Bizi Takip Edin

Görüş

Trump’ın Gazze planının ardındaki gerçekler ve daha derin motivasyonlar

Avatar photo

Yayınlanma

7 Şubat’ta, ABD Başkanı Trump Gazze’nin yeniden inşasıyla ilgili en son açıklamasını yaparak, ABD’nin Gazze’de bir yatırımcı olacağını ancak harekete geçmek için acele etmeyeceğini ve önceliğinin Ukrayna Devlet Başkanı Zelensky ile görüşmek olduğunu belirtti. Bu açıklama, Trump’ın daha önce dile getirdiği “Gazze’yi boşaltma” ve “Gazze’yi devralma” duruşlarına bir ek olarak düşünülebilir. Trump’ın Gazze’nin geleceğine yönelik vizyonu rastgele ya da sistemsiz bir planlamadan kaynaklanmıyor gibi görünüyor. İlk amacı Gazze’deki insani felaketi kapsamlı bir şekilde ele almak olabilir, ancak bu vizyon esasen İsrail’in aşırı sağ güçlerinin tutumunu yansıtmakta ve İsrail’in çıkarlarına ve ABD-İsrail özel ilişkisine gösterdiği olağanüstü önemi vurgulamaktadır. Bu durum, Trump’ın ilk dönemindeki politikalarının bir devamı niteliğindedir.

Trump, 25 Ocak’tan itibaren, Beyaz Saray’a dönüşünden itibaren, farklı zaman ve mekanlarda Gazze’nin geleceğiyle ilgili bir dizi “yeni fikir” ortaya attı. O gün, Las Vegas’tan Miami’ye giderken, Air Force One uçağında gazetecilere, “Gazze’yi boşaltma” planını resmi olarak önereceğini ve Gazze’yi “bir yıkım alanı” olarak tanımladığını söyledi. 30 Ocak’ta, Trump bir kez daha Mısır ve Ürdün’ün Gazze’den göç eden kişileri kabul edeceğini belirtti.

4 Şubat’ta İsrail Başbakanı Netanyahu ile yaptığı görüşmeden sonra Trump, ABD’nin Gazze’yi “devralacağını” ve bu bölgede çalışacağını medyaya açıkladı. “Gazze’yi sahiplenip oradaki tüm tehlikeli patlamamış bombaları ve diğer silahları temizleyeceğiz, hasar görmüş evleri yıkacağız ve bölge halkına sınırsız istihdam ve konut sağlayacak bir ekonomik kalkınma projesi yaratacağız,” dedi.

Trump, Gazze’nin on yıllardır “ölüm ve yıkımın simgesi” haline geldiğini ve ölüm ve acı çeken Filistinliler tarafından yeniden inşa edilmemesi gerektiğini söyledi. Gazze’deki Filistinlilerin, “insani değerlere sahip diğer ülkelere” taşınması gerektiğini savundu. ABD’nin Gazze’ye asker göndermeye hazır olup olmadığı sorulduğunda, Trump bu olasılığı dışlamadı ve ABD’nin Gazze’yi “uzun süre sahiplenebileceğini” ifade etti.

Netanyahu, Trump’ın önerisini büyük bir coşkuyla övdü ve bunu “alışılmadık düşünme biçimlerini kırmaya ve taze fikirler sunmaya istekli” olarak tanımladı. Ayrıca, bunun “duyduğu ilk iyi fikir” olduğunu söyledi ve “araştırmaya, uygulamaya ve tamamlamaya değer olduğunu” belirtti. Netanyahu, “Gazze’yi boşaltmanın” ABD askerlerini gerektirmediğini de ekledi. 6 Şubat’ta, İsrail’in Channel 14 kanalı, Netanyahu’nun ABD ziyareti sırasında açık bir şekilde, “Suudi Arabistan’da bir Filistin devleti kurulabilir; orada çok fazla toprakları var,” dediğini aktardı.

Aynı gün, İsrail’in aşırı sağ figürlerinden Savunma Bakanı Katz, Gazze’deki halkın, kendilerini kabul etmek isteyen herhangi bir ülkeye göç etmelerine izin verecek bir plan hazırlaması için İsrail Savunma Kuvvetleri’ne talimat verdiğini açıkladı. Bu planın deniz, kara ve hava çıkış noktalarını kapsadığı bildirildi. Katz, Gazze halkının özgürce göç etme hakkına sahip olması gerektiğini ve bunun tüm dünyada yaygın bir uygulama olduğunu savundu.

Gözlemciler, Trump’ın seçim kampanyası sırasında Filistinlilere “sempati duyan” bir yaklaşımla “Gazze’yi boşaltma” önerisini dile getirdiğini belirtti. Trump, Gazze’yi “adeta bir yıkım alanı, neredeyse her şey yok edilmiş, insanlar ölüyor” şeklinde tanımlamıştı. Bu nedenle, ABD’nin bazı Arap ülkeleriyle işbirliği yaparak, bu insanları yerleştirecek konutlar inşa etmeyi ve onların barış içinde yaşamalarını sağlamayı umduğunu söylemişti.

ABD medyasına göre, bu girişimin arkasındaki kişi, George Washington Üniversitesi’nde ekonomi ve uluslararası ilişkiler profesörü olan Joseph Pelzman. Trump’ın talebi üzerine Pelzman, Temmuz 2024’te Trump ekibine sunulan bir Gazze yeniden inşa planı hazırladı. Bu planın özü, Gazze’nin nüfusunun tamamen yer değiştirilmesi, bölgenin temizlenmesi ve sıfırdan yeniden inşa edilmesiydi. Ancak, bu ekonomik plan yalnızca Gazze’nin ekonomik ve sosyal iyileşmesine odaklanıyormuş gibi görünse de, uluslararası siyaset ve jeopolitik çatışma bağlamında, bu öneri masum bir girişim olmaktan uzaktır. Aksine, bu plan, Gazze’nin geleceği ve Filistin sorununun çözümü konusundaki karmaşık bir oyunun parçasıdır. Aynı zamanda, İsrail’in aşırı sağ güçlerinin, iki devletli çözümü reddeden ve Filistin sorununu sıfır toplamlı ve tek taraflı bir şekilde çözmeye yönelik tarihsel hesapları ve mevcut önerileriyle uyumludur.

Trump, Beyaz Saray’a döndükten sonra, “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi devralma” planlarını hızla gündeme getirdi ve bu planlar İsrail yetkilileri tarafından coşkuyla desteklendi. Bu durum, Trump’ın Gazze’deki 2 milyondan fazla Filistinlinin trajik durumuna sempati duyuyor gibi görünmesine rağmen, aslında İsrail’in aşırı sağ güçlerinin desteklediği “Büyük İsrail” planını teşvik ettiğini göstermektedir. Sonuç olarak, bu girişim dünya kamuoyundan büyük bir kınama dalgasıyla karşılaştı.

Trump’ın önerisi, yalnızca Birleşmiş Milletler Şartı’nı, uluslararası hukuku ve insancıl hukuk ilkelerini ihlal etmekle kalmayıp, Filistinli yerlilerin sürekli ikamet, yaşam ve kalkınma haklarını ciddi şekilde ihlal etmektedir. Dahası, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi BM üyesi ülkelerin egemenliğini açıkça çiğnemektedir. Bu durum, masumların çıkarlarını feda ederek bencil çıkarları tatmin eden bir haydut mantığını yansıtmaktadır.

Görünürde, bir yıldan fazla süren acımasız savaştan sonra Gazze Şeridi insan yaşamı için gerçekten de elverişsiz: Yaklaşık 50.000 Filistinli öldü, 100.000’den fazla kişi yaralandı veya sakat kaldı, halkın %90’ı yerinden edildi, evlerin %92’si savaş nedeniyle zarar gördü, 36 hastanenin hiçbiri tam anlamıyla çalışamaz durumda, çoğu bölge harabeye dönüştü ve altyapının büyük bir kısmı yok edildi. BM’nin ilgili kurumlarına göre, savaş enkazı yaklaşık 50 milyon ton olup, tamamen temizlenmesi 25 yıl sürebilir. Gazze’nin yeniden inşası için 40 ila 50 milyar dolar, hatta 80 yıl gerekebilir.

Ancak, “yeryüzündeki cehennem” olan Gazze’nin nasıl yeniden inşa edileceği, ABD veya İsrail tarafından değil, Filistinliler tarafından BM çerçevesinde belirlenmeli ve uluslararası toplumun kolektif istişaresiyle kararlaştırılmalıdır. Gazze’nin yeniden inşası, “Gazze’yi boşaltma” veya Gazze’nin Filistinli olmayanlar tarafından kontrol edilmesi fikrine dayanmamalıdır. Bu süreç, komşu Arap ülkelerinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü feda etme pahasına olmamalı ve İsrail-Filistin çatışmasını “iki devletli çözümü” gömen bir alternatife dönüştürmemelidir.

Trump’ın sözde yeni önerileri, yalnızca Siyonizmin eski ürünlerinden ibarettir ve “Büyük İsrail” savunucularına destek sağlar. Uzun süredir Siyonistler, “İsrailliler toprağı olmayan bir halktır, Filistin ise halkı olmayan bir toprak” gibi saçma tezleri savunarak Filistinli yerli halkı ata topraklarından çıkarmaya çalışmaktadır.

Bu planlar, Filistin meselesini bir “mülteci sorunu” olarak görerek, Filistin halkını çevredeki Arap ülkelerine empoze etmeyi amaçlamaktadır. Bunun nihai amacı, İsrail halkının huzur içinde yaşamasını sağlamak ve Avrupa’nın Yahudilere yönelik tarihsel baskı ve soykırımlarından kaynaklanan suçluluğunu telafi etmektir. Ancak bu süreç, Filistinlilerin doğal haklarını ve refahlarını feda ederek İsrail’in çıkarlarını önceliklendirir.

Filistinli yerliler için bu durum, yalnızca bir nankörlükle karşılaşmak değil, aynı zamanda başkalarının tarihsel borçlarının bedelini ödemek anlamına gelir.

İsrail’in aşırı sağcı güçleri uzun süredir özellikle Batı Şeria’da Filistin topraklarını zorla ele geçirip, çeşitli bahanelerle yasa dışı yerleşim yerleri kurmaktadır. Bu süreçte yaklaşık 6.000 kilometrekarelik arazi, birbirinden kopuk “leopar desenli” bir duruma getirilmiş, bu da Filistinlilerin yaşam alanlarını ciddi şekilde kötüleştirmiştir. Bunun amacı, Filistinlilerin yaşam koşullarını sürekli kötüleştirerek, onları “kendi isteğiyle” topraklarını terk etmeye ve dünyanın dört bir yanına dağılmaya zorlamaktır. Nihai hedef, tüm Filistin topraklarında İsrail’in tam kontrolünü sağlamaktır.

2023 yılının Ekim ayı ortalarında, İsrail’in eski Dışişleri Bakan Yardımcısı Ayalon, Al Jazeera’ya verdiği bir röportajda, Gazze halkının Mısır’ın Sina Çölü’ne yerleştirilebileceğini söyledi. “Orada sonsuz alan var,” diyerek, “İsrail ve uluslararası toplum, gıda ve temiz suya sahip 10 şehir hazırlayabilir,” ifadelerini kullandı. Associated Press’in haberine göre, İsrail istihbarat ajansları “savaş zamanı önerisi” adı altında buna ilişkin planlar hazırlamıştır. İsrail Başbakanlık Ofisi, bu iddiaları ne doğruladı ne de yalanladı, ancak bu planları “varsayıma dayalı bir kavramsal belge” olarak nitelendirdi.

2024 yılı Ağustos ayında, İsrail’in aşırı sağcı Maliye Bakanı Smotrich, Gazze’deki 2 milyondan fazla insanı aç bırakmanın “makul ve ahlaki” olabileceğini ilan etti. Kasım ayında ise, İsrail’in 2025 yılına kadar egemenliğini Batı Şeria’ya genişletmesini umduğunu ifade etti. Başka bir ortamda, Gazze’deki Filistin nüfusunun iki buçuk yıl içinde yarıdan fazlasının azaltılmasını ve bölgenin İsrail kontrolünde “başka bir dünya” haline gelmesini istediğini söyledi.

Uzun süredir İsrail işgali altında, ayrım duvarlarının arkasında ve mülteci kamplarında yaşayan Filistinliler, evlerinin ellerinden alınmasının getirdiği uzun acıyı çekiyorlar. Şimdi ise, temel yaşam haklarının başkaları tarafından tasarlanıp yönlendirildiği tehlikeli bir gelecekle karşı karşıyalar. İyi niyetli insanlar, İsrail’in aşırı sağcı politikacılarının söylemlerini, Yahudileri yok etmeye yönelik Nazi sloganlarıyla kıyaslamak istemiyor. Ancak, bu ifadelerin Nazilerin Yahudilere yönelik “Nihai Çözüm” planına ne kadar da benzediği dikkat çekiyor!

Trump tarafından temsil edilen Amerikan Evanjelikleri, her zaman inatla Tanrı’nın “Tepedeki Şehir” olan Amerika’yı dünyayı kurtarmak için yarattığına inanmışlardır. Aksi takdirde, Amerika’nın kuruluşundan sonra çok sayıda misyonerin dünya çapında İncil’i yaymaya gitmesini anlamak zor olurdu. Amerikan Evanjelikleri ayrıca, İsrail’in Orta Doğu’da kurulmasını ve yeniden dirilmesini, Tanrı’nın “seçilmiş halkını” Kudüs’teki kutsal topraklara geri döndürmek için gerçekleştirdiği bir “mucize” olarak görmüşlerdir. İsrail’i savunmanın, yalnızca Amerika’nın dünyevi çıkarları açısından değil, aynı zamanda ruhsal yenilenmesi açısından da hayati önemde olduğuna inanırlar. Aksi takdirde, Amerika’da 1000’den fazla kasabanın İncil’deki yer adlarıyla adlandırılmasını veya Amerika’nın İsrail tarafından “rehin alınmayı” göze alıp tüm dünyayla karşı karşıya gelmesini açıklamak zor olurdu.

Trump, ilk döneminde, olağanüstü bir şekilde İsrail yanlısı ve Yahudi dostu bir değerler dizisi sergiledi: İlk yurtdışı ziyaret onurunu İsrail’e verdi, iki partili hükümetlerin yıllardır süren tabusunu kırarak Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti olarak tanıdı; Filistinlilere yönelik baskılar uyguladı ve ekonomik ile insani yardımları kesti; İsrail’in Suriye’deki Golan Tepeleri üzerindeki sözde “kalıcı egemenlik” iddialarını tanıdı; Filistin ulusal çıkarlarına zarar veren “Yüzyılın Anlaşması”nı ortaya koydu; bazı Arap ülkelerini “barış karşılığında toprak” ilkesini terk etmeye ve İsrail ile ilişkileri normalleştirmeye zorladı ya da teşvik etti; ve İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayan İran’a yönelik “maksimum baskı” politikası uyguladı.

Şimdi, Trump’ın “zaferle dönüşüyle,” iki suikast girişiminden sağ kurtulmuş olmasının verdiği “seçilmiş kişi” havası ve ışıltısıyla, daha da tek taraflı İsrail yanlısı politikalar benimsemesi kaçınılmazdır. “Gazze’yi yeniden inşa etme” adı altında, Trump, İsrail’in Filistinlileri zorla yerinden etme politikasını açıkça destekliyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) tarafından “savaş suçları” nedeniyle aranan Netanyahu ile yüksek profilli görüşmeler yaptı, savaşın askeri-endüstriyel tedarik zincirini simgeleyen altın kaplama çağrı cihazını kabul etti, İsrail askeri ve siyasi liderleri için tutuklama emri çıkaran ICC’ye yaptırımlar uyguladı ve İsrail’e 7 milyar dolardan fazla askeri yardım sağladı.

Bütün bunlar, Trump 2.0’ın Orta Doğu politikasının henüz tamamen açıklanmamış olmasına rağmen, temeli ve başlangıç noktası olarak, İsrail’e sınırsız, koşulsuz ve sonuçları dikkate almaksızın destek vermeye dayandığını gösteriyor. “Gazze’yi boşaltma” veya “Gazze’yi kontrol etme” önerileri abartılı bir retorik veya Filistin’e ve Arap dünyasına baskı yapmaya yönelik bir söylem olabilir ve bunlar temelde gerçekçi değildir. Ancak Trump’ın, önceki ABD yönetimlerinin önerdiği “iki devletli çözümü” desteklemesini beklemek, tamamen hayalci bir düşüncedir.

Muhtemelen Trump 2.0 döneminde İsrail-Filistin çatışması geçici olarak durabilir ve kısmen azalabilir, ancak çatışmanın sistematik bir çözümü hala uzak bir umut olarak kalacaktır. Trump, Arap devletlerinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeleri  için İbrahim Anlaşmaları listesini artırma konusunda tehdit ve teşviklerini yoğunlaştıracaktır. Ayrıca İsrail’in aşırı sağcı güçlerini daha da güçlendirecek, Arap dünyasındaki yatıştırma eğilimlerini ödüllendirecek ve hatta İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine büyük çaplı bir saldırı başlatmasını teşvik etme ihtimali bile vardır. Bu, Tahran liderliğindeki “Direniş Ekseni”ni ve “Şii Hilali”ni tamamen felç etmeyi hedeflerken, Filistin sorununu daha da marjinalleştirecektir.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Görüş

Modi dönemi, Hindistan’ın ‘karanlık döneminin’ ileri bir uyarlaması mı?

Avatar photo

Yayınlanma

50 yıl önce, 25 Haziran 1975’te, kurucu iktidar Kongre Partisi’nden kurucu Başbakan Jawaharlal Nehru’nun kızı Başbakan Indira Gandhi, iç istikrara yönelik bir tehditten bahsederek ülkede bir Acil Durum ilan etti. Bu dönemde halkın demokratik ve temel hakları çiğnendi. 1975 ile 1977 yılları arasında 21 aylık Olağanüstü Hal döneminde Indira Gandhi ve küçük oğlu Sanjay Gandhi, Anayasa tarafından garanti altına alınan temel hakların askıya alınmasına ve muhalif politikacıların ve demokrasi yanlısı aktivistlerin ve gazetecilerin ve entelektüel kesiminin tutuklanmasına başkanlık etti. Zorla kısırlaştırmalar ve uzun süreli tutukluluğa izin veren İç Güvenliğin Korunması Yasası (MISA) aracılığıyla muhalefetin bastırılması gibi olaylar o dönemin “normalleri” arasındaydı (ancak özellikle zorla kısırlaştırmalar tarihin dehşet verici az bilinen örnekleri olarak kayda geçti).

Evet, bu gerçekten de Hindistan’ın otoriterlikle ilk deneyiydi. Demir Leydi Indira Gandhi tarafından ilan edilen sıkıyönetimin 50. yıldönümü şu sıralar -aslında bir süredir-Hindistan’da yeni bir tartışmayı alevlendirdi: Hindistan’ın cumhuriyet tarihinde “karanlık çağ” olarak anılan benzeri görülmemiş bu demokratik kopuş dönemine en yakın tarihsel benzetmenin yapıldığı Modi dönemi…

Narendra Modi’nin 2014’te başbakanlığa yükselmesi, eskiyi süpürüp yeniyi getirme vaadi ile geldi. Geçen yıl 24 Haziran’da Modi, yeni nesil Hindistan’da “Hindistan Anayasası’nın tamamen reddedildiğini, Anayasa’nın her bölümünün parçalandığını, ülkenin hapishaneye çevrildiğini ve demokrasinin tamamen bastırıldığını” asla unutmayacağını söylemişti. Yine geçen yıl temmuz ayında Modi hükümeti, Kongre Partisi’nin Anayasa’ya saygısızlığını vurgulamak amacıyla 25 Haziran’ın her yıl “Samvidhan Hatya Divas” (Anayasa Katliam Günü) olarak anılacağını duyurmuştu.

Bugün Indira Gandhi’nin torunu Rahul Gandhi, Hindistan Parlamentosu’nun alt meclisi Lok Sabha’daki ana muhalefet Kongre’nin lideri. Hindistan demokrasisinin bu karanlık bölümünü vurgulamak, Modi liderliğindeki iktidar Hindistan Halk Partisi BJP’nin Hint halkına başlıca rakibi olan Kongre Partisi’nin demokratik olmayan doğasını hatırlatmasına olanak tanır.

İronik ki veya tuhaf ki bugün Rahul Gandhi cebinde Anayasa’nın bir kopyasını taşırken görülüyor ve partisinin Modi rejimine karşı mücadelesini Anayasa’yı koruma mücadelesi olarak haykırıyor. Hatta Rahul Gandhi’nin dahi partisi adına Olağanüstü Hal dönemindeki aşırılıklar için özür dilediğini de ekleyeyim.

(İronik ki veya tuhaf ki dedim çünkü) Bugün BJP muhaliflerinin Modi’nin 2014’te göreve gelmesinden bu yana Hindistan’da “ilan edilmemiş OHAL” ilan edildiğini iddia ettiği görülüyor. Örneğin, Hindistan’ın önde gelen muhalefet liderlerinden biri olan Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee, Birlik hükümetinin 25 Haziran’ın Samvidhan Hatya Divas olarak kutlanmasını isteyen talebini reddederek, anayasal değerlerin ve demokrasinin Modi yönetimi altında her gün ayaklar altına alındığını iddia etti.

Ki Modi dönemi, yalnızca “yükselen süper güç” olarak değil, aynı zamanda gerek ifade özgürlüğü anlamında olsun gerekse azınlıklara özellikle Müslümanlara yönelik muamele anlamında olsun, çokça tartışmalı bir dönem. Modi’nin, BJP’sinin ideolojik-örgütsel ebeveyni Rashtriya Swayamsevak Sangh RSS ile beraber, sağcı muhafazakar Hindu milliyetçi Hindutva yönetimi, nefret söylemi ile nefret suçlarının artmasına ve azınlıkların özellikle Müslümanların ve Hristiyanların dışlanmasına yol açan bir çoğunlukçu yönetim biçimini adeta normalleştiriyor. Gerçek olaylardan esinlenen dönem filmleri veya dizileri, hükümet politikalarının eleştirileri, karakter isimleri, safran bayrağı veya lotus çiçeği.. Modi hükümeti, kendi monolitik dünya görüşüne uymayan her türlü ifadeye karşı aşırı duyarlı bir tutum içinde..

Bugün Hindistan’da siyasi muhaliflerin yanı sıra Hindistan’ın büyük bir aydın kesiminin Indira Gandhi’nin açık ve resmi Acil Durumu ile Modi’nin “örtülü ve gayrıresmi” otoriterliği arasında paralellikler kurduğu yoğun tartışmalar yaşanıyor. Indira Gandhi hükümeti 1975-77 yılları arasında hakları tamamen askıya alırken Modi döneminde hak temelli yasaların giderek zayıflatıldığı ve terörle mücadele yasalarının ve bunların eleştirmenlere karşı kullanımının daha da sertleştirildiği gözlemlenebiliyor. Öte yandan Acil Durum hükümeti azınlıkları dışlamaya çalışmamışken Modi yönetimi azınlıkların ülkede yalnızca ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamasını sağlamak istiyor gibi görünüyor.

Bugün Indira Gandhi’nin 75-77 resmi otoriter yönetimi ile Modi döneminin örtülü gayrıresmi uygulamaları arasındaki benzerlikler farklılıklar tartışmaları Hindistan demokrasisine ilişkin kaygıları yansıtıyor olabilir, ancak buradaki anahtar soru demokrasinin tehdit altında olup olmadığı değil, içeriden yavaşça metodik aşınıp aşınmadığı. Demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları gibi konular üzerinde yetkin araştırma enstitüleri veya STK’ların son zamanlardaki raporlarında Hindistan’ın sistematik demokratik gerilemeyi takip ettiğine vurgu yapılıyor ve Hindistan artık “seçimsel otokrasi” ve “kısmen özgür” olarak sınıflandırılıyor. Sıralanan başlıca nedenler arasında azınlıklara yönelik dışlama veya eziyet, kurumsal yıkım, muhaliflere karşı yasal araçların silahlandırılması ve Hindu milliyetçi ideolojisi yönünde açık bir baskı. En rahatsız edici sonuçlardan biri ise sıklıkla Müslümanları hedef alan soykırım söylemleri veya çağrıları. Ki 2022 yılında Soykırım Gözlemevi Kurucu Başkanı Gregory Stanton, “soykırımın erken uyarı işaretlerinin çoğunun Hindistan’da görülebilir olduğu” konusunda uyarılarda bulunuyordu.

Çağdaş Hint tarihçi Gyan Prakash’ın “hukukun yasal askıya alınması” olarak tanımlamış olduğu Indira Gandhi’nin Acil Durumu olağanüstü bir istisna idi ise, Modi’nin yönetimi istisnanın kendisini normalleştirerek rutin bir yönetim aracına dönüştürüyor gibi gözüküyor. Çağdaş İtalyan filozof Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı, yasallık ile yasadışılık arasındaki sınırın kaybolduğunu anlatır.

Örneğin 2019’da Jammu ve Keşmir’in özel statüsünü kaldırılması tam siyasi bir mutabakat olmaksızın gerçekleştirildi ki Hindistan anayasacılığının merkezinde yer alan federal normları da ihlal etti. Ya da 2019 Vatandaşlık Değişiklik Yasası, örneğin, bağımsız Hindistan’da ilk kez dini, vatandaşlık için bir ölçüt olarak tanıttı. Ve aslında nihai hedef ise Hindistan’ın laik demokratik cumhuriyetini demokratik olmayan amaçlar için demokratik yollarla yeniden inşa ederek demokratik olmayan bir teokratik “Hindu rasthra” kurmak..

Okumaya Devam Et

Görüş

Seçim Arefesinde Moldova

Avatar photo

Yayınlanma

2025 Parlamento Seçimleri arifesinde Moldova, ülke içerisindeki çelişkiler, iç politikadaki istikrarsızlık ve büyük ölçekli dış etkiler nedeniyle derin dönüşümler içindedir. Ülkenin verimli bir değişim noktasına mı veya tam tersine mevcut otoriter gidişatı sürdürmeye mi daha yakın olduğunun tartışıldığı günümüz koşullarında, hali hazırdaki gerçekliği şekillendiren temel faktörlerin analizi özellikle değerlidir. Çünkü bu durumun sıradan bir seçim süreci olmadığına; dahası ülkenin nihai medeniyet paradigmasını değiştirebilecek potansiyeldeki ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir noktaya sürüklenmesi muhtemel bir süreç olduğuna dair veriler mevcut.

İç Politikanın Kısa Analizi

Son yıllarda, Eylem ve Dayanışma Partisi – PAS ve bireysel olarak Mayya Sandu tarafından yönetilen iktidar rejimi, muhalefete, bölgesel hareketlere ve Rusça konuşan nüfusa karşı baskıyı artırma yönünde bir politika izledi. Bu süreçte Moldova’da enformasyon alanında tam sansüre odaklanan otoriter devletin oluşturulduğu gözlemleniyor. Örneğin: Rumen faşist diktatör Ion Antonescu’yu yücelten ders kitapları, eğitim müfredatına sokuldu. Yerel yetkililer, “Rus müdahalesine” karşı mücadele gerekçe gösterilerek siyasi muhaliflere karşı baskıcı önlemler alıyorlar. Alexandr Nesterovschi, İrina Lozovan ve Marina Tauber gibi siyasetçilere yönelik baskılarla birlikte alternatif politikaya engel getirildiği gözlemleniyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nda Faşizme karşı zaferin temsili olan 9 Mayıs Zafer Günü kutlamaları da yasaklanıyor. Bu da demokrasinin kademeli olarak terk edilmesi ve otoriter eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor.

Yetkililerin yetkileri sınırlama ve ekonomik baskı politikası izlediği özerk bir bölge olan Gagauzya’daki duruma da özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Ülkedeki birçok siyaset bilimciye göre bu tür eylemler özerklik nüfusunu protestolara ve çatışmalara itebilir. Pekala bu durum da iç düzeni daha da istikrarsızlaştıracaktır.

Yaklaşan seçimler bağlamında, protestocuların haklarını kısıtlayan yasaların aktif bir şekilde kullanılması ve bölgelerdeki seçim sürecini yeniden biçimlendirme girişimleri gözlemleniyor. Örneğin: Mevcut iktidar, Gagauzya’daki seçim prosedürünü değiştirmek suretiyle oylamanın sonucunu kontrol etme ve muhalif güçlerin etkisini en aza indirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.

Bir diğer husus ise “Transdinyester Meselesi”. Moldova yetkilileri, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti üzerinde ekonomik ve insani baskı politikası izliyor gibi görünüyor. Bölgeye yönelik çifte gümrük vergisi politikası, bankacılık ablukası ve ilaç tedariğinin yasaklanması gibi durumlar gözlemleniyor. Transdinyester lideri Vadim Krasnoselski, kendilerine “soykırım politikasına eşdeğer bir politika” izlendiğini iddia ediyor ve Moldova iktidarının bölgede fiziksel ve politik bir yıkıma yönelik girişimleri olduğunu belirtiyor.

Dış Politikanın Kısa Analizi

Ülke liderliğinin Bağımsız Devletler Topluluğu – BDT ile bağları koparma ve Rusya ile kültürel ve ekonomik bağları azaltma çabalarına rağmen, bu önlemler ekonomik durumun kötüleşmesine ve iç gerginliklerin artmasına yol açıyor. Özellikle, BDT ülkelerinin çoğuyla vizesiz rejimin sona ermesi ve Rusya ile işbirliği yapmayı reddetme kararının ardından ülkenin ihracat verilerinde bir düşüş meydana geliyor. Resmi rakamlara göre 2024 yılının sonuna kadar yaklaşık %45 oranında ihracatın azaldığı belirtiliyor ve Rus pazarına yapılan ihracatın da %50’den fazla azaldığı görülüyor. Bu tür göstergeler, nüfusun refahı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olan önemli bir ekonomik izolasyona işaret ediyor.

Bununla birlikte, yetkililerin jeopolitik yönelimine rağmen, nüfusun çoğunluğu hala Rusya yanlısı veya dengeli bir dış politikayı tercih ediyor (anketlere göre, katılımcıların %60’tan fazlası Rusya’ya veya her iki etki merkezine -Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği- yönelik bir dış politika yönelimine meyilli). Bu, Batı yanlısı stratejileri destekleyen entelijansiya ile Rusya’yla kültürel ve tarihi bağları sürdüren vatandaşlar arasındaki iç çatışmayı gözler önüne seriyor.

AB ve diğer Batılı yapıların tepkisi de açık: Seçim arifesinde Avrupa Komisyonu, Moldova’ya yardımı onayladı. Bu, Avrupa’nın etkisini güçlendirme ve ülkeyi yeni rotasında istikrara kavuşturma çabalarını göstermektedir. Ancak, bu tür mali destek (2 Milyar Avro), ülkenin dış bağışçılara bağımlılığı ve olası koşullar konusunda endişelere yol açmaktadır.

Öte yandan NATO ve Avrupa Birliği’nin açıkça desteğiyle birlikte Moldova’da aktif bir şekilde militarizasyon gözlemlenmektedir. Ulusal ordu 8.000 kişiye çıkarıldı ve Avrupa hava savunma sistemlerine entegrasyon söz konusu. Ek olarak Moldova karayolları ve hava sahası, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemek için Batı güçleri tarafından kullanılıyor.

İfade Özgürlüğü ve Jeopolitik

İfade özgürlüğüne karşı ve medyayı kontrol etmeyi amaçlayan enformasyon politikasının etkinleştirilmesi konusu da Moldova özelinde hususi bir yer işgal etmektedir. Seçim kampanyası sırasında yetkililer, kamu protestolarını kısıtlayan yasa tasarıları yürürlüğe koyuyor ve ek olarak nüfusun önemli bir bölümüne nesnel bilgi sağlayan Rusça yayın yapan medyayı bastırmaya çalışıyorlar.

Buradaki kilit bir faktör ise: Rusya ve Batı’nın enformasyon savaşları yoluyla iç siyasi durumu etkileme girişimleridir. Bu, olası krizlerin ve artan iç anlaşmazlıkların habercisi haline gelmektedir. Ekonomik durum ve toplumsal gerginliklere yol açması muhtemeldir ve bunun örnekleri yakın geçmişte birçok şekilde karşımıza çıktı.

Bir diğer yandan Moldova ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Sanayi geriliyor, gaz ve elektrik ithalatına olan enerji bağımlılığı yüksek kalmaya devam ediyor ve tarife politikaları halk arasında hoşnutsuzluğa neden oluyor. 2024 yılında hem Rusya hem de diğer BDT ülkeleriyle ihracatta düşüş yaşandı ve bu da ekonomik durumu kötüleştiriyor.

Sosyolojik açıdan incelendiğinde özellikle gençler ve Rusça konuşan nüfus ciddi anlamda baskı altında gibi görünüyor. Yetkililer, etnik azınlıkların haklarını sınırlamak için adımlar atıyor. Örneğin: Onlara seçimlere katılma fırsatını veya Rusça konuşan vatandaşlara yönelik entegrasyon önlemlerini reddediyorlar. Bu, direnişe ve potansiyel çatışma durumlarının gelişmesine neden oluyor.

Romanya ile Etkileşim ve Entegrasyon Süreçleri

Buradaki en kritik hususlardan birisi: Moldovalılara Rumen vatandaşlığı verilmesidir. Ek olarak Rumen işadamlarının ekonomiye dahil edilmesi ve kamuoyu üzerinde medya etkisi yoluyla uygulanan Romanya ile entegrasyon çabalarının yoğunlaşmasıdır. Uzmanlara göre bu stratejinin ülkenin egemenliğinin kaybına ve Moldova halkının fiili olarak Romanya’ya asimile olmasına veya Avrupa Birliği’ne entegrasyonun genişlemesine yol açabileceğine inanıyor.

Nüfusun çoğunluğu tarafsız kalmaya veya Rusya ile entegrasyona sıcak bakan duygulara sahip. Buna karşılık yetkililerin AB’ye ve milliyetçi söylemlere yakınlaşmak için başlattığı adımlar ise iç direnişe neden oluyor.

Sonuç olarak, Moldova’daki 2025 parlamento seçimleri öncesi durum, yüksek derecede iç gerginlik, artan dış bağımlılık ve ülkenin kimliği için mücadele ile karakterize haldedir. Dış güçlerin etkisi altındaki siyasi elit, bölge üzerindeki gücü ve kontrolü sağlamlaştırmak için baskıcı yöntemler kullanıyor. Bu da otoriterlik risklerine yol açıyor. İç çelişkiler, ekonomik kriz ve vatandaşların hükümete olan güvensizliğinin seviyesi, protesto hareketlerinin ve toplumun daha da bölünmesinin ön koşullarını yaratıyor. Moldova’nın kalkınma beklentileri, siyasi istikrarı koruma, dış etkiyi dengeleme ve değişim için kamuoyu desteğini sağlama becerisine bağlı gözüküyor. İç güçlerin, çeşitli etnik ve bölgesel grupların görüşlerini dikkate alan ve demokratik kurumlar ve ekonomik sürdürülebilirlik geliştirme yoluna bağlı kalan bir uzlaşmaya varabilmesi bu süreçteki en önemli hususlardan birisi olarak ön plana çıkıyor.

Okumaya Devam Et

Görüş

Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?

Yayınlanma

Modern Alman edebiyatının en önemli yazarı Thomas Mann’ın doğumunun 150. yılının kutlandığı bu günlerde, sayısız başyapıt kaleme alan Mann önemini ve güncelliğini korumaya devam ediyor.

Her büyük yazar gibi Mann da romanlarında yaratıcı yeteneğiyle kendi çağındaki karmaşık çatışmaları berrak biçimde ortaya koyarak, toplumdaki çelişkilerin nasıl şekilleneceğine dair öngörüsünü dile getirmiştir.

Yüzyıl önce savaş sonrası Almanya’nın toplumsal ve kültürel sorunlarını irdelediği eserleri, bugün yine Rusya’ya karşı savaşı açıktan destekleyen ya da sessizce onaylamak zorunda kalan Alman entelektüellerin düşünsel mirasına dair çok şey söylemektedir.

Yüzyıl önce yayımlanan eseri Büyülü Dağ romanında Rusya karşıtlığını, İslam ve Doğu toplumlarına karşı önyargıları dile getiren karakterleri, bugünkü Alman aydınlarının geçmişteki gölgeleri gibidir.

Diğer taraftan Mann’ın yüzyıl önce Doğu’ya yaptığı seyahat, Avrupa’nın ilerlemeci ve hümanist geleneğini temsil eden yazarların dahi Batılı muhafazakarların birçok önyargısını nasıl paylaştığını göstermektedir.

Yüzyıl önceki krizde Avrupa’nın geleceğini tartışan ve savaşın muhasebesini yapan Thomas Mann’ın eserleri, bugünkü savaş ve kriz koşullarındaki Avrupa için hatırlatılması gereken derslerle doludur.

Mann’ın İstanbul izlenimleri

Thomas Mann, 1925 yılında başta Kahire olmak üzere Doğu’ya uzun olmayan bir seyahat gerçekleştirmiştir. Yusuf ve Kardeşleri eserlerine ilham veren Mısır izlenimleri dışında, Mann’ın bu seyahati, en titiz biyografi eserlerinde dahi görmezden gelinmiştir.

Mann’ın biyografisini kaleme alanların ihmalinde bir ölçüde haklılık payı vardır. Mann’ın izlenim notları şaşılacak derece yüzeysel ve kısadır. Bu kısa gezi notları okurda, Mann’ın kendi isteği dışında bir zorunluluk sonucu seyahate çıkmak zorunda kaldığı hissini uyandırır.

Özellikle Mann’ın İstanbul ziyaretine dair izlenimlerin yüzeyselliği ve kısalığı dışında, bakışındaki politik ve sosyolojik sınırlılıklar çarpıcıdır.  Eserlerinde etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar betimleyen büyük yazarın merakının genişliğini gölgelemektedir.

Bağımsızlık savaşı vererek yeni bir demokratik cumhuriyet kurmuş, işgal altındaki imparatorluk başkentinin hürriyet sonrasında yaşamakta olduğu dönüşümüne dair en ufak izlenimler rastlanmaz Mann’ın notlarında.

Bir yüzyıl önce İstanbul’u ziyaret eden Alman seyyahların izlenimlerimi andırır Mann’ın gözlemleri: Fes giyen insanlar, Avrupai kadınlarla birlikte Doğu ile özdeştirilen geleneksel kadınların tezatlığı… O kadar ki İstanbul’un ihtişamına dair neredeyse tek övgü Ayasofya’ya aittir.

Şüphesiz bu durumun oryantalist düşünceyle doğrudan bağlantıları vardır. Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk izlenimlerindeki tüm oryantalist tınıya rağmen, gözlemlerinin yoğunluğu ve derinliğiyle kıyaslandığında, Mann’ın durumu daha çok ilgisizlik, kayıtsızlık şeklinde değerlendirilebilir.

Ancak Mann’ın 1918 yılında yazmaya başladığı ve 1924 yılının sonunda yayımlanan başyapıtı Büyülü Dağ eserini göz önünde bulundurursak, İstanbul’a dair notları değerlendirmek çok daha karmaşık hale gelir.

Romanın en önemli karakterlerinden hümanist, Aydınlanma geleneğinin temsilcisi Settembrini “Olanları doğru buluyordu çünkü uygarlığa yarayacak bir yol izleniyordu. Avrupa’da genel bir barış ve silahsızlanma havası esiyordu. Demokratik düşünceler gelişiyordu. Jöntürklerin devrimci ayaklanma için hazırlıklarını tamamladıklarını el altından öğrendiğini iddia ediyordu. Türkiye anayasal bir ulus devlet olacaktı, insanlık için ne büyük bir zafer!” sözlerini dile getirir.

Settembrini’nin geleceğe dair Akdenizli iyimserliğini paylaşmasa da Weimar Cumhuriyeti’ni savunan, demokratik düşüncenin Almanya’da kalıcı şekilde kök salmasını isteyen Mann bu fikirleri paylaşmaktaydı.

Mann’in İstanbul’a dair notlarını daha geniş bakışla ele almak için, Settembrini’nin  romandaki politik konumunu, aynı zamanda Settembrini’nin düşünsel ağırlığını dengeleyen karşı kutuptaki Naphta’yı, önemli ölçüde bugün hale devam eden aralarındaki tartışmayı eleştirel okumayla ele alacağız.

Büyülü Dağ’da savaşın muhasebesi

Settembrini’nin Türkiye’deki anayasal ulus devletinin zaferini müjdelediği bölümün, Naphta’nin romana girdiği kısım olması çarpıcıdır. Naphta karakteri romana girene kadar Settembirini’nin Hans ve Joachim’e verdiği politik ve estetik öğütler hayata dair, Avrupa burjuva toplumunun temel değerlerine dairdir. Bir anlamda Naphta’nin dediği gibi “Bizim şu Voltaire’e, akılcıya kulak verin” bağlamında, Aydınlanma’nın akılcılığına ve ilerlemeye olan sarsılmaz inancı döne döne tekrar eder.

Naphta’nin romana girmesiyle, politik ve estetik tartışma bir katman daha genişler ve trajik biçimde yoğunlaşır. Romanın ideolojik çerçevesi Avrupa’nın sınırlarını aşarak, savaşa ve kaçınılmaz olarak Batı-Doğu çatışmasına, uluslararası politik sistemdeki krize kayar.

Settembirini’nin Türkiye’deki demokratik ulus devletin doğuşuna dair sözlerine karşı Naphta alaycı biçimde “İslamiyet’in özgürleşmesi, Aman ne iyi. Aydınlanmış fanatizm – harika.” sözleriyle karşı çıkar.

Özellikle 11 Eylül sonrası birçok Batılı entelektüelden duyduğumuzda bizi şoke eden bu sözlerin yüzyıl öncesindeki düşünsel köklerini tüm çıplaklığıyla görmek sarsıcıdır.

Bu bağlamda Büyülü Dağ eserini okuduğumuzda, birçok başyapıt gibi eserin güncelliği bizi büyüler. Mann, romanı Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru kaleme almaya başlamıştı. Eser İkici Dünya Savaşı’nda önce yayımlanmıştı.

Roman yayımlandıktan sonra okuyanlar eseri, savaşın bir muhasebesi, savaşı yaratan toplumsal hastalıkların teşhisi ve savaşı olumlayan Avrupa’daki fikirsel iklimin eleştirisi olarak değerlendirmişlerdi.

Kitabı 2. Dünya Savaşı sonrası okuyanlar ise, Büyülü Dağ’ı, büyük bir yazarın Avrupa’da yükselen otoriter rejimlerin derin bir öngörüsü, Avrupa burjuva toplumunun hastalığının kaçınılmaz sonuçlarının derin seziyle anlatılması olarak değerlendirmişti. Böylece her büyük yazar gibi Mann’a da iki savaş sonrası ‘kahin’ gözüyle bakılmıştır.

Bugünkü uluslar arası politik sistemdeki çatışmalar, özellikle Ukrayna krizi sonrası, Avrupa’nın yeniden savaşla yüz yüze gelmesi, Rusya ile yaşanan siyasi krizin kültürel krize doğru genişlemesi sonucu Batı-Doğu çatışmasına dair tarihsel önyargıların yeniden dirilmesinin yanı sıra Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülist partiler, Batı liberal demokrasinin krizi, parlamenter rejimdeki yapısal sorunlar…. daha benzeri birçok sorun Büyülü Dağ’ı yeniden önümüze koyup değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçirmeye bizi zorlamaktadır.

Büyülü Dağ’ın bu kışkırtıcı kehanetleri, özellikle Settembirini ve Naphta’nin gerçek hayatta kimleri temsil ettiği hep tartışılmıştır. Belki de çarpıcı ve en yakın benzetmeyi Alman yazar Safransky yapmıştır. Safransky, Settembrini’yi Kantçi Cassier ile Naphta’yi Heidegger ile özdeşleştirir.

Romanın geçtiği Davos’ta, romanın yayımlanmasından sadece 4 yıl sonra Cassier ile Heidegger 1920 yılında bir konferansta, karşı karşıya gelerek ‘İnsan nedir’ temel sorusundan hareketle, Batı felsefesinin temel ayrılık noktalarını tıpkı Settembrini ve Naphta gibi tartışmıştı.

Çözülmekte olan Weimar Cumhuriyeti sonrası yolları keskin biçimde ayrılacak, trajik şekilde karşı düşman kamplarına bölünecek Alman aydınlarının yaşadığı derin tartışmaydı. Bu bağlamda da Mann, romanında gündeme getirdiği özgürlük, savaş, Avrupa’nın düşünsel mirasına dair uzlaşmaz karşıt fikirleri ortaya koyarak, öngörüsünü ortaya koymuştur.

Safransky’yi böylesi benzerliği düşündüren belki de, Settembrini’nin “Pan-Germanizm’i savunuyorsunuz demek? Öyle mi?” diyerek Naphta’yi suçlamasıdır. Heidegger’in Nazizm’in saflarına katılması düşünüldüğünde kurulan bu benzetme daha çarpıcı hale gelmektedir.

Bugün Avrupa’da en çok da Almanya’da gözlemlenen Rusya karşıtlığı ise, Naphta’nin sözlerinde yüzyıl önce yankılanmaktadır: “Ben de sizin bir Rus hayranı olduğunuzu düşünüyorum.” Yüzyıl önceki ideolojik ve kültürel kırılmalar bugün de canlı şekilde hissedilmektedir.

Avrupa hümanizminin savaşla imtihanı

Tolstoy hayranı Mann’ı düşündüğümüzde, romanın bu bölümleri Dostoyevski’nin eserindeki tansiyonu hiç düşmeyen dramatik politik tartışmalara benzemektedir. Mann da Dostoyevski gibi, karşıt görüşleri dile getiren karakterleri en güçlü argümanlarıyla konuşturmaktadır.

Güçlü fikirler yoğunlaştığı noktada içe doğru çökmeye başlar, böylelikle en tumturaklı söylemlerin dahi gizlemeyeceği çelişkiler meydana çıkarılır. Karşıt, uzlaşmaz gibi görülen fikirler, dramatik biçimde yakınlaşarak, evrensel etik ilkeler eğilip bükülmeye başlar.

Savaşa karşı romandaki karakterlerin politik konumlanışında da aynı izler gözlemlenir. Asker Joachim “Savaş gerekli bir şeydir. Moltke’nin dediği gibi, savaş olmazsa dünya kısa zamanda bozulur” sözleriyle savaşın kaçınılmazlığını hatta gerekliliğini dile getirir.

‘Princeps scholasticorum’ entelektüel Naphta da tartışmanın en hararetli noktasında “bu arada kalabalıktan boğulmak üzereyiz; tüm meslekler öylesine insan kaynıyor ki yakında daha önceki savaşlar, bir parça ekmek için yapılacak kavgaların yanında solda sıfır kalacak. Açık alanlar ve yeşil kentler! Irkın güçlendirilmesi! İyi de uygarlık ve ilerleme savaş olmayacak dediğine göre neden güçlensin ki? Savaş bu sorunların icabına bakacak ve ırkı güçlendirmeye de, doğumların azalmasına da çözümler üretecek”  sözleriyle savaşı, yaşanan tüm toplumsal sorunların tek ve geçerli çözümü olarak sunmasıyla tartışma biter.

Askerden üniversitedeki aydına kadar savaş aynı ahlaki ilkeler temelinde savunulur. Emperyalist burjuva toplumunun, derin ekonomik ve siyasi kriz karşısında çözüm olarak her zaman bir savaşı gündeme getirerek insanlığı felaketin kıyısına götürdüğü çıplak biçimde gözlemlenir.

Avrupa’yı veba gibi saran bu savaş taraftarlığı karşısında hümanist, barışı ve ilerlemeyi savunan Settembrini nasıl pozisyon almaktadır? Settembrini, özgür ve eşit devletler sistemine geçilerek uluslararası barışın tesis edileceğini dile getirir. Ne var ki Settembirini, gerçeklikteki olgulardan ziyade prensiplerden, iyimser ideallerden hareketle savaş karşıtı tavır alır.

Bu noktada Mann, Settembirini’nin zayıf noktalarının ortaya çıkmasına izin verir. En başta Settembirini, Avrupa burjuva toplumun içine sürüklendiği krizi görmez ya da kabul etmez. Avrupa burjuva toplumunu, 18. yüzyıldaki ilerici ve devrimci karakterini değişmez ve evrensel kabul eder, akılla özdeşleştirdiği burjuva toplumunun artık akıldışı eğilimlere sahip olduğunu göremez.

Savaşın yüksek sesle dile getirildiği Avrupa’da hümanist geleneğin neden bu savaş taraftarlığına karşı kamuoyunda etkili olmadığının işaretleri bu noktalarda saklıdır.

Naphta tüm kışkırtıcı dini fikirlerine rağmen, Settembirini’ye göre daha gerçekçidir. Kapitalizmin krizine karşı kendinden emin muhafazakar bir seçeneği ortaya koyar. Hatta Avrupa’da kapitalizme karşı en güçlü muhalif sesi dile getirerek, kriz sonucu huzursuz insanlar için çekim noktası olur. Tartışma sonunda Hans ile Joachim’in, Naphta’dan hoşlanmasalar da bazı konularda ona hak vermeleri bunun çarpıcı örneğidir.

Settembirini’nin diğer çelişkisi çok daha dramatiktir. Savaş karşıtı, hümanist duruşuna rağmen, Settembirini de ilerleme ve özgürlük adına bir noktada savaşı savunur: “Voltaire bile uygarlığı yaymaya yarayan savaşları onaylamış ve İkinci Frederik’e Türklere savaş açmasını önermiştir.”

Tartışmanın devamında Settembirini Haçlı Seferleri’ni savunma noktasına kadar gelir: “Savaş bile, sevgili bayım, sırasında ilerlemeye hizmet etmeye zorlanmıştır; sizin o çok sevdiğiniz dönemdeki, yani, Haçlı Seferleri dönemindeki belirli olayları hatırlarsanız o savaşlar uygarlık adına halklar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri sıkılaştırmış ve Batılıları tek bir düşünce altında toplamıştır.”

Şüphesiz Settembirini’nin çelişkileri Aydınlanma’nın, özellikle ılımlı Aydınlanma’nın, çelişkilerini açığa vurur. Montesquieu’nün medeniyetlerin nitelik farkını coğrafya ve iklimler teorisiyle açıklayan görüşleri, Aydınlanmanın Doğu’ya dair fikirlerini oryantalist söylemle ele almasını başlatmıştı. Voltaire gibi birçok filozof ise bu oryantalist görüşün kemikleşmesine neden olmuştu.

Roman boyunca zıt kutupları, karşıt değer yargılarını temsil eden Settembrini ve Naphta, trajik biçimde savaş ve Doğu’ya bakışta özdeşleşir.

Dostoyevski’nin romanlarındaki gibi iki zıt karakter aslında birbirini tamamlamaktadır, birinin varlığı diğerini zorunlu kılmaktadır. Settembirini ve Naphta birbirlerini tamamlayan ötekilerdir.

Avrupa’da yükselen savaş taraftarlığının izleri Aydınlanma’ya kadar uzanmakta, Batı’nın Doğu’ya dair emperyalist oryantalist bakışı Aydınlanma’nın birçok fikrinden hareket etmektedir.

Bunun en çarpıcı ifadesi Settembirini’nin Türkiye’de demokratik gelişimi coşkuyla selamlamasına rağmen,  Doğu’yu atalet, hareketsiz, devimine ve ilerlemeye kapalı medeniyet olarak genellemesidir: “Ben Avrupalıyım, bir Batılıyım. Sizin derecelemeniz tam Doğu’ya göre; Doğu eylemden nefret eder. Lao-Tzu, yerle gök arasında hiçbir şey yapmamak kadar hayırlı bir şey olmadığını ve insanlık eylemlerden vazgeçmiş olsa yeryüzüne tam bir barışın ve mutluluğun egemen olacağını öğretir”

Settembirini tam olarak Batılı, Avrupalı olduğu için kendi burjuva toplumundaki çelişkileri göremez. Bu kör nokta onun, Avrupa’da yükselen muhafazakar savaş taraftarlığına ve Doğu’ya dair oryantalist söyleme karşısında bocalamasına yol açarken, net bir cephe almasını engeller.

Birinci Dünya Savaşı öncesi küçük bir azınlık entelektüel dışında, muhafazakardan hümaniste, radikal avangartlara kadar Avrupalı aydınların, sanatçıların savaşın saflarında yer almasının tarihsel ve ideolojik köklerini bu noktalarda irdelemek gerekir.

Batılı, Avrupa’nın hümanist geleneğinin temsilcisi Thomas Mann’ın da İstanbul notları ve hatta savaşın başında Mann’ın çelişkili tutumu bu bakış açısıyla tartışılmalıdır.

Büyülü Dağ’daki yüzyıl önceki tartışmayı Naphta kazanmıştı, bugünkü tartışmayı yine Naphta’nın kazanamayacağını kim söyleyebilir?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English