Bizi Takip Edin

Dünya Basını

İşçi sınıfı yeşil dönüşümden hoşnut değil

Yayınlanma

“İşçi sınıfının bu tiplere güvenmemesine şaşmamalı. İdeolojilerine sözüm ona nihai hedeflerinden ve kesinlikle işçi sınıfının refahına olduklarından daha fazla bağlılar.”

Çevirmenin notu: Aşağıda tercümesi verilen blog yazısı, daha önce New York Times, Washington Post ve Economist gibi önde gelen ana akım gazete ve dergilerde köşe yazan Amerikalı siyaset bilimci Ruy Teixeira’nın Substack hesabında yayımlandı. İklim değişikliği gündeminin şaibeli pek çok tarafı var. Bunun Amerikan oligarkları açısından en büyük avantajı şuydu: Hindistan ve Brezilya gibi gelişmekte olan ülkeler daha az fosil yakıt tüketmeye razı olursa, bu onların iktisadi kalkınmasının altını oyacak, zira “alternatif enerji kaynakları” denilen şeyler çok daha pahalı. Diğer yandan iklim değişikliğine karşı alınan tedbirlerden doğan maliyetler, büyük sermayeden çok çalışan kesimin sırtına yükleniyor. Teixeira, kamuoyu yoklamalarına atıfta bulunarak, bu riyakarlığın işçi sınıfından büyük ölçüde destek görmediğine dikkat çekiyor.


İşçi sınıfı yeşil dönüşümden hoşnut değil

Ruy Teixeira
13 Nisan 2023

Demokratların umursamazca görmezden geldiği inatçı gerçek

Demokratların ekonomi stratejisini, Biden, diğer üst düzey Demokratlar ve Demokrat eğilimli uzmanların oluşturduğu galaksi tarafından “varoluşsal kriz” olarak adlandırılan iklim değişikliğiyle mücadeleye odaklanmaktan daha iyi tanımlayan bir şey yoktur. Pratikte bu, ekonominin “yeşil” endüstriler etrafında yeniden yapılandırılması ve rüzgâr ve güneş enerjisine dayalı bir enerji sistemine hızlı bir geçiş anlamına geliyor. Demokrat seçkinler ve aktivistler, bu yaklaşıma çok ama çok bağlılar ve bunun gerçekleşmesi için yüksek maliyetler ödemeye de hazırlar. Nihayetinde, sadece varoluşsal krizin önlenmeyeceğini, aynı zamanda herkesin mutlu ve müreffeh olacağını iddia ediyorlar. Bu arada, yumurtaları kırmadan omlet yapamazsınız!

Peki işçi sınıfına iklim değişikliği ordusuna katılmak isteyip istemediklerini soran oldu mu? Kamuoyu yoklamaları, iklim değişikliği konusunun bu seçmenler nezdinde yüksek bir öneme sahip olmadığını ve bu uğurda fedakârlık yapmakla pek ilgilenmediklerini defalarca gösterdi. Son veriler bu seçmenlerin konuya pek itibar etmediklerinin altını çiziyor.

  1. Monmouth’un yeni bir anketinde, açık uçlu bir soruda işçi sınıfı (üniversite dışı) seçmenlerin sadece yüzde biri iklim değişikliğini ailelerinin karşı karşıya olduğu en büyük endişe olarak tanımlıyor. Öte yandan, işçi sınıfı seçmenlerin yarısı, federal hükümetin son altı aydaki eylemlerinin ailelerinin ana endişesine gerçekten zarar verdiğini söylüyor; sadece yüzde 9’u federal eylemin yardımcı olduğunu söylüyor. İşçi sınıfı seçmenlerinin yüzde 55’i ise Biden’ın politikalarının “orta sınıf ailelere” hiç yardımcı olmadığına inanıyor. Hmm…
  2. Biden yönetimi elektrikli araçlar için tam saha pres yapıyor. Fakat işçi sınıfı pek ilgili değil. Gallup’un yeni bir anketine katılan işçilerin sadece yüzde 2’si şu anda bir elektrikli araca sahip olduğunu söylerken, sadece yüzde 9’u bir elektrikli araç satın almayı “ciddi olarak düşündüğünü” belirtiyor.
  3. Chicago Üniversitesi Enerji Politikası Enstitüsü, AP-NORC ile işbirliği içinde her yıl iklim konusundaki tutumlara ilişkin bir anket düzenliyor. Bu yılki anket, iklim değişikliği konusunda daha fazla değil daha az aciliyet olduğunu ortaya koyuyor. 2018’deki en yüksek noktaya kıyasla, Amerikalıların genelinde ve lise veya daha az eğitimli olanlar arasında iklim değişikliğinin tamamen veya çoğunlukla insan faaliyetlerinden kaynaklandığını söyleyenlerin oranında 11 puanlık bir düşüş oldu.
  4. Anket ayrıca gazla çalışan otomobillerin elektrikli araçlar lehine aşamalı olarak kullanımdan kaldırılmasına yönelik düzenleyici hamlelere de çok az ilgi olduğunu ortaya koyuyor. Amerikalıların sadece yüzde 27’si Kaliforniya ve diğer bazı eyaletlerde olduğu gibi 2035 yılına kadar tüm yeni araçların elektrikli araç ya da şarjlı hibrit olmasını istiyor. İşçi sınıfı seçmenleri arasındaki desteğin bu mütevazı rakamdan daha az olduğunu varsaymak makul (Yeni veriler demografik gruplara göre çok fazla dağılım sunmuyor).
  5. Kritik bir şekilde, Amerikalıların iklim değişikliğiyle mücadele etmek için üstlenmeye istekli olacakları maliyetler açısından anket, Amerikalıların yalnızca yüzde 38’inin iklim değişikliğiyle mücadele etmek için aylık hane halkı enerji harcamalarında 1 dolar bile fazladan ödemeye istekli olduğunu ortaya koyuyor. Bu, AP-NORC’un bu soruyu sormaya başladığı 2016 yılından bu yana en düşük rakam. Bu oran 2021’den bu yana 14 puan, 2018’deki en yüksek noktasından bu yana ise 19 puan düştü.
  6. Önceki anketlerden elde ettiğim mikro veriler üzerinde yaptığım analizden yola çıkarak, bugün işçi sınıfından Amerikalıların yaklaşık yüzde 30’unun iklim değişikliğiyle mücadele için ayda fazladan bir dolar ödemeye istekli olduğunu söyleyebiliriz. Ayda 10 dolar gibi cüzi bir meblağdan bahsettiğimizde ise işçi sınıfının desteği muhtemelen yüzde 18 civarında.

Bu epey düşük! Bol, ucuz, güvenilir enerji seferberlik haline gelmedikçe ve üniversite eğitimli Demokratların maliyeti ne olursa olsun rüzgâr, güneş ve elektrikli araçlar etrafında inşa edilmiş bir ekonomiye kültürel bağlılığı ile ilgili olmadıkça, işçi sınıfının temiz enerji geçişini desteklemesini nasıl sağlayabileceğinizi anlamıyorum. İşçi sınıfı ilkin belki katılsa da ikincisiyle aynı fikirde değil.

Enerji bolluğu yaklaşımı, aslında Biden’ın Alaska’daki Willow petrol sondaj projesine yeşil ışık yakarak doğru olanı yaptığını kabul edecektir. Elbette iklim aktivistleri ve uzmanlar çok öfkeli ve suçlamalar yağıyor. Ancak bu tam da işçi sınıfı seçmenlerinin istediği şey; yani fosil yakıtlar da dahil olmak üzere enerji kaynaklarının bir karışımını kullanmaya devam ederken yenilenebilir enerjileri ilerleten bir “yukarıdakilerin hepsi” stratejisi. Ve onların istediği şey, ucuz enerjinin güvenilir ve emniyetli bir şekilde tedarik edilmesini sağlarken, temiz bir enerji geçişini sürdürmek için en pratik yola karşılık geliyor. İklim aktivistlerinin Biden’a baskı yapması gibi bu yaklaşıma karşı çıkmak, sanayi sonrası metropoller ile orta Amerika arasındaki, Demokrat seçkinler ile işçi sınıfı arasındaki büyük uçurumu vurguluyor.

Bu hakikaten de çılgınlık. Biden’ın Demokrat Parti’yi yenilenebilir enerji saplantısından uzaklaştırmak için daha az değil daha fazla çaba göstermesi gerekiyor. İklim aktivistleri Willow projesi hakkında öfkelerini kusmak yerine neden Nükleer Düzenleme Komisyonunun (NRC) radikal bir şekilde yeniden yapılandırılmasını talep etmiyorlar? NRC’nin yeni nesil reaktörlere yönelik yeni düzenlemeleri 1200 sayfadan oluşuyor ve yürürlükte kalmasına izin verildiği takdirde ülkede ve hatta tüm dünyada ciddi biçimde ihtiyaç duyulan nükleer rönesansı etkili bir şekilde engelleyecek. NRC merkezinin dışında neden göstericiler yok? NRC endüstriyel ekonomiyle en uyumlu temiz enerji kaynağını torpillerken arazi oluyorlar.

İşçi sınıfının bu tiplere güvenmemesine şaşmamalı. İdeolojilerine sözüm ona nihai hedeflerinden ve kesinlikle işçi sınıfının refahına olduklarından daha fazla bağlılar.

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.

İsrail Hegemon Olamaz

İsrail hükümeti, bölgesel hakimiyet için hamle yapıyor; ancak bu büyük ihtimalle başarılı olmayacak.

Stephen M. Walt, 16 Haziran 2025

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.

Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?

İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?

Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.

Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.

Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.

Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.

Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.

İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.

En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.

Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.

Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English