Dünya Basını
“ABD’nin İsrail’e baskısı ters teper” tezini bu çalışma çürüttü

Gazze’deki savaşı sonlandırmak için ABD’nin neden İsrail’e baskı yapmadığı sorusuna birçok neden öne sürülüyor. Bu nedenlerden en çok dile getirileni Washington’un aslında İsrail üzerinde o kadar büyük bir etkiye sahip olmadığı ve olası ABD baskısının İsrail kamuoyunda ABD karşıtlığını körükleyeceği düşüncesi. Bu iki argümanın çıkış noktası da İsrailli yetkililer. Aşağıda çevirisini okuyacağınız çalışma, bu tezi çürütüyor. Makalenin yazarlarının İsrailli seçmenlerle yaptığı anket benzeri bir çalışma sonucunda İsrailli seçmenlerin ve özellikle Netanyahu’ya oy verenlerin ABD’nin İsrail’e baskısı üzerine Hamas’la anlaşmaya daha sıcak baktığı ortaya çıktı.
Makalenin tamamını dikkatinize sunuyoruz:
***
Amerika’nın İsrail üzerinde düşündüğünden daha çok etkisi var
ABD’nin baskısı, Netanyahu’yu Gazze’deki rotasını değiştirmeye nasıl ikna edebilir?
Daniel Silverman, Anna Pechenkina, Austin Knuppe, Yehonatan Abramson
İsrail’in Gazze’de, Hamas’a karşı yaklaşık bir yıldır sürdürdüğü savaş boyunca ABD Başkanı Joe Biden yönetimi, İsrail’e en yıkıcı operasyonlarını azaltması ve çatışmayı sona erdirmesi için ciddi bir baskı uygulamakta isteksiz davrandı. Biden’ın geride durmasının birkaç nedeni var. Bu nedenlerden bir tanesi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümetinin rotasını baskı yoluyla değiştirmenin iyi bir sonuç vereceğine duyulan şüphe.
Bazı analist ve uzmanlar, ABD’nin İsrail hükümetinin davranışlarını temelden değiştirecek etkiye sahip olmadığını ve hatta İsrail’in Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki yıkıcı saldırısına verdiği tepkiye meydan okumanın geri tepebileceğini savunuyor. Bu görüşlerin ABD’nin üst düzey karar mercileri tarafından ciddiye alındığı görünüyor.
Bu yaz başında, İsrail ve Hizbullah arasında arabuluculuk yapan Biden yönetimi yetkililerinden Amos Hochstein, Lübnanlı siyasetçileri ABD’nin İsrail’i zorlayacak gücü olmadığı konusunda uyardı.
Kâr amacı gütmeyen Lübnan’ın Amerikan Görev Gücü (ATFL) Başkanı Ed Gabriel, Hochstein’ın mesajını şöyle özetledi: “[İsrailli yetkililere] Onlara, istediğimizi yaptırabileceğimizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz… Amerika’nın İsrail’i durduracak gücü olmadığını anlamalısınız.”
Benzer bir yorum geçen yıl sonunda uzun süredir Orta Doğu müzakerecisi olan ABD’li diplomat Dennis Ross’tan da geldi: “Tarih İsrailli seçmenlerin ABD’nin makul olmayan taleplerde bulunması durumunda maliyeti ne olursa olsun bu talepleri reddettiğini gösteriyor.”
Kısmen İsrailli yetkililerin açıklamalarından kaynaklanan bu görüş, İsrail’in aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in ABD’nin savaşı sona erdirmek için yaptığı baskıların İsraillileri savaşmaya devam etmek için motivasyon kaynağı haline geldiğini dile getirmesi gibi örneklerle destekleniyor.
Ancak bu tahmin, yalnızca bir varsayımdan ibaret. Bunu test etmek için, mayıs ayında İsrail kamuoyunun savaşa yönelik tepkilerini daha iyi anlamak amacıyla ABD hükümetinin koşulsuz desteği ile ABD’nin Gazze’de strateji değiştirme baskısı arasındaki farkı ölçen daha önce yapılmamış bir anket yaptık. Sonuçlar, ABD’nin elinde koz bulunmadığına dair kanaatin yanlış olduğunu gösterdi: ABD büyük olasılıkla İsraillilere barışçıl bir uzlaşmaya gitmeleri ve Gazze’deki savaşı önemli bir tepki yaratmadan sona erdirmeleri için baskı yapabilir. Eğer Biden yönetimi ya da belki de daha büyük olasılıkla halefi İsrail’e gerçek ve sürekli bir baskı uygularsa- örneğin bir anlaşmaya varmak için saldırı silahlarının ihracatını şarta bağlarsa- bu muhtemelen İsrail kamuoyunun savaşa olan desteğini önemli ölçüde zayıflatacak ve savaşın sona ermesini hızlandıracak.
KAMUOYU KAZANILABİLİR
Son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamaları birçok İsraillinin, İsrail’in savaşı sona erdirmesi ve Gazze’den tamamen çekilmesi karşılığında tüm rehinelerin serbest bırakılmasını öngören bir ateşkes anlaşmasını desteklediğini gösteriyor. Haziran ayında böyle bir uzlaşmaya sıcak bakan İsrailliler yüzde 56’lık dilimi oluştururken ağustos ayında bu oran yüzde 63’e yükseldi. ABD politikasının bu rakamları bir ölçüde etkilemiş olması muhtemel; Biden, Dışişleri Bakanı Antony Blinken ve CIA Direktörü William Burns, açıkça bir anlaşmaya yönelik sözlü desteklerini ve İsrail hükümetinin bunu kabul etmemesi karşısında sabırlarının dolmak üzere olduğunu dile getirdiler.
İsraillilerin ABD’nin ülkeye yönelik tutumuna nasıl tepki verdiğini daha iyi anlamak için, 7 Mayıs’tan 12 Mayıs’a kadar, genel İsrail nüfusunu temsil eden bin 238 İsrailli yetişkinden oluşan bir örneklemle, yaklaşık iki düzine sorudan oluşan çevrimiçi bir anket yaptık. Katılımcılardan, Washington’un İsrail’in Refah’ı işgalini engellemeye çalışmak amacıyla yıllardır ilk kez bir silah sevkiyatını durdurduğu haberinin ortaya çıkmasından sadece birkaç gün sonra görüş alındı. Bu strateji, anketimizin sahada olduğu dönemde ABD’nin Gazze’deki savaşa yönelik politikasının yönünü özellikle belirsiz hale getirdi.
Anketimiz, İsraillilerin ABD’nin duruşuna nasıl tepki verdiğini görmek için dikkatle hazırlanmış bir mesaj testi içeriyordu. Katılımcıları üç gruba ayırdık. Birincisi kontrol grubuydu; anketi doldurmadan önce katılımcılara herhangi bir mesaj verilmedi. İkinci grup soruları yanıtlamadan önce, Amerikan halkının çatışmada İsrail’i desteklediğini ve Biden yönetiminin İsrail’in Hamas’a karşı tam bir zafer elde etmesi için koşulsuz destek sağlayacağını öne süren gerçekçi ancak hayali bir haber okudu. Üçüncü grup ise Amerikalıların savaştan soğuduğu, Biden yönetiminin İsrail’in savaşı sona erdirmesi gerektiğini ve bunu yapmaması halinde ABD desteğinin koşulsuz olmayacağını kesin olarak ifade ettiği kurmaca bir haber okudu. İki test grubuna sunulan her iki pozisyon da mayıs ayı başlarında, Biden yönetiminin silah sevkiyatının ilk kez durdurulduğunu duyurduğu ve gerçekten büyük bir politika değişikliğinin eşiğinde mi olduğu, yoksa savaşı hafif eleştirilerle desteklemeye devam mı edeceği konusunda çelişkili haberlerin olduğu dönemde, tamamen akla yatkındı.
Bu müdahalenin ardından her üç katılımcı grubuna da Gazze’deki çatışma, çatışmanın sona erme olasılığı ve diğer jeopolitik konulara ilişkin tutumları hakkında aynı sorular soruldu.
Sonuçlar çarpıcıydı.
Genel olarak, ABD’nin savaşı sona erdirmek için İsrail’e gerçek bir baskı uygulamaya hazır olduğunu okuyan İsraillilerin savaşa, savaşı sona erdirmek için yapılan müzakerelere ya da ABD ve jeopolitik rakiplerine ilişkin görüşlerini önemli ölçüde değiştirmediğini gördük.
Özellikle, ABD’nin, İsrail’e rotasını değiştirmesi için baskı yaptığını duyan grupta, daha sonra ABD’ye olumlu baktığını söyleyen katılımcıların yüzdesinde anlamlı bir düşüş ya da Rusya veya Çin’e olumlu bakanların yüzdesinde bir artış olmadı. Bu bulgular, ABD’nin baskı uygulamasının İsraillilerin ateşkese desteğini azaltacağı veya Amerika’ya yönelik görüşlerini ciddi şekilde zedeleyeceği endişesini çürütüyor. Kısacası, Smotrich yanılıyor: Baskının geri tepeceğine dair bir kanıt yok.
Ayrıca, ABD’nin İsrail’e koşulsuz destek verdiğini duyan katılımcılar arasında ABD’ye olumlu bakanların yüzdesinin kontrol grubuna göre sekiz puan daha yüksek olduğunu belirtmek gerekir. Anket katılımcıları, ABD’nin İsrail’e koşulsuz destek vermesini tercih etmişti. Ancak, Amerika’nın baskı uyguladığını duyduklarında da ABD itibarını kaybetmiş görünmüyordu.
BASKIYI YOĞLUNLAŞTIRMA
ABD’nin İsrail üzerindeki baskısını duymanın etkisini, katılımcıları Netanyahu’yu destekleyenler ve desteklemeyenler (Bu, İsrail’de önemli bir siyasi bölünme) olarak ayırarak daha derinlemesine inceledik. Katılımcılara bir sonraki seçimde Netanyahu’ya mı yoksa diğer önde gelen İsrailli politikacılardan birine mi oy vermeyi planladıklarını sorduk.
Netanyahu’ya oy veren katılımcıların, ABD’nin uyguladığı baskıya ilişkin haberi okuduktan sonra Hamas’la anlaşmaya verdiği desteğin önemli ölçüde arttığını (yüzde 25’ten yüzde 40’a) gördük; bu da İsrail halkının önemli bir kesiminin ABD’nin İsrail’e savaşı sona erdirmesi için baskı yaptığını duyduklarında, aslında oldukça duyarlı olduklarını ve bazı liderlerin aksi yöndeki iddialarına rağmen bu baskıya istendiği gibi karşılık verdiklerini gösteriyor.
Bu bulgular, kontrol grubundaki Netanyahu seçmenleri ve diğer seçmenler tarafından ifade edilen görüşler göz önüne alındığında özellikle dikkat çekici. Anketi tamamlamadan önce ABD stratejisi hakkında hiçbir şey okumamış olan katılımcılar arasında, Hamas’ı ortadan kaldırmaya çalışmak için savaşı sürdürmek yerine savaşı sona erdirmek ve Gazze’de tutulan İsrailli rehineleri iade etmek için bir anlaşmaya varılmasına verilen desteğin oranları, Netanyahu seçmenleri arasında yüzde 25, diğer İsrailliler arasında ise yüzde 73’tü. Başka bir deyişle, Netanyahu seçmenleri İsrail’in savaşta maksimalist bir sonuç elde etmesine yönelik desteğin birincil kaynağı idi. Bu seçmenlerin topyekûn bir zafer kazanma arzusunu azaltmak ve onları uzlaşmaya itmek, İsrail siyasetinde çatışmayı sürdürmenin uygulanabilirliğini ciddi şekilde tehlikeye atacaktır.
Netanyahu’nun kendisi siyasi geleceğini bağlı gördüğü bu savaşta ne kadar kararlı olursa olsun, nadiren de olsa uygulanan ABD hükümeti baskısına duyarlı olduğunu da gösterdi. Örneğin Nisan ayında Biden’ın Netanyahu’ya İsrail’in savaştaki tutumunda ciddi değişiklikler yapmasını söylediği bir telefon görüşmesinin ardından İsrail, Gazze’ye insani yardım taşıyan kamyonların sayısını önemli ölçüde artırdı. Bu olay, Netanyahu’nun bugüne kadarki oy oranlarının en düşük olduğu ve savaş kabinesinin ılımlı üyeleri sayılan Benny Gantz ve Gadi Eisenkot’un istifa edeceğine dair spekülasyonların arttığı bir döneme denk geldi. Baskıyı savunanlar, kamuoyunda artan muhalefet, elitlerden kopma tehditlerinin artması ve politikadaki değişimlerin benzer bir birleşimini gördüklerinde harekete geçebilirler.
Belki de bu nedenle Netanyahu, sağındaki İsrailli bakanlar ve İsrail hükümetinin ABD’deki en ateşli ve refleksif savunucularıyla birlikte, Amerika’nın İsrail’e savaşı sona erdirmesi için baskı yapması halinde neler olacağına dair böylesine korkunç uyarılarda bulundu. ABD politikasının İsrail siyasetini şekillendirme gücünün farkındalar. Örneğin, büyük ölçekli kitlesel protestolara ek olarak, daha fazla yedek askerin, Netanyahu’nun İsrail güvenliğini ve Amerikan desteğini eşi benzeri görülmemiş bir şekilde tehlikeye atmasını protesto etmek için görevden çekilmesi, geçen yıl hükümetinin yargı reformlarına karşı yapılan protestolarda olduğu gibi, ülkeyi daha da büyük bir kaosa sürükleyebilir.
Peki ya ABD’nin İsrail’e koşulsuz destek vereceğini duymanın sonuçları? Burada, ABD’nin savaşı sona erdirmesi için İsrail’e baskı yaptığını söylemenin etkisine kıyasla ilginç ama daha zayıf bir paralellik bulduk. ABD’nin İsrail zaferine koşulsuz destek verdiğine dair kurgu haberi okumak, Netanyahu karşıtı seçmenler arasında ateşkes desteğini kontrol grubuna kıyasla altı puan azalttı; bu, Netanyahu seçmenleri üzerinde ABD baskısına dair hikayeyle ilişkili farktan daha küçük ve istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir farktı.
Bununla birlikte İsraillilerin, ABD’nin ne olursa olsun arkalarında olduğunu düşündüklerinde daha maksimalist hedeflere ulaşmak için serbest hareket edebileceklerini hissettiklerini gösteriyor. Koşullu destekle ilgili kurgu haber gruplarının sonuçlarıyla birleştirildiğinde, İsraillilerin savaşa yönelik görüşlerinin esnek olduğunu ve dolayısıyla ABD’nin tutumunun İsrail kamuoyunu savaşı sonlandırmaya itebileceğini gösteriyor.
Sonuç olarak anketimiz, ABD’nin İsraillilerin çatışmayı sürdürme maliyetleri ve faydaları hakkındaki düşüncelerini ciddi ölçüde etkileyebileceğini güçlü bir şekilde ortaya koyuyor. ABD’nin savaşı sona erdirmesi için baskı yaptığı haberini duymak, İsraillilerin askeri operasyonların devamına karşı çıkıp uzlaşmaya yönelmesini sağlayabilir, üstelik bu durum İsraillilerin ABD’ye yönelik genel görüşlerinde önemli bir maliyet yaratmadan gerçekleşebilir.
Kaldı ki bulgularımız muhtemelen gerçek ABD baskısının gücünü olduğundan düşük gösteriyor, çünkü denekler sadece tek bir kurgusal haber okudular. İsrail hükümetinin karşı mesajlarının, ortaya çıkardığımız etkileri azaltması mümkün olsa da elde edilen sonuçlar, ABD’nin çatışmayla ilgili İsrail vatandaşlarının görüşlerini etkileme yeteneği kapsamında umut verici.
BURADAKİ SÜPER GÜÇ KİM?
Elbette, ABD baskısının başarısız olabileceği ya da geri tepebileceği endişesi, Washington’un Netanyahu hükümeti ve davranışları üzerinde daha fazla etki yaratmaya çalışmasının önündeki tek engel değil. Biden’ın İsrail hükümetine savaştaki tutumu konusunda ciddi bir baskı uygulamaktan kaçınmasının en az iki önemli nedeni daha var. Biden’ın geçmişten beri İsrail’e karşı kişisel bir sempatisi var, bu da onu ülkeyi eleştireceği yerde tereddütte bırakıyor. Ayrıca, davranışları kuşkusuz, başkanlık seçim yılında yaşanan iç politika kaygılarından da etkilendi.
Ancak yakında bu faktörlerin hiçbiri bu kadar önemli olmayacak. Biden, başkanlığının sonuna yaklaşıyor ve ardından kişisel dünya görüşü, ABD dış politikasının ana yönlendiricisi ve kısıtlayıcısı olmaktan çıkacak. Ülkenin yüksek riskli başkanlık yarışıyla ilişkili aşırı güçlü siyasi baskılar da birkaç ay içinde geçecek. Bir sonraki başkanlık yönetimi, savaş politikasını yeni yönlere ayarlama konusunda çok daha özgür olacak.
Şu anda Demokratların başkan adayı olan Başkan Yardımcısı Kamala Harris İsrail’in güvenliğine olan temel bağlılığını teyit etmekle birlikte son aylarda Filistinlilerin çektiği acılara daha fazla empati duyduğunun ve Netanyahu’ya karşı daha sert bir söylem ve muamele sergilediğinin sinyallerini verdi. Muhtemelen bu duruş, Harris’in Orta Doğu konusundaki yenilikçi dış politika danışmanları tarafından teşvik ediliyor. Bu nedenle bazı ateşkes destekçileri, Harris yönetiminin, İsrail ve Hamas arasında anlaşmaya varılmasını daha güçlü bir şekilde teşvik edebilmek adında sözlerini eyleme geçireceği konusunda umutlu.
Demokratların İsrail konusundaki ortak görüşü Biden’ın soluna kaymış durumda. Bir sonraki Demokrat başkan, yeni Demokrat liderlerle birlikte İsrail’e daha fazla baskı uygulamak isteyebilir. Böyle bir baskının olumsuz etki yaratacağı endişesi muhtemelen devam edecektir. Ancak anketimiz, politikada bu tür bir değişim için birçok stratejistin korktuğundan daha fazla alan olduğunu gösteriyor.
Anketimizin sonuçları ikinci bir Trump yönetiminin politikalarına da yön verebilir mi? Donald Trump’ın ilk döneminde İsrail’in sağ kanadını kucaklaması, savaşı sona erdirmek için İsrail’e silah ambargosuna karşı olduğunu belirtmesi ve İsrail’in “işi bitirmesi” gerektiği yönündeki yorumları göz önüne alındığında, Trump yönetiminin savaşı sona erdirmesi için İsrail’e baskı yapmaya istekli olacağını hayal etmek daha zor. Yine de Trump ile Netanyahu arasındaki, Trump’ın ilk döneminin sonlarına kadar uzanan gerilimler ve Trump’ın Suudilerle olan bağları gibi bölgedeki diğer yakın ilişkileri, Kasım seçimlerinin sonucundan bağımsız olarak gelecek yönetimde ABD’nin İsrail’e savaşı sona erdirmesi için baskı yapma olasılığını açık bırakıyor.
Yeni yönetimin atabileceği adımlara gelince, tarihsel olarak, İsrail’in davranışını değiştirmek isteyen ABD başkanları birkaç mekanizma kullandılar. Bunlardan biri diplomatik baskıd ki bu da genellikle İsrail’i eleştiren kararların Birleşmiş Milletler’den geçmesine izin vermeyi ve hatta bu kararlar lehinde oy kullanmayı gerektiriyor. Haziran ayında ABD hem İsrail’i hem de Hamas’ı savaşı sonlandırmaya çağıran bir BM kararına destek olarak bu yönde bir hamle yaptı. Ancak kullanılan dil biraz temkinliydi ve kararın, şimdilik, pek bir etkisi olmadı.
ABD geçmişte ekonomik ve askeri alanlarda daha ciddi baskılar uyguladı. Başkan George H. W. Bush 1991 yılında İsrail’e 10 milyar dolarlık kredi garantisini durdurarak Başbakan Yitzhak Shamir’i İsrail’in yerleşim politikasını değiştirmeye ve Filistinlilerle Madrid’de yapılacak büyük bir barış konferansına katılmaya zorladı. Başkanlar Ronald Reagan ve Barack Obama, İsrail ordusunun Lübnan ve Gazze’ye müdahaleleri nedeniyle İsrail’e üst düzey silah sevkiyatını durdurdu. Kararlılık ve sabırla uygulandığında bu tür baskılar, çoğu zaman İsrail hükümetini dizginlemeyi ve askeri harekatlara son vermek üzere pazarlık masasına oturtmayı başardı.
Harris’in ulusal güvenlik danışmanı Philip Gordon, Harris’in başkanlığı kazanması halinde, silah ambargosunun söz konusu dahi olmayacağını açıkça ifade etti. Ancak Gordon’un açıklamaları, bir ateşkes anlaşmasına varılana kadar İsrail’e tüm saldırı amaçlı silah sevkiyatının durdurulmasına kadar varabilecek önemli bir baskı olasılığını hala açık bırakıyor. İsrail’e (saldırı amaçlı olmayan) silahların bir kısmının ya da tamamının sevkiyatının durdurulması, hükümet çatışmalara son vermediği sürece ülkeye kredi verilmemesi ve muhtemelen bir anlaşmayı teşvik için ekonomik teşvik vaadinde bulunulması, potansiyel baskı listesini oluşturabilir. Bu tür hamlelerin, bölgedeki kilit güçleri Hamas’a baskı yapmaya zorlamak için yenilenen diplomatik çabalarla birleştirilmesi de muhtemelen değerlendirilecektir.
Nihayetinde Gazze’deki savaş sona ermeli. Çatışma hem İsrail’de hem de Gazze’de, şimdiden çok sayıda insanın ölümüne neden oldu. Savaş ne kadar uzun sürerse, daha geniş çaplı bölgesel savaş olasılığını o kadar artırır, dünya genelinde antisemitizm ve İslamofobiyi körükler. ABD İsrail’i destekliyor gibi göründükçe ya da sadece kenarda durdukça, Arap dünyasında ve küresel Güney’de imajı daha da zedeleniyor. Bu savaşı sona erdirmenin ABD’nin ulusal çıkarına olduğu açık ve eski güvenlik şeflerinden barış aktivistlerine kadar pek çok İsraillinin de söylediği gibi bu, İsrail’in de ulusal çıkarına olacaktır. İsrail hükümetine baskı uygulamak, ABD’nin savaşın sona ermesini teşvik için sahip olduğu birincil araçtır. Analizimiz, Washington’un itibarına önemli bir zarar vermeden merkez sağ İsraillileri anlamlı bir şekilde müzakere masasına itebileceğini gösteriyor. Eğer bir sonraki ABD başkanı savaşın sona ermesini istiyorsa, bunun için gerekli cesareti bulmalı.
ÇEVİREN: Bilge Dilay Misir
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
Dünya Basını
INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.
“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.
Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.
***
İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar
Dr. Raz Zimmt
İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.
Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.
Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.
Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.
İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:
-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;
-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;
-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.
Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.
Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:
-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;
-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;
-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.
Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.
İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.
NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.
Dünya Basını
Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.
İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.
Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?
İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?
Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.
Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.
En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.
Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.
Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.
Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.
Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.
İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.
En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.
Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.
Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.
-
Görüş4 gün önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Asya1 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu2 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi5 gün önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’nın savunma özerkliği ve Almanya’nın askerî rolü dönüm noktasında
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 3