Hopkins Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Orta Doğu Çalışmaları alanında profesör olan Nasr, özellikle İslam dünyasındaki politik gelişmeler üzerine yoğunlaşmaktadır. İran kökenli bir Amerikalı olan Nasr, ABD-İran ilişkileri ve ABD’nin Orta Doğu politikaları konusunda fikirlerine danışılan ve bu alanda öne çıkan isimlerden biridir.

Bir dönem ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Dış İlişkiler Politikası Kurulu üyesi olan Nasr, 2009-2011 yılları arasında ise ABD’nin Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Büyükelçi Richard Holbrooke’un Kıdemli Danışmanı olarak görev yapmıştır.

ABD dış politikasında etkili kuruluşlar olan Atlantik Konseyi’nin ve Dış İlişkiler Konseyi CFR’nin kıdemli araştırmacısı Nasr, The Dispensable Nation: American Foreign Policy in Retreat, The Shia Revival ve How Sanctions Work: Iran and the Impact of Economic Warfare kitaplarının yazarıdır.

Vali Nasr, Gazze’de ateşkes, iki devletli çözüm, ‘ertesi gün’ tartışmaları ve diğer bölgesel ve küresel gelişmeler üzerine gazeteci Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘İsrail rehineleri serbest bıraktırıp savaşa geri dönmek istiyor’

Gazze, şu anda dünyanın her yanında bir numaralı konu. İnsanlar bir ateşkes bekliyorlar. Başkan Biden’ın önerdiği üç aşamalı ateşkes BMGK’da kabul edildi. Ancak aynı zamanda İsrail’in Refah’taki Filistinlilere yönelik saldırıları da devam ediyor. Beyaz Saray sözcüsü ise bunu askeri bir operasyon olarak görmediklerini söyledi. Pek çok farklı parametre var. Bu ateşkes planı bu denklemde nasıl uygulanabilir?

Ateşkese çok fazla odaklanıldığı konusunda size katılıyorum. Durumu sakinleştirmek ve Gazze’deki insani felaketi sona erdirmek için bu kesinlikle gerekli. Ama bu aşamada bunun uygulanabilir olduğunu düşünmüyorum. Çünkü İsrail’in tutumu en iyi ihtimalle geçici bir ateşkes istedikleri yönünde, böylece rehineleri serbest bıraktırıp savaşa geri dönmek istiyor. İsrail’deki mevcut hükümetin sağ kanadı geçici bir ateşkes bile istemiyor. Sadece savaşı sürdürmek istiyor ve rehineleri savaş yoluyla serbest bırakmak istediğini savunuyor. Diğer yandan, Hamas ise kalıcı bir ateşkes istiyor. Yani ateşkesin savaşın sonunun başlangıcı olmasını istiyor. Ateşkesin ne anlama geldiğine dair pozisyonlar bile birbirine yakın değil. Uygulanma ihtimalinin çok zayıf olduğunu düşünüyorum.

‘Amerika’nın ateşkes sonrasına dair hiçbir planı yok’

Öte yandan Başkan Biden’ın önerdiği ateşkes planı Gazze’de ateşkes sonrası yönetimle ilgili bir öneri sunmuyor. ABD’nin bu konudaki tutumu nedir? Çünkü İsrail, tek bir Hamas üyesinin bile Gazze’de kalmasını istemiyor. Peki, ateşkes ya da savaş sonrasında Gazze’de Hamas’sız bir yönetim düşünülebilir mi?

Çok önemli bir konuya parmak bastığınızı düşünüyorum. Bölgede herkes sadece ateşkesi değil, ateşkesin ertesi gününü de düşünüyor. Ateşkesin ertesi günü halkın güvenliğini sağlamak gerekiyor. Sağlıktan eğitime, çöp toplamadan hizmet vermek anlamına geliyor. Bu aynı zamanda halka sağlık ve insani hizmetlerin sağlanması demek. Bunların hiçbiri Amerika’nın planında yok.  Amerikalılar yalnızca ateşkesin kendisini bir amaç olarak düşünüyor.  Ancak ateşkesten sonra ne olacağına dair hiçbir şey yok. Mevcut ateşkesin başarılı bir şekilde uygulanabileceği fikrinin gerçekleşmesini görmek bu yüzden çok zor.

‘Oslo süreci çerçevesinde iki devletli çözüm artık mümkün değil’

Peki ya iki devletli çözüm konusu? Hala bunun hakkında konuşabilir miyiz?

İsrail’in şu anki tutumu iki devletli çözümü kabul etmeme yönünde.  İsrail halkının çoğunluğu bunu desteklemiyor. İsrail’deki mevcut hükümet de iki devletli çözümü kabul etmeyeceğini çok açık bir şekilde ifade etti.  Başbakan Netanyahu’ya göre hiçbir zaman desteklemediler. Başbakan Netanyahu’nun en önemli koalisyon ortaklarından birine göre, Batı Şeria’yı tamamen İsrail’e ilhak etmeye kararlılar. Bu nedenle iki devletli çözüm fikri herkes tarafından paylaşılmıyor. Bu, Amerikalıların, birçok Arap ülkesinin ve birçok Filistinlinin kabul ettiği ancak İsrail’in kabul etmediği bir fikir. Peki bu iki devletli çözüm ne anlama geliyor? Muhtemelen Oslo süreci çerçevesinde artık mümkün değil.  Çünkü İsrail’de çok fazla yerleşim birimi inşa edildi. Ve eğer iki devletli bir çözüm olacaksa, Batı Şeria’da, Filistinlilerin daha fazla kazanması veya kaybetmesi gerekmeden, yerleşim yerlerinin geri çekilmesi olmadan, nüfusların yan yana yaşamaya devam ettiği bir tür ortak egemenliğe sahip olmanın yaratıcı bir şekilde düşünülmesi gerekiyor. Ancak İsrail egemenliğiyle bir tür Filistin egemenliğinin mutlaka karışacağı kesin. Fakat biz hala bu fikirlerden çok uzağız, çünkü bırakın iki devletli çözümü, ateşkese bile ulaşamıyoruz.

‘Beklentim, İran’ın daha orta ama daha pragmatik bir muhafazakar adaya kayacağı yönünde’

Tabi ki Gazze bölgedeki en önemli konu ama farklı başlıklarımız da var. İran’da pek çok bürokratın yanı sıra üst düzey liderleri Cumhurbaşkanı Reisi ve Dışişleri Bakanı Abdullahiyan hayatını kaybetti. İran’da Reisi sonrası dönemi nasıl görüyorsunuz? 28 Haziran’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden beklentileriniz neler? Size göre en güçlü aday kim? Ve bu başkanlık seçimlerinin sonuçları İran’ın dış politikasını nasıl etkileyebilir?

Cumhurbaşkanı Reisi’nin en önemli rolü iç siyasetteydi. Özellikle İran’ın yaşadığı protestoların ardından ekonomiyi yönetmek, ülkeyi istikrara kavuşturmak, halkın koşullarını iyileştirmek için oradaydı. Dış politikada büyük bir rolü yoktu. Dış politika konusunda bir geçmişi yoktu. Çok güçlü bir dış politika görüşü de yoktu. İran ile Azerbaycan, Suudi Arabistan ve BAE gibi komşular arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde dışişleri bakanı çok önemliydi. Ancak onun politikaları artık sınır ötesinde İran’ın politikaları olarak temelde kabul edildi. Başkan Reisi’nin ölümünün İran’ın dış politikasının yönünü ne Gazze’ye ne bölge ne ABD ile ilişkiler ne de nükleer meselesi açısından doğrudan etkilemediğini söyleyebilirim. Onun en önemli etkisi yurt içindeydi. Cumhurbaşkanı Reisi’nin yönetiminde ciddi anlamda memnuniyetsizlik vardı. Ve gelecek yılın Haziran 2025’inde yapılacak başkanlık seçimleri beklentisi şimdiden gelişiyordu. Dolayısıyla asıl mesele, Başkan Reisi’nin etrafındaki ekibin başkanlığı sürdürüp sürdüremeyeceğidir. Ve bunu zor buluyorum çünkü şu anda aday olmak için kayıt yaptıran eski cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinajad’dan başka çok güçlü bir adayları yok. Ancak İran’da iç siyaseti istikrara kavuşturabilecek deneyime sahip, çok daha yetkin, tecrübeli, daha ılımlı, daha ılımlı muhafazakâr bir başkanlık getirilmesi konusunda İran’da en üst düzeyde bile önemli bir baskı var. Ve aralarında eski meclis başkanı ve Kıdemli Devlet Adamı Ali Laricani’nin de bulunduğu bazı büyük isimlerin şu anda kayıt yaptırmış olanları var. Tahran’ın belediye başkanı olan (Muhammed Bakir) Kalibaf da aday olacak. Sanırım sadece başkanlık seçiminin şeklinin ne olduğunu bileceğiz. Anayasa Koruma Konseyi tüm bu başvuruları inceledikten sonra hangilerini onaylayıp hangilerini reddedeceğine karar verir. Mesela İran’da Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın adaylığının onaylanmayacağı yönünde büyük bir beklenti vardı. Geçen sefer de onaylanmamıştı ve bu kez de onaylanmadı. Dini liderin tiyatro oyununda (onun adı) ilan edilmeyecek. Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olduğu dönem de onun için bir sorundu. Benim beklentim, olursa, daha orta, muhafazakar bir başkana kayış olacağı ama daha pragmatik bir muhafazakar, Laricani ya da Kalibaf gibi birisinin İran’ın cumhurbaşkanı olacağı yönünde. Yurt içinde idare etmek için daha iyi bir konumdalar, ancak bu kişilerin aynı zamanda İran’ın dış politikasında ABD’nin Amerika ile Gazze ve bölgesel konulardaki ilişkilerinde sadece tecrübeleri ve aynı zamanda duruşları nedeniyle daha büyük ses çıkarmaları muhtemeldir. Örneğin Başkan Ruhani’nin yaptığı gibi İran’ın dış politikasını etkilemeye çalışma olasılıkları daha yüksek.

ABD, İran’la gerilimi azaltmaktan yan’

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu toplantısında Avrupa ülkelerinin İran’ı kınamak istediği ancak Biden yönetiminin Avrupa ülkeleri nezdinde bu girişimi engellemeye çalıştığı belirtildi. Biden yönetimi İran’la yeni bir krizden kaçınıyor mu?

Evet, Biden İran’la bir krizden kaçınmaya çalışıyor. Biden yönetiminin son bir yıldaki politikası Ortadoğu’nun genelinde gerilimi azaltmak, Ukrayna’ya odaklanmak ve Çin’e odaklanmak, seçimlere odaklanmak zorunda. 7 Ekim, ABD’ye yönetim açısından Orta Doğu’da hoş karşılanmayan bir ilgi ve hareketlilik getirdi. Nisan ayının ilk 10-12 gününde füze takası ve İran’ın Şam Konsolosluğu’na saldırı nedeniyle İran ile İsrail doğrudan çatışmaya çok yaklaşınca çok endişelendiler. Biden yönetiminin çıkarı İran’ın sahip olduğundan daha fazla uranyum zenginleştirmemesi; İsrail ile gerilimin artmaması; Suriye ve Irak’taki Amerikan personeline yönelik saldırıları artırmaması… (Biden yönetimi) kriz yaratmak istemiyor. Avrupalılar ise farklı bir çizgide ilerliyor.  Ancak protestolara karşı aldıkları tutumdan sonra gerçek şu ki Avrupa birçok açıdan İran’la her türlü ekonomik ilişkiyi kesti. İran, aslında Avrupa’nın ABD’den aslında bağımsız bir dış politikası olmadığını anladığı gerçeğine dayanırsa sonuçta İran ve Orta Doğu’ya gelince karar verici ABD’dir ve İranlılar temelde Amerikalarla görüşmelerine odaklanıyor, Avrupalılarla değil. Başkan Reisi’nin ölümünden birkaç gün önce Umman’da, Beyaz Saray’daki Orta Doğu’nun en üst düzey yetkilisi Brett McGurk ile o dönemde İran Dışişleri Bakanlığı’ndan sorumlu olan ve (bugün Bakanlığa vekalet eden) Bakan Yardımcısı Ali Bagheri arasında bir toplantı vardı. Bölgede gerilimi azaltma konusunda, nükleer meselede, Gazze’de, İsrail’de, Irak ve Suriye konusunda anlaşmalar yapıldı. Ve ABD temelde Umman’da yapılan anlaşmaya uymak istiyor ve Avrupalılar Umman’daki anlaşmanın bir parçası değildi.

‘Suudiler artık İran’a karşı Arap-İsrail ittifakı ile ilgilenmiyor’

Biden Yönetimi, İran meselesini bir kenara bırakırsak, İsrail’i de denkleme dahil ederek, aynı zamanda Suudi Arabistan’la ilişkilerini güçlendirerek Ortadoğu’daki varlığını dengelemeye çalışıyor. Yani Suudi Arabistan ve İsrail’in dengelemesi ve İran’la olan krizden kaçınmaya çalışması gerekiyor. Bu politikayı nasıl yorumluyorsunuz?

İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler geçen yıl önemli ölçüde gelişti. Bu temelde Biden yönetiminin bölgede büyük bir krizin yaşanmaması çıkarına hizmet ediyor. Şimdi 7 Ekim’den önce İsrail ile Suudi Arabistan arasında normalleşmenin sağlanmasını umuyorlardı. Aynı zamanda bölgede barış için çok daha geniş bir alan yaratacaklardı. Buradaki sorun öncelikle İsrail’in Filistin meselesinde Suudi Arabistan’a hiçbir şey vermek istememesi. Ve 7 Ekim sonrası, Gazze savaşı sonrası, 50.000 Filistinli öldürüldükten sonra, Arap dünyasının ya da Türk halkının her gün Gazze ile ilgili gördüğü bunca fotoğraftan sonra, Suudi Arabistan’ın bunu yapması kolay değil. İsrail’den çok büyük bir şey almadan ilişkileri normalleştirecek; bu da ateşkes ve iki devletli çözüme giden çok inandırıcı bir yol anlamına geliyor. İsrail bunu vermek istemiyor. Yani bu konu sıkışmış durumda. Öte yandan İsrail, tüm Arap ülkeleriyle ilişkiler kurabildiğini söylemek için Filistinlilere hiçbir şey vermeden aslında sırf meşruiyet adına Suudi Arabistan’la normalleşmeyi istiyor. Bildiğiniz gibi Suudi Arabistan en önemli Müslüman ülkesi, Mekke ve Medine’yi bünyesinde barındırıyor. Ama aynı zamanda İran’a karşı gerçekten bir Arap-İsrail ittifakı yaratmak istiyor. Suudiler artık bu tür bir ittifakla ilgilenmiyor çünkü Çin’in de dahil olduğu İran’la ilişkilerini yönetmeye yönelik bir formül buldular. Ve ilişkiler istikrarlı. Bir İsrail-Arap NATO’su yaratıp, öfkeli İran’a karşı cephede yer alan bir devlet olmak istemiyorlar. Dolayısıyla İsrail ve Suudi Arabistan’ın bu anlaşmadaki stratejik hedefleri ABD açısından aynı değil. ABD açısından Biden Yönetimi’nin seçim öncesinde İsrail ile Suudi Arabistan arasındaki bu barışı kendisinin yarattığını iddia edebilmesinin iç siyasi avantajı var. Ama aynı zamanda Amerika ve Suudi Arabistan meselesinin İran’dan çok Çin’le ilgisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu Suudi Arabistan ile ABD arasında çok yakın bir stratejik ortaklık. Bu aslında Çinlilerin Suudi Arabistan’da özellikle teknoloji ve diğer konularda pek çok yatırım yapmasına kapıyı kapatacaktır. Ve bu anlaşmada Amerika Birleşik Devletleri için farklı türde bir stratejik mantık var ve bu da Amerika-Çin rekabetinin Orta Doğu’ya daha önce olduğundan çok daha büyük bir şekilde ulaştığını gösteriyor.

‘Çin ve Rusya, Arapların konumunu açıkça destekliyor’ 

Evet, Çin liderliğinin İran’a önceden haber vermeden Suudi Arabistan’a yaptığı ziyareti dikkate alırsanız, bu çok beklenmedik bir şeydi. Hatta İsrail’in Gazze’ye ve tüm Orta Doğu ülkelerine ilk saldırdığı Gazze krizi sırasında bile Arap ülkeleri Çin’i bölgeye dahil etmek istedi. Ne düşünüyorsunuz? Araplar ilk aşamada Çin’in bir çözüm getirebileceğini umarak Çin’i kendi tarafına çekmek istediler. Ama şimdi görüyoruz ki İsrail saldırısının üzerinden neredeyse sekiz aydan fazla zaman geçti ama Çin’den de somut bir şey göremiyoruz.

Kimsenin Çinlilerin herhangi bir şeyi çözebileceğini beklediğini sanmıyorum. Bu sorunu çözmek için her iki tarafın da olması gerektiğini biliyorsunuz. Her iki tarafı da etkilemeniz gerekiyor. İsrail üzerinde ABD dışında nüfuzu olan hiçbir ülke yok. Ve bunun bile artık pek bir etkisi olmadığı görülüyor. Çinlilerin İsraillileri politikalarını değiştirmeye ikna edebileceği fikri hiçbir zaman gerçekçi olmadı. Çinliler, İran üzerinde etkili. Çinliler, Suudi Arabistan üzerinde etkili. Çin, iki ülke de gerçekten bir çözüm istediğinde aralarında dürüst bir arabulucu rolü oynayabilirdi. Çinlilerin her iki ülke üzerinde de nüfuzu var ve topu oynatabilirlerdi. Yani hayır, aslında öyle bir ülke olduğunu düşünmüyorum… Dünyadaki bütün ülkeleri bir araya getirirseniz 172 tanesinin de İsrail üzerinde etkisi olamaz. Etki sahibi olan tek ülke var. Ve bugünlerde aslında İsrail’in Amerika üzerinde nüfuzu, Amerika’nın İsrail üzerindeki nüfuzundan daha fazla gibi görünüyor. Yani aslında söz sahibi olabilecek bir dış güç yok ama önemli olan Çin’in Birleşmiş Milletler’deki Arap pozisyonunu diplomatik olarak desteklemesidir. Temel olarak İsrail’in daha fazla izole edilmesine yardımcı olan Arap pozisyonunu destekliyorlar. Böylece, Arap dünyası ve Müslüman dünyası, üç büyük güç olan Çin, Rusya ve ABD’den en az ikisini safına çekmeyi başardı: Çin ve Rusya, Arapların konumunu açıkça destekliyor.

‘ABD, Irak ya da Suriye’den çekilmeyecek, aksine varlıklarını genişletecek’

Pekala, ABD’nin Irak’tan beklenen ger, çekilmesinden bahsedelim. Irak’ta hâlâ binlerce ABD askeri var. Bu geri çekilmedeki gecikmeyi oyalanma olarak yorumlayabilir miyiz? Irak’ta aslında ABD’nin geri adım atmasını istemeyen bir grubun olduğu iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Irak’ta kesinlikle ABD’nin geri adım atmasını istemeyen gruplar var; buna Kuzey’deki Kürtler de dahil, Irak hükümetindeki bazı unsurlar ve hatta Irak’taki merkezi hükümet de ABD’nin Irak’tan çekilmesini istemiyor. Ve ABD’nin artık Irak ya da Suriye’den çekileceğini düşünmüyorum. Aslında varlıklarının boyutunu artırmaya çalışacaklarını bekliyorum çünkü geçmişteki varlıklarının çoğu öncelikle IŞİD’le savaşmakla ilgiliydi ve daha sonra temelde her iki bölgede de İran’ın sahadaki konumunu kontrol altına almaya çalışmakla ilgiliydi, Irak’ta ve özellikle Suriye’de. Aslında Suriye’deki Amerikan varlığının artık IŞİD’le ilgili olmadığını düşünüyorum. Bence bu daha çok bir bahane.  İran’dan Lübnan’a, Suriye’den geçen bağlantıyı kırmak için var. İran’ın Irak üzerinden uçan tüm bu füzeleri fırlattığı ve Suriye’de de füze yetenekleri geliştirdiği göz önüne alındığında, ABD’nin bu bölgelerden çekilmesi ve Irak ve Suriye’nin kolaylıkla İran’ın, İsrail’e karşı operasyonları için üs haline gelmesine izin vermesi pek olası değil. İşte bu yüzden diyorum ki, aslında muhtemelen Suriye ve Irak’taki varlıklarını genişletmeye çalışacaklarını düşünüyorum. Amerikalılar, İran’ın insansız hava araçlarını ve füzelerini durduran tüm bu hava savunma sistemlerinin Suriye ve Irak’ta kalmasını isteyecek. Ve diğer mesele şu ki, Ukrayna savaşı artık Rusya’nın lehine ilerliyor. Benim beklentim Rusya’nın Suriye’ye geri dönmeye çalışmasıdır ve Ruslar Harkiv’e saldırıyor ve tansiyonda bir artış görülürken, Amerikalılar artık Ukrayna’ya verilen uçaksavar füzelerinin Rusya içinde Rusya’ya karşı kullanılmasına izin vermiyorlar. Ruslar Amerikalılar üzerinde baskı kurmanın bir yolu olarak Suriye’deki ayak izlerini genişletmeye çalışabilirler. Artık Suriye ve Irak’ın sadece terörle ilgili olmadığını düşünüyorum. Suriye ve Irak ise Rusya ve İran’ın daha büyük meseleleriyle ilgili. Ve ABD’nin yerinde kalmasının daha büyük bir stratejik gerekçesi var.

İran – İsrail misillemeleri…

İsrail’den bahsetmişken, İran’ın İsrail tarafına yaptığı hava saldırısına İsrail’den hala kayda değer bir yanıt gelmedi. Beklemede mi sizce?

Hayır, bence İsrail karşılık verdi. İran’ın merkezindeki İsfahan’da, İran’ın derinliklerinde bulunan nükleer tesislerin çok yakınında bulunan bir askeri üsse füze attılar. Muhtemelen Irak ve İran sınırındaki bir F-35 savaş uçağından fırlatılmıştı. ABD’nin İsrail’in daha fazlasını yapmayacağından emin olmak için çok uğraştığını düşünüyorum. Yani bir yanıt verdi.  Sanırım her iki ülke de hem İran hem de İsrail diğerine saldırma yeteneğini gösterdi, diğerine saldırmaya istekli olduğunu gösterdi. Ancak bu noktada aslında tam bir savaşın tırmanmasını istemediler.

Evet, bunu dikkate almadım çünkü bu büyük bir tepki olarak görülmüyor çünkü İsrail liderliği İran’dan intikamın nasıl alınacağı konusunda çok büyük laflar ediyordu.

Yani İranlılar da çok büyük laflar etti. Evet 300 füze fırlattılar ama İran’dan atmaya karar verdiler. Geleceklerini telgrafla bildirdiler. Aslında ABD’ye de bildirdiler, fırlatma başladığında dolaylı olarak da Mısır üzerinden İsrail’e anlattılar. Saldırının İsrail sınırlarına ulaşması altı saat sürdü ve bu da ABD ve İsrail’e onları vurmaya hazırlanmak için yeterli zaman verdi. Dolayısıyla İran’ın niyetinin mutlaka daha büyük bir savaş başlatacak bir şey yapmak olmadığını düşünüyorum; temelde İsrail’e şunu göstermekti: “Bakın, bunu artık kabul etmeyeceğiz, eğer yüzümüze yumruk atarsanız, şimdi biz de bunu yaparız”, “Sana karşılık vereceğim, bunu daha önce yaptın, insanlara suikast düzenledin, nükleer tesislere saldırdın, biz doğrudan saldırmadık.” İsrailliler de büyük bir saldırı başlatmadı ama yaptıkları saldırı önemliydi çünkü temelde daha az füzeyle ama İran’ın derinliklerinde, İran’ın ortasında ve nükleer tesislere çok yakın bir hedefi vurdular. Yani eğer onlar da mesaj verecek olsalardı, bu mesaj İran’ı çok etkili olabilecek yollarla vurma kapasitesine sahip oldukları mesajıydı ve de verildi. Yani bu durum açıkça iki ülke arasındaki hattı birbirine doğrudan saldırıya önemli ölçüde yaklaştırdı.

‘Kuzey Irak operasyonlarında asıl tehlike ABD ve Türkiye’nin karşı karşıya gelip gelmeyeceği’

Türkiye’nin “bu yaz Kuzey Irak’taki tüm terör unsurlarını temizleyeceğiz” dediği bir döneme girdik. Peki, ABD’nin hâlâ orada binlerce askerinin olduğu ve Ankara’nın hem Suriye’de hem de Kuzey Irak’ta terörist olarak gördüğü unsurları desteklediği göz önüne alındığında, Ankara’nın Kuzey Irak’taki terörle mücadele operasyonları nedeniyle ABD ile Türkiye arasında geçmişte olduğu gibi bir ayrılık yaşanacağını düşünüyor musunuz?

Mümkün. Bunu söylemek zor. Bu, Türklerin ne kadar derine ineceğine, ne kadar süreceğine, Kürt unsurlara karşı ne kadar saldırganlaşacaklarına bağlı. Ancak asıl tehlike Amerika’nın tepkisine bağlı olarak (ABD ve Türkiye’nin) birbirleriyle karşı karşıya gelip gelmeyecekleri.

‘Gazze savaşının seçimler üzerinde etkisi olduğu açık’

Biraz da ABD seçimlerinden bahsedelim. Birkaç ay sonra Kasım ayında seçime gideceksiniz. Ve Trump sus payı davasında suçlu bulundu. Bundan sonra ne olacak? Bu karar Trump’ın kampanyasını nasıl etkileyecek? Peki ABD başkanlık seçimlerinde Gazze katliamı da dahil olmak üzere ülkedeki son trendler sandıklara nasıl yansıyacak?

Tamamen yeni bir alandayız. Demek istediğim, ilk belirtiler Trump’ı destekleyenlerin Trump’ı desteklemeye devam ettiği ve Başkan Biden’ın bu karardan henüz bir destek alamadığı yönünde. Ancak zaman geçtikçe neler olacağını ve Trump yüzünden seçimle ilgili fikrini değiştiren bazı bağımsızların olup olmayacağını göreceğiz.  Sorun şu ki, Başkan Biden ekonomiyle, popülariteyle ve yaşla birlikte kendi sorunlarıyla yüz yüze. Ancak Gazze savaşı aynı zamanda Demokrat Parti içinde kendisinden ve Gazze politikalarından son derece memnun olmayan önemli bir seçmen kitlesini de kızdırıyor. Bunlar gençler, azınlıklar arasında yer alan ilerici insanlar. Sonunda ona mı oy verecekler yoksa hiç oy vermemeye mi karar verecekler bilinmiyor. Ancak Gazze savaşının seçimler üzerinde etkisi olduğu açıkça görülüyor.

‘Amerikalılar bu seçimlerden memnun değil’

Ancak adaylar hakkında konuşurken diğerinden daha iyi bir seçeneğiniz yok.

İşte sorun bu. Sorun da tam olarak bu. Bu yüzden bu kadar öngörülemez. Çok sevilmeyen iki adayınız var. Her ikisi de Amerika’da çok yaşlı. Amerika genelinde insanlar genel olarak bu seçimlerden memnun değiller. Ancak insanların iki kötü tercihe nasıl tepki vereceğini tahmin etmek kolay değil. Çünkü her ikisi için de çekirdek tabanın dışında çok büyük bir coşku yok. Yani insanların coşkuyla Trump’a ya da coşkuyla Biden’a oy verdiğini bildiğinizi söyleyemezsiniz. Sorun hangisinin daha az popüler olacağı ve daha fazla sayıda insanın birine veya diğerine oy vermek yerine hiç oy vermemeye karar verip vermeyeceğidir.

‘Türkiye ya Rusya, Çin ve İran’la çalışarak ya da onlara karşı çalışarak Orta Asya’daki nüfuzunu genişletebilir’

National Interest’te bir makale okudum. Orta Asya ve Güney Kafkasya’daki Türk coğrafyasında artan Türk etkisini analiz ediyordu. Yazar, Türkiye etkisini Sovyet dönemindeki “Rusya dünyası” anlamına gelen “Russkii mir”e benzetmişti. Yani anladığım kadarıyla ABD’nin gözü Türkiye’de ve Türk Dünyasında olup bitenlerde. Analizde Türk Devletleri Teşkilatı’nın büyük önem taşıdığı gerçeği de yer aldı. Özellikle de Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında önemli rol kazanan Orta Koridor nedeniyle… Ve koridor Çin’in Kuşak ve Yol Projesi’nin bir parçası da olabilir.  Türkiye’nin bölgede kayda değer bir role sahip olduğu göz önüne alındığında, ABD dış politikasının Türkiye’ye eskisinden çok daha fazla önem verebileceğini düşünüyor musunuz?

ABD bunu pekâlâ isteyebilir.  Yani Türkiye’nin Türk dünyası ile ilişkileri hem kültürel, hem de giderek ekonomik anlamda artıyor ve bu anlamda Sovyetler Birliği’nden farklı. Ancak aynı zamanda Orta Asya ve Kafkaslar’da, çeşitli yaptırımlar altında ABD ile anlaşmazlığa düşen  Rusya, Çin ve İran’ın, herhangi bir yaptırıma karşı ABD’nin bölgedeki varlığına yönelik çıkarlarını görmemeleri sorunu giderek artıyor. Yani Türkiye ya Rusya, Çin ve İran’la çalışarak ya da onlara karşı çalışarak Orta Asya ve Kafkaslar’daki nüfuzunu genişletebilir. Ve bunlar çok farklı dinamikler çünkü ABD, Rusya, Çin ve İran’ın çıkarları birbirinden çok farklı. Yani bugün Türkiye hâlâ Rusya’nın en büyük ticaret ortaklarından biri. Ancak bu, ABD’nin etkisine yardımcı olmaya çalışan bir ABD ajanı değil. Temelde Avrupa’yı ve ABD’yi doğuyla, Rusya’yla bağlarını koruyarak tanımlıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Türk Dünyası’nda çok önemli bir yere sahip olacağını düşünüyorum. Ancak Rusya, Çin ve İran’la savaş halinde olmayıp Asya’nın batı kesiminde ortaya çıkan jeo-ekonomik gerçekliğin ayrılmaz bir parçası olursa etkisi en büyük olacaktır. Bu gerçeklik Doğu Asya’ya kadar da uzanıyor.

Peki bu yeni gerçeklik nedir?

Gerçeklik şudur: artık İran, Rusya ve Çin’in Avrasya’da bir kara kütlesi oluşturduğu gerçeği ortada. Hepsi ABD ile çatışıyor. Batı Asya’nın en önemli iki bölgesi büyük yaptırımlar altında. Çin de giderek daha büyük yaptırımlara maruz kalıyor. Ve temel olarak Orta Asya ve Kafkasya’ya Avrasya kara kütlesinin bir parçası olarak bakıyorlar.  Ve Amerika’nın bu işin ortasına parmağını sokmaya çalışmasını hoş karşılamıyorlar. Göreceğimiz şey bu gerçektir. Yani Türkiye’nin zaten Rusya ve İran ile çok sıkı ilişkileri var, ticari ilişkileri de var. Ve bunu Orta Asya’ya ve Kafkasya’ya kadar genişletebilir ancak Amerikan dış politikasının işe yarayacağına inanmıyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

“Eylül ayındaki eyalet seçimleri AfD ve BSW için zafer olacak”

Yayınlanma

Yazar

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin ardından Kıta’da yükselen sağa ilişkin analizler, AB’nin geleceğine ilişkin yapılan yorumlarda büyük bir kaplıyor. Fransa’da Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik’in (RN) birinci çıkmasının yanı sıra, Almanya’da da Almanya için Alternatif (AfD), sosyal demokratları geride bırakarak ikinci parti haline geldi. Yine “müessen nizam” karşıtı Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) da katıldığı ilk seçimlerde %6 civarı oy alarak önemli bir çıkış yaptı.

Eski Sol Parti milletvekili ve siyaset bilimci Alexander S. Neu, AP’nin iç bileşiminde önemli bir değişiklik olmasa da özellikle Almanya’da göç, sosyal güvenlik ve Çin-Rusya ile ilişkiler bağlamında AfD ile BSW’nin öne çıktığını ve çıkmaya da devam edeceğini düşünüyor.

Uluslararası sistemde “tek kutuplu” dönemin geride kaldığını ve bu bağlamda “sağ-sol” ayrımından pek bahsedilemeyeceğini savunan Neu, bununla birlikte iç siyasette, özellikle de iktisat politikalarında BSW’nin solda, AfD’nin ise sağda yer aldığını, bu bağlamda bu ayrımların hâlâ geçerli olduğunu düşünüyor. Bizim ülkemizde de yalnızca göçe karşı tutumu ile bilinen AfD’nin iktisadi platform olarak tipik bir neoliberal parti olarak hareket ettiğini söylemesi de dikkate değer. Dahası, AfD ile BSW arasında seçmen geçişinin ne kadar mümkün olduğunu sorgulaması da önemli görünüyor.

Son olarak metindeki köşeli parantezler yazara aittir.

“ÖZELLİKLE DOĞU ALMANYA’DA İNSANLAR RUSYA’NIN TUTUMUNU ANLIYOR”

Avrupa seçimlerinin kıtadaki yankılarıyla başlamak istiyorum. Pek çok insan seçimlerden sonra Avrupa genelinde “aşırı sağ” olarak adlandırılan hareketlerin yükselişinden endişe duyuyor. Bu olgu hakkında ne söylemek istersiniz? Her şeye rağmen Avrupa Parlamentosu’nun “merkezi” sağlam kalmış gibi görünüyor.

Hem evet hem hayır. Evet, çoğunluk hâlâ muhafazakar parti, sosyal demokratlar ve liberallerde elbette. Fakat seçimlerin sonucu bir şeyi gösteriyor. Avrupa her zamankinden daha fazla sağa kayıyor.

Ve bizim iki farklı boyutumuz var. Bir tarafta AfD’ye karşı mücadele eden, Le Pen, Meloni gibi sağcı siyasi partilere karşı mücadele eden siyaset alanı ve medya alanı var. Diğer tarafta ise örneğin Almanya’da, ama sadece Almanya’da değil, tüm Avrupa’da göç konusunda giderek daha fazla endişe duyan ve yerleşik siyasi partilere “hayır, daha fazla göç istemiyoruz” şeklinde bir cevap vermeye çalışan bir nüfus var. Almanya’da, Fransa’da ve benzeri yerlerde çok sayıda suç bağlantılı eylem var. Bu kadar çok göç olmaması için Almanya ve Fransa üzerinde daha fazla kontrole ihtiyacımız var.

Örneğin Fransa’da AfD ya da Marie Le Pen gibi siyasi partiler var. Son birkaç aydır medya, hükümet ve sözde STK’lar tarafından yürütülen uzun ve çok sayıda AfD karşıtı kampanya vardı. Ancak sonuç yine de AfD için iyi.

Peki Avrupa’nın geleceği, örneğin Ukrayna savaşı, Yeşil Mutabakat ya da göç konusunda ne düşünüyorsunuz? Yeni Avrupa Parlamentosu bu politikalar konusunda rotasını değiştirebilir mi?

Çoğunluk hala Yeşiller, Muhafazakâr Parti ve Liberallerin elinde. Dolayısıyla büyük bir değişiklik olmayacak. Bununla birlikte, Ukrayna konusunda bu siyasi partiler için zemin giderek daralıyor. Giderek daha fazla insan Ukrayna ve Rusya arasındaki savaşın ve batının, örneğin Avrupa Birliği’nin, Almanya ve Amerika’nın müdahalesinin Almanya ve Avrupa’daki insanlar için iyi olmadığını görüyor. Giderek daha fazla insan bu savaşa dahil olmak istemiyor. Ve hatta bazı insanlar Rusya’nın tutumunu biraz olsun anlıyor. Almanya’da, özellikle de Doğu Almanya’da bu olguyu görebiliyoruz.

Yeşil Mutabakat. Hem evet hem hayır. Yeşiller ve diğer partiler yeni Yeşil Mutabakat için çok sert ve agresif bir kampanya yürüttüler. Pek çok insan bundan bıkmış durumda çünkü bu yüzden giderek daha fazla para kaybediyorlar. Ve Yeşiller Partisi iyi bir iş çıkarmıyor.

Dolayısıyla bazı siyasi partilerin ve Alman hükümetinin bu agresif tutumu nedeniyle yeni yeşil mutabakat gerçekten de tehlikede.

Ve göç, son soru. Evet, Almanya’da, ama sadece Almanya’da değil, İskandinavya’da, Fransa’da, giderek daha fazla insan, özellikle 2015’te yaşadığımız bu büyük göç konusunda çok öfkeli. Şubat ve Sonbahar 2015 arasında Suriye’den, Irak’tan, hatta Kosova’dan insanların göç ettiğini ve 1 milyondan fazla insanın Almanya’ya geldiğini muhtemelen hatırlıyorsunuzdur. Merkel o zaman “Bunu başaracağız, bunu becereceğiz,” demişti.

Ama hiçbir şey beceremedik. Çok fazla sorunumuz var. İş arayan, daha fazla ücret almak isteyen insanlar arasındaki rekabet, göçmen insanlarla rekabet, daire ve evler konusunda rekabet vb. Dolayısıyla Almanya’da ve sadece Almanya’da değil, Avusturya’da, Fransa’da, İtalya’da çok gergin bir atmosfer var. Bu nedenle gerginlik giderek artıyor. Alman hükümetinin dediği gibi, her şey yolunda ama hiçbir şey yolunda değil.

“ARTIK KİMSE SOSYAL DEMOKRATLARA İNANMIYOR”

Ama SPD hükümeti de göçe karşı tutumunu sertleştirmeye çalışıyor…

Sözel olarak evet ama operasyonel olarak hayır. Sosyal demokratlar ve Yeşiller göçe çok açıklar. Ve bu gerçek bir sorun.

İnsanlar bunu görüyor ve artık sosyal demokratlara inanmıyorlar. Son seçimlerde Sosyal Demokratların neredeyse %2, Yeşiller Partisinin ise neredeyse %9 oy kaybetmesinin bir nedeni de bu. Çünkü artık kimse onlara inanmıyor.

Seçimlerle ilgili en dikkat çekici şeylerden biri de Almanya’da AfD’nin yükselişi. Die Welt’te AfD’nin Almanya’daki yeni İşçi Partisi olduğunu iddia eden bir makale gördüm. Ayrıca AfD’ye oy veren Alman mavi yakalı işçilerle ilgili bazı istatistikler de var. AfD’nin yükselişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Alman siyaseti artık aşırı sağ bir yükselişe doğru mu gidiyor? Ya da AfD hangi platformu temsil ediyor? Çünkü diğer bazı sağ partilerin, örneğin Fransız Ulusal Birlik’in AfD ile arasına mesafe koyduğunu biliyoruz.

Daha önce de söylediğim gibi, Alman hükümeti, STK’lar ve medya tarafından AfD’ye karşı büyük bir kampanya yürütüldüğünü gördük. Ancak yine de AfD hala güçlü ve beş yıl önceki AP seçimine göre, özellikle de Almanya’nın doğusunda daha iyi bir sonuç aldı. İnsanlar artık bu yerleşik siyasi partilere inanmıyor. AfD’ye daha çok inanıyorlar.

Bazı anketlere bakıyorum. Suç oranları. Almanya’ya çok fazla göçmen geldi. İnsanların ilgilendiği sorular bunlar. Ve AfD tam da bu soruyu kullanmak ve cevap vermeye çalışmak konusunda çok ama çok akıllı.

Benim için bu ilginç çünkü AfD neoliberal bir parti, tıpkı sosyal demokratlar, Yeşiller Partisi ya da Muhafazakâr Parti gibi.

Buna rağmen işçi sınıfı AfD’ye, örneğin Sahra Wagenknecht İttifakı’ndan bile daha fazla oy veriyor. En azından şu anda pek çok insan, işçi sınıfından insanlar, AfD’nin ekonomik ve sosyal sorularını ve konularını anlamıyor bile. Gördükleri ana konular göç, göç, göç. Ve AfD bunu sahip olduğu gündemlerle çözüyor.

“AfD NEOLİBERAL BİR PROGRAMA SAHİP”

Yani sonuçta işçi sınıfı kendi çıkarları doğrultusunda oy kullanmıyor. Çünkü AfD neoliberal bir parti. Zengin insanlar için bir parti. Yüksek akademik seviyeye sahip, parası olan insanlar için bir parti, vesaire vesaire. Manifestolarına göre gerçek bir işçi partisi değil.

Bu çok önemli çünkü Türkiye’de de pek çok insan AfD’nin ekonomik ya da siyasi duruşunu bilmiyor. Bildiğiniz gibi Türkiye’de de bir göç sorunu var ve şu anda Türkiye’de göç karşıtı bazı partiler kuruluyor. Ama yine de dediğiniz gibi liberal bir ekonomik platforma sahipler. Ve burada AfD’nin neoliberal ekonomik programından bahsetmeniz ilginç.

Evet, öyle. Alice Weidel tipik bir neoliberal kadın. Ve Batı Almanya’dan geliyor.

AfD’nin biraz ikiye bölünmüş olduğunu görmelisiniz. Doğu Almanya AfD’si ve Batı Almanya AfD’si. Batı Almanya daha neoliberal. Alice Weidel gibi. Doğu Almanya ise daha sosyal yönelimli. Eşbaşkan Tine Chrupalla daha sosyal yönelimli. Ancak yine de bu partinin manifestosu, programı tipik neoliberal.

Ayrıca Almanya’nın doğusunda, Almanya’nın müesses nizam partisi CDU, Hıristiyan Demokratlar şu anda ikinci parti konumunda ve tüm Almanya’da birinci parti oldular. Peki CDU’nun yükselişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü Hıristiyan Demokratlar aynı zamanda Ukrayna yanlısı bir parti. Kiev’e silah göndermek istiyorlar ve Rusya’ya karşı savaşı sürdürmek istiyorlar. Ayrıca Merkel döneminin Rusya ve ucuz Rus enerjisiyle ilgili politikasını da kestiler. Aynı zamanda bir savaş partisi olan CDU’yu insanlar neden seçti?

Bu muhtemelen sorabileceğiniz en ilginç soru. Alman halkının şu ya da bu siyasi partiye oy verme konusundaki siyasi davranışını hiçbir zaman anlayamadım.

CDU, sosyal demokratların Ukrayna ve benzeri konularda yaptıklarının aynısını yapıyor. Amerika ile ilgili olarak, transatlantik pozisyonla ilgili olarak, CDU tıpkı Yeşiller gibi, liberal parti gibi aynı şeyi yapıyor. Ve insanlar diyor ki, tamam, trafik ışığı [koalisyonu], bıktık; CDU’ya oy veriyoruz. Bu bana insanların siyaseti okumak ve anlamakla gerçekten ilgilenmediklerini gösteriyor. Aksi takdirde başka bir partiye oy verirlerdi. Diyelim ki BSW’ye, hayvanları koruma partisine, AfD’ye, her neyse. Çok sayıda siyasi partimiz var. Almanya’da 40’tan fazla partiye oy verilebilir.

Bu trafik ışığı koalisyonu; işe yaramıyor. CDU bir sonraki hükümet olacak. İki yıl sonra CDU’yu desteklemeyeceğim. Bu yüzden yine sosyal demokratlara oy vereceğim. Yani bir partiden başka bir partiye, başka bir partiden ilk partiye zıplamak; ama gerçek bir alternatif yok.

Bu da bana insanların siyasi programlarla gerçekten ilgilenmediğini gösteriyor. Okumuyorlar, anlamıyorlar. Sadece, ah, geçen sefer bir parti var, şimdi aynısını yapmak daha iyi diyorlar. Gerçekten anlamadığım şey de bu. 

“ALMANYA’DA ERKEN SEÇİM OLACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM”

Peki sizce Almanya’da bir erken seçim olacak mı?

Hayır, sanmıyorum. Eylül 2025’te yapılacak bir sonraki seçime iki yıldan az bir süre kaldı. Parlamentoda bulunduğum süre boyunca anladığım kadarıyla insanlar parlamentoda olmayı, para kazanmayı, medyanın ilgisini çekmeyi ve benzeri şeyleri seviyorlar. Hayır, artık hiçbir şey başaramasalar bile trafik lambası koalisyonu olarak birlikte kalacaklar. Son güne kadar kalacaklar. Bu insani bir davranış, en azından Almanya’da. Trafik lambası koalisyonunun dağılacağını ve dönem sonundan önce biteceğini düşünmüyorum. Böyle bir şey olmayacak.

Eylül ayındaki eyalet seçimleri; Thüringen, Saksonya ve Brandenburg…

Bunlar Avrupa Parlamentosu seçimleri gibi gerçekten önemli göstergeler. Büyük olasılıkla 2025 yılında Almanya düzeyinde nasıl bir sonuç çıkacağına dair çok önemli göstergeler.

“AfD VE BSW AYRI SEÇMEN TABANINA SAHİP”

Yeni partiler hakkında konuşalım. Sahra Wagenknecht İttifakı, BSW. Seçimlerden sonra Wagenknecht, yeni partinin artık kendini kanıtladığını ve BSW’nin yeni hedefinin eylül eyalet seçimlerinde eyalet hükümetlerinde temsil edilmek olduğunu iddia etti. Bu partinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Özellikle Almanya’nın doğusunda AfD için bir alternatif olabilir mi?

Hayır, pek değil. BSW’ye en çok seçmen CDU ve sosyal demokratlardan geldi. Her iki partiden 1 milyon seçmen gelirken AfD’den sadece 140.000 seçmen geldi. Dolayısıyla BSW’nin AfD’den oy alacağını söylemek doğru değil, en azından bu seçimle ilgili olarak doğru değil.

Örneğin geçtiğimiz hafta sonu AfD’ye oy verenlerin %46’sı ilk konularının göç olduğunu ve sadece %17’si barışı kurtarmak olduğunu söyledi.

BSW ile ilgili olarak ise işler tam tersine dönüyor. Barışı kurtarmak %37’ydi. Göç ise sadece %25. Yani ortada gerçek bir rekabet yok. Farklı anlayışlara sahipler.

Yani iki parti şimdi iki ayrı seçmen tabanı oluşturuyor.

Evet. Bu seçimden sonra benim izlenimim bu yönde. Örneğin sosyal güvenlik, refah ve benzeri konuların etkisi BSW seçmenlerinde %22, AfD seçmenlerinde ise sadece %15.

BSW gerçekten de sol bir parti. Ve bu, orijinal Sol Parti’nin [Die Linke] bakiyesidir. Geçen yıl kasım ayında bu partiden ayrılana kadar üyesiydim. Pek çok insan Sol Parti’den ayrıldı ve Sol Parti aşağı yukarı öldü. Ve BSW giderek daha fazla Sol Parti’nin yerini alıyor.

Peki BSW’nin bazı eyalet hükümetlerinde temsil edilebileceğini düşünüyor musunuz?

Eylül ayındaki seçimlerden sonra, AfD’ye benzer bir durumla karşı karşıya kalacağız. AfD Doğu Almanya’da batı Almanya’dan çok daha güçlü. BSW de Doğu Almanya’da Batı Almanya’dan daha güçlü. Dolayısıyla bana göre Eylül ayında Thüringen, Saksonya ve Brandenburg’da yapılacak bu üç seçim BSW ve AfD için büyük bir zafer olacak.

“İÇ POLİTİKADA SAĞ VE SOL AYRIMLARI HÂLÂ GEÇERLİ”

Görünen o ki Die Linke’nin işi artık bitti…

Die Linke siyasi parti meselesi açısından bitmiştir. Ancak sol fikri bitmiş değil. BSW adıyla varlığını sürdürecek.

Ama biliyorsunuz, BSW liderlerinin açıklamalarını okuduğumda, siyasi yelpazeyi artık sol ve sağ olarak ayırmadıklarını görüyorum. Sahra Wagenknecht de seçimlerden sonra insanların sağ ve solla ilgilenmediğini söyledi.

Bence suç gibi iç meseleleri, iktisadi meseleleri ve toplumsal meseleleri ayrı tutmamız gerekiyor. Hâlâ sol ve sağ kategoriler arasında düşünülmesi gerekenler var.

Fakat Rusya, Ukrayna, Çin, ABD-Transatlantik ilişkileri gibi uluslararası meselelerde artık sağ ve sol diye bir kategori yok. Az çok sol partilerimiz ve muhafazakar partilerimiz tamamen transatlantik, tamamen ABD’ye bağlı, tamamen ABD’ye hizmet eden, kendi ulusal çıkarlarını kullanmayan partiler.

BSW ya da AfD gibi iç meselelerde tamamen farklı olan başka partilerimiz de var. Ama bazı uluslararası meselelerde aynılar. Örneğin BSW, Rusya ve Çin ile barış ve iyi bir ilişki istiyor. Yani yeni bir çağdayız. Tek kutuplu dünya düzeni sona erdi. AfD de benzer bir gelecek görüyor. Yani bu uluslararası bir mesele ve artık sol ya da sağ kategorileri yok. Ancak iç meselelerde hala [sol ve sağ] var.

O zaman şunu söyleyebiliriz: Eyalet seçimleri ya da Federal Meclis seçimleri gibi yaklaşan seçimlerde BSW iç politikada barış politikaları ve sosyal güvenlik politikaları izleyecek. AfD ise giderek daha fazla göç politikalarına yöneliyor.

Evet ama göç konusu AfD kadar güçlü olmasa da BSW için bile önemli bir konu. BSW de Almanya’ya ve Avrupa’ya göçü kontrol etmemiz gerektiğini söylüyor. Bu çok fazla. Kontrol etmemiz gerekiyor.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Kalkınma Yolu, Avrupa ile Asya arasındaki ticaret açısından da umut verici’

Yayınlanma

Irak Ticaret Bakanı Etir Davud Selman Al-Greyri, Harici’ye konuştu: “Kalkınma Yolu projesi, Irak pazarının yanı sıra Avrupa ile Asya arasındaki ulaşım ve ticaret biçimi açısından da umut vadediyor.”

Irak Ticaret Bakanı Etir Davud Selman Al-Greyri, Harici’den Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı. Iraklı Bakan, Kalkınma Yolu Projesi, Türkiye-Irak ilişkileri, bölgedeki diğer dış yatırımlar ve ülke ekonomisiyle ilgili değerlendirmelerde bulundu.

Irak Kalkınma Yolu Projesi ile ilgili öngörüleriniz nelerdir? Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Çin ziyaretinde projeden bahsetti. Türkiye projeye büyük önem veriyor. Irak için ne anlama geliyor?

Çok önemli bir proje. Bugün Irak’la imzalanan anlaşmanın ardından ve Irak, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Türkiye arasında Mutabakat Zaptı imzalandıktan sonra Türkiye de projenin vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Kalkınma Yolu projesi, Türkiye’nin bugün Irak’ın üçüncü büyük ticaret ortağı olduğu göz önüne alındığında, Irak pazarının yanı sıra Avrupa ile Asya arasındaki ulaşım ve ticaret biçimi açısından da bir gerçeklik ve umut verici bir gelecek oluşturmaktadır.

Irak ve Çin’in ticari ilişkilerinden bahseder misiniz? Projenin Çin’in Kuşak ve Yol projesi ve Orta Koridor ile bağlantısından da bahsediliyor… Amerikan işgalinden sonra Irak’ın imajı tamamen yerle bir olmuştu. Sizce bu proje ve ortaya çıkacak faydaları sayesinde Irak yeniden Orta Doğu’nun yıldızı olacak mı?

Irak ile Çin arasındaki anlaşmalar hâlâ iyi durumda ve iki ülke arasındaki ticari ilişkiler oldukça kapsamlı. Ancak Irak’ın ithalatı daha büyük bir rol oynuyor. Genel olarak malların dış ticaret hacmi ise 73 milyar dolardır. Bunda aslan payı ya da en büyük pay Çin’e ait.

Bu arada Irak ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi ve gelişimine de odaklanıyoruz. Irak’ın tüm ülkelerle iyi ilişkileri var ve Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyareti de bunun kanıtıydı. Bu ticareti geliştirecek önemli mutabakat anlaşmalarının imzalanması için gerçek bir iz oluşturuyor.

BAE, Katar, Türkiye ve Irak’ın projedeki rolleri nelerdir? 20 milyar dolarlık yatırım ülkeler arasında nasıl paylaşılacak?

Hangi ülkeye ne kadar yatırım payı düşüyor, bundan bahsetmek için henüz çok erken ama Irak’ın ana ortağı Türkiye. Elbette Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden destek alacağız.

Türkiye bu yaz Süleymaniye’de terörle mücadele operasyonu sözü verdi ve PKK ve kollarına karşı Irak’tan Türkiye’ye destek sözü verildi. Peki Irak’tan terör silinecekse bu durum ticareti, uluslararası ilişkileri ve ticaretteki barış ortamını nasıl etkileyecek?

 Yeni anlaşma nedeniyle Irak uydu olmuş olmuyor. Çünkü yeni hükümetin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Irak’ın güvenliği ve gelişimi oldukça fazla. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretinin ardından genel olarak özellikle ticaretle yeni bir ilişki kuruluyor.

Bu hükümet, Irak’ta yatırım yapmak isteyen her ülkeyi olumlu bir rol üstlenmeye ve memnuniyetle karşılamaya karar verdi. Irak, fiili adımlar yoluyla bölge için olumlu bir unsur olmayı gerçekten çok istiyor. Arabuluculuk yapmaya başladı. Irak günümüzde Türkiye, İran ve ABD’nin tam ortasında yer alıyor. Gazze’de yaşananlara gelince Irak, Filistin halkını destekliyor. Ortadoğu’yu bilirsiniz, ülkemiz bu bölgedeki tüm çatışmalarda olumlu bir rol üstlenmek istiyor. Bu hükümetin temel hedefi sadece yatırım ve iş ortamını geliştirmektir. Ve ilk şey elbette ticaret ve dış ticaret konusu…

Irak ticaretini, bölgedeki ve küresel çaptaki dış ticareti büyütmeye yönelik en güncel stratejileriniz neler? 

Bugün Irak, 2003 öncesindeki Irak’tan çok farklı; çünkü o dönemde sosyalist olan siyasi sistem artık kapitalizme dönüştü. Özel sektörün piyasaya girmesine izin verilmiyordu. Sınırlı sektörler vardı. 2003’ten sonra Irak ve ekonomi değişti. İşletmeler değişti. Sözleşmeler değişti. Bu nedenle özel sektörde çevre ülkelerden ve yabancı ülkelerden çok sayıda ortağımız var. Ve bu şirketlerin Irak’ta faaliyet göstermesine ve hükümetin kontrolü altında iş yapmasına izin veriliyor. Bugün onlarca özel bankamız var. 2003’ten önce izin verilmeyen bankacılık ve para transferi gibi şeylere başladık. Bugünlerde Irak’ta işler değişti. Harita da değişti. Giderek daha fazla güvenliğe ve istikrara sahibiz. Bu hükümet 2 yıl önce göreve başladı. Önceden terörü bitirmek istiyordunuz, IŞİD’in sıkıntısını çekiyordunuz. Bugün ise Irak’ta güvenle çalışan 85’ten fazla Türk şirketiniz var. Bu son iki dönemde herhangi bir sorun yok. 

Ancak Irak’ın son 20 yılda yaşadığı olağanüstü koşullar dikkate alındığında bu dönüşüm hibrit bir hal alıyor. Şimdi gerçek ekonomik dönüşüm için reformlar, mevzuat ve yasa tasarısı ile başladık ve bu aşamada özel sektöre ve özel şirketlere önemli bir rol verdik. Bu nedenle özel sektör, kamu sektöründen çok daha değerlidir. Hükümet, özel sektöre önemli bir rol verecek ve iş ortamını, dijital ve elektronik dönüşümü iyileştirecek, yolsuzluk ve bürokratik zorlukları ortadan kaldıracak; bu saydıklarım aslında Irak’ta her süreci aksatan veya her büyüme veya gelişme sürecini engelliyor. Böylece gerçek adımlarla işe başladık ve ilgili tüm kurumlar bunu belirtti ve birçok ülke Irak’ın başarısına dikkat çekti. Allah’ın izniyle yakın zamanda güvenli ve endüstriyel şehirlere yönelik de gerçek adımlar atmaya başladık.

Son soru… Amerikalıların kalmasını mı istiyorsunuz yoksa gitmesini mi?

Irak’ın çıkarlarına hizmet eden her ülke memnuniyetle karşılanır. Amerika olup olmaması önemli değil. ABD dost bir ülkedir. Biz Amerika’ya terör ülkesi olarak bakmıyoruz. Aynı zamanda bir ortaktır. ABD ve Çin ile birçok anlaşmamız var. Birbirimize saygı duymak zorundayız. Ayrıca eşit uluslararası ilişkiler için bizim açımızdan hiçbir ülke arasında fark yoktur.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English