Görüş
Yemen’de 48 saatlik Husi karargâhı ziyareti…

48 saatlik özel keşif: ABD-İsrail’in düşmanı Husiler’in karargâhı
28 Mart’ta, yaklaşık 48 saat sosyal çevremden “kaybolduktan” sonra Yemen’in başkenti Sana’ya döndüm. Tesadüfen bu, ABD ve İngiltere hava kuvvetlerinin yeni bir hava saldırısı dalgası başlattığı zamana denk geldi. Tehlike burnumun dibinde olsa da, zihnim hâlâ geçmiş 48 saatin coşkusu ve anılarıyla doluydu—özellikle de Sada vilayetine gidiş-gelişimiz ve sarp dağları arasında geçen anlarla. Başkentin Husi güçlerinin eline geçmesinden sonra davet edilen ilk yabancılar arasında yer aldığımız gibi, Husilerin ana karargâhını keşfetme şansını da yakalamıştık. Ziyaretimiz kısa ve yüzeysel olsa da, gördüğümüz her şey fazlasıyla yeniydi.
26 Mart, Suudi Arabistan öncülüğündeki Arap-İslam onlu koalisyonunun Yemen iç savaşına müdahalesinin onuncu yıl dönümüydü. Husilere göre ise bu, Suudi koalisyonuna ve ABD’ye karşı yürüttükleri dini cihadın onuncu yıl dönümüdür. 26 Mart 2015’te Suudi Arabistan “Kararlılık Fırtınası” operasyonunu başlatarak, liderlik ettiği onlu koalisyonun hava kuvvetleriyle Yemen’e bomba ve füzeler yağdırdı. Bunu, Yemen’in meşru hükümetini kurtarma bahanesiyle ve Husilerin başkent Sana’yı ele geçirdikten sonra ülkeyi tamamen kontrol altına almalarını önlemek amacıyla yaptılar.
O gün sabah saat 5’te, ABD, İngiltere, Güney Afrika, Malezya, Lübnan, Irak, Bolivya ve Çin’den eski yetkililer, gazeteciler ve akademisyenlerden oluşan “uluslararası tugay”ımız, Husiler tarafından düzenlenen bir konvoyla, onların “devrim üssü” ve “ayaklanma karargâhı” olan Sada vilayetini ziyaret etmek üzere yola çıktı.
Güvenlik gerekçesiyle yolculuğumuz gizli tutuldu. Hareket saatimiz, caddelerde en az insan ve araç bulunan şafak vakti olarak belirlendi. Daha önce Sana’daki etkinliklerde kullandığımız zırhlı ve kurşun geçirmez araçlar yerine, beyaz Toyota Land Cruiser’larla yola çıktık. Önümüzde, sireni kapalı ama ışıkları yanıp sönen bir araç, sessizce şehir dışına çıkmamıza öncülük etti.
Ramazan’ın bitmesine bir haftadan az kalmıştı. Akşam iftarı ve gece sahuruyla bütün gece boyunca hareketli olan Sana şehri, şafakta sessizliğe gömülmüştü. Karanlık ve tenha sokaklarda rahatça ilerleyip, gökyüzü ağarırken sorunsuzca şehirden çıktık ve Çin’in inşa ettiği Sana-Sada otoyolunu takip ederek kuzeye, 230 km uzaklıktaki Sada kentine doğru yola koyulduk.
Sana ve Sada, Yemen’in kuzeybatı yaylasında iç içe geçmiş iki kara ili. Yol boyunca ne nehir var ne de yüksek dağlar—sadece uzayıp giden kahverengi tepeler, çakıl ve çöl. Arada sırada görünen küçük yeşil vahalar, Yemen’in bu “dünyanın en verimsiz toprakları” olarak bilinen kadim bölgesinde bir yaşam umudu sunuyordu. Manzara tekdüze, donuk ve cansız olsa da bizim için yeni ve unutulmazdı.
Ne kadar ilerlersek ilerleyelim, yolun iki yanında sık sık görünen bodur bitkiler ya doğrudan güneşe maruz kalıyor ya da beyaz ağlarla örtülüyordu—bunlar sıkça dikilmiş gat (qat) ağaçlarıydı. Dallarında Yemenlilerin tutkulu olduğu gat yaprakları vardı. Bu yapraklar halüsinojenik katinon içeriyor ve hem açlığı bastırıp hem de uyanıklık sağlıyor. Yemen’de nüfusun %70’inin buna bağımlı olduğu, tatlı suyun ise %60’ının gat ağaçlarına harcandığı belirtiliyor. Kısaca Yemenliler bir gün aç kalabilir ama gatsız kalamaz.
Yaklaşık 200 km yol aldıktan sonra Sana ve Sada vilayetlerinin sınırına ulaştığımızda, şoförümüz buranın bir zamanlar El Kaide tarafından işgal edildiğini ve ancak 2015’ten sonra Husi güçleri tarafından tamamen temizlendiğini söyledi. Husi kontrolündeki bölge savaş halinde olsa da, yol boyunca savaşın izlerine dair hiçbir belirti göremedik—ne asker, ne askeri araç, ne kışla, ne hava savunma sistemi, ne de çatışma izleri. Girdiğimiz üç-dört güvenlik kontrol noktası bile neredeyse göstermelikti. Geçen yıl Irak’ın güneyinde karşılaştığım kontrol noktalarının sayısı ve sıkılığı ile karşılaştırıldığında, Yemen bana daha az tehlikeli göründü.
Yolculuk boyunca bindiğimiz araçta Yemen pop müziği çalıyordu. Ritmi güçlü ve etkileyiciydi, tam anlamıyla Arap rap tarzında bir savaş müziğiydi. Melodiler modern ve kulağa hoş geliyordu; ezgiler insanın içine işliyor, sözler ise “Gazze” ve “Filistin” gibi anahtar kelimelerle dolu, kanı kaynatan türdendi. Şoför, bunun, Iras Laith (Iras Arapçada İsa’nın karşılığı, Laith ise aslan anlamına gelir) adındaki Husi rap sanatçısının bir başyapıtı olduğunu söyledi. Bu parça, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde olmak üzere dünya genelinde çok popüler olmuş. ABD hükümeti, bu sanatçıyı yakalamak için 26 milyon dolarlık bir ödül koymuş.
Irsa’yı tanıyan Yemenli arkadaşlarımız, onun rap yaptığı her seferde çevresindekilerin geleneksel “bel bıçağı” dansını yaptığını ve parçalarının internette büyük indirme sayılarına ulaştığını söyledi. Bir Husi askeri, Irsa’yı korumak için Yemen halkının onu gizlediğini belirtti—tıpkı onların “devrim lideri”, Hüseyin’in kardeşi ve hareketin varisi Abdülmelik Bedreddin el-Husi’yi gizledikleri gibi.
Üç buçuk saatlik yolculuğun ardından, hafif karanlık ve tozlu bir atmosferde, ABD veya Suudi koalisyonun hava saldırılarında hasar gören “Sada Kapısı”ndan geçerek Yemen’in, hatta tüm Orta Doğu’nun “fırtına gözü” olarak nitelenen bu kente ulaştık. Altı yedi katlı “Yemen Star International Hotel” isimli, sözde beş yıldızlı bir otele yerleştik. Otel, Sada’nın ana caddesinin hemen yanındaki bir sokakta yer alıyor, açıkça henüz yeni tadilattan geçmiş ve hatta tamamen bitmemişti. Muhtemelen ilk misafirleriydik. İnterneti olmasa da temel olanaklara sahipti ve çeşitli yabancı dilde yayın yapan uydu kanalları vardı—güneydeki hükümetin işlettiği “Yemen TV” de buna dâhildi.
Sada’da kaldığımız süre boyunca, nadiren yaşanan uzun süreli bir internet kesintisiyle karşılaştık ve bu, ülkedeki yakınlarımızın panik içinde bizi aramasına neden olan bir “fiyaskoya” dönüştü. 27’si sabahı, cep telefonuma düşen cevapsız arama bildirimi sayesinde kızımın ve bazı arkadaşlarımın bana defalarca ulaşmaya çalıştığını, hatta tüm gece boyunca bizi aradıklarını fark ettim. 26’sı sabahı otelden ayrıldığımız andan itibaren, sosyal medya ve WeChat üzerinden ülke içi bağlantılarımız kesilmişti. Aceleyle çıkarken, tam bir iletişim kesintisi yaşanacağını tahmin etmemiştim. Yola çıkmadan önce yalnızca büyükelçilikten bir irtibat kişisine ve Xinhua Ajansı’ndan bir arkadaşa WeChat üzerinden Sada’ya gideceğimi bildirmiştim. Aynı gün Sana’ya dönememiştik ve telefonum da son günlerdeki toplantılar nedeniyle sessiz moddaydı. Sonuç olarak arkadaşlar, aile ve kurumlar arasında gereksiz bir endişeye neden oldum. Gerçekten üzgünüm—ama bu da ayrı bir hikâye.
Kaldığımız otelin penceresinden dışarı baktığımızda, kuzeydeki tepelerle çevrili Sada şehrinin oldukça küçük olduğu görülüyordu. Doğudan batıya yaklaşık bir kilometre, kuzeyden güneye ise üç-dört kilometre uzunluğunda. Şehirde çoğunlukla düşük katlı yapılar, çoğu sac çatılı evler vardı. On katı bulmayan yedi sekiz tane orta yükseklikte bina dikkat çekiyordu. Şehrin birkaç kilometre kuzeyindeki sarı toprak tepelerinde, güneye bakan yamaca beyaz taşlarla devasa Arapça yazılarla “Muhammed”, “Ali” ve “Sebat zaferdir” ifadeleri yazılmıştı. Özellikle “Ali” adının öne çıkarılması, Sada halkının Şii mezhebine olan bağlılığını açıkça gösteriyordu.
Yemen nüfusunun büyük kısmı, Şii İslam’ın en küçük kolu olan “Zeydi mezhebi”ne mensup. Zeydiler, Muhammed ve Ali soyundan gelen beşinci imam Zeyd’i “gizli Mehdi” olarak kabul eder. Bu nedenle “Beş İmamcılar” olarak da bilinirler. Diğer iki büyük mezheple—“Yedi İmamcılar” (İsmailiyye) ve “On İki İmamcılar” (Caferiyye)—birlikte Şii İslam’ın üç büyük kolundan biridir. Zeydilik, günümüzde sadece Yemen’deki Şii nüfus arasında varlığını sürdürmektedir. Ayrıca dört halifenin otoritesini tanımaları bakımından Sünniliğe en yakın Şii mezhebidir ve bu nedenle en ılımlı Şii mezhebi olarak kabul edilir.
Sada’ya ulaştığımız gün, basit bir öğle yemeğinden sonra, eski Enformasyon Bakanı Dayfallah al-Shami, bizi ABD ve Suudi koalisyonunun bombardıman bölgelerini ve Sada Şehitliği’ni gezdirdi. ABD’nin bombaladığı yer, inşaat halindeki bir kanser merkeziydi. En az iki katın çatıları füzeyle delinmişti, alt katlardan biri büyük ölçüde çökmüştü. Ekipten bazıları, bodrumda patlamamış büyük bir bomba buldu. Saha sorumlusu, buranın 24 Mart’ta ABD tarafından bombalanan yer olduğunu söyledi, ancak can kaybı hakkında bilgi vermedi.
ABD bombardıman alanından ayrıldıktan sonra, bizi Suudi koalisyonunun geride bıraktığı bombardıman sahalarını da gezdirmeye götürdüler. Yol boyunca birkaç yıkıntı vardı, ancak ev sahiplerimiz özellikle bizi Sada Üniversitesi’ndeki iki bombardıman enkazına götürdüler; bunlardan biri öğrenci yurduydu. Bombardımanın 2017 civarında gerçekleştiği söyleniyor. Yıkıntıların altındaki sıra sıra masa ve sandalyeler, bu binaların gerçekten de sınıf veya laboratuvar olduğunu gösteriyordu. Dışarıda dağılmış olan oturaklar ise rüzgâr ve yağmurdan aşınarak yalnızca paslı metal iskeletlere dönüşmüştü… ABD ve Suudi koalisyonunun neden sivil yapıları bombaladığı ise muhtemelen bir gün tarih arşivleriyle açığa çıkacak.
24’ünde, Sana’da da hem bir ABD hem de bir Suudi bombardıman alanını ayrı ayrı gezmiştik. ABD’nin vurduğu yerin sivil bir konut olduğu söylendi ama kalıntılar pek ev gibi görünmüyordu—çünkü hiçbir ev eşyası yoktu. Organizatörler, 15 kişinin yaralandığını, 2 kişinin öldüğünü söyledi, ancak hastanede yaralıları görmemiz sağlanmadı. Suudi bombardıman alanı ise birkaç yıl öncesine aitmiş. Çok sayıda kişinin katıldığı bir cenaze töreni “kasten” bombalanmış; 150’den fazla kişi ölmüş, yaklaşık 600 kişi de yaralanmış.
En sarsıcı yer, Sada’daki “Şehitler Mezarlığı”ydı. Burada yüzlerce savaş kurbanı yatıyor. En dokunaklı yer ise “Çocuk Şehitler Köşesi” idi. Onlarca kız ve erkek çocuk burada toprağa verilmişti. Çiçek gibi fotoğraflarının önüne, yas tutanlarca sahte çiçek demetleri bırakılmıştı. Dört çocuğun aynı aileden olduğu anlaşılıyordu—muhtemelen aynı otomobilde hayatlarını kaybetmişlerdi. O otomobilin buruşmuş enkazı, şimdi mezarlarının üstünde asılı duruyor. Daha önce Sana’da da bir “Şehitler Mezarlığı”nı ziyaret etmiştik, ancak oradaki atmosfer Sada’daki çocuk mezarlığı kadar içe işleyici değildi.
Sada’daki ilk günümüzün sonunda, minibüsle hep birlikte otele döndük. Yolda şehir merkezinden geçerken, yıkık dökük binalar tıpkı Sana’dakiler gibiydi. Altyapı çok zayıftı; caddelerdeki dükkânlar genelde sıradan marketler, tamirhaneler, yemek yerleri ve meyve tezgâhlarıydı. Kalabalık sokaklarda insanlar üst üste yürüyordu; yağmurdan kalan su birikintileri ve çamur yolları daha da karmaşık hale getirmişti. Araçlar ve motosikletler birbirine karışmış, kaotik bir trafik vardı. Ana caddelerde bir tane bile trafik lambası yoktu. Az sayıda trafik polisi, araç ve insan kalabalığını güç bela yönlendiriyordu. En çok dikkatimi çeken şey ise neredeyse her motosikletin arkasında 3-4 çocuğun oturmasıydı—bu durum Yemen’deki yüksek doğum oranını ve genç nüfus ağırlığını gözler önüne seriyordu.
Sada’da geçirdiğimiz gece ise pek sakin değildi. Ev sahiplerimiz gece kapımızı çalıp ihtiyacımız olan temizlik ürünlerini sordular. Nazikçe hiçbir şeye ihtiyacımız olmadığını söyledik ve bir daha rahatsız edilmek istemediğimizi ima ettik. Ama gece yarısı tekrar geldiler, hiç açılmamış pijama ve temizlik malzemeleriyle dolu büyük bir torba getirdiler—bu bizi oldukça duygulandırdı. Gece derin uykudayken üçüncü kez kapıyı çaldılar ve kapının önüne sıcak gözleme, nohut ezmesi, haşlanmış yumurta, içecekler ve su dolu koca bir tepsi kahvaltı bıraktılar…
27’si öğle saatlerinde, iftar sonrası şekerlemesini yapmış olan ev sahibimiz otel lobisinde rahatça göründü ve bize “birdenbire” 70 kilometre uzaktaki, Sada vilayetinin kuzey sınırındaki Maran kasabasına gideceğimizi söyledi. Burası, Husi hareketinin kurucusu Hüseyin’in memleketiydi. Bu, bizim için hoş bir sürprizdi. Hemen Toyota arazi araçlarına binip, Sada şehrinden geçerek Suudi Arabistan’a komşu olan vilayetin kuzey dağlarına doğru yola çıktık.
Bir haftadır tüm programlarımız son dakika bildiriliyordu. Kiminle görüşeceğimiz bile önceden açıklanmıyordu. Hatta şoförler bile sadece “takip et” talimatı alıyor, bir sonraki durağın neresi olduğunu bilmiyorlardı. Savaş ortamı ve İsrail ile ABD’nin Husi liderlerine yönelik açık suikast tehditleri nedeniyle, güzergâhın gizli tutulması hem ev sahiplerimizin hem de biz yabancı misafirlerin güvenliği içindi. Bunu tamamen anlayışla karşıladık ve “misafir, ev sahibine uyar” ilkesine sadık kaldık.
Sada’nın kuzeyine doğru ilerlerken 70 kilometrelik yol adeta dağların aşılması gibiydi. Yolculuk ilerledikçe dağlar yükseldi, yollar dikleşti. Dağ yollarının kalitesi, ülkemizdeki eyalet yollarıyla yarışacak düzeydeydi; fakat yine de kıvrımlı ve dolambaçlıydı; tek yön iki saat sürdü. Sana-Sada otoyolunun yarı tepeli, yarı çöl görünümlü doğal manzarasından farklı olarak, bu dağ yolunda geniş yeşil alanlar, teraslı tarlalar, seyrek ağaçlar, hatta derecikler ve küçük barajlar görmek mümkündü. Bu da, Sada’nın kuzeyinin tarım açısından daha gelişmiş, fakat hâlâ büyük ölçüde kendi kendine yeten doğal ekonomi düzeyinde olduğunu gösteriyordu.
Husi hareketinin doğduğu yer olan Maran kasabasına—yani Hüseyin’in isyan başlattığı yere—yaklaştıkça, manzara doğu-batı yönünde sıralanan dik ve uzun dağ sıralarına dönüştü. Her tepenin üzerinde 3 ila 5 tane, yaklaşık 10 metre yüksekliğinde, tipik Yemen toprak binaları vardı. Maran çevresindeki dağlar birbiri ardına uzanıyor, bu toprak binalar birbirini çağırır gibi dağ tepelerinde sıralanıyordu. Ortaya çıkan görüntü, adeta bir “mini Çin Seddi” etkisi yaratıyordu. Bu sahne, eskiden ateşle uyarıların iletildiği, yüzlerce kilometreye yayılan işaret sistemlerini hatırlatıyordu.
Bu “seddin” eteklerinde ise sıra sıra dizilmiş toprak binalar vardı. Bunlar hem çiftçiler için doğaya karşı korunaklı bir yaşam alanıydı, hem de dış tehditlere karşı sağlam bir sığınaktı. Anavatan ve komşu ülkelerin güç merkezlerinden uzak, dağlık ve ulaşılması zor bu bölge, gerilla savaşı için oldukça elverişliydi. Husi hareketi işte bu coğrafyada doğdu, büyüdü, inişler çıkışlar yaşadı ve Yemen’in kuzeybatı köşesinden tüm ülkeye yayıldı.
Sonunda, Suudi Arabistan’ın güneybatı sınırına 20 kilometre uzaklıkta, Cizan ve Necran bölgeleriyle sınırda olan bu dağlık çıkıntıda yer alan Maran’a ulaştık. Dağlarla çevrili, manzarası oldukça güzel olan bu küçük kasaba, Hüseyin’in memleketi ve ebedî istirahatgâhıydı.
Husi güçleri burada, kartal gagasına benzeyen bir zirvede süt beyazı taşlardan oluşan görkemli bir “Şehitler Mezarlığı” inşa etmiş. Aynı zamanda kasabanın en geniş ve düz tepesine—yaklaşık 1000 metrekarelik bir alana—beyaz mermerden büyük bir “Hüseyin Türbesi” meydanı yapılmış. Ortada, Kur’an ayetleriyle süslenmiş, özenle yapılmış dikdörtgen bir tabut yer alıyor. Mezarlığın bulunduğu yamaçta, yüzlerce basamaktan oluşan bir merdiven aşağıya doğru kıvrılıyor. Bu yol üzerinde başka bir mezarlık ve Hüseyin’in “devrim yaparken” hükümet askerlerinden saklandığı mağara da ziyaretçilere açılmış.
Bize eşlik eden eski Enformasyon Bakanı Şami, Hüseyin’in hayatını ve Husi hareketinin efsanelerini tüm canlılığıyla anlattı. Özellikle 2004–2010 yılları arasındaki “ilk savaş” döneminde Husi güçleriyle hükümet ordusu arasındaki ölüm kalım mücadelesini ve bu süreçte öne çıkan kilit kişileri detaylıca aktardı.
Şami’nin özellikle vurguladığı bir şey vardı: Husi hareketi, kinle ve intikamla hareket eden bir yapı değildi. Aşiretçilikten uzak, bağışlayıcı bir yaklaşımları vardı. Eskiden doğrudan çatıştıkları düşmanlarıyla, çatışmalar sonrası barışıp aynı yönetimde çalışmaya başlamışlardı. Bize eşlik eden Husi yetkililerin hiçbiri Sada’lı değildi; hepsi Sana, İbb, Marib gibi farklı hatta uzak vilayetlerden gelmişti. Daha önce birkaç kez görüştüğüm eski Husi Başbakanı Habtur da Adenlidir ve Aden Valiliği yapmış—bu da onun büyük ihtimalle Sünni olduğunu gösteriyor.
Husi arkadaşlarım bana mezhebe veya bölgeye göre ayrım yapmadıklarını, “Yemen tek ailedir” anlayışını benimsediklerini söylediler. Husi hareketinin Yemen’in kuzeybatısını aşarak ülkenin yarısından fazlasını kontrol altına alması, böyle kapsayıcı bir tutum olmadan mümkün olmazdı.
1962 yılında Kuzey Yemen’de cumhuriyetçi bir devrim patlak verdi ve 1000 yılı aşkın süredir devam eden Zeydi imamlık teokratik yönetimi sona erdi. Ardından, iktidarı kaybeden Zeydi elitleri ve halkı, ülke içindeki seküler cumhuriyetçilikle dışarıdan desteklenen Suudi kökenli Sünni Selefiliğin çifte baskısı altında kaldı ve giderek marjinalleştirildi.
1992 yılında, “Zeydiliği yeniden canlandırmak” amacıyla Sada’lı din adamı Hüseyin “İnanan Gençlik” adlı örgütü kurdu. Medreseler ve vaazlar yoluyla dini ve siyasi fikirlerini yaymaya başladı. İçeride Salih liderliğindeki cumhuriyet rejimine karşı çıktı, dışarıda ise Suudi ideolojik yayılmasına direndi. Ayrıca İran tarzı bir İslami yönetim kurmayı planladı.
1994’te, Yemen’in birleşmesinden dört yıl sonra iç savaş çıktı. Aynı büyük aşiret olan Haşid’e mensup Hüseyin, aşiret çıkarları ve siyasi hesaplarla Salih hükümetine destek verdi, Sada aşiretleriyle birlikte güneydeki isyanı bastırmaya yardım etti. Bu sayede etkisini artırdı.
2001’den sonra ABD’nin Afganistan ve Irak savaşlarını başlatmasıyla, Salih hükümeti ABD’ye yakın bir dış politikaya yöneldi, Afganistan ve Irak’a asker gönderdi. Husi hareketi uluslararası terörizmi desteklemese de, anti-Amerikan ve anti-Siyonist bir ideolojiye sahipti; İslam topraklarını kurtarmayı ve İslam’ı yeniden yüceltmeyi hedefliyordu. Böylece taraflar yeniden düşman oldu.
2004’te Husi güçleri ile hükümet arasında 6 yıl sürecek bir iç savaş başladı. Hüseyin savaşın başında hayatını kaybetti. Ardılları, “İnanan Gençlik”in adını “Husiler” olarak değiştirdi ve Hüseyin’in mücadelesine devam etmeye ant içti. Nihayetinde, 2010 yılında Suudi Arabistan’ın arabuluculuğuyla ateşkes sağlandı.
2011’de Arap Baharı Yemen’i de etkisi altına aldı. Ülke siyasi kaosa sürüklendi. Hem halkın hem ordunun desteğini kaybeden, Haşid aşireti tarafından da terk edilen Salih istifa etmek zorunda kaldı. Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin desteğiyle, güneyli grupların ağırlıkta olduğu Hadi hükümeti kuruldu.
2014’te federatif sistem planları yapılırken, Husi hareketi, haklarının yeterince güvence altına alınmadığını öne sürerek tekrar ayaklandı. Hızla başkente girip yönetimi ele geçirdiler. Üçüncü kez Salih ile iş birliği yaparak Hadi hükümetinin yerine geçen paralel bir yönetim ve yasama yapısı kurdular. Hadi ise Suudi Arabistan’a kaçmak zorunda kaldı.
2015’in 25 Mart’ında Suudi Arabistan öncülüğünde 10 Arap ve İslam ülkesinden oluşan bir “onlu koalisyon” kuruldu ve 26 Mart’ta Husi hedeflerine hava saldırıları başlatılarak Yemen iç savaşında yeni bir aşamaya girildi. Husi güçleri, Suudi Arabistan’ı, onun bölgesel müttefiklerini ve arkasındaki Batılı destekçisi ABD’yi açık düşman ilan etti. Ertesi yıl, Ürdün gibi ülkelerin arabuluculuğunda barış görüşmeleri başladı.
2017’de, Salih kişisel çıkarlar peşinde açıkça barıştan yana tutum alınca Husiler onu “düşmanla iş birliği” yapmakla suçladı. Ayrıca askeri komuta üzerinde yaşanan çekişme gerginliği artırdı. Sonunda Salih, Sana’dan ayrılıp memleketine dönerken Husiler tarafından yakalandı ve olay yerinde infaz edildi.
2023’e gelindiğinde, Husi hareketi artık güçlü bir askeri yapıya kavuşmuş ve ülkenin yarısını kontrol eden bir güç haline gelmişti. Hüseyin’in anti-Amerikan ve anti-İsrail ideolojisini ülke dışına taşıyarak ilk kez Filistin-İsrail çatışmasına müdahil oldu. “Direniş Ekseni”nin sağlam bir halkası haline geldi. Kızıldeniz’de cephe açtı, İsrail’i hedef aldı ve hatta İsrail topraklarına doğrudan hava saldırıları düzenledi. Bunun üzerine ABD, İngiltere ve diğer Batılı ülkelerden askeri karşılık geldi…
27’si akşamı, Sada’da iftar yemeğinden sonra, Husilerin ana karargâhına yaptığımız yüzeysel keşif turunu tamamlayıp gece yarısı Sana’ya doğru yola çıktık. Yolculuk yaklaşık dört saat sürdü. Yol boyunca hiçbir sokak lambası yoktu; genç şoför tamamen yol bilgisine dayanarak ilerledi. Tüm gün araç kullandığı için, dikkati dağılır mı diye endişelendik. Fakat Yemenlilerin kendine özgü yöntemleri var: hem şoför hem de ön koltuktaki koruma, uyanık kalmak için sürekli gat yaprağı çiğniyordu; ikisi de savaş tecrübesine sahipti. Koruma henüz 23 yaşındaydı ama 5 yıllık cephe deneyimi vardı.
Biz Sana’dayken, medyada ABD ve İngiltere’nin Sana Uluslararası Havalimanı ve diğer hedeflere yeniden hava saldırısı düzenlediği bildirildi. Gece yarısından sonra gürültülü Sana şehrine döndük, otele yerleştik, henüz 30 dakika bile geçmemişti ki WeChat’ten aileye haber veriyordum. Derken berrak gece gökyüzünde bir dizi bomba patlaması sesi duyuldu. Ardından F-16 savaş uçaklarının daireler çizerek uçtuğu sesler ve arada bir duyulan uçaksavar ateşi… Gazze ve Bağdat cephelerinden edindiğim tecrübe sayesinde, sadece seslerden hangi savaş uçağı, füze, bomba ya da mermi olduğunu neredeyse anlayabiliyorum. O an ilk tepkim: “Amerikan hava saldırısı.” Bu, Yemen’e geldiğimden beri ABD’nin saldırısına ilk kez bu kadar doğrudan tanık oluşumdu.
29’unda planlandığı gibi Yemen’den ayrıldım. Henüz yeni tanıştığım, fazla da aşina olmadığım Husi hareketine veda ettim. Oysa Husiler artık “Direniş Ekseni”nin kilit bir parçası haline gelmiş ve Ortadoğu sahnesinde son derece önemli bir aktör konumuna yükselmiş durumda. Bu Orta Doğu’nun siyasi “yıldızı” ya da “bir anda parlayan yeni zengin” diyebileceğimiz gayriresmî aktör, Yemen’in sefalet içindeki durumu ve sokaklarda hayatta kalmaya çalışan fakir halkı bir kenara bırakmış; kendini “Filistin’i kurtarmanın” öncüsü ve temel direği olarak konumlandırmış durumda.
Bana göre, Filistin bayrağını bu kadar yüksek sesle taşımasının amacı, pan-İslamizm ve pan-Arap milliyetçiliği gibi iki büyük ideolojik bayrak altında kendini korumak; özellikle Kızıldeniz ve Doğu Akdeniz’de yarattığı çalkantı yoluyla, ülke içinde, bölgede ve uluslararası alanda daha geniş bir meşruiyet elde etmek. Nihai hedefi ise uluslararası toplumu, onu Yemen’in tek meşru temsilcisi olarak tanımaya zorlamak ya da en azından bir koalisyon hükümeti kurulurken söz sahibi ve belirleyici aktör olarak kabul ettirmek.
Bu seyahat her şeyi kazandığım bir deneyim olmadı belki, ama yine de çok şey kattı; hatta bazı sürpriz kazanımlar bile oldu. Fakat bazı eksikler de göz ardı edilemezdi. Ne kadar başvuru yaptıysak da, cephe hattına gitme, Husi askerlerini, teçhizatlarını veya kamplarını görme fırsatımız olmadı. Hüseyin’in kardeşi ve mirasçısı olan, hareketin en üst lideri Abdülmelik el-Husi ile görüşemedik. Husilerin kontrolündeki önemli Kızıldeniz liman şehri Hudeyde’yi ziyaret etme imkânımız da olmadı. Aden, Taiz gibi Husi karşıtı güçlerin elindeki şehirlerde ise kapsamlı bir inceleme yapmak zaten söz konusu değildi.
Tüm gezimin organizasyonunu yapan Husi “başbakanının” danışmanı Fuad beni teselli ederek, “Sorun değil, seneye tekrar gelin. Sizi Aden’e de götürürüz, gitmek istediğiniz her yere götürürüz,” dedi. Bu söz sadece onun kişisel dileği değildi; aynı zamanda Husi hareketinin Yemen’in tamamını kontrol altına alma hayalinin bir ifadesiydi.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Husiler’in Savaşı: “Altıncı Orta Doğu Savaşı” ve Filistin Anlatısı
Görüş
Seçim Arefesinde Moldova

2025 Parlamento Seçimleri arifesinde Moldova, ülke içerisindeki çelişkiler, iç politikadaki istikrarsızlık ve büyük ölçekli dış etkiler nedeniyle derin dönüşümler içindedir. Ülkenin verimli bir değişim noktasına mı veya tam tersine mevcut otoriter gidişatı sürdürmeye mi daha yakın olduğunun tartışıldığı günümüz koşullarında, hali hazırdaki gerçekliği şekillendiren temel faktörlerin analizi özellikle değerlidir. Çünkü bu durumun sıradan bir seçim süreci olmadığına; dahası ülkenin nihai medeniyet paradigmasını değiştirebilecek potansiyeldeki ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir noktaya sürüklenmesi muhtemel bir süreç olduğuna dair veriler mevcut.
İç Politikanın Kısa Analizi
Son yıllarda, Eylem ve Dayanışma Partisi – PAS ve bireysel olarak Mayya Sandu tarafından yönetilen iktidar rejimi, muhalefete, bölgesel hareketlere ve Rusça konuşan nüfusa karşı baskıyı artırma yönünde bir politika izledi. Bu süreçte Moldova’da enformasyon alanında tam sansüre odaklanan otoriter devletin oluşturulduğu gözlemleniyor. Örneğin: Rumen faşist diktatör Ion Antonescu’yu yücelten ders kitapları, eğitim müfredatına sokuldu. Yerel yetkililer, “Rus müdahalesine” karşı mücadele gerekçe gösterilerek siyasi muhaliflere karşı baskıcı önlemler alıyorlar. Alexandr Nesterovschi, İrina Lozovan ve Marina Tauber gibi siyasetçilere yönelik baskılarla birlikte alternatif politikaya engel getirildiği gözlemleniyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nda Faşizme karşı zaferin temsili olan 9 Mayıs Zafer Günü kutlamaları da yasaklanıyor. Bu da demokrasinin kademeli olarak terk edilmesi ve otoriter eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor.
Yetkililerin yetkileri sınırlama ve ekonomik baskı politikası izlediği özerk bir bölge olan Gagauzya’daki duruma da özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Ülkedeki birçok siyaset bilimciye göre bu tür eylemler özerklik nüfusunu protestolara ve çatışmalara itebilir. Pekala bu durum da iç düzeni daha da istikrarsızlaştıracaktır.
Yaklaşan seçimler bağlamında, protestocuların haklarını kısıtlayan yasaların aktif bir şekilde kullanılması ve bölgelerdeki seçim sürecini yeniden biçimlendirme girişimleri gözlemleniyor. Örneğin: Mevcut iktidar, Gagauzya’daki seçim prosedürünü değiştirmek suretiyle oylamanın sonucunu kontrol etme ve muhalif güçlerin etkisini en aza indirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.
Bir diğer husus ise “Transdinyester Meselesi”. Moldova yetkilileri, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti üzerinde ekonomik ve insani baskı politikası izliyor gibi görünüyor. Bölgeye yönelik çifte gümrük vergisi politikası, bankacılık ablukası ve ilaç tedariğinin yasaklanması gibi durumlar gözlemleniyor. Transdinyester lideri Vadim Krasnoselski, kendilerine “soykırım politikasına eşdeğer bir politika” izlendiğini iddia ediyor ve Moldova iktidarının bölgede fiziksel ve politik bir yıkıma yönelik girişimleri olduğunu belirtiyor.
Dış Politikanın Kısa Analizi
Ülke liderliğinin Bağımsız Devletler Topluluğu – BDT ile bağları koparma ve Rusya ile kültürel ve ekonomik bağları azaltma çabalarına rağmen, bu önlemler ekonomik durumun kötüleşmesine ve iç gerginliklerin artmasına yol açıyor. Özellikle, BDT ülkelerinin çoğuyla vizesiz rejimin sona ermesi ve Rusya ile işbirliği yapmayı reddetme kararının ardından ülkenin ihracat verilerinde bir düşüş meydana geliyor. Resmi rakamlara göre 2024 yılının sonuna kadar yaklaşık %45 oranında ihracatın azaldığı belirtiliyor ve Rus pazarına yapılan ihracatın da %50’den fazla azaldığı görülüyor. Bu tür göstergeler, nüfusun refahı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olan önemli bir ekonomik izolasyona işaret ediyor.
Bununla birlikte, yetkililerin jeopolitik yönelimine rağmen, nüfusun çoğunluğu hala Rusya yanlısı veya dengeli bir dış politikayı tercih ediyor (anketlere göre, katılımcıların %60’tan fazlası Rusya’ya veya her iki etki merkezine -Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği- yönelik bir dış politika yönelimine meyilli). Bu, Batı yanlısı stratejileri destekleyen entelijansiya ile Rusya’yla kültürel ve tarihi bağları sürdüren vatandaşlar arasındaki iç çatışmayı gözler önüne seriyor.
AB ve diğer Batılı yapıların tepkisi de açık: Seçim arifesinde Avrupa Komisyonu, Moldova’ya yardımı onayladı. Bu, Avrupa’nın etkisini güçlendirme ve ülkeyi yeni rotasında istikrara kavuşturma çabalarını göstermektedir. Ancak, bu tür mali destek (2 Milyar Avro), ülkenin dış bağışçılara bağımlılığı ve olası koşullar konusunda endişelere yol açmaktadır.
Öte yandan NATO ve Avrupa Birliği’nin açıkça desteğiyle birlikte Moldova’da aktif bir şekilde militarizasyon gözlemlenmektedir. Ulusal ordu 8.000 kişiye çıkarıldı ve Avrupa hava savunma sistemlerine entegrasyon söz konusu. Ek olarak Moldova karayolları ve hava sahası, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemek için Batı güçleri tarafından kullanılıyor.
İfade Özgürlüğü ve Jeopolitik
İfade özgürlüğüne karşı ve medyayı kontrol etmeyi amaçlayan enformasyon politikasının etkinleştirilmesi konusu da Moldova özelinde hususi bir yer işgal etmektedir. Seçim kampanyası sırasında yetkililer, kamu protestolarını kısıtlayan yasa tasarıları yürürlüğe koyuyor ve ek olarak nüfusun önemli bir bölümüne nesnel bilgi sağlayan Rusça yayın yapan medyayı bastırmaya çalışıyorlar.
Buradaki kilit bir faktör ise: Rusya ve Batı’nın enformasyon savaşları yoluyla iç siyasi durumu etkileme girişimleridir. Bu, olası krizlerin ve artan iç anlaşmazlıkların habercisi haline gelmektedir. Ekonomik durum ve toplumsal gerginliklere yol açması muhtemeldir ve bunun örnekleri yakın geçmişte birçok şekilde karşımıza çıktı.
Bir diğer yandan Moldova ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Sanayi geriliyor, gaz ve elektrik ithalatına olan enerji bağımlılığı yüksek kalmaya devam ediyor ve tarife politikaları halk arasında hoşnutsuzluğa neden oluyor. 2024 yılında hem Rusya hem de diğer BDT ülkeleriyle ihracatta düşüş yaşandı ve bu da ekonomik durumu kötüleştiriyor.
Sosyolojik açıdan incelendiğinde özellikle gençler ve Rusça konuşan nüfus ciddi anlamda baskı altında gibi görünüyor. Yetkililer, etnik azınlıkların haklarını sınırlamak için adımlar atıyor. Örneğin: Onlara seçimlere katılma fırsatını veya Rusça konuşan vatandaşlara yönelik entegrasyon önlemlerini reddediyorlar. Bu, direnişe ve potansiyel çatışma durumlarının gelişmesine neden oluyor.
Romanya ile Etkileşim ve Entegrasyon Süreçleri
Buradaki en kritik hususlardan birisi: Moldovalılara Rumen vatandaşlığı verilmesidir. Ek olarak Rumen işadamlarının ekonomiye dahil edilmesi ve kamuoyu üzerinde medya etkisi yoluyla uygulanan Romanya ile entegrasyon çabalarının yoğunlaşmasıdır. Uzmanlara göre bu stratejinin ülkenin egemenliğinin kaybına ve Moldova halkının fiili olarak Romanya’ya asimile olmasına veya Avrupa Birliği’ne entegrasyonun genişlemesine yol açabileceğine inanıyor.
Nüfusun çoğunluğu tarafsız kalmaya veya Rusya ile entegrasyona sıcak bakan duygulara sahip. Buna karşılık yetkililerin AB’ye ve milliyetçi söylemlere yakınlaşmak için başlattığı adımlar ise iç direnişe neden oluyor.
Sonuç olarak, Moldova’daki 2025 parlamento seçimleri öncesi durum, yüksek derecede iç gerginlik, artan dış bağımlılık ve ülkenin kimliği için mücadele ile karakterize haldedir. Dış güçlerin etkisi altındaki siyasi elit, bölge üzerindeki gücü ve kontrolü sağlamlaştırmak için baskıcı yöntemler kullanıyor. Bu da otoriterlik risklerine yol açıyor. İç çelişkiler, ekonomik kriz ve vatandaşların hükümete olan güvensizliğinin seviyesi, protesto hareketlerinin ve toplumun daha da bölünmesinin ön koşullarını yaratıyor. Moldova’nın kalkınma beklentileri, siyasi istikrarı koruma, dış etkiyi dengeleme ve değişim için kamuoyu desteğini sağlama becerisine bağlı gözüküyor. İç güçlerin, çeşitli etnik ve bölgesel grupların görüşlerini dikkate alan ve demokratik kurumlar ve ekonomik sürdürülebilirlik geliştirme yoluna bağlı kalan bir uzlaşmaya varabilmesi bu süreçteki en önemli hususlardan birisi olarak ön plana çıkıyor.
Görüş
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?

Modern Alman edebiyatının en önemli yazarı Thomas Mann’ın doğumunun 150. yılının kutlandığı bu günlerde, sayısız başyapıt kaleme alan Mann önemini ve güncelliğini korumaya devam ediyor.
Her büyük yazar gibi Mann da romanlarında yaratıcı yeteneğiyle kendi çağındaki karmaşık çatışmaları berrak biçimde ortaya koyarak, toplumdaki çelişkilerin nasıl şekilleneceğine dair öngörüsünü dile getirmiştir.
Yüzyıl önce savaş sonrası Almanya’nın toplumsal ve kültürel sorunlarını irdelediği eserleri, bugün yine Rusya’ya karşı savaşı açıktan destekleyen ya da sessizce onaylamak zorunda kalan Alman entelektüellerin düşünsel mirasına dair çok şey söylemektedir.
Yüzyıl önce yayımlanan eseri Büyülü Dağ romanında Rusya karşıtlığını, İslam ve Doğu toplumlarına karşı önyargıları dile getiren karakterleri, bugünkü Alman aydınlarının geçmişteki gölgeleri gibidir.
Diğer taraftan Mann’ın yüzyıl önce Doğu’ya yaptığı seyahat, Avrupa’nın ilerlemeci ve hümanist geleneğini temsil eden yazarların dahi Batılı muhafazakarların birçok önyargısını nasıl paylaştığını göstermektedir.
Yüzyıl önceki krizde Avrupa’nın geleceğini tartışan ve savaşın muhasebesini yapan Thomas Mann’ın eserleri, bugünkü savaş ve kriz koşullarındaki Avrupa için hatırlatılması gereken derslerle doludur.
Mann’ın İstanbul izlenimleri
Thomas Mann, 1925 yılında başta Kahire olmak üzere Doğu’ya uzun olmayan bir seyahat gerçekleştirmiştir. Yusuf ve Kardeşleri eserlerine ilham veren Mısır izlenimleri dışında, Mann’ın bu seyahati, en titiz biyografi eserlerinde dahi görmezden gelinmiştir.
Mann’ın biyografisini kaleme alanların ihmalinde bir ölçüde haklılık payı vardır. Mann’ın izlenim notları şaşılacak derece yüzeysel ve kısadır. Bu kısa gezi notları okurda, Mann’ın kendi isteği dışında bir zorunluluk sonucu seyahate çıkmak zorunda kaldığı hissini uyandırır.
Özellikle Mann’ın İstanbul ziyaretine dair izlenimlerin yüzeyselliği ve kısalığı dışında, bakışındaki politik ve sosyolojik sınırlılıklar çarpıcıdır. Eserlerinde etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar betimleyen büyük yazarın merakının genişliğini gölgelemektedir.
Bağımsızlık savaşı vererek yeni bir demokratik cumhuriyet kurmuş, işgal altındaki imparatorluk başkentinin hürriyet sonrasında yaşamakta olduğu dönüşümüne dair en ufak izlenimler rastlanmaz Mann’ın notlarında.
Bir yüzyıl önce İstanbul’u ziyaret eden Alman seyyahların izlenimlerimi andırır Mann’ın gözlemleri: Fes giyen insanlar, Avrupai kadınlarla birlikte Doğu ile özdeştirilen geleneksel kadınların tezatlığı… O kadar ki İstanbul’un ihtişamına dair neredeyse tek övgü Ayasofya’ya aittir.
Şüphesiz bu durumun oryantalist düşünceyle doğrudan bağlantıları vardır. Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk izlenimlerindeki tüm oryantalist tınıya rağmen, gözlemlerinin yoğunluğu ve derinliğiyle kıyaslandığında, Mann’ın durumu daha çok ilgisizlik, kayıtsızlık şeklinde değerlendirilebilir.
Ancak Mann’ın 1918 yılında yazmaya başladığı ve 1924 yılının sonunda yayımlanan başyapıtı Büyülü Dağ eserini göz önünde bulundurursak, İstanbul’a dair notları değerlendirmek çok daha karmaşık hale gelir.
Romanın en önemli karakterlerinden hümanist, Aydınlanma geleneğinin temsilcisi Settembrini “Olanları doğru buluyordu çünkü uygarlığa yarayacak bir yol izleniyordu. Avrupa’da genel bir barış ve silahsızlanma havası esiyordu. Demokratik düşünceler gelişiyordu. Jöntürklerin devrimci ayaklanma için hazırlıklarını tamamladıklarını el altından öğrendiğini iddia ediyordu. Türkiye anayasal bir ulus devlet olacaktı, insanlık için ne büyük bir zafer!” sözlerini dile getirir.
Settembrini’nin geleceğe dair Akdenizli iyimserliğini paylaşmasa da Weimar Cumhuriyeti’ni savunan, demokratik düşüncenin Almanya’da kalıcı şekilde kök salmasını isteyen Mann bu fikirleri paylaşmaktaydı.
Mann’in İstanbul’a dair notlarını daha geniş bakışla ele almak için, Settembrini’nin romandaki politik konumunu, aynı zamanda Settembrini’nin düşünsel ağırlığını dengeleyen karşı kutuptaki Naphta’yı, önemli ölçüde bugün hale devam eden aralarındaki tartışmayı eleştirel okumayla ele alacağız.
Büyülü Dağ’da savaşın muhasebesi
Settembrini’nin Türkiye’deki anayasal ulus devletinin zaferini müjdelediği bölümün, Naphta’nin romana girdiği kısım olması çarpıcıdır. Naphta karakteri romana girene kadar Settembirini’nin Hans ve Joachim’e verdiği politik ve estetik öğütler hayata dair, Avrupa burjuva toplumunun temel değerlerine dairdir. Bir anlamda Naphta’nin dediği gibi “Bizim şu Voltaire’e, akılcıya kulak verin” bağlamında, Aydınlanma’nın akılcılığına ve ilerlemeye olan sarsılmaz inancı döne döne tekrar eder.
Naphta’nin romana girmesiyle, politik ve estetik tartışma bir katman daha genişler ve trajik biçimde yoğunlaşır. Romanın ideolojik çerçevesi Avrupa’nın sınırlarını aşarak, savaşa ve kaçınılmaz olarak Batı-Doğu çatışmasına, uluslararası politik sistemdeki krize kayar.
Settembirini’nin Türkiye’deki demokratik ulus devletin doğuşuna dair sözlerine karşı Naphta alaycı biçimde “İslamiyet’in özgürleşmesi, Aman ne iyi. Aydınlanmış fanatizm – harika.” sözleriyle karşı çıkar.
Özellikle 11 Eylül sonrası birçok Batılı entelektüelden duyduğumuzda bizi şoke eden bu sözlerin yüzyıl öncesindeki düşünsel köklerini tüm çıplaklığıyla görmek sarsıcıdır.
Bu bağlamda Büyülü Dağ eserini okuduğumuzda, birçok başyapıt gibi eserin güncelliği bizi büyüler. Mann, romanı Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru kaleme almaya başlamıştı. Eser İkici Dünya Savaşı’nda önce yayımlanmıştı.
Roman yayımlandıktan sonra okuyanlar eseri, savaşın bir muhasebesi, savaşı yaratan toplumsal hastalıkların teşhisi ve savaşı olumlayan Avrupa’daki fikirsel iklimin eleştirisi olarak değerlendirmişlerdi.
Kitabı 2. Dünya Savaşı sonrası okuyanlar ise, Büyülü Dağ’ı, büyük bir yazarın Avrupa’da yükselen otoriter rejimlerin derin bir öngörüsü, Avrupa burjuva toplumunun hastalığının kaçınılmaz sonuçlarının derin seziyle anlatılması olarak değerlendirmişti. Böylece her büyük yazar gibi Mann’a da iki savaş sonrası ‘kahin’ gözüyle bakılmıştır.
Bugünkü uluslar arası politik sistemdeki çatışmalar, özellikle Ukrayna krizi sonrası, Avrupa’nın yeniden savaşla yüz yüze gelmesi, Rusya ile yaşanan siyasi krizin kültürel krize doğru genişlemesi sonucu Batı-Doğu çatışmasına dair tarihsel önyargıların yeniden dirilmesinin yanı sıra Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülist partiler, Batı liberal demokrasinin krizi, parlamenter rejimdeki yapısal sorunlar…. daha benzeri birçok sorun Büyülü Dağ’ı yeniden önümüze koyup değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçirmeye bizi zorlamaktadır.
Büyülü Dağ’ın bu kışkırtıcı kehanetleri, özellikle Settembirini ve Naphta’nin gerçek hayatta kimleri temsil ettiği hep tartışılmıştır. Belki de çarpıcı ve en yakın benzetmeyi Alman yazar Safransky yapmıştır. Safransky, Settembrini’yi Kantçi Cassier ile Naphta’yi Heidegger ile özdeşleştirir.
Romanın geçtiği Davos’ta, romanın yayımlanmasından sadece 4 yıl sonra Cassier ile Heidegger 1920 yılında bir konferansta, karşı karşıya gelerek ‘İnsan nedir’ temel sorusundan hareketle, Batı felsefesinin temel ayrılık noktalarını tıpkı Settembrini ve Naphta gibi tartışmıştı.
Çözülmekte olan Weimar Cumhuriyeti sonrası yolları keskin biçimde ayrılacak, trajik şekilde karşı düşman kamplarına bölünecek Alman aydınlarının yaşadığı derin tartışmaydı. Bu bağlamda da Mann, romanında gündeme getirdiği özgürlük, savaş, Avrupa’nın düşünsel mirasına dair uzlaşmaz karşıt fikirleri ortaya koyarak, öngörüsünü ortaya koymuştur.
Safransky’yi böylesi benzerliği düşündüren belki de, Settembrini’nin “Pan-Germanizm’i savunuyorsunuz demek? Öyle mi?” diyerek Naphta’yi suçlamasıdır. Heidegger’in Nazizm’in saflarına katılması düşünüldüğünde kurulan bu benzetme daha çarpıcı hale gelmektedir.
Bugün Avrupa’da en çok da Almanya’da gözlemlenen Rusya karşıtlığı ise, Naphta’nin sözlerinde yüzyıl önce yankılanmaktadır: “Ben de sizin bir Rus hayranı olduğunuzu düşünüyorum.” Yüzyıl önceki ideolojik ve kültürel kırılmalar bugün de canlı şekilde hissedilmektedir.
Avrupa hümanizminin savaşla imtihanı
Tolstoy hayranı Mann’ı düşündüğümüzde, romanın bu bölümleri Dostoyevski’nin eserindeki tansiyonu hiç düşmeyen dramatik politik tartışmalara benzemektedir. Mann da Dostoyevski gibi, karşıt görüşleri dile getiren karakterleri en güçlü argümanlarıyla konuşturmaktadır.
Güçlü fikirler yoğunlaştığı noktada içe doğru çökmeye başlar, böylelikle en tumturaklı söylemlerin dahi gizlemeyeceği çelişkiler meydana çıkarılır. Karşıt, uzlaşmaz gibi görülen fikirler, dramatik biçimde yakınlaşarak, evrensel etik ilkeler eğilip bükülmeye başlar.
Savaşa karşı romandaki karakterlerin politik konumlanışında da aynı izler gözlemlenir. Asker Joachim “Savaş gerekli bir şeydir. Moltke’nin dediği gibi, savaş olmazsa dünya kısa zamanda bozulur” sözleriyle savaşın kaçınılmazlığını hatta gerekliliğini dile getirir.
‘Princeps scholasticorum’ entelektüel Naphta da tartışmanın en hararetli noktasında “bu arada kalabalıktan boğulmak üzereyiz; tüm meslekler öylesine insan kaynıyor ki yakında daha önceki savaşlar, bir parça ekmek için yapılacak kavgaların yanında solda sıfır kalacak. Açık alanlar ve yeşil kentler! Irkın güçlendirilmesi! İyi de uygarlık ve ilerleme savaş olmayacak dediğine göre neden güçlensin ki? Savaş bu sorunların icabına bakacak ve ırkı güçlendirmeye de, doğumların azalmasına da çözümler üretecek” sözleriyle savaşı, yaşanan tüm toplumsal sorunların tek ve geçerli çözümü olarak sunmasıyla tartışma biter.
Askerden üniversitedeki aydına kadar savaş aynı ahlaki ilkeler temelinde savunulur. Emperyalist burjuva toplumunun, derin ekonomik ve siyasi kriz karşısında çözüm olarak her zaman bir savaşı gündeme getirerek insanlığı felaketin kıyısına götürdüğü çıplak biçimde gözlemlenir.
Avrupa’yı veba gibi saran bu savaş taraftarlığı karşısında hümanist, barışı ve ilerlemeyi savunan Settembrini nasıl pozisyon almaktadır? Settembrini, özgür ve eşit devletler sistemine geçilerek uluslararası barışın tesis edileceğini dile getirir. Ne var ki Settembirini, gerçeklikteki olgulardan ziyade prensiplerden, iyimser ideallerden hareketle savaş karşıtı tavır alır.
Bu noktada Mann, Settembirini’nin zayıf noktalarının ortaya çıkmasına izin verir. En başta Settembirini, Avrupa burjuva toplumun içine sürüklendiği krizi görmez ya da kabul etmez. Avrupa burjuva toplumunu, 18. yüzyıldaki ilerici ve devrimci karakterini değişmez ve evrensel kabul eder, akılla özdeşleştirdiği burjuva toplumunun artık akıldışı eğilimlere sahip olduğunu göremez.
Savaşın yüksek sesle dile getirildiği Avrupa’da hümanist geleneğin neden bu savaş taraftarlığına karşı kamuoyunda etkili olmadığının işaretleri bu noktalarda saklıdır.
Naphta tüm kışkırtıcı dini fikirlerine rağmen, Settembirini’ye göre daha gerçekçidir. Kapitalizmin krizine karşı kendinden emin muhafazakar bir seçeneği ortaya koyar. Hatta Avrupa’da kapitalizme karşı en güçlü muhalif sesi dile getirerek, kriz sonucu huzursuz insanlar için çekim noktası olur. Tartışma sonunda Hans ile Joachim’in, Naphta’dan hoşlanmasalar da bazı konularda ona hak vermeleri bunun çarpıcı örneğidir.
Settembirini’nin diğer çelişkisi çok daha dramatiktir. Savaş karşıtı, hümanist duruşuna rağmen, Settembirini de ilerleme ve özgürlük adına bir noktada savaşı savunur: “Voltaire bile uygarlığı yaymaya yarayan savaşları onaylamış ve İkinci Frederik’e Türklere savaş açmasını önermiştir.”
Tartışmanın devamında Settembirini Haçlı Seferleri’ni savunma noktasına kadar gelir: “Savaş bile, sevgili bayım, sırasında ilerlemeye hizmet etmeye zorlanmıştır; sizin o çok sevdiğiniz dönemdeki, yani, Haçlı Seferleri dönemindeki belirli olayları hatırlarsanız o savaşlar uygarlık adına halklar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri sıkılaştırmış ve Batılıları tek bir düşünce altında toplamıştır.”
Şüphesiz Settembirini’nin çelişkileri Aydınlanma’nın, özellikle ılımlı Aydınlanma’nın, çelişkilerini açığa vurur. Montesquieu’nün medeniyetlerin nitelik farkını coğrafya ve iklimler teorisiyle açıklayan görüşleri, Aydınlanmanın Doğu’ya dair fikirlerini oryantalist söylemle ele almasını başlatmıştı. Voltaire gibi birçok filozof ise bu oryantalist görüşün kemikleşmesine neden olmuştu.
Roman boyunca zıt kutupları, karşıt değer yargılarını temsil eden Settembrini ve Naphta, trajik biçimde savaş ve Doğu’ya bakışta özdeşleşir.
Dostoyevski’nin romanlarındaki gibi iki zıt karakter aslında birbirini tamamlamaktadır, birinin varlığı diğerini zorunlu kılmaktadır. Settembirini ve Naphta birbirlerini tamamlayan ötekilerdir.
Avrupa’da yükselen savaş taraftarlığının izleri Aydınlanma’ya kadar uzanmakta, Batı’nın Doğu’ya dair emperyalist oryantalist bakışı Aydınlanma’nın birçok fikrinden hareket etmektedir.
Bunun en çarpıcı ifadesi Settembirini’nin Türkiye’de demokratik gelişimi coşkuyla selamlamasına rağmen, Doğu’yu atalet, hareketsiz, devimine ve ilerlemeye kapalı medeniyet olarak genellemesidir: “Ben Avrupalıyım, bir Batılıyım. Sizin derecelemeniz tam Doğu’ya göre; Doğu eylemden nefret eder. Lao-Tzu, yerle gök arasında hiçbir şey yapmamak kadar hayırlı bir şey olmadığını ve insanlık eylemlerden vazgeçmiş olsa yeryüzüne tam bir barışın ve mutluluğun egemen olacağını öğretir”
Settembirini tam olarak Batılı, Avrupalı olduğu için kendi burjuva toplumundaki çelişkileri göremez. Bu kör nokta onun, Avrupa’da yükselen muhafazakar savaş taraftarlığına ve Doğu’ya dair oryantalist söyleme karşısında bocalamasına yol açarken, net bir cephe almasını engeller.
Birinci Dünya Savaşı öncesi küçük bir azınlık entelektüel dışında, muhafazakardan hümaniste, radikal avangartlara kadar Avrupalı aydınların, sanatçıların savaşın saflarında yer almasının tarihsel ve ideolojik köklerini bu noktalarda irdelemek gerekir.
Batılı, Avrupa’nın hümanist geleneğinin temsilcisi Thomas Mann’ın da İstanbul notları ve hatta savaşın başında Mann’ın çelişkili tutumu bu bakış açısıyla tartışılmalıdır.
Büyülü Dağ’daki yüzyıl önceki tartışmayı Naphta kazanmıştı, bugünkü tartışmayı yine Naphta’nın kazanamayacağını kim söyleyebilir?
Görüş
‘Mükemmel fırtına’nın gözünde korkuyla dalgalanan piyasalar

Bugün itibarıyla İsrail ile İran arasındaki sıcak çatışmalara artık ABD’nin de dahil olmasıyla savaşın kapsamı genişlemiş oluyor. B-2 bombardıman uçaklarının İsfahan, Natanz ve Fordo nükleer tesislerini bombalamasının ardından, bugün gün içinde yaşanacaklar, bu yeni evrenin nasıl şekilleneceğini gösterecek. Bu tek bir seferlik bir hava operasyonu muydu, yoksa ABD bu operasyonlarını İsrail ile ortaklaşa devam ettirecek mi, hep birlikte göreceğiz. Anlaşılan o ki, ABD’de ‘Make America Great Again’ (MAGA) taraftarlarıyla neo-con’lar arasındaki çatışmanın galibi şimdilik neo-con’lar… Ancak İran’da rejimi devirmek konusunda Washington net bir karara vardı mı, onu bilemiyoruz.
Avrupa Birliği’nde (AB) nasıl tepkiler geleceği diğer önemli konu. Tabii en önemlisi Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping’in açıklamaları olacak. Aynı şekilde Batı Asya ülkeleri; ABD, Birleşik Krallık ve AB’nin koşulsuz emrine amade olmaktan geçmişe göre biraz daha uzak. Ortada garip bir durum var, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır, aynı zamanda İran ile birlikte BRICS üyesi ülkeler arasında yer alıyor. Yine Suudi Arabistan da dahil Körfez ülkelerinin Çin ve Rusya ile ekonomik ilişkileri hızla gelişiyor. Ve hemen herkes hemfikir ki, İsrail ile İran savaşı aslında, bir bölgesel çatışmanın çok ötesinde, ‘çok kutuplu dünyacılar’ ile ‘tek kutuplu dünyacılar’ arasındaki küresel mücadelede önemli bir mevzi… Temelinde küresel ekonomik gelişmeler, küresel ticaret koridorları, enerji hatları olan bir hegemonya savaşının köşe taşlarından biri… İran artık Çin’in ön bahçesi ve stratejik açıdan büyük önem taşıyor. Batı Bloku bu bahçeyi bir şekilde ele geçirirse, Kuşak ve Yol Girişimi’nden tutun bölgesel tüm ticaret ve enerji rotalarında daha belirleyici bir güç olabilir.
Ancak aynı şekilde Kuşak ve Yol Girişimi’ne alternatif olarak ABD’nin öncülüğünde gündeme getirilen Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ticaret Koridoru’nun (India-Middle East-Europe Trade Corridor-IMEC) ilk aşamasında hayal olma ihtimali de var. Yani Batı Asya’dan Orta Asya’ya oyun kurucu olmak için bu operasyonu başlatan Batı Bloku, kendi oyununu bozan taraf da olabilir. Zira böylesi bir savaşın daha da alevlenmesi durumunda, IMEC’in üyesi olan BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün İsrail ile aynı projede yer alması, bu üç ülkenin halkları tarafından sineye çekilecek bir durum olmayacaktır. Diyelim ki her şeye rağmen Batı Bloku amacına ulaşmaya yaklaştı, bu gelişmeye ne Çin ne de Rusya göz yumabilir. Yani her şey kendi içinde avantajlar kadar dezavantajları da barındırıyor. Kabaca jeostratejik ve jeokonomik panorama bu gibi görünüyor.
EKONOMİK KIRILGANLIKLAR İÇİNDE
BİR DE SAVAŞA YAKALANMAK!..
Her savaş, savaşan ülkeler için çok maliyetli, ancak küresel ekonominin yapısı gereği artık sadece savaşan ülkeler için değil, farklı farklı boyutlarda tüm ekonomiler için ciddi bedelleri var. Bu her ülkenin doğal kaynaklarından ekonomik yapısına, finans sektöründen coğrafi konumuna kadar pek çok etken tarafından belirleniyor.
Söz gelimi, Türkiye gibi enerji sepetinde hidrokarbon temelli enerjinin önemli bir yer tuttuğu ve enerji bağımlı bir ülke için, enerji fiyatlarında yukarı yönlü hareketler çok ciddi bir sorun, hele ki ciddi dış açığı varsa, ki var! Yine enflasyon ve durgunluğun iç içe geçtiği bir evrede, sınırlarının hemen yanında patlak verecek bir savaş çok ciddi sorunlar yaratmaya aday. Bu sebeple ki, Borsa İstanbul diğer borsalara göre çok daha ciddi bir tepki veriyor bu gelişmeye ve diğer borsalardan negatif ayrışıyor. Aynı sorun savaş sebebiyle yaşanacak küresel ticaret ikliminde bozulma ve tedarik zincirlerindeki kopukluklar için de geçerli! Bu hem ihracatı hem de turizmi olumsuz yönde etkileyeceğinden ötürü zaten sıkıntıda olan ekonomiyi daha da zora sokacak. Yine savaşın küresel enflasyonu yukarıya taşıyacak olan etkisi de Türkiye’de dezenflasyonist sürece sekte vuracak.
HİNT OKYANUSU’NUN BATISINDA
DENİZ NAKLİYATI RİSK ALTINDA
Tabii savaşın bir tarafı İran gibi petrol ve doğalgaz üreticisi bir ülke olunca, ilk akla gelen hampetrol fiyatları oluyor. Hampetrol fiyatlarındaki artış, küresel ekonominin büyüme oranını negatif etkiliyor. Üstelik bu yıl ve gelecek yıl için büyüme tahminleri hiç de parlak değilken… İsrail’in saldırıya başladığı gün hampetrol fiyatlarında görülen sıçrama önemli bir işaret. 12 Haziran’da Brent hampetrolü varil başına 69 dolarken, 13 Haziran’da varil başına 74 dolara yükseldi. 12 Haziran’a kadar 69 dolara tırmanmasının sebebi de zaten bir sıcak çatışma beklentisiydi. Bu süreçte Batı Texas hafif petrolü (WTI) yüzde 1.5 artışla 72.83 dolar/varil oldu. Petrol piyasaları, yüzde 7’lik artışla geçtiğimiz cuma günü aylardır görülen en önemli haftalık artışı yaşadı. O günden bu yana, tarafların karşılıklı açıklamalarıyla dalgalı bir seyir izliyor petrol fiyatları, ancak her an 80 doların üzerine çıkabilir.
Üç temel senaryo üzerinden gidersek, eğer ki İran Hürmüz Boğazı’nı mayınlayarak kapatırsa varil başına petrol fiyatının 120 dolara çıkması işten bile değil. Bu fiyatta sabit kalmayıp yeniden düşmesini sağlayacak olan ise küresel ticaretin ve dolayısıyla üretimin daralması sebebiyle enerjiye talebin azalması olabilir. Ki bu da, küresel ekonomi, özellikle ihracata dayalı gelişen ekonomiler için ciddi bir kayıp anlamına gelir.
Bundan kötüsü, ABD’nin bu hava operasyonunun ardından İsrail’in yanında bilfiil savaşa girmesi olacaktır. Bu, Batı Asya’da çok ciddi gerilimler ve istikrarsızlığa sebep olmakla kalmayacak, aynı zamanda Hint Okyanusu’nda deniz nakliyatının ciddi bir darbe yemesi anlamına gelecek zincirleme reaksiyonları da beraberinde getirecektir. Hürmüz Boğazı, dünyanın en kritik petrol geçiş noktası olmaya devam ediyor. Küresel petrol ticaretinin yaklaşık yüzde 26’sı, deniz yoluyla yapılan petrol sevkiyatlarının yüzde 30’u, küresel LNG akışının yüzde 20’si bu boğazdan gerçekleşiyor. Ve bu sevkiyatın yüzde 80’i Asya-Pasifik Havzası’na gidiyor, yüzde 20’si ise Avrupa pazarlarına… Bu rotanın alternatifi olacak bir boru hattı yok, başka deniz yolu rotası da. Basra Körfezi’nin enerji vanası Hürmüz Boğazı…
Peki OPEC’in 5 milyon varil/günlük yedek kapasitesi İran’ın arz kayıplarını telafi edebilir mi? Evet karşılayabilir, ancak bu petrolün deniz yoluyla nakliyesinin ne denli güvenilir olacağı da bir başka sorun. Ayrıca OPEC + ülkelerinin bu ek üretime ne kadar istekli olacağı da bir başka mesele… Ve mesele sadece Hürmüz Boğazı’nın kapanması değil, Bab’ül Mendeb Boğazı’nda geçişlerin ne kadar güvenli olabileceğiyle de ilgili… Yemen’de Husiler ABD’nin savaşa dahil olması durumunda bu bölgede saldırılarını artıracaklarını açıkladılar bile. Malum Kızıldeniz’i Aden Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’na bağlayan su yolu bu.
TEDARİK ZİNCİRİNDE KOPUKLUKLAR
CİDDİ BİR RİSK OLUŞTURUYOR
Böylesi bir durumda, İran’ın hampetrolü ve doğalgazının yanı sıra Irak, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan ve BAE’nin de enerji kaynaklarının küresel piyasalara akışı ciddi oranda etkilenecektir. Yani küresel ekonomi açısından kayıp salt petrol fiyatlarındaki artışla sınırlı kalmayacak, her türlü deniz ticareti rotasındaki tedarik zincirlerinde de kırılmalara neden olacak. Bu zararın parasal karşılığını ise bugünden hesaplamak mümkün değil.
Bundan daha kötüsü ise İran’a bir kara harekâtı olacaktır ki, işte o zaman Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Batı Bloku’na yaptığı uyarı gerçek olabilir; yani sınırlı da olsa bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın yolu açılabilir. Zira Putin, bir endişe belirtmekten öte, Rusya’nın İran’ın yanında yer alacağı uyarısını yapıyor. Çin için de aynı şeyi söylemek gerek. Çin ile çok yakın ilişkiler içinde olan Pakistan zaten ‘nükleer’ bir uyarı yapmıştı. Ve unutmayalım, daha sayılı günler önce Pakistan ile Hindistan bir savaşın kapısından sınırlı bir sıcak çatışmayla dönmüştü de dünya derin bir nefes alabilmişti! Böylesi bir durumda, yani ‘cehennem senaryosu’nda kimi uzmanlara göre hampetrol fiyatları 200 doları aşabilir!
Bir dördüncü senaryo var ki, yeryüzünde yaşayan her insan açısından en olması gereken senaryo diyelim. ABD’nin B2 bombardıman uçaklarının üç nükleer tesisi hedef alan bombardımanı sonrasında, hâlâ bir seçenek olarak İran ile İsrail’in bir arabulucu eşliğinde masaya oturtulması… Madem ki Trump’ın açıklamasına göre nükleer tesisler yok edildi, öyleyse bir savaşın gereği de kalmadı değil mi? Sebebin bu olduğuna pek inanan olmasa da!..
Peki kim olabilir bu arabulucu? Mesela Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu rol için sahne almaya çalışıyor. Düşük olasılık onun bu rolü üstlenmesi, ama belki!.. Belki de ABD ve Rusya’nın birlikteliğinde bir heyet bu arabuluculuğu üstlenir. Hâl böyle olursa, hampetrol ve doğalgaz fiyatları kısa bir süre içinde 65 dolar seviyelerine ve belki de daha da aşağısına inebilir. Sonuçta bu yıl küresel ekonominin performansı pek şahane olmayacak ve enerjiye talep de bu eğilime paralel seyredecek. Talep düşükse fiyatın artmasını gerektirecek bir sebep de olmaz.
ONS ALTIN KÖTÜ SENARYOLARIN
‘YÜKSELEN YILDIZI’DIR HER ZAMAN
Emtia piyasaları dendi mi, ilk akla gelen petrol, ancak değerli metaller de bir o kadar önemli… Değerli metaller söz konusuysa, altını ayrı bir kefeye koymak gerek. Altın korkuların, belirsizliklerin vaz geçilmezidir. Donald Trump’ın seçimleri kazandığı gün itibarıyla sert bir düşüş sürecine giren ons altın, ‘tarife savaşları’yla birlikte korku endeksinin (volatility index) zirvelerde dolaşmasına paralel olarak yukarı yönlü hareketini sürdürüyordu. Tabii ki savaş ortamıyla birlikte yükseliş eğilimini perçinledi.
Bu süreç boyunca gelişmelere göre dalgalı seyir izleyerek yukarı yönlü hareketini koruyacağını söylemek mümkün. Ons başına 3,400-3,500 dolar seviyelerinde hareket etmesi beklenmeli… 3,400 dolar seviyesini direnç noktası olarak işaretleyebiliriz. Büyük olasılıkla günün ilk saatlerinde yaşanan son gelişmeyle birlikte kötü senaryoların daha ağırlık kazanması altında yukarı yönlü ataklara sebep olacak.
PLATİNLE PALADYUMDA FİYAT HAREKETLERİ
NEDEN TERS YÖNLÜ BİR EĞİLİM GÖSTERİR?
Diğer değerli metallerden platinde de saldırı günü sonrasında yukarı yönlü hareket çok belirgin seviyelerdeydi, sonrasında belli bir düzeltme hareketi gerçekleşti. Platin, gümüş ve diğer değerli metaller salt bir yatırım aracı değil, aynı zamanda endüstriyel metaller olduğundan fiyat hareketleri savaşın gidişatı kadar, küresel büyümeye paralel talep eğrilerine göre şekillenecek gibi görünüyor. Burada referans metallerden sayılan paladyumdaki fiyat hareketleriyle platin fiyat hareketleri arasındaki ayrışma, bu eğilimin iyi bir örneği olarak dikkat çekiyor. Platinin Haziran 2025’te ons başına 1,078 dolara yüzde 9’luk artışı arz darboğazları ve endüstriyel zorunlulukları işaret ediyor. Elektrikli araçların (EV) benzinli motorlara olan talebi azaltmasıyla zayıflayan paladyumun aksine, platinin hem EV’ler hem de geleneksel araçlar için hidrojen yakıt hücrelerinde ve katalitik konvertörlerdeki rolü, onu enerji dönüşümü için kritik bir metal olarak konumlandırıyor.
Bakır, alüminyum, çinko, kurşun gibi endüstriyel metallerde ise genel olarak küresel ekonomik durgunluk üzerine gelen savaş ortamı sebebiyle aşağı yönlü hareketler söz konusu… Büyük olasılıkla savaşın gidişatına göre talepte göreli bir düşüşün tetiklenmesi ve bunun fiyatlara yansıması beklenebilir.
NAVLUN FİYATLARI KÜRESEL
TİCARET İKLİMİNİ BOZABİLİR
Mesele salt emtia fiyatlarındaki oynaklıklar değil, tedarik zincirlerinde maliyetlerin artması gibi ciddi bir yan etki daha var. Gerek enerji fiyatlarındaki artış gerekse deniz yolu taşımacılığında risklerin yükselmesi; yani rota değişiklikleri, yakıt maliyetlerinin artışı, hızla yükselen sigorta primleri navlun fiyatlarına yansıyor. Hürmüz Boğazı’ndan yapılan deniz taşımacılığında navlun sadece bir haftada iki kata yakın yükseldi. Yine de sorun henüz korkulan boyutta değil.
En çok endişeli duyulan konu Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması. Maersk gibi büyük deniz nakliyat firmaları Batı Asya limanlarına, söz gelimi İsrail limanlarına gemilerin uğramasını ise şimdiden askıya alabiliyor. Sonuçta İsrail limanları İran’ın füzelerinin menzilinde! Bu savaşın şiddetinin artması durumunda, bölgedeki deniz taşımacılığının bir süreliğine felç olması ya da nakliye maliyetlerinin çok daha yükselmesi olasılık dahilinde. Bu sadece petrol ve doğalgaz için değil her türlü hammadde, yarı mamul ürün ve diğer emtiaların fiyatlarında ek nakliye maliyetlerinden kaynaklı artışa sebep olacak gibi görünüyor.
GÜBRE SEKTÖRÜNDE KRİZ GIDA
GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEBİLİR
Dolaylı bir yoldan bu savaş tarımsal emtia arzını ve fiyatları da etkileyecek, kısa vadede ciddi bir gıda güvenliği krizine neden olma potansiyeli de var. Bölge ülkeleri, gübre üretiminde ve ihracatında çok önemli bir güce sahip. Yaşanan savaşın üretim ve ihracat yapan ülkelere etkisi çok büyük. Uluslararası Gübre Derneği (IFA) ve İran Enerji Bakanlığı verilerine göre, İran’ın yıllık 5 milyon ton üre ihracatı ve 4.5 milyon ton amonyak üretimi var. İran, dünya gübre pazarında ilk üçte… Tesisler İran Ulusal Petrokimya Şirketi (NPC) tarafından işletiliyor. İsrail, yılda 4.5 milyon ton potasyum gübresi ihracatıyla, bu alanda dünyanın dördüncü büyük üreticisi.
Mısır, üre gübresi üretiminde ve ihracatında önemli role sahip. Mısır Petrol Bakanlığı verilerine göre, 6 milyon tonluk üretim kapasitesiyle, 3.5 milyon ton üre ihraç ediyor. Yıllık 5.6 milyon ton üre ve 3.8 milyon ton amonyak üretimiyle Katar önemli üretici ülkelerden bir diğeri. Suudi Arabistan, yılda 7 milyon ton gübre üretiyor, bunun yüzde 60’ını ihraç ediyor. Bölge ülkeleri Avrupa ve Afrika ülkelerinin önde gelen gübre tedarikçisi…
Dahası da var… Bu savaşın merkez bankalarının politika faizi kararları, tahvil piyasaları, borsalar başta olmak üzere küresel finans piyasaları üzerinde de çok ciddi etkileri olacak. Emtia piyasalarında yaşanan benzer dalgalanmaları bu alanlarda da en az benzer sertlikte göreceğiz. Bu iki hafta sadece 2025’in değil, 2026’nın da küresel ekonomik kaderini belirleyecek dramatik gelişmelere gebe!
-
Görüş2 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Ortadoğu1 hafta önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi2 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?
-
Avrupa1 hafta önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor
-
Dünya Basını4 gün önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?