DÜNYA BASINI
AfD’nin Almanya’ya ve dünyaya bakışı: Maximilian Krah ile mülakat
Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz mülakat, Almanya’da son Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinden ikinci çıkan Almanya için Alternatif’in (AfD) önemli isimlerinden Maximilian Krah ile seçimlerden sonra yapıldı. Partinin Björn Höcke liderliğindeki völkisch-etnomilliyetçi grubu Der Flügel (Kanat) ile bağlantılı Krah, seçimlerden önce verdiği bir röportajda SS-Waffen üyelerinin hepsinin suçlu olmayabileceğini söylediği için kendi partisi tarafından AP seçim kampanyasında “kenara” çekilmişti. Yine Krah’ın Federal Meclis’teki bir danışmanı, Alman polisi tarafından “Çin adına casusluk yaptığı” iddiasıyla gözaltına alınmıştı.
Krah, 20. yüzyılda iki savaş arasında yaygınlık kazanan Spenglerci “Batının çöküşü” temasını tekrar ederken, yine Aydınlanma ve evrenselcilik karşıtı düşüncenin alametifarikalarından partikülarizmi, Nazizmin aşkın hukukçucu Carl Schmitt’e referansla savunuyor (“Kant’a karşı Schmitt”). Schmittçi Großräum (büyük alanlar) fikrine açıkça sarılan Krah, bunu partikülarist bir “herkes kendi kendini yönetsin” gibi ilk seferde kulağa hoş gelen şekilde süslese de, Alman hukuk filozofunda bunun Antik Roma üzerinden III. Reich’a uzandığını bilmiyor olamaz. Schmittçi sözüm ona “politik sistemlerin çoğul(cu)luğu” düşüncesi, Avrupa’nın (ABD ve SSCB karşısındaki) kendi varlığını Alman öncülüğüne bağlıyordu. Alman emperyalizminin Lebensraum fikri, Großraum’a dönüşüyordu. Avrupa Yeni Sağı’nda, eski faşist-nazi fikirlerin nasıl yaldızlanarak tekrar piyasaya sunulduğunu, tozlu raflardan indirilmiş hangi düşüncelerin yeni etiketlerle kamuoyunu etkilediğini ileride daha etraflıca ele alabilmeyi umuyoruz.
Hem mülakatı yapanların hem de Krah’ın, AfD’nin sarsılmaz İsrail yanlısı pozisyonunun altını çizmesi de gayet manidar. Krah, bir “Avrupa projesi” olarak İsrail ile tamamen bir duygudaşlık içindedir: AfD’nin hayalindeki Almanya ve Avrupa ile İsrail, aynı ailenin parçasıdır. Krah’ın bakışı, bugün Avrupa’daki Yeni Sağ’ın bağnaz bir biçimde savunduğu Siyonist devletle tamamen uyumludur. Bu ayrıca, Yeni Sağ’ın “müesses nizam karşıtı” iddialarına dair de çok şey söylüyor.
Son olarak, Krah’ın Almanya’nın iktisadi geleceğine ve hangi sınıflara yaslanacağına/yaslandığına ilişkin bir değini ile bu normale göre uzun notu kapatıyoruz. AfD’li, serbest piyasanın iyiliği mitosunu savunuyor, ama her nasıl olacaksa, bu serbest piyasa Goldman Sachs için değil, mesela KOBİ’ler için işleyecek. Bu, ütopik olmanın ötesinde, piyasanın işleyişini mistikleştirdiği için aynı zamanda gericidir de: piyasada “aktörler”, eşit şartlarda değil, şartları önceden zaten eşitsiz olarak belirlenmiş mülkiyet ilişkileri doğrultusunda hareket ederler. Ama bu bir tarafa, AfD türü partilerin, demagojik ya da değil, kitle tabanlarını neoliberal dönemde peyda olan, ama 2008-9 krizinden sonra gerçek bir toplumsal kesim haline gelen deklase işçilerden, uluslararasılaşmadan yorulan müphem bir “orta sınıf”tan ve en önemlisi de, Alman sanayisinin belkemiği olarak görülen, KOBİ’lerden daha fazlası demek olan Mittelstand’dan aldığını açıkça görüyoruz. İhracata dayalı “Alman mucizesi”nin sürdürülebilmesi için Mittelstand’ın ve orta sınıfın sağlam olması, bunun için de ucuz Rus enerjisi, dolayısıyla da Rusya ile iyi-sağlam ilişkiler zorunludur. Bu konuda meraklı okuru şu yazılara yönlendiriyorum:
AfD ve Almanya: Avrupa İhracatçılar Federasyonu mu?
Alman ekonomisi: Avrupa’nın iktisadi motoru dağılıyor mu?
Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
AfD’den Maximilian Krah ile Avrupa’nın siyasi depremi üzerine
Uwe Parpart ve David P. Goldman
Asia Times
14 Haziran 2024
Maximilian Krah, Almanya için Alternatif’in Avrupa Parlamentosu’ndaki baş adayı ve Alman siyasetinin en tartışmalı ve karizmatik kişiliklerinden biri. AfD (Alternative für Deutschland) 9 Haziran seçimlerinde Almanya’daki oyların %16’sını alarak Almanya’nın mevcut iktidar koalisyonundaki tüm partilerden daha fazla oy aldı ve eylül ayında yapılacak üç eyalet seçiminde de birinci çıkması bekleniyor. 1977 doğumlu Krah, 2016 yılında Hıristiyan Demokratlardan ayrıldı ve ilk kez 2019 yılında Avrupa Parlamentosu’na seçildi. Krah, 13 Haziran’da Asia Times Editörü Uwe Parpart ve Editör Yardımcısı David Goldman ile görüştü. Aşağıda konuşmanın hafifçe düzenlenmiş bir dökümü yer alıyor.
S: Maximilian Krah, bu önemli bir zafer, hatta bir depremdi. Şok dalgaları yarattı ve yaratmaya devam ediyor. Bu nasıl gerçekleşti? Özellikle Alman seçmenler, sizin seçmenleriniz, ne için ve neye karşı oy kullandılar?
C: Oyunu değiştiren gençler oldu. Farkı gençler yarattı. 24 yaş altı seçmenler arasında %12’lik bir artış gördük.
Sol, solcu adayları destekleyeceklerini düşünerek 16 ve 17 yaşındakilerin oy kullanmasına izin verdi. Ne var ki, 16 ila 24 yaş arasındaki bu grup içinde %12’lik bir oran elde ettik. Şu anda toplamda %17’lik bir oranla 24 yaş altı demografik gruptaki en kuvvetli siyasi güç biziz.
Bu, oyunun kurallarını değiştiren bir gelişme çünkü tekrar hata yapmadığımız sürece geleceğin bizim elimizde olduğunu gösteriyor. Donald Trump’ın tarzını daha fazla benimsemiş olsaydık çok daha iyisini yapabilirdik. Kampanya sırasında bazı istihbarat saldırılarının kurbanı oldum.
Ne yazık ki partim beni birkaç hafta gizlemeye karar verdi ve kampanya çalışmalarımı TikTok ve internetle sınırlandırarak genç seçmenlere odaklandım. Genç seçmenler arasındaki kazanım, yaşlı seçmenler arasındaki kayıpların üstesinden gelmeye yetecek kadar önemliydi.
Yani Almanya’dan gelen mesaj, genç Almanya’nın sağa kaydığı yönünde. Bu büyük bir kazanım ve umut veriyor.
Diğer mesaj ise istihbarat örgütleri tarafından düzenlenen bu tür güçlü saldırılarla başa çıkmayı öğrenmemiz gerektiğidir.
S: Mayıs ayında İsviçre’de yayınlanan Weltwoche dergisine “Almanya barış için bir güç olmalı” başlıklı bir röportaj verdiniz. Barış konusu özellikle genç seçmenler ve genel olarak seçmenler için önemli miydi?
C: Öncelikle, barışın önümüzdeki beş yıl içinde Avrupa siyasetinin en önemli konusu olduğunu düşünüyorum. Neden mi? Çünkü Amerika Ukrayna sorunundan yavaş yavaş çekilecek.
Dünya haritasına baktığımızda üç çatışma merkezi görüyoruz: Ukrayna, Ortadoğu ve Tayvan. Amerika tek başına bu üç bölgede de savaş kazanamaz.
Ukrayna’daki savaşın Avrupa parasıyla desteklenmesi gerektiği açık. Ukrayna için yeni para, yeni silahlar ve askeri desteğin finansmanı söz konusu olduğunda karar Avrupa Parlamentosu’ndan geçmelidir. Dolayısıyla Avrupa seçimlerinde, Ukrayna’daki savaşın önümüzdeki birkaç yıl boyunca devam etmesine karar veriyoruz.
Açıkçası bu küresel bir mesele. Bu nedenle dünyanın dört bir yanından istihbarat servisleri bu kampanyayla bu kadar ilgilendi ve bu kampanyayı etkilemede aktif rol oynadı. Genç seçmenler arasında ise meseleler çok daha temel.
Bugün genç bir insan olduğunuzda, öğretmenlerinizin ve ebeveynlerinizin size anlattığı deneyimlerin sizi geleceğe hazırlamayacağını bilirsiniz. Gençler geleceğin ne getireceğini bilmiyorlar ve onlara insan olmanın ne anlama geldiği bile öğretilmiyor.
Cinsiyet kimliklerinden şüphe ediyorlar – erkek, kadın ya da başka bir şey olup olmadıklarından. Kendilerine güvenmeyen ama etraflarındaki her şeyi dönüştürecek bir gelecekle karşı karşıya olduklarını bilen bir genç neslimiz var. Gençler temel cevaplar talep ediyorlar çünkü önlerindeki hayatın onlara meydan okuyacağını biliyorlar ve bu meydan okumaya hazırlıksız hissediyorlar.
Ve tabii ki savaş, yaşam ve ölümle ilgili olduğu için temel ve hayati bir konudur. Savaşta ölebilirsiniz, dolayısıyla gençler temel konulara çok açıklar.
S: AfD’nin barışın nasıl olacağına dair bir vizyonu var mı? Eninde sonunda, tüm savaşlar gibi bu savaş da sona erecek. Peki sonrasında ne olacak?
C: AfD kampanya sırasında zorluklarla karşılaştı çünkü saldırıları bekliyorduk ama bu kadar şiddetli olacağını bilmiyorduk. Ne yazık ki bu saldırıların yoğunluğuna hazırlıklı değildik.
AfD’nin tutarlı bir vizyona sahip olup olmadığını söylemek zor, fakat kendi vizyonumu paylaşabilirim. Bir barış anlaşması için herkes temel fikri biliyor.
Mevcut cephe hattını alıp önümüzdeki beş yıl boyunca yeni sınır olarak belirleyebiliriz. Bundan sonra Rus işgali altındaki bölgelerde Rusya’ya mı yoksa Ukrayna’ya mı ait olmak istediklerini belirlemek için bir halk oylaması düzenleriz. Büyük olasılıkla Rusya’yı seçeceklerdir.
Ne var ki, Ukrayna’daki savaş Ukrayna’dan öte küresel dünya düzeniyle ilgili. Eğer Rusya tamamen kaybetmez ve hatta statükoya kıyasla kazançlı çıkarsa, Batı liderliğindeki mevcut küresel düzen sona erer. Dolayısıyla Batı böyle bir barış anlaşmasını kabul edemez.
Söz konusu olan savaşı uzatmak, daha fazla mühimmat ve silah tedarik etmek ve Ukrayna’nın kaybetmesini engellemeye çalışmak. Savaşın sona ermesi Batının küresel hakimiyetinin sona ermesi anlamına gelecektir.
Bu nedenle Brüksel ve Washington’daki elitler savaşı sürdürmeye ve herhangi bir barış girişimini engellemeye kararlı.
Weltwoche’ye verdiğim demeçte Almanya’nın “Macht für den Frieden” (barış için bir güç) olması gerektiğini vurgulamıştım. Fakat Almanya bugün bir güç değil; daha çok bir çakala benziyor. Bağımsız bir Alman siyaseti düşüncesi yok. Donald Trump başkan olduğunda tüm Brüksel ve Berlin stratejik özerklik çağrısında bulundu. Joe Biden dünyaya liderlik etmek için geri döndüğünde herkes mutluydu çünkü siyasi elitler bağımsız dış siyaset için entelektüel kapasiteden yoksundu.
Avrupa siyasetlerini anlamak için Washington’a bakmanız yeterli. Karşı karşıya olduğumuz mücadele Batının küresel hakimiyetini, yani Amerika’nın küresel hakimiyetini korumaktır.
Benim vizyonum Almanya’nın bu savaşın kaybedeni olduğunu anlaması ve bağımsız bir dış siyaset için diğer Avrupa ülkelerinden destek almasıdır. Macaristan ve Bulgaristan gibi birçok küçük Avrupa ülkesi ve hatta Hollanda bile bunu anlıyor. Fakat Almanya kendisine en çok zarar veren siyasetin öncüsü olduğu sürece bir değişiklik olmayacaktır.
S: Diyelim ki birkaç yıl içinde AfD dışişleri bakanlığını ele geçirdi. Siz de bağımsız bir dış siyaset yürütme yetkisine sahip bir dışişleri bakanısınız. Eski düzen yıkılmış durumda. Ne tür bir yeni düzen getirmek istiyorsunuz? Mevcut koşulların yerini neyin alması gerektiğine dair vizyonunuz nedir?
C: Vizyon, mükemmel bir düzenin farklı şekillerde anlaşılabileceğini kabul etmektir.
Bırakalım Çinliler Çinli, Hintliler Hintli, Afrikalılar Afrikalı ve Avrupalılar Avrupalı olsun. Tüm dünyanın aynı siyasi ve hukuki kültürü takip etmesi gerektiği fikrinden vazgeçmeliyiz. Asya’nın kendi gelenekleri vardır ve kendilerini buna göre yönetmelidirler. Aynı şey İslam dünyası için de geçerlidir. Bırakalım Müslümanlar Batılı değerleri onlara empoze etmeye çalışmadan kendi düzenlerini takip etsinler.
Dolayısıyla ilk adım, dünyadaki belli başlı bölgelerin kendi siyasi ve hukuki düzen fikirlerine göre kendilerini yönetmeleri gerektiğini kabul etmektir. Daha sonra dış siyaset karşılıklı çıkarlara dayanmalıdır.
Bugünkü sorun, Batının kendi değerlerinin evrensel olduğuna inanması ve bunları askeri ve ekonomik yaptırımlar yoluyla dayatmasıdır. Bunun yerine ben Asyalıların Asya kurallarını, Müslümanların Müslüman kurallarını ve Afrikalıların Afrika kurallarını takip etmesini ve karşılıklı çıkarlara dayalı bir diplomasi başlatılmasını öneriyorum.
Bu fikir Immanuel Kant’ın evrensel bir küresel düzen fikrinden ziyade Carl Schmitt’in Großraumordnung (geniş alanlar düzeni) kavramıyla örtüşmektedir. Ben Kant’ın değil, Schmitt’in bakış açısıyla uyumluyum.
S: Ama buradan oraya nasıl gidileceğini tartışalım. AfD bir kitle partisinin seçmen gücüne sahip ama hâlâ bir protesto hareketi, bir Aktionsgruppe profiline sahip. AfD’yi şu anki algılanan protesto hareketi statüsünden Avrupa’nın en güçlü ülkesini yönetebilecek ya da yönetime katılabilecek bir partiye ne götürecek?
C: Anketler artık farklı bir hikaye anlatıyor. İnsanlara AfD’ye neden oy verdikleri soruldu; program için mi yoksa protesto için mi? Şimdi ise %55’i savunduğumuz şey için oy verdiklerini söylüyor. Bu değişim benim önemli bir başarım.
Ben bir fikri, bir vizyonu savunuyorum. Ben bir vizyonu savunuyorum, sadece hükümet karşıtlığını değil. Belki sadece hükümete karşı kampanya yürüterek daha fazla destek kazanabilirdik. Ama ben, “Bana oy verirseniz, bir vizyona oy vermiş olursunuz,” dedim. Bir şeyin lehine olan %16’nın, aleyhine olan %18’den daha iyi olduğunu kabul etmeliyiz.
Siyasi düşüncede bir alternatif olduğunu açıkça ortaya koymalıyız. Liberal dönem sona eriyor. Küresel Güney yükseliyor ve geleneksel düşünceyi geri getiriyor. Biz de kendi Batılı geleneksel düşüncemizi yeniden keşfetmeliyiz.
Sadece mevcut sisteme karşı çıkmak yerine olumlu bir siyasi vizyonu savunalım. Bu yaklaşım konumumuzu giderek güçlendirecektir.
Biz güçlendikçe, Hıristiyan Demokratlar için de bizimle anlaşmaya varmaları için bir teşvik olacaktır. Eylül ayında Almanya’nın doğusundaki üç eyalette (Saksonya, Thüringen ve Brandenburg) bölgesel seçimler yapılacak. Her üç eyalette de en güçlü güç biz olacağız.
Hıristiyan Demokratlar ya bizimle birleşerek bir hükümet kurabilir ya da Yeşiller ve Sosyalistlerle ittifak yaparak sol bir hükümet kurabilirler. Eğer muhafazakâr bir liberal solcularla ya da bizimle ortaklık kurmak arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsa, ilk tercihi biz oluruz. Ne var ki, ulusal parti yönetimi şu anda bunu yapmalarını engelliyor.
Umarım eninde sonunda Doğu Almanya’daki Hıristiyan Demokratlar ulusal parti liderlerini takip etmeyi bırakır ve bizimle işbirliği yapmayı seçerler. Bu bizim iktidara giden yolumuz: Hıristiyan Demokratlar iç sorunlarla karşı karşıya ve onların doğu kolları bizimle anlaşmaya çalışıyor.
S: 9 Haziran seçimlerinin sonuçlarına baktığımızda AfD’nin bu üç eyalette, özellikle de Saksonya’da baskın parti olduğunu görüyoruz. Eğer işler bu şekilde devam ederse eylül ayı gibi daha küçük bir partiyle hükümet kurmanız mümkün olabilir. CDU’ya bile ihtiyacınız olmayabilir. Bayan Wagenknecht’in sol-milliyetçi partisi Bündnis Sahra Wagenknecht de önemli kazanımlar elde etti. Bazı farklılıklara rağmen Saksonya ya da Thüringen’de BSW ile bir hükümet kurma olasılığını görüyor musunuz?
C: Bu çok önemli bir soru. Bunu görmeyi çok isterim. Ne var ki, Bayan Wagenknecht partisinin en tepesinde yer alırken, bölgedeki arkadaşları hâlâ olumsuz anlamda sosyalist.
Wagenknecht geleneksel Marksist bir ekolden, eski Doğu Alman ekolünden geliyor; çok klasik bir Marksist felsefe eğitimini ekonomi doktorasıyla birleştiriyor.
Üzerinde hemfikir olduğumuz pek çok konu var. Ekonomiden anlıyor, bu da onu diğer sosyalistlerden ayırıyor ve woke ideolojilere karşı çıkıyor.
Ama yalnız değil. Yerel personeli ondan daha düşük kalitede ve daha az ileriye dönük. Saksonya’daki Wagenknecht partisindeki kilit kişilerin kimler olduğunu bile bilmiyoruz.
Ne yazık ki, Bayan Wagenknecht Hıristiyan Demokratlara bir teklifte bulundu, bu da onun müesses nizama üyelik için başvurduğunu gösteriyor. Buna rağmen Thüringen’de Hıristiyan Demokratlar Wagenknecht ile koalisyon kurmak için yeterli oya sahip olmayacak. Böylece Thüringen, Alman siyasetinin laboratuvarı haline gelecek. Muhtemelen Doğu Almanya’daki hayal kırıklığına uğramış CDU seçmenleriyle işbirliği yaparak Wagenknecht partisinden daha başarılı olacağız.
S: Peki ya Sosyal Demokrat Parti? SPD içinde Başbakan Olaf Scholz ve Yeşil koalisyon ortaklarına karşı bir isyan görüyoruz. SPD’nin doğudaki liderleri AfD ile işbirliği yapmayı önerdi. Bunun gerçekleşme ihtimali var mı?
C: Hayır, böyle bir şey olacağını sanmıyorum. SPD çok fazla ideolojik bir parti haline geldi. Sosyal Demokratlar geleneksel olarak işçi sınıfı ve sosyal adaletten, aile ve gelenek değerlerinden yanaydı. SPD bunu çoktan geride bıraktı. İklim değişikliği, enerji dönüşümü, feminizm ve LGBTQ+ sorunları gibi ideolojik projelerin partisi haline geldiler. Geleneksel sosyal demokrat değerlerle bağlarını kopardılar. SPD bizim ortağımız olmayacak. İktidara giden yolumuz CDU’dan ya da kendi hükümetimizi kurmaktan geçecek.
S: İngilizce basında bu durum Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa’nın sağa kayması olarak yansıtılıyor. Siz ne ölçüde bir Avrupa eğilimi görüyorsunuz? Ve bu ne ölçüde Almanya’ya özgü bir şey?
C: Sorun şu ki Avrupa sağı bölünmüş durumda. Sağa doğru bir hareket var. Şu anda Avrupa Parlamentosu seçimlerinde en güçlü tek grup Marine Le Pen’in Rassemblement National’i [Ulusal Birlik]. Göç, kültürel savaş, boğucu sosyalist bürokrasi, bu iklim saçmalığı vs. hakkında konuştuğunuz sürece onlarla aynı fikirdeyiz.
Fakat en önemli mesele dış siyasettir. Ve ne yazık ki Avrupa sağı tamamen bölünmüş durumda. Bana göre çoğunluğu oluşturan Avrupa sağının bir kısmı, 2024’ten ziyade 1980’lerle ilgisi olan Soğuk Savaş düşüncesine sahip. Yani onlar için uluslararası siyaset, gücün Atlantik’ten Küresel Güney’e kayması vs. ile ilgili değil. Hâlâ özgür dünya ile karanlık dünya arasındaki eski savaş retoriğine inanıyorlar. Dış siyaset söz konusu olduğunda derin devlet ajanlarıdırlar, hatta bazen Sosyalistlerden bile daha fazla.
Göç, vs. gibi konular söz konusu olduğunda sağa doğru bir hareketimiz var. Fakat dış siyaset ve küresel siyaset söz konusu olduğunda ön saflar tamamen farklı. Ve orada sağa doğru bir kayma yok. Ne yazık ki.
S: Amerika Birleşik Devletleri küresel durumu ABD ve Çin arasındaki bir mücadele olarak çerçevelemeyi seviyor. ABD’deki pek çok kişinin şu anda Avrupa’ya bakışı ise Avrupa’nın kararını vermesi gerektiği yönünde. Avrupa, Amerika ve Çin arasında bu tür bir seçim yapmak zorunda mı?
C: Bu oldukça saçma bir önerme gibi görünüyor. Bunun Amerika ve Çin arasında bir seçim olduğunu düşünmüyorum. Ve eğer sadece Amerika ve Çin arasında bir seçim yapılacaksa, ben Amerika’yı tercih ederim. Asıl soru şu: Amerika ile az ya da çok bağımsız olmak arasında bir seçim yapabilir miyiz?
Almanya örneğinde, ekonomik modelimiz Rusya’dan ucuz enerji almak, bu enerjiyi kullanarak mamul mallar üretmek ve bunları Çin de dahil olmak üzere tüm dünyaya ihraç etmek üzerine kuruluydu.
Şimdi, kendimizi içinde bulduğumuz cesur yeni dünyada, Amerikalı dostlarımız sayesinde, artık Rusya’dan ucuz enerji alamıyoruz, çünkü boru hatlarımız tahrip edildi. Bu yüzden üretilen mallarımızın fiyatları artıyor ve artık rekabetçi değiller. Ve ABD tarafından tasarlanan küresel yaptırım rejimi nedeniyle istediğimiz yere ihracat yapmamıza izin verilmiyor.
Bu da iktisadi bir gereklilik olarak, enerji ithal edebilmemiz için Ruslarla yeniden iyi ilişkiler kurmamız gerektiği anlamına geliyor. Ve elbette açık ticarete ihtiyacımız var çünkü Almanya imalat sanayine dayanıyor ve kendi kullanabileceğimizden daha fazla mal üretiyoruz.
Bugün gördüğümüz şey, Amerika’nın bu yeni dış siyaset yaklaşımı nedeniyle Alman ekonomisinin ve Alman imalat sanayinin tamamen yok olmasıdır ve ben bunu kabul etmek istemiyorum.
Tüm Batı ya da Amerikan imparatorluğu düşüşte. Batı hakimiyetinin ya da Amerikan hakimiyetinin gerilemesi beş yıllık bir mesele değildir. Bu düşüşün gözle görülür ve oldukça hızlı olduğu dönemleri olan bir süreçtir. Karşı saldırının olduğu ve Amerika’nın ve Batının gücünün kısa bir süre için arttığı zamanlar da olacaktır. Fakat uzun vadede, geleceğin dünyasının artık Washington ve Brüksel tarafından yönetilmeyen çok kutuplu bir dünya olduğuna inanıyorum. Demografik ve iktisadi veriler açık.
1913 yılında dünya nüfusunun üçte biri Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yaşıyordu. Şimdi ise bu oran sadece altıda bir. Ve Batı dünyasındaki yaş piramidi korkunç. Aynı durum küresel GSYİH için de geçerli. Ben 1970’lerin ortasında doğduğumda, küresel GSYİH’nin neredeyse dörtte üçü G7 ülkelerinde üretiliyordu. Şimdi ise BRICS ile aynı seviyedeyiz. Sadece askeri güç açısından üstünlüğümüz var. Ama Talleyrand’ın dediği gibi, süngülerin üzerinde oturamazsınız.
S: İkinci bir Trump döneminden ne bekliyorsunuz?
C: Trump’ın ilk başkanlığına baktığımızda, dış siyaset söz konusu olduğunda oldukça belirsizdi. Trump pek çok iyi şey yaptı, bitmek bilmeyen savaşları sona erdirdi. Fakat diğer yandan Trump elbette bir Amerikan başkanı. Ve onun en büyük fikri önce Amerika. Aynı zamanda Amerika’nın uluslararası ve küresel gücünü korumak istiyor ki bu da elbette bir Amerikan başkanı olarak onun görevi.
Trump Amerika’nın küresel gücünü yeniden şekillendirmek istiyor. Trump, Biden’ın başkanlığı döneminde yaşananları tersine çeviremeyecektir. Amerika’nın küresel gücünde uzun vadeli bir düşüş eğilimi var. Fakat Amerikan küresel gücünün daha hızlı azaldığı dönemler ve bazı yıllarda tersine bir süreç göreceksiniz. Ve bence Trump’ın başkanlığı döneminde, genel bir perspektiften bakıldığında, Amerika’nın küresel gücünün artacağını göreceğiz.
S: Almanya’nın iktisadi geleceğine baktığımızda, sizin de daha önce ifade ettiğiniz gibi sorunlar var. Çin son dört yılda Küresel Güney’e yaptığı ihracatı aşağı yukarı iki katına çıkardı. Almanya’da, Almanya’nın Küresel Güney’deki geleceği ve Küresel Güney’in büyümeye önemli bir katkı sağladığı bir dünyaya nasıl uyum sağlanacağı konusunda çok fazla düşünülüyor mu?
C: Hayır, Almanya’da hiç düşünülmüyor. Hatta siyasi elitimizi vasat olarak tanımlamak gurur verici olur. Siyasi elitimizin en büyük korkusunun 100 yıl sonra iklimin nasıl bir hâl alacağı olduğuna gerçekten inanıyorum. Dış siyaset ve özellikle de ticaret siyaseti söz konusu olduğunda, bunun Alman GSYİH’si için ne anlama geldiğini sorgulamıyorlar. Bir tür küresel ahlaki zorunluluğa hizmet etmeleri gerektiği düşüncesiyle hareket ediyorlar.
Ülke aptalların, iktisadi kalkınmadan anlamayan insanların elinde. Sanayimiz mahvolduğunda sadece seyirci kalmıyoruz. İhracat sektörümüzü yok etmek için para harcıyoruz. Dünyadaki değişimler ve Çin ile rekabet konusunda hiçbir anlayış yok.
Alman elitleri iklim, ahlaki konular, insan hakları gibi konulara odaklanan ama iktisadi büyümeye, uluslararası ticaretteki payımıza, iktisadi ilişkilerdeki etkimize odaklanmayan hayali tartışmaları takip ediyor.
S: Sol basından gelen Nazi dönemini savsaklama iddialarına rağmen, sadece medyanın internet sitelerini okuyarak bile Almanya’daki en İsrail yanlısı partinin hiç şüphesiz AfD olduğunu gözlemliyoruz. Bu konuyu, AfD’nin İsrail’e yönelik tutumunu ve bunun AfD için ne anlama geldiğini biraz açabilir misiniz?
C: Yani, her şeyden önce, bana yöneltilen suçlama nedir? İkinci Dünya Savaşı sırasında bir tür ikinci ordu olduğunu bildiğinizi biliyorum. Resmi Alman ordusu Wehrmacht vardı. Bir de Waffen-SS adında ikinci bir ordu vardı ki bu ordunun sonunda 900.000 askeri vardı. Ve tabii ki bu açıkça bir Nazi ordusuydu. Bu dönüştürülmüş geleneksel bir ordu değildi. Bu yeni inşa edilmiş bir Nazi ordusuydu.
Ama aynı zamanda 16 ve 17 yaşındaki insanlar da bu Nazi ordusunda askere alınıyordu ve tüfekleri ve tanklarıyla savaşmak zorundaydılar. Bana bu ikinci orduda yer alan herkesin suçlu olduğunu düşünüp düşünmediğim soruldu. Ben de hayır dedim. Bence savaş suçu işleyen yüksek bir yüzde vardı. Fakat bir kez daha, bu durumda bile, bireysel suçluluk aramak ve kişisel iddialarda bulunmak zorundasınız.
Bu arada, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Müttefik kuvvetlerin bile yaptığı buydu. Her zaman bireysel bir suç olup olmadığına baktılar, ama hiçbir zaman insanları sadece ikinci ordunun bir üyesi oldukları için cezalandırmadılar.
Ne yazık ki Almanya’da tarihi gerçeklere ilişkin farkındalık ve suç ve suçluluğa ilişkin temel kavramların anlaşılması o kadar düşük ki söylediklerim tamamen yanlış anlaşıldı ve yanlış yorumlandı. Şimdi soruya cevap vermeseydim daha iyi olurdu diyebilirsiniz ya da insanları daha fazla bilgilendirmeye başlamam gerektiğini söyleyebilirsiniz.
İsrail söz konusu olduğunda, İsrail’in kültürel olarak Avrupalı bir proje olduğunu, dolayısıyla bu ülkenin kültürü, tarihi ve birbirimize olan kolektif aidiyetimiz nedeniyle bir şekilde biz Avrupalılara ait olduğunu anlayan tek parti olduğumuz oldukça açıktır.
Fakat azılı bir liberal olduğunuzda, kültür ya da tarih diye bir şey yoktur. O zaman sadece birey ve insanlık vardır. Ve dikkate aldığınız tek şey bireysel insan haklarıdır. Ve eğer siyaseti ve tarihi sadece bireysel insan hakları merceğinden anlamaya çalışırsanız, genellikle yanlış sonuçlara ulaşırsınız.
İsrail’e karşı büyük bir sempati ve dayanışma hissediyorum. Bu yaklaşıma sahip olduğunuzda asla İsrail karşıtı bir duruşa varamazsınız. Bununla birlikte, zaman zaman İsrail politikalarını eleştirme ayrıcalığına da sahibim, çünkü Gazze’de yaşayan iki milyon insanın Avrupa’da olmasını istemiyorum.
S: Dikkatimizi çeken bir husus, AfD lideri Alice Weidel’in, “Biz Arbeiterpartei’ız, işçilerin partisiyiz,” demesi oldu. Bu biraz abartılı olabilir ama aslında AfD’nin bu son seçimlerde eski Marksistlerin işçi sınıfı dediği kesime neredeyse aynı ölçüde hitap ettiği bir gerçek. Sizin düşünceniz nedir?
C: AfD temel manifestosunu 2015 yılında, yani neredeyse 10 yıl önce yayınladı ve dünya muazzam bir şekilde değişti. Şahsen benim için artık sadece zenginliğin yeniden dağıtılmasından bahsetmenin zamanı geçti. Zenginliğin nasıl yaratılacağı hakkında konuşmalıyız. Artık kendimizi bir işçi partisi olarak tanımlama konusunda rahatım.
Almanya’daki sorun GSYİH’nin üçte birinin yeniden bölüştürülüyor olması. Ekonomiden para alan ve bu parayı çoğunlukla göçmenlere veren devasa bir sosyalist makine. Bu da göç için büyük bir mıknatıs.
Çok çalışan ve ay sonunda neredeyse hiçbir şeyi olmayan insanlara karşı büyük bir merhamet duyuyorum. Almanya’da vergi sonrası ücretler utanç verici derecede düşük. Ama orta sınıfın yaşam standardını yükseltmenin yolunun yeniden bölüşümü artırmak değil, yeniden bölüşümü azaltmak olduğunu düşünüyorum. Kazandıklarının daha fazlasını ellerinde tutmalılar ve bu da daha az vergi ve sosyal güvenlik sistemi için daha az kesinti anlamına geliyor.
Bana göre, orta sınıfın, sıradan insanların, bir markette kasiyer olarak çalışan bekar annenin savunucusu olmak, yeniden bölüşümü artırmak ve sosyalist bir gündemi takip etmek değil, gelirlerinin daha fazlasını ceplerinde tutmaktır.
Benim yaklaşımım daha fazla piyasa ekonomisi, fakat Goldman Sachs’a hizmet etmek yerine bakkalda kasiyer olarak çalışan bekar anneye hizmet eden bir piyasa ekonomisi: küresel holdingler için bir piyasa ekonomisi yerine orta sınıf için, küçük ve orta ölçekli işletmeler için bir piyasa ekonomisi.
İlginizi Çekebilir
-
Gagavuzya lideri Gutsul hakkında 20 gün tutuklama kararı
-
Güney Koreli şirketler Rusya’ya dönmek istiyor
-
Meloni, Trump ile Avrupa arasında seçim yapmayı ‘çocukça’ buluyor
-
ABD, Ukrayna’ya ‘sömürge’ anlaşması teklif etti
-
Macron: Rusya’nın dondurulan varlıkları Ukrayna’nın yeniden inşasında kullanılabilir
-
Rusya, Elon Musk’a Mars görevi için küçük boyutlu nükleer santral teklif etti
DÜNYA BASINI
Signal bir Amerikan hükümeti operasyonudur
Yayınlanma
8 saat önce29/03/2025
Yazar
Emre Köse
Son günlerde Amerikalı gazeteci Goldberg, yanlışlıkla Yemen’deki savaş planlarının tartışıldığı bir mesajlaşma grubuna dahil edildi. Goldberg, yayımladığı “Trump yönetimi bana yanlışlıkla savaş planlarını mesajla gönderdi” başlıklı yazısında, önce ulusal güvenlik yetkililerinin yer aldığı bir Signal grubuna eklendiğini, ardından Hegseth’in bu grupta Yemen’e yönelik askeri operasyonlarla ilgili ayrıntıları paylaştığını belirtti. Goldberg’in aktardığına göre, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz, 11 Mart’ta Signal üzerinden kendisiyle iletişime geçti ve iki gün sonra Yemen’deki Husilere yönelik saldırıların tartışıldığı sohbet grubuna katılması için davet aldı. Yazısında bu durumu anlatan Goldberg, “ABD ulusal güvenlik yetkilileri beni yaklaşan Yemen saldırılarıyla ilgili bir sohbet grubuna ekledi. Önceleri bunun gerçek olamayacağını düşündüm. Fakat kısa süre sonra bombalar düşmeye başladı,” ifadelerini kullandı.
Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Brian Hughes, olayın doğruluğunu teyit etti. ABD Başkanı Donald Trump ise konuyla ilgili kendisine yöneltilen bir soruya, “Bu konuda herhangi bir bilgim yok,” yanıtını verdi. Tartışmalar hala devam ediyor.
Sovyet asıllı Amerikalı gazeteci ve yazar Yasha Levine, bahse konu olan popüler gizlilik odaklı mesajlaşma uygulaması Signal’ın aslında Amerikan hükümeti tarafından yürütülen operasyonu olduğunu söylüyor. Levine’a göre, uygulama CIA’in yan kuruluşu olarak tanımladığı Radio Free Asia’dan (Open Technology Fund aracılığıyla) milyonlarca dolarlık başlangıç fonu alarak kuruldu. Levine, Signal’ın kurucusu Moxie Marlinspike’ın ABD’nin yumuşak güç aygıtlarıyla olan işbirliğine dikkat çekerek, uygulamanın güvenilir olmadığını ve bu konuyu Surveillance Valley adlı kitabında detaylandırdığını belirtiyor.
Signal bir hükümet operasyonudur
Yasha Levine
16 Ocak 2021
Signal, bir CIA yan kuruluşu tarafından yaratıldı ve finanse edildi. Dostunuz değil.
Dünyanın önde gelen kripto uzmanlarının favorisi olan gizlilik odaklı sohbet uygulaması Signal, yeniden gündemde. Twitter ve Facebook’un MAGA Maydan* internet tasfiyesinin (bunu Facebook’un WhatsApp uygulamasından veri çekmeye başlayacağına dair duyurusu takip etti) ardından Signal, gezegende en çok indirilen mesajlaşma uygulaması oldu.
The New York Times bu konuda yazıyor. Edward Snowden bu konuda tweet atıyor ve hayranlarına hayatta kalabilmesinin tek nedeninin Signal olduğunu söylüyor (Rusya’nın güvenlik aygıtı tarafından gece gündüz korunuyor olması gerçeğini değil). Hatta Elon Musk bile insanlara Signal kullanmalarını söylüyor. Uygulamaya o kadar çok insan akın ediyor ki, sistem çöküyor.
Uygulamanın bu kadar popülerleştiği göz önüne alındığında, periyodik kamu hizmeti duyurumu yapmanın tam zamanı olduğunu düşünüyorum: Signal, bir CIA yan kuruluşu tarafından yaratıldı ve finanse edildi. Evet, bir CIA yan kuruluşu. Signal dostunuz değil.
İşte inkâr edilemez gerçekler.
Signal, uzun boylu, sıska, rastalı saçları olan, sörf yapmayı ve teknesiyle denize açılmayı seven kriptograf “Moxie Marlinspike” tarafından yönetilen kâr amacı güden bir şirket olan Open Whisper Systems tarafından geliştirildi. Moxie, Tor’un şimdilerde dışlanmış baş radikal destekçisi Jacob Appelbaum’un eski bir arkadaşıydı ve benzer sahte radikal bir oyun oynadı; ancak Jake’in dolandırıcılık sanatındaki ham yeteneği ve adanmışlığıyla asla boy ölçüşemedi. Yine de Moxie, kendini tehlike ve gizem havasına büründürüyor ve muhabirlere yaşı dahil hiçbir kişisel bilgiyi ifşa etmemeleri konusunda zorluk çıkarıyor. Sürekli Büyük Birader korkusundan bahsediyor ve FBI’daki dosyasıyla ilgili hikayeler anlatıyor.
Peki Moxie, federal hükümet için ne kadar büyük bir tehdit?
Şu kadar büyük: 2011’de şifreleme girişimini Twitter’a sattıktan sonra Moxie, Amerika’nın yumuşak güç rejim değişikliği mekanizmasıyla —Dışişleri Bakanlığı ve Yayın Yönetim Kurulu (şimdiki adıyla U.S. Agency for Global Media) dahil— yurt dışındaki İnternet sansürüne karşı teknoloji geliştirmek üzere işbirliği yapmaya başladı. Bu ilişki, bir sonraki girişimine yol açtı: Hükümet tarafından finanse edilen bir dizi şifreli sohbet ve sesli mobil uygulama. Signal’a merhaba deyin.
Bugün Signal’ın web sitesine bakarsanız, her türden ünlü desteğini bulacaksınız; Edward Snowden, Laura Poitras ve hatta Jack Dorsey… Ayrıca bir ‘bağış yap’ düğmesi bulacaksınız; bu arada, bu butona basmamalısınız zira Signal’ın bugünlerde bol miktarda teknoloji oligarkı parası var. Bulamayacağınız şey ise Signal’ın köken hikayesini açıklayan bir ‘hakkında’ bölümü; bu hikaye, tarihi 1951’e kadar uzanan ve 1970’lerde katı anti-komünist Kore tarikatı Moon ile olan ilişkisi de dahil olmak üzere her türlü tuhaf olayı içeren bir CIA yan kuruluşu olan Radio Free Asia‘dan alınan birkaç milyon dolarlık başlangıç ve geliştirme sermayesini içeriyor.
Signal’ın ABD hükümetinden tam olarak ne kadar para aldığı kestirmek zor, zira Moxie ve Open Whisper System, Signal’ın finansman kaynakları konusunda şeffaf davranmadı. Fakat Signal’ı finanse eden Radio Free Asia kanalı olan Open Technology Fund tarafından kamuya açıklanan bilgileri toplarsanız, Moxie’nin ekibinin dört yıllık bir süre içinde —2013’ten 2016’ya kadar— en az 3 milyon dolar aldığını biliyoruz. Bu, Signal’ın federal casuslardan aldığı minimum miktar.
Üç milyon dolar bugünlerde çok gibi görünmeyebilir, özellikle de Signal operasyonunu sürdürmek için yakın zamanda WhatsApp oligarklarından büyük bir nakit akışı aldığı düşünülürse. Ancak bu erken ABD hükümeti başlangıç sermayesi olmadan bugün Signal’ın olmayacağını bilmek önemli. Ve bu sizi düşündürüyor: Eğer Signal’ın süper kripto teknolojisi gerçekten federal ajanlar ve oligarşimizin gücü için bir tehdit oluşturuyorsa, federal casuslar neden onun yaratılmasını finanse etsin? Ve neden Facebook ve Google onun süper güvenli protokollerini benimsemek için acele etsin? Hımm…
Geçen hafta Parler’ın kapatılma şeklinden de görebileceğiniz gibi, emperyal oligarşimiz bir uygulamayı iptal etmek istediğinde, bunu anında ve intikamcı bir şekilde yapabilir. Fakat Signal, Amerika Birleşik Devletleri’nin her şeye gücü yeten gözetim güçlerine sözde bir tehdit olmasına rağmen yaşamaya ve gelişmeye devam ediyor.
Radio Free Asia ve Open Technology Fund nedir? Ve ABD hükümeti neden Signal gibi kripto teknolojisini finanse etsin? Bunun da ötesinde, kâr amaçlı gözetim üzerine kurulu olan Silikon Vadisi, neden Signal’ın sözde kırılamaz gizlilik teknolojisini benimsesin?
Signal’ın hükümet destekçilerinin geçmişi ve kripto teknolojisinin Amerika’nın emperyal mekanizmasına nasıl entegre olduğu konusunu etraflıca ele aldım. Hatta kitabımda bu konuya tam iki bölüm ayırdım. Bunları burada tekrar yayımlamayacağım. Ancak hikayenin tamamını öğrenmek isterseniz, Surveillance Valley kitabımı yerel kitapçınızdan edinebilirsiniz. Veya yazdığım bazı makalelere göz atabilirsiniz…
(*) Yazar, burada 6 Ocak 2021’deki Kongre binası baskınına atıf yapıyor.

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?
Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.
David E. Rosenberg / FP
Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.
Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.
Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.
Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.
Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.
Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.
Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.
Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.
Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.
Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.
İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”
Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.
Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.
Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.
Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması
Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.
Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.
Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.
Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.
Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.
Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.
Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.
Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.
Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.
Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.
Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.
DÜNYA BASINI
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
Yayınlanma
5 gün önce24/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.
Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.
Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.
Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.
Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor
Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.
Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.
Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.
Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.
Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.
Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı
Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.
“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.
Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.
Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti
Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.
Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.
Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.
‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.
Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.
Yazıda şunlar söyleniyor:
“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”
Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.
‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’
Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.
AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.
Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.
Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.
Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.
Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.
Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.
Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.
Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor
Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.
Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.
Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.
Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.
Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor.

Signal bir Amerikan hükümeti operasyonudur

Gagavuzya lideri Gutsul hakkında 20 gün tutuklama kararı

Fransa, savunma sanayisi için 450 milyon avroluk fon kuruyor

Tutuklanmasına rağmen Filipinler’deki ara seçimlerde yarışacak olan Duterte’ye destek artıyor

Güney Koreli şirketler Rusya’ya dönmek istiyor
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
ORTADOĞU1 gün önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi: Sahil bölgesinde soykırım işlendi
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye federasyona mı gidiyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Netanyahu’nun asıl hedefi