Bizi Takip Edin

Görüş

Rusya ile müzakerelerde aklıselimin galip gelme ihtimali

Avatar photo

Yayınlanma

Eksiği tamamlamak

 Geçen yılın son günü Harici’de “Yaklaşan mütareke: daha büyüğüne hazırlık” başlığıyla iki bölümlük bir yazı kaleme aldım. Bu yazının ana fikri şuydu:

1) “Rejimin savaşı askeri cephede mevcut konvansiyonel imkanlarla sürdürebilmesi artık çok güç.” Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birincisi, NATO’nun mütemadiyen yakındığı gibi, bütün batı ülkelerinin toplam askeri üretimi, Sovyet askeri sanayisi üzerinde yükselen Rusya’nın üretiminin gerisinde. İkinci neden de şu: Kiev rejiminin insan kaynakları sınırsız değil; 2022 başında 40 milyon civarında hesaplanan Ukrayna nüfusu geçen yılın ortasında en iyi ihtimalle 29 milyona düşmüştü; yıl sonuna kadar 3 milyondan fazla insan daha ülke dışına çıktı.

2) “Mevcut durumda temas hattında bir mütareke kaçınılmaz görünüyor.” Bunun nedeni, Rusya’nın değil Kiev rejiminin destekçilerinin “hazırlık” için zamana ihtiyacı olmasıdır. “Hazırlık” denen şey Rusya ile geniş çaplı bir savaşın hazırlığıdır ve bu tam bir kapitalist reorganizasyon anlamına gelir: “Avrupa’da sanayisizleştirme değil sanayinin askerileştirilmesi.” Bu yeni sınıfsal altüst oluş projesi esas itibariyle Komisyon tarafından ve daha 2021 eylülünde hazırlanmıştı; ancak beceriksizlik, aşırı ihtiras ve herhalde bir tür narsizmden kaynaklanan aşırı iradecilik gibi nedenlerle hayata geçmedi.

3) Rusya’nın tercihi geçici bir ateşkes veya mütareke değil kalıcı bir siyasi anlaşmadır; ancak bu, geçici mütarekeleri dışlamaz. Kalıcı bir barışın temeli ancak Putin’in geçen yıl haziran ayındaki ültimatomu olabilir, başka da bir şey olamaz. Bu ültimatomun esasları şunlardır: denazifikasyon ve demilitarizasyon hedefi halen geçerlidir; bunların ilki Kiev’de anayasal meşruiyetini kaybetmiş olan rejimin değişmesini ve 2022 nisanında İstanbul mutabakatında parafe edilen silahlı kuvvetlerin sınırlandırılmasını kapsar, ne var ki bunlara şimdi bir de Rusya’ya katılan dört yeni bölge eklenmiştir.

4) “Avrupa başkentleri… önemsiz, onlar rüzgâra kapılmış bir sivrisinek gibi amaçsızca uçup duruyor. … batıda sadece iki pozisyon var: ABD ve Britanya.” Britanya’nın, yani The City’nin, yani küresel mali sermayenin pozisyonu, Avrupalıları canlı top mermisi olarak kullanarak savaşı varabileceği en geniş sınırlarına vardırmaktır. Bu savaş kazanılamaz; ama zaten kazanılması da gerekmiyor. Gereken tek şey çatışmayı öngörülemez bir geleceğe kadar sürdürmektir.

5) Bu kapsamda ben, “eğer Britanya engeli alt edilebilirse” şubat-mart aylarında temas hattında NATO üyesi olmayan ülkelerin barışgücünden uluslararası bir misyon kurulmasını, mayıs ayında da Kiev’de seçimlerin yapılmasını bekliyorum.

Yarım asırdan uzun bir süre önce, o sırada yirmili yaşlarının ortasında olan genç, kararlı ve dahi bir devrimci, “kendi başlarına hem doğru hem de eksik” olan tanımların “eksik oldukları için de yanlış” olduğunu söylemişti. Ne yazık ki artık pek az kimsenin umurunda kendi yanlışları; siyasi mücadelede hemen herkes kendisinde peygamber yanılmazlığı görüyor, yanıldığında da dönüp geriye bakmayı bile zül sayıyor, yanılgısını kabul edip düzeltmek yerine unutmak ve unutturmak daha çok işine geliyor.

Benim yukarıdaki vargılarım “kendi başlarına” doğrudur; bu doğrular halen işliyor. Ne var ki sonuçtaki beklenti yanlıştır ve bu yanlış, tanımdaki eksiklikten kaynaklanıyor. Üstelik de Britanya’nın rolü vurgulanmış olmasına rağmen yanlıştır, çünkü bu yıkıcılığın gücü ve yeni sınıf ittifaklarının ortaya çıkma potansiyeli daha kalın çizgilerle ifade edilmeliydi.

Birinci eksiklik şudur:

Bir ölüm kalım mücadelesinde her zaman hasımların mantıklı davranacağı varsayımı yanlıştır. Hasımların zekâ seviyelerinin eşit veya yakın olacağı varsayımı da yanlıştır. Hasımlar, kendi kalıcı menfaatlerini kollamak yerine doğrudan doğruya bu menfaatlerin hilafına da davranabilir. Uzun vadede şahsi veya sınıfsal güç veya avantaj kadar (bunlar kendi maddi menfaatleri penceresinden mantıklı davranmayı gerektirir) kısa vadede iktidar hırsı da siyasi mücadelelerde belirleyicidir (ve bu, ne pahasına olursa olsun iktidarını korumak için alabildiğine mantıksız, hatta bazı durumlarda yenilgiyi hızlandıran bir rol oynayabilir). Bu, bir okurumun geçtiğimiz günlerde son derece veciz şekilde ifade ettiği bir siyaset dersidir: “Bu savaş sayesinde eksi IQ diye bir şey olduğunu fark ettim.” Aslında benzer bir şaşkınlığı 13 Mayıs’ta Putin de ifade etmişti: “Şunu-şunu kesinlikle yapmayacaklarmış sanılır, çünkü onlara zarar veriyor. Ama ahmaklar, yapıyorlar.” (Yeri gelmişken, çeviride biraz yumuşattım bu kelimeyi; gerçekte dediği şudur: “Ну делают же придурки…”)

İkinci eksiklik ise temel, yapısal bir şeyin yeterince vurgulanmamış olmasıdır: küresel burjuvazi bir bütündür. Bunların çeşitli seksiyonları arasındaki çatışmalar birinin diğerini yok etmesiyle sonuçlanmaz hiçbir zaman; tersine, her defasında yeni bir sentezle sonuçlanır. Rekabet işbirliğini, yani daha yüksek seviyede tekelleşmeleri doğurur. Tunç Akkoç geçtiğimiz gün bunun özel bir veçhesinden bakarak yorumlamıştı. Harici’de haberleştirilen, Lockheed Martin (Amerikan siyasi sisteminin ortaklarından) ve Rheinmetall’in (Almanya siyasi sisteminin yeni sahibi) Avrupa’da füze üretmek için ortak girişimine dikkat çektiği yorumunda şöyle demişti:

“Almanya’nın askerileşmesi, ABD silah sanayisine de yarar demiştik. İşte oluyor. Bu dinamiği hep gözönünde bulundurmakta fayda var.”

Bu kesinlikle doğru bir yorumdur. En önemlisi, siyasi eliti (eskiden “yönetici çevreler” denirdi bunlara) kan kokusuyla kendinden geçmiş bataklık sivrisineklerinden başka bir şey olmayan Avrupa ülkelerinin ekonomik güçlerini ve askerileşme hedefini korudukları sürece Amerikan siyaseti üzerinde de etkide bulunabileceğini gösterir. Aynı ölçüde önem taşıyan bir başka nokta da şudur: bu olgu, ABD’de Ukrayna meselesinde iktidar içi çatışmaların da temel nedenlerinden biridir. Lindsey Graham’ın Kongre’ye sunduğu “yıkıcı yaptırımlar” kanun tasarısı, bu doğrudan doğruya faşist eğilimin tezahürlerinden biridir.

Faşizmin Dimitrov tarafından formüle edilen klasik tanımını hatırlayalım:

“Faşizm mali sermayenin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık terörist diktatörlüğüdür… Faşizm sınıflarüstü bir iktidar değildir, küçük burjuvazinin yahut lümpen proletaryanın mali sermaye üzerinde iktidarı değildir. Faşizm dış siyasette, başka halklara karşı zoolojik nefret besleyen en kaba haliyle bir şovenizmdir.”

Bütün eleştirilere rağmen faşizmin en karakteristik tanımı hâlâ budur; zira, birincisi, faşizmin mali sermaye ile ilişkisinin altını çizer; ikincisi, bir sürecin aşamaları olduğunu öngörür; ve üçüncüsü, “faşistin” ne olduğu doğrudan doğruya bu tanımdan çıkarılabilir. Lindsey Graham su katılmamış bir faşisttir. Bu faşistin en genel anlamıyla siyasi iktidar üzerindeki etkinliği biliniyor zaten; yönetim üzerinde de etkinlik kurduğu ise açıkça görülüyor. Böylece Amerikan yönetiminde iki kanat öne çıkıyor: Rubio-Kellogg ile müttefikleri (ve velinimetleri) Graham’le giderek daha çok yakınlaşıyor; tamamen ayrı bir sınıf ittifakını temsil eden JD Vance (ve Rusya’yla barış yanlısı Witkoff) ise bu etkinliği kırmaya çalışıyor. Yeni yönetimin kalıcılığı Vance’in, nihayetinde Trump’ın ikinci seçim zaferinin ana halkasını teşkil eden ideolojik-siyasi formülasyonuna ne kadar bağlı kalınacağıyla (ve aynı zamanda kendisinin ne kadar bağlı kalacağıyla da) ilişkili, eğer bunun yerine yeni bir şey geçirilirse geriye neocon haydutluğundan başka hiçbir şey kalmaz. Mesele aynı zamanda, böyle durumlarda hep olduğu gibi, biraz da veraset meselesidir; nihayetinde Trump sonsuza kadar yaşamayacak. İlk raundu kimin kazandığı belirsiz, şimdilik kanatlar Trump’ın dengeleyici rolünü kabul ediyor.

Özetle, küresel sermayenin muhtelif kesimlerinin tutumu ABD içindeki iktidar mücadeleleri üzerinde de etkide bulunuyor. İp üstünde denge şimdilik işliyor (ve paradoksal bir şekilde, işlemesinin nedenlerinden biri, Trump’ın hödükçe narsizmi ve ideal sınırlarına varan idare-i maslahatçılığı), ama yalpalayarak işliyor ve bunun sonunun nereye varacağı hâlâ belirsiz.

Gene de bir tahminde bulunmaktan kendimi alamayacağım. Eğer “aklıselim” galip gelirse, Rusya ile Rusya’nın şartlarında bir barış yapmak zorundalar. Bu, kaçınılmaz olarak, Putin’in geçen yılın haziran ayındaki ültimatomuna uygun olmalıdır: yani dört yeni bölgenin Rusya bünyesinde olduğunun de facto olsun kabulü ve bu bölgelere saldırmama güvencesi; ayrıca denazifikasyonun Kiev’de iktidar değişikliği, demilitarizasyonun ise İstanbul’da 2022 nisanında parafe edilen mutabakatın ruhuna uygun şekilde Kiev rejiminin silahlı kuvvetlerinin mevcut ve potansiyelinin daraltılması şeklinde yorumlanması. NATO güvencesi ve Kırım meselesi tartışma konusu bile değildir.

Aklıselimin galip gelme ihtimali nedir peki? Pek de yüksek bir ihtimal değil bu. Askeri çatışma alanında bu yönde girişimler devam edebilir, geçici bir süreliğine başarılı da olabilir; ama sivrisinek refleksini aşmak mümkün değildir.

Senaryolar meselesini bir sonraki yazıya bırakalım. Küresel mali sermaye açısından en aklıbaşında senaryoları geçen gün JPMorgan Chase formüle etti; oradan devam edelim.

Görüş

Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi

Avatar photo

Yayınlanma

Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne ziyareti 23 yıl aradan sonra bir ilk oldu. Pazar günü yapılan bu ziyaret konusundapPek çok spekülasyon duyuldu; “Türkiye’ye açık bir mesaj” denildi örneğin. Bir süredir Hindistan’dan Türkiye’ye yönelik çeşitli boykot eylemleri görülüyor. Peki Delhi’nin bir nüfuzu var mı? Dürüst olmak gerekirse çok fazla değil. Ancak bu yazıda konuyu buraya çekmeye niyetim yok. 22 Nisan’da Hindistan kontrolündeki Keşmir’e gerçekleşen terör saldırısının ardından mayıs boyunca da devam eden Pakistan ile çatışma sürecinde Ankara’nın İslamabad’a destek veren duruşunda bu kez kartlarını biraz açık oynaması doğal olarak Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yarattı. Türkiye-Hindistan ilişkilerini tartışmaya açtı.

Ancak Hindistan’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik oyunu yalnızca Türkiye’ye karşı bir hoşnutsuzluk siyaseti değil. Güney Kıbrıs ile etkileşim, Hindistan’ın daha büyük Akdeniz puzzle’ının bir parçası. 2023’te Yunanistan (40 yıldır bir Hint başbakanın ilk ziyareti) ve geçen yıl İtalya ziyaretlerinde bulunan Modi bu yıl Fransa’daydı ve Marsilya’da Hindistan konsolosluğunu açtı. Kanada’daki G7 görüşmelerinden önce Güney Kıbrıs’ta bulunan Modi dönüşte de Hırvatistan’a geçti. Bu bir Hindistan başbakanının Hırvatistan’a yaptığı ilk ziyaret ki Güney Kıbrıs ve Hırvatistan IMEC’te potansiyel ortaklar olarak görülüyor.

Güney Kıbrıs ziyareti, Türkiye-Pakistan işbirliğine bir tepki olarak çerçeveleniyor olabilir, ancak çok daha derin. Akdeniz’de önemli görülen Güney Kıbrıs’ın, 2023’te Delhi’deki G20 zirvesinde duyurulan ABD destekli Hindistan-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru IMEC’in önemli bir bileşeni olması bekleniyor. Hindistan, Güney Kıbrıs ile daha yakın bağları IMEC’e destek olarak görüyor ve İsrail-Güney Kıbrıs enerji çıkarımının potansiyelini dikkate alıyor. Bu, Yunanistan, İsrail ve Güney Kıbrıs (+ ABD) üçlü işbirliğine kadar uzanabilir ve ayrıca Güney Kıbrıs ve İsrail’in IMEC’i destekleyen deniz altı kabloları için elektrik sağlamasına izin verebilir.

Türkiye ve Hindistan ilişkilerinin başlangıcı iyi olsa da ne yazık ki doğası her zaman karmaşık oldu. İlişkilerin ticari, turizm ve kültürel ayakları gelişme gösteriyor. Ancak aynı şey daha önemli olan siyasi ayak için ne yazık ki pek mümkün olmuyor. Hint Müslüman liderlerin -daha sonra Hindistan Ulusal Kongresi tarafından da desteklenen- Hilafet Hareketi ve Hint Müslümanların Milli Mücadele’ye maddi yardımı gibi başlangıç dönemindeki iyi niyetin çoğu Hindistan’ın 1947’deki bölünmesinden sonra ne yazık ki Hindistan’a değil Pakistan’a aktarıldı ve günümüzde bu örnekler yalnızca Delhi ile ilişkileri romantize etme görevi görüyor. Açıkçası 2000’lerin başında Başbakan Bülent Ecevit, Hindistan’a özel bir sempati besleyen ilk ve tek liderdi. Dolayısıyla bu dönem, siyasi ilişkilerde “sıcak” havanın estiği bir istisnaydı.

Bu istisna dışında Türkiye siyaseti büyük çoğunlukla Pakistan ile daha yakın ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde gelişti. Hindistan siyaseti ise Türkiye’yi Pakistan prizmasından gördüğü bir düzlemde. Şurası açık: Yeni Delhi Ankara’nın İslamabad ile yakınlık kurmasından hoşlanmıyor. Özellikle savunma alanında. Bu arada bu ikilem yalnızca Ankara için geçerli değil, hemen her Müslüman ülke aynı ikilemle karşı karşıya. Ancak Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, Hindistan ve Pakistan ile ilişkilerini bir şekilde yumuşattı. Daha da fazla hoşnutsuz olduğu şey, Ankara’nın özellikle Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası platformlarda Keşmir konusunu gündeme getirmesi. Hindistan buna karşılık Yunanistan, Ermenistan ve Güney Kıbrıs ile daha yakın bağlar kurdu. Ayrıca, Suudi Arabistan ve BAE ile ortaklıklarını derinleştiriyor. Tüm bunlar Delhi tarafından Ankara’ya yönelik bir “karşı strateji” geliştirme çabası olarak sergileniyor. Yeni Delhi Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlamak için Ankara’ya stratejik olarak karşı koyma planları yapıyor olabilir, ancak yanıbaşında Çin gibi devasa dişli rakibine karşı kendini garantileyebilir ve sürdürülebilir bir düzlem oturtmadan uzak coğrafyalara uzanan strateji planlamalarının başarı ve sürdürülebilirliği gerçekçi değil. Yani bizdeki amiyane tabirle boyundan büyük işlere kalkışmak sözü buraya uygun.

Bu arada, Türkiye’ye yönelik eleştiriler -her zamanki gibi- yüksek sesle dile getirilirken Çin söz konusu olduğunda dikkat çekici bir sessizlik var. Ya da stratejik bir sessizlik demeliydim. Bu çifte standardın ardında daha derin bir jeopolitik ve ekonomik gerçek yatıyor. Hindistan özellikle endüstriyel ekosistemi için Pekin’e fazlasıyla bağımlı. Bağımlılık o kadar derin ki Çin ile -özellikle ticaret kısıtlamalarını içeren- herhangi bir çatışma, Delhi’nin üretim ve elektronik sektörlerinin büyük bir bölümünü felç etme riski taşıyor. Bu ekonomik bağımlılık Hindistan’ın daha güçlü ve vazgeçilmez bir oyuncu olan Çin’i doğrudan eleştirmekten kaçınırken sembolik olarak karşı karşıya gelmesi daha kolay olan Türkiye’yi neden hedef aldığını açıklıyor. Ki Delhi’nin Pekin konusundaki sessizliği rastlantısal değil, hesaplanmış bir durum; ekonomik kısıtlamalar, stratejik zaaflar ve küresel tedarik zincirlerinin acil gerçekleri dikkate alınarak hesaplanmış bir durum.

Gerçekçi bir bakış açısıyla -romantizm gözlüğünü takmadan- şu açıkça söylenebilir: Ankara, Keşmir ve Pakistan’a yönelik politikasını değiştirmediği sürece, yakın gelecekte ikili ilişkilerin çok fazla iyileşmesi pek olası görünmüyor. Normal koşullarda, ortak kültürel bağlara sahip iki dost ülke arasındaki büyüyen işbirliği pek kaygı yaratmayabilir. Ancak giderek daha görünür hale gelen Ankara ile İslamabad arasındaki yakınlık, Pakistan ile Hindistan arasındaki artan gerginliklerin ortasında şekilleniyor. Türkiye için Pakistan ile ilişki kurmak, Hindistan ile bağların pahasına olmak zorunda değil. Ancak Hindistan ve Pakistan’ın her birinin diğerinin dış ilişkilerini sıfır toplamlı bir rekabetin parçası olarak algıladığını unutmayın. Delhi’nin algısı, Türkiye’nin Pakistan’ı yalnızca diplomatik olarak desteklemekle kalmayıp aynı zamanda bölgesel askeri dengeyi etkileyecek şekilde savunma kapasitesini önemli ölçüde güçlendirdiği yönünde. Ankara’nın mevcut politikası Hindistan’ın mevcut algısını güçlendiriyor.

Burada Hindistan ve Pakistan arasındaki oyunun büyük etkisi var. Oyun şöyle: Pakistan belirli bir Müslüman çoğunluklu ülkeyle ilişkiler kurmada daha aktif olduğunda, Hindistan o ülkenin rakibiyle daha fazla etkileşime giriyor. Burada asıl söz konusu olanlar: Türkiye-Yunanistan ve Azerbaycan-Ermenistan. Pakistan Türkiye ve Azerbaycan’a ne kadar yakınlaşıyorsa, Hindistan da Yunanistan ve Ermenistan’a o kadar yakınlaşıyor. Hindistan için denkleme aynı zamanda Güney Kıbrıs ve İran’ı da dahil edin. İsrail’i de unutmamak gerek. Delhi’deki birçok kişi, örneğin, Hindistan’ın İran, Yunanistan, Güney Kıbrıs, BAE ve İsrail’e hızla ulaşarak yakın savunma ve stratejik ilişkiler aramasını, Ankara’nın Pakistan, Bangladeş ve Maldivler ile olan savunma ilişkilerine bir tepki olarak açıkladı.

Yeni Delhi, Üç Kardeş İttifakı olarak nitelenmeye başlayan Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan’ın Hindistan’a meydan okumak için birlikte çalıştığını düşünüyor ve bu jeopolitik koalisyonun yükselişinden kaygı duyuyor. Son Hindistan-Pakistan çatışmasında İslamabad’a Türkiye’den çok daha sert bir retorikle açık diplomatik desteğini sunan ülkenin Azerbaycan olduğu bilinmeli. Ki Delhi, Ermenistan ordusunu güçlendiriyor ve bu Bakü’yü kızdırıyor. Yeni Delhi, Türkiye, Azerbaycan ve Pakistan arasında oluşturulan üçlü yarı ittifaka diplomatik olarak karşı koymak için İran ve Ermenistan ile yakın çalışma yoluna gitti. Her iki ülke de bu oluşumdan kaygı duyuyor. Erivan, Bakü ile yıllardır süren bir toprak mücadelesi veriyor. Tahran, İran’da yaşayan milyonlarca Azeri nedeniyle Bakü ile gerginlik yaşıyor ki onların Azerbaycan ile yakın kültürel bağları var ve İran, Bakü’nün bu bağları ayrılıkçı hareketleri desteklemek için kullanacağından korkuyor.

Hindistan, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Ermenistan ve İran ile yakın bir şekilde çalışmaya devam edecektir. Gergin ama düşmanca olmayan Türkiye ve Azerbaycan ile ilişkileri zaman geçtikçe daha da kötüleşebilir. Modi bloklar oluşturuyor. Türkiye Pakistan’ı Hindistan’a karşı açıkça desteklediğinden Yunanistan’a mesaj göndermek için Güney Kıbrıs’ta. Güney Kıbrıs, Yeni Delhi’nin güvenilir dostu olarak görülüyor. Hindistan, Kıbrıs sorununa bir çözüm olarak BM Kararlarına dayalı Rumların önderliğinde iki bölgeli iki toplumlu bir federasyonu destekliyor. Modi’nin Keşmir konusunda BM Güvenlik Konseyi kararlarını görmezden gelmesi ancak Kıbrıs konusunda BM Güvenlik Konseyi kararları ve uluslararası hukuk yoluyla çözülmesini savunması tuhaf bir ikiyüzlülük.

Türkiye ve Pakistan iyi niyeti besleyen doğasıyla köklü kültürel bağları paylaşmaya devam edecek. Buna karşın Ankara’nın bölgesel anlaşmazlıklarda açık bir “hizalanma” sinyali vermekten kaçınacak şekilde eylemlerini kalibre etmesi gerekiyor. Ki ölümcül bir çatışmada açıkça taraf seçmek kısa vadeli dayanışma sağlayabilir ancak özellikle ticaret, diplomasi ve çok taraflı forumlarda Ankara’nın özlemlerine uzun vadeli zarar verebilir. Yükselen bir ekonomik ve politik güç olarak Hindistan, Asya’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacaktır. Ankara’nın BRICS gibi platformlara katılımı veya Küresel Güney ile bağları genişletme konusundaki ilgisi, Yeni Delhi ile yapıcı bağlardan yararlanır.

Doğrusu Hindistan Türkiye ile bağlarını güçlendirmeye çalışıyordu. Ve açıkçası depremden sonra iyi niyet göstergesi olarak sunduğu Dost Operasyonu’nun ardından ilişkilerin özellikle siyaseten güçleneceği yönünde büyük bir beklentiye girmişti. Yeni Delhi İslamabad ile son çatışmasındaki Ankara tutumunu, “Hindistan’ın dostluğunu reddetti” olarak algıladı. İnsani yardımın sürekli dile getirilmesi hoş bir davranış değil ayrıca. Ve devletler büyük çoğunlukla rasyonel varlıklardır ve doğal olarak onlardan minnettarlık duygusuyla değil, çıkar güdümlü politika geliştirmeleri beklenir. Ancak biraz önce ifade ettiğim gibi bölgesel anlaşmazlıklarda ve duyarlılıklar noktasında “stratejik gizem” belki daha doğru bir yaklaşım tarzı olabilir.

Romantizme gerek yok, özellikle 2019’dan bu yana ikili ilişkiler ciddi düşüşte ve ufukta sürpriz bir sıçrama da olası görünmüyor. Zaten muazzam değildi, diye de düşünenler olabilir tabii.

Okumaya Devam Et

Görüş

Kış Geliyor

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

İsrail, siyasi olarak harekete geçmek için tarihi bir fırsat gördü. ABD-İran görüşmelerinin başarısız göründüğü, İran’ın zayıfladığı bir zaman. Peki yakın geçmişten bu noktaya nasıl geldik?

Geçmişte İran, “direniş ekseni” dediği vekil güçlerine, yani bölgede dolaylı savaş veren milislere başvuruyordu. Bu bir tür “ileri savunma” stratejisi idi. Geldiğimiz noktada bu kabiliyeti büyük ölçüde kaybettiler. En önemli bölgesel müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah, geçen yıl İsrail tarafından büyük ölçüde etkisiz hale getirildi. Suriye’de de rejim değişti. Yemen’deki Husiler dışında hâlâ aktif bir vekil gücü kalmadı. İsrail de İran bu kapasiteyi yeniden inşa etmeden önce bu zayıflıktan faydalanmaya çalışıyor.

Her ne kadar İran son aylarda bombaya çok daha yakın bir konuma gelmese de zenginleştirilmiş uranyum stokları ciddi şekilde artış gösterdi. Yani dokunulmaz ve daha cüretkar bir İran ile karşı karşıya kalması giderek yaklaşıyordu. Tüm bu faktörler bir araya geldiğinde, İsrail böyle büyük bir riski almaya karar verdi. Bu sadece nükleer tesislere değil, İran’ın askeri tesisleri, hava savunma sistemleri ve özellikle üst düzey askeri liderler ile bilim insanlarının hedef alındığı çok daha kapsamlı bir saldırı.

Hizbullah Saldırıları ile Paralel Strateji

İsrail’in İran’a uyguladığı saldırı stratejisi, geçen yıl Hizbullah’a karşı Lübnan’da izlenen stratejiye benziyor; sadece alt yapıyı değil, aynı zamanda komuta zincirini de hedef alıyorlar. Hem “know how” hem de yönetimi elimine etmeye çalışıyorlar. Böylece hem psikolojik üstünlük sağlıyorlar hem de birikmiş deneyim ve bilgiyi yok ederek iletilmesine engel olmaya çalışıyorlar. Çünkü Hizbullah ve İran Devrim Muhafızları gibi yapılarda tam kontrolün sağlanması için yetki ve karar alma mekanizmaları kişilere fazlası ile bağlı. Onların devre dışına çıkarılması ciddi bir bozgun durumu yaratıyor.

İsrail’in İran’a düzenlediği saldırı “sınırlı bir operasyon” değil. Uzun süredir planlanan kapsamlı bir operasyon ve yine uzun sürmesi beklenilen bir savaşın parçası olduğu aşikar. Netanyahu’nun halkına Haziran ortasında sıcak tutacak giysiler bulundurun demesi ne beklememiz gerektiği konusunda işaretler içeriyor. Şimdilik, bölgeye etkisi olan ama henüz yayılmamış bir savaş bu. İsrail’in İran’a ulaşması ya da İran’ın İsrail’e saldırabilmesi için Ürdün, Irak, Suriye gibi ülkelerin hava sahasından geçmesi gerekiyor. Yani ne olursa olsun bu ülkeler etkilenecek. Örneğin İran’ın İsrail’e gönderdiği insansız hava araçlarını Ürdün engelledi, çünkü güzergah üzerinde yer alıyor. İran, İsrail’e insansız hava aracı gönderdiğinde bunlar ya Irak, ya Suudi Arabistan, ya Ürdün ya da Suriye üzerinden geçmek zorunda.

Açıkça Savaş İlanı

İsrail bu operasyonun bir savaşın başlangıcı olduğunu açıkça belirtti. Genelde böyle açıklamalar yapılmaz ama hem Başbakan hem de Genelkurmay Başkanı yaptıkları açıklamalarda “İslam rejiminin yeteneklerine karşı bir savaşa başladık” dediler. Yıllar önce planlanmaya başlayan bu savaş, hem nükleer kapasitelere hem de kıtalararası balistik füzelerin fırlatma ve üretim merkezleri ile çeşitli tipte insansız hava araçlarını da hedef alıyor. İsrail, müzakerelerde çözüm olmayacağı varsayımıyla bu askeri kapasitelere karşı saldırı planları zaten geliştiriyordu. Şimdi saldırıya başlamasının sebeplerinden biri de bu müzakereler sadece nükleer meseleye odaklanmıştı; diğer silah sistemleri hiç masada değildi.

Bu saldırı, özellikle Nisan ve Ekim 2024’te İran’la yaşanan misilleme saldırılarından sonra çok daha hedefli ve incelikli şekilde planlandı. O karşılıklı saldırılardan dersler çıkarıldı. Şimdi çok daha kapsamlı ve kesin bir savaş başlatıldı.

İsrail, Netanyahu’nun söylediğinin aksine şu anda yakın ve varoluşsal bir tehdit altında değil. Zaten İran’ın vekil güçlerini tek tek zayıflatıp neredeyse elimine eden İsrail için, sonunda şimdilik asıl amacına yani İran’a sıra geldi. İsrail’in bile beklentisi uzun ve çetin bir mücadele. Netanyahu’nun halkına sıcak giysilerini yanınızda bulundurun tavsiyesinin bizlere hatırlattığı da, popüler kültürün ünlü bir dizisindeki slogan gibi “Kış geliyor”…

Okumaya Devam Et

Görüş

İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun yaklaşık 30 yıldır İran’ı bombalamak isteyen biri olarak, kendi gündemi olduğu ve İran’ın nükleer silah geliştirdiği yönündeki iddiaları bahane olarak kullandığını anlamak zor değil. Bu şeytanlaştırma operasyonu epeyce uzun soluklu. 1990’larda bile bu iddiayı ısrarla dile getirdi ve iddiasının temeli yoktu. Hatta ABD istihbarat raporları bu iddianın yanlış olduğunu açıkça o zamanlarda ortaya koydu. En son mart ayında yayınlanan ABD istihbarat raporu da aynı şeyi söylüyor. Buna rağmen Netanyahu iddialarına bire bin ekleyerek ısrarla devam ediyor. Son iddialarından biri de İran’ın nükleer silah yapıp bunları teröristlere dağıtacağı yönünde.

İran’ın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından tamamen denetime açık bir şekilde yürütülen barışçıl nükleer gelişim hakkına sahip olması normal karşılanacak bir durum olmalı. Nitekim 2015 yılında Obama başkanlığında ABD ve İngiltere bu anlaşmayı destekledi ve imzalar atıldı. İran da o dönem nükleer silah programının olmadığını ve tamamen denetime açık olmaktan memnuniyet duyduğunu söyledi.

2017 yılında Trump başkanlık koltuğuna oturdu ve büyük ihtimalle ABD’deki İsrail lobisinin baskısıyla, 2018 yılında bu anlaşmadan çekildi ve her şeyi yeniden belirsizliğe sürükledi. Trump’ın uyguladığı maksimum baskı politikası, aksine İran’ı uranyum zenginleştirme faaliyetlerini artırmaya itti. Trump’ın, ilk başkanlığında hali hazırda üzerinde anlaşılmış anlaşmadan çekilip, ikinci başkanlığında o anlaşmaya geri dönmek için çaba sarf etmesi son derece ilginç ve kafa karıştırıcı. Trump’ın geçmişten ders alıp, hatasını telafi etmek istediğini düşünmek ancak naiflik olur.

Netanyahu liderliğindeki İsrail’in, nükleer programı bahane ederek İran rejimini çökertmek istediği çok açık. Bu hedefine de adım adım karşısındaki güçleri neredeyse felç edip anlamlı bir karşılık vermelerine izin vermeden ilerliyor. Geldiğimiz noktada da tipik Batı yaklaşımı olan “bildiği şeytanı” tercih etme politikasından uzaklaşıyor.

Kitle imha silahları yerine nükleer bomba bahanesi

Orta Doğu’daki bir devlette rejim değişikliği yaratma girişiminde 20 yıl önce Irak’ta da bulunuldu. IŞİD’in doğuşuna, milyonlarca kişinin ölümüne sebep olan Irak planının yarattığı dehşete tanık olduk. O zaman ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Powell, BM’de yaptığı konuşmada “Saddam Hüseyin’in kimyasal silahları var. Saddam Hüseyin bu tür silahları kullandı ve bunları komşularına ve kendi halkına karşı tekrar kullanmaktan çekinmiyor” dedi. Powell, sunumunda keşif fotoğrafları, ayrıntılı haritalar ve çizelgeler ve hatta Irak ordusunun üst düzey üyeleri arasında gerçekleşen kaydedilmiş telefon görüşmelerini kullandı. İstihbarat yetkililerinin kendisine güvenilir olduğuna dair güvence verdiği bu bilgiler eşliğinde bir saatlik konuşması sırasında 17 kez tekrarladığı “kitle imha silahları” ifadesi, Bush yönetiminin Irak’ı işgal etmeyi meşrulaştırmak için kamuoyunda kullanılan ifade oldu.

Powell’in BM’deki bu konuşmasından bir buçuk ay sonra, Başkan Bush Bağdat’a hava saldırıları emri verdi. Bush, televizyondan ulusa hitabında, bunun “Irak’ı silahsızlandırmak, halkını özgürleştirmek ve dünyayı büyük tehlikelerden korumak için” bir askeri operasyonun başlangıcı olduğunu söyledi. ABD güçleri, Irak’taki iç işbirlikçileri ile birlikte Saddam Hüseyin rejimini birkaç hafta içinde devirdi ve Irak’ın sözde “kitle imha silahlarına” dair kanıt hiçbir yerde bulunamadı.

Bush yönetimi, savaş karşıtlığı, özellikle ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahalelerine karşı olmasıyla tanınan Colin Powell’in kredibilitesini kullanarak Irak’taki rejim değişikliğini gerçekleştirdi. Powell daha sonra BM konuşmasını “büyük bir istihbarat başarısızlığı” ve sicilinde bir “leke” olarak nitelendirdi. Kaynaklarının yanlış ve hatalı olduğunu ve hatta kasıtlı olarak yanıltıcı olduğunun ortaya çıktığını söyleyerek günah çıkaran Powell ölmeden önce pişmanlığını dile getirdi.

Eger İsrail, İran’ı etkisiz hale getirmeyi ve hatta orta-uzun vadede ondan bir müttefik yaratmayı başarırsa, hedef alacağı bölgedeki bir sonraki konvansiyonel güç bilin bakalım kim? Türkiye’yi şeytanlaştırma çabaları şu sıralar biraz daha kısık ateşte de olsa uzun süredir yürürlükte. Bölgede ikili bir karşı karşıya gelme, üçlü bir dengeden çok daha farklı bir zeminde gerçekleşecektir, önlemlerimizi alıp kemerlerimizi bağlasak iyi olacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English