Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Dünya 1973’te sona erdi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, iddialı ve biraz da yanıltıcı başlığına rağmen tarihsel bir gerçeğe işaret ediyor. Yazar, bildiğimiz anlamıyla kapitalizmin 1973’te sona erdiğini ilan ediyor aslında. Fakat bu bildiğimiz kapitalizm, aslında bir anomaliydi de: Kapitalizmin sözde ‘Altın Çağ’ı, savaşın neden olduğu ‘yaratıcı yıkım’ın, nazizmi yenen Sovyetler Birliği’ne ve batıda iktidarın eşine gelmiş silahlı komünistlerin ve işçilerin korkusuna verilen cevabın bir sonucuydu. Bir başka açıdan, bildiğimiz anlamıyla kapitalizmin, aslında 1914 veya 1917’de sona erdiğini de ilan edebiliriz. Periyodizasyon tartışmasını bir kenara bırakırsak, her şeye rağmen, 1970’li yılların emperyalist-kapitalist sistem için bir dönüm noktası olduğu kesindir: Batılı ekonomiler durgunluğa girmiş, başta Fransa olmak üzere büyük işçi grevlerine bugünden bakıldığında ideolojik yönelimi tartışmalı öğrenci hareketleri eklemlenmiş, Portekiz-İspanya-İtalya-Yunanistan hattında devrimci krizler yaşanmış, Vietnam’da sarı benizli yoksul bir halk komünistlerin öncülüğünde ABD’yi yenmiş, emperyalist sistemin yöneticileri gerçekten yolun sonuna geldiklerine dair karamsar görüşler dile getirmeye başlamışlardı. 1970’lerde kapitalizmin yaptığı karşı-hamlenin sonuçlarını bugün hâlâ yaşıyoruz; hatta belki o dönemin de sonuna geldik. Kapitalizmin bugün ne olduğuna ve küresel olarak nasıl düzenlendiğine ilişkin tartışmalar için makalenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Dünya 1973’te sona erdi

Alex Hochuli
The New Statesman
23 Ağustos 2023

Batı çöküşte. On yılı aşkın bir süredir devam eden popülist isyanların ardından küresel bir salgın ve Doğu Avrupa’ya savaşın geri dönmesi, bu fikrin yaygınlaşmasına, hatta kabul görmesine neden oldu.

Bu anlatılar, genellikle kaybolan değerlere özlem duyan siyasi sağı da etkiliyor. 1950’leri hatırlayın: uzlaşı toplumu, özelleştirmecilik ve geleneksel cinsiyet rolleri – her şeyin dağılmadan önceki haline dair bir arkadyen vizyon. Daha sağda ise uygarlığın çöküşü genellikle ırksal paranoyalarla, ulusal gücün kaybına yakılan ağıtlarla ve Oswald Spengler’e selam göndermelerle süslenir.

Fakat solun, en azından refah devletçi kisvesi altında, kendi nostaljileri var. Thatcher ve Reagan’dan önceki döneme bakar. O zamanlar devlet daha fazla hak sağlardı, sendikalar daha güçlüydü ve demokrasi daha sağlamdı. Thatcher ve Reagan daha fazla kişisel özgürlük ve iktisadi büyüme vaat ettiler ama bunun yerine eşitsizlik getirdiler. Bir başka çöküş hikayesi. Radikal-liberal kültür savaşçıları bile geriye bakar. Irksal, cinsel ve toplumsal cinsiyet baskılarına karşı çıkarken, sanki son yarım yüzyıl hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Hem sol hem de sağ, savaş sonrası dönemin kesinliklerine geri dönmek için can atıyor. Hepsi de o dönemde her şeyin daha iyi olduğunu inandırıcı bir şekilde savunabilir. Hepsinin çizdiği resim aynı, sadece tuvalin farklı bir bölümüne odaklanmayı seçiyorlar. Bu çöküş anlatıları, güçlü, sürekli iktisadi büyüme ve insani gelişme ile desteklenen bir toplumsal düzenin kaybına tanıklık etmektedir.

Ve Batı’da bu düzen 1973’te sona erdi. Bu çöküşe ilişkin bilincin yaygınlaşması için 50 yıl geçmesi gerekti.

1973 yılı Batı’nın asla toparlanamadığı bir yıl oldu. OPEC tarafından tetiklenen petrol şoku ucuz enerjinin sonunu getirmiş, ardından gelen enflasyon ve iktisadi yavaşlama, politika yapıcıları yeni, liberal çözümlere ulaşmaya itecek bir kriz yaratmıştı. Pinochet’nin o yıl Şili’de gerçekleştirdiği darbe, bu karşı saldırının ilk acımasız salvosuydu. Amerika Birleşik Devletleri’nde Richard Nixon’ın ikinci dönem başkanlığı için göreve başlaması, 1968’de zirveye ulaşan radikal enerji dalgasının sona erdiğini gösteriyordu. Radikaller bunun yerine siyaset ve ekonomiyi içinden çıkılmaz bularak enerjilerini kültürel meselelere yönlendirdiler. Bu, siyasi çekişmeyi, benlik ve varlık, kimlik sorularının güvenlik, zenginlik ve bunların dağılımı sorularının önüne geçtiği bir zemine taşımak anlamına geliyordu. Kültürel ilerlemecilik ve onun muhafazakâr tepkisi elli yıl boyunca şablon olacaktı. Amerika’da kitlesel hapsetmelerin katlanarak artması da o yıl başladı ve artık toplumsal sorunları daha kapsayıcı bir toplum yoluyla çözebileceğine inanmayan bir topluma tanıklık etti.

Teknolojik ilerlemeler ulaşım ya da inşaattan ziyade giderek iletişim ve sağlıkla ilgili hale gelecekti. İşte dijital çağın tohumları ve Batı’nın içe döndüğünün ve giderek daha da atomize hale geldiğinin teyidi. İlk cep telefonu görüşmesi 1973 yılında yapıldı. Eğer bu çöküş modellerini özetleyen tek bir görüntü istiyorsanız, Amerika Birleşik Devletleri’nde ücretlerin üretkenlikten farklılaşmasını gösteren ünlü timsah grafiğini düşünün: birincisi durgunlaşırken, ikincisi büyümeye devam etti. Timsahın çenesinin menteşesi? 1973 yılı.

Son 50 yılın bilançosu çok açık. Batılı siyasi kurumlar, resmi olarak aynı görünseler bile artık halkın iradesine yanıt vermiyor. Batı toplumları bunalmış ve atomize olmuş durumda; demagoglar için kolay bir av. Batı kültürü metalaşma ile düz ve cansız hale gelmiştir. Batı ekonomileri durgun: üretkenlik, ücretleri büyük ölçüde aşmış olsa da, üretkenlik artışı azaldı ve maddi ilerlemenin eski bir Apple ürününün son versiyonundan biraz daha fazlasını ifade ettiği bir zamanda toplumu daha da eşitsiz halde bıraktı.

Pek çok kişi tüm bunları ‘neoliberalizm’ adlı büyük kovaya atıp bu konuyu kapatmayı düşünebilir. Bu da son elli yılda yaşanan sıkıntıların sadece yanlış bir politika dönüşünün hikayesi olduğunu gösteriyor. Eğer bu durum tersine çevrilirse, Batı eski görkemli günlerine geri dönebilir.

Savaş sonrası düzene geri dönülmesi artık imkansızdır. Bu tarihsel olarak benzersiz bir düzenlemeydi. İkinci Dünya Savaşı’nda sermayenin yok edilmesi nedeniyle yüksek büyüme ortaya çıkmış ve dünya ekonomisi 1951’den 1973’e kadar yılda %5 büyümüştür. Bu rakam şimdi en iyi ihtimalle %3 civarında seyrediyor. Kişi başına düşen gelirdeki büyüme ise yılda %1,5’e kadar düşmüştür. İşçi sınıfının düşük işsizlik ve dayanıklı tüketim mallarının yaygınlaşmasıyla güven kazandığı, elitlerin ise savaş deneyimi ve devrim tehdidiyle disipline edildiği savaş sonrası Batı siyasi uzlaşısı artık mevcut değil. Bu düzenlemeleri geri getirmek için aynı ölçekte başka bir savaş gerekecektir. Bu dönemi Batı’nın ‘nasıl olması gerektiğine’ dair bir temel olarak görmek büyük bir hatadır. Hem solda hem de sağda bunu yapanlar, tarihsel bir istisnayı bir idealle karıştırmaktadır. Bu koşullara geri dönülmesinde ısrar etmek sadece nostaljidir.

Batı’nın 1973’te sona erdiğini öne sürerken, bunun mümkün olan tüm dünyaların en iyisi olduğunu kastetmiyorum. O dönemde siyaseten aktif olan hiç kimse tahminlerinde bu kadar iyimser olamazdı. Batı demokrasilerine ırksal ve cinsel baskı damgasını vurmuştu; işçi ücretleri artmış olsa da o dönemde hayatın büyük bir kısmı boğucu görünüyordu. Hem 1960’ların Yeni Solcu öğrencilerinin yabancılaşmaya karşı isyanları hem de bireysel özgürlük adına Thatcher-Reagan karşı devrimi bu sıkışmışlık duygusuna tanıklık ediyordu. Gerçekten de 1970’lerin krizi aynı zamanda bir aşırı talep kriziydi. ‘Stagflasyon’ bu çelişkiyi yansıtıyordu: devlete yüklenen talepler ile artık malları tedarik edemeyen bir ekonominin birleşimi.

Batı’nın çöküşünün mutlak olmaktan ziyade çoğunlukla göreceli olduğu doğrudur. Batı’nın kaybı başkalarının kazancı olmuştur. Yoksulluk istatistikleri veya benzer göstergeler dikkate alındığında, dünyanın Steven Pinker’larının ısrar etmeyi sevdiği gibi, genel küresel tablo çok kötü görünmüyor. Fakat muhasebenizden Çin’i çıkardığınızda, birdenbire yukarı doğru fırlayan çizgiler oldukça düz görünüyor.

Karanlık gerçek şu ki, küresel bir yavaşlama ve ekonominin yeniden yapılandırılmasıyla karşı karşıyayız ve dünyanın büyük bir kısmının bunu yakalaması pek mümkün görünmüyor. Batı kendi kalkınma yolunun sonuna geldi, ama diğer pek çok ülke de öyle. Yoksul ülkelerin sanayileşmek için çok az fırsatı var; birçoğu asla orta gelirli ülke olamayacak. Orta gelirli ülkeler ise kendilerini bir tuzağın içinde buluyor: artan maliyetler ve azalan rekabet gücü. Batı’nın on yıllar önce bir bütün olarak yapmaya başladığı gibi sanayisizleşiyorlar.

Ve burada, yine, 1973’e dönüm noktası olarak dönüp bakabiliriz.

1970’lerin başında Bretton Woods uluslararası mali sistemi sona erdi. Nispeten istikrarlı küresel iktisadi düzen çözülmeye başladı. Sermaye kontrolleri gevşetilirken, 1973’te petrol fiyatlarındaki artış petrodolarların yeni mali piyasalara akmasına yol açtı. Uluslararası sermaye piyasalarının patlayıcı bir şekilde büyümesi, aslında uluslararası ilişkilere yeni bir faktörün girmesiydi; bu faktör neredeyse dağıtılmış ama küresel bir egemen haline gelecekti: küresel finansın dev vampir kalamarı. Çeşitli fonlar, bankalar ve piyasalardan oluşan ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi önemli yardımcılar tarafından desteklenen bu kurum, ulusal kalkınma yörüngeleri üzerinde nihai hakem haline gelecekti.

Bir süre için bu yeni sermaye piyasaları, egemen devletlerin güçlü büyümenin devam edeceği beklentisiyle borçlanmalarına olanak sağladı. Fakat daha sonra ABD, 1979 yılında Volcker Şoku olarak bilinen bir olayla faiz oranlarını yükseltti. Bu borcu ödemek dayanılmaz hale geldi ve Latin Amerika ve ötesinde ‘kayıp on yıla’ yol açtı. Brezilya yeni eğilime iyi bir örnektir. 1960’tan 1980’e kadar kişi başına düşen reel GSYİH yüzde 140’tan fazla artmıştır. 1980’den 2000’e kadar ise yüzde 20’den daha az büyüdü. Devlet borç krizleri yinelenen bir olgu haline geldi. Küresel finansın dokunaçları sırayla bir dizi ülkeyi boğdu: Meksika, Brezilya, Arjantin, Tayland, Endonezya, Rusya, Arjantin (tekrar), Yunanistan ve daha fazlası.

Bu dönem başka bir dönüm noktasına da işaret ediyordu. Küresel eşitlik hayalinin sonunu getiren sadece borç yükü ve finansın küreselleşmesi değildi. Kauçuk, petrol ve çelik gibi şeylere dayanan türden sanayi (örneğin otomobil üretimi) katma değerli malların öncüsü olmaktan çıktı. Gerçekten yüksek değerli mallar, fikri mülkiyet haklarıyla korunarak giderek daha fazla gayrimaddi hale geldi. Oyuna girmesi engellenen ama Çin tarafından geride bırakılan birçok orta gelirli ülke korkutucu bir eğilim içine giriyor: ‘Erken sanayisizleşme.’

İngiltere ya da ABD’de sanayisizleşmenin uzun vadeli olumsuz etkileri hakkında –başlangıçta soldan ama şimdi giderek popülist sağdan– duyduğunuz tüm şikayetleri hatırlayın. Şimdi aynı süreçten geçtiğinizi ama çok daha düşük bir gelir seviyesinde olduğunuzu düşünün. Zamanın bir noktasında sanayileşmiş olacak kadar şanslı fakat bu süreci sadece geçmiş zamanda bilecek kadar şanssız orta gelirli ülkeler için gerçek budur.

Şimdi sanayinin büyümediğini ve istihdam sağlamadığını hayal edin, ama eski moda tarım da ortadan kalktı ve kitlelerin kırsalı terk edip şehre taşınmasına neden oldu. Sadece hizmet sektöründe güvencesiz işlerin sunulduğu tarımsızlaşma ve sanayisizleşme, coğrafyacı Mike Davis’in gecekondular gezegeni olarak adlandırdığı durumla sonuçlanıyor.

Bu, Güney Afrika ya da Brezilya, Senegal ya da Myanmar’daki –ya da İspanya ya da Belçika’daki– ortalama bir işçinin 1973’te maddi olarak daha iyi durumda olduğu anlamına gelmiyor. Ne de olsa o dönemde pek çok yeni devlet kendi ayakları üzerinde durmaya çalışırken, özgürlük hareketleri emperyal saldırganlık ve ölüm mangalarıyla karşı karşıyaydı. Yaşam standartları geçtiğimiz 40-50 yıl içinde iyileşti. Fakat, en önemlisi, genellikle beklenenden çok daha az ve bazı durumlarda neredeyse hiç iyileşmedi.

Aslında, her şeyi düz ampirik bir şekilde ölçmeye çalışmamalıyız. Dünya, Dünya Bankası tarafından üretilen bir grafik değildir. Olan, olabilecek olanı da içerir. Bir çağın ne kadar olasılık içerdiği, sunduğu şeylerin gerçekliği kadar önemlidir. Sadece maddi –ve aslında ahlaki– ilerlemenin birikimine değil, aynı zamanda bir çağın ne kadar filizlendirici olduğuna, farklı gelecekler için hangi yolları açık tuttuğuna da bakmalıyız.

Bu anlamda 1973, gerçekte ya da beklentide –ya da her ikisinde de– gerilediğimiz bir tür zirve olarak hizmet edebilir. Gelişmiş Batı ülkeleri için olağanüstü büyüme ileriye dönük bir yolu işaret ederken, daha az gelişmiş olanlar için kapitalist gelişme ve yetişme gerçek bir olasılık olarak görünüyordu. Soldakiler için sosyalizm, ister mevcut rejimleri taklit etsin isterse tamamen yeni bir şey olsun, ulaşılması gereken bir sonraki aşamaydı.

Bugün görünen o ki, sınırlı hırslar da bu duruma ortak oluyor. Sınırlı beklentiler siyasi liderler üzerindeki baskıyı azaltıyor. Çözümlere sahip olmadıklarına ya da olamayacaklarına inanıyor olabiliriz, fakat bu, baskı uygulamak, türümüzün çoğuna zarar veren küresel bir düzenin ötesine işaret etmeye başlamak için daha fazla neden demektir.

İktisatçı Marc Levinson bir keresinde Altın Çağ’ın 1973’te sona erdiğini gözlemlemiş fakat ‘hükümetlerin tam istihdam, istikrarlı iktisadi büyüme ve yükselen yaşam standartları sağlamak için neler yapabileceği konusunda gerçekçi olmayan beklentiler’ içinde bırakıldığımızı belirtmişti.

Gerçek şu ki çok az şey talep ediyoruz. Borç yükü altındaki yoksul ülkeler IMF ve kreditörlerin isteklerini yerine getiriyor. Kriz içindeki Güney Avrupalılar, herhangi bir büyüme ihtimalini açıkça engellediği halde Avrupa’nın ‘birlik’ yapılarına bağlı kalmaya devam ediyor. Amerikalılar iki partili sistemin ve küresel ticaret sisteminin ötesinde bir şey olmadığını kabul ediyor.

Yoksul ülkeler, esas olarak zengin azınlığa hizmet eden küresel bir sistemden kurtulmaya çalıştıklarında ezilirler. Bu nedenle çok azı bunu dener. Zengin ülkeler ise şimdiye kadar radikal bir kopuşun getireceği yıkımı –siyasi irade çağrılsa bile– kabullenmeye yanaşmadılar. Brexit’te gördüğümüz de buydu: elitler her şeyi eskisi gibi tutmaya çalışırken anayasal değişiklik iktisadi bir hesaplaşmaya yol açmadı. Britanya’da yeni bir kalkınma projesi ölü doğdu.

Levinson bugün ‘seçmenlerin popülist liderlerin yavaş büyüyen ekonomileri nasıl yeniden harika hale getireceklerini bileceklerini umarak yeniden sağa döndüklerini’ belirtiyor, fakat daha iyisini yapacaklarına inanmıyor. Muhtemelen hayır, ama sorun bunu yapmaları yönündeki talep değil. Daha fazla ulusal özerklik ve halk egemenliğinin olduğu bir dünya hayali de değil. Söz konusu olan, hem onların hem de bizim hırs ölçeğimizin yetersiz kalmasıdır.

1973’e geri dönüş yok. Ancak çöküşümüz üzerine, bunların hepsinin ‘kayıp on yıllar’ olduğu gerçeği üzerine düşünebilirsek, bu yeni bir düşünceyi kışkırtmaya hizmet edebilir. 1973, yeniden ele geçirilmesi gereken ideal bir dünyayı değil, daha büyük olasılıklara sahip bir dünyayı hatırlatmalıdır.

DÜNYA BASINI

“Şok ve dehşet” zafer demek değil

Yayınlanma

Hasan Nasrallah Filistin’in kurtuluşu yolunda öldü

Ali Abunimah, The Electronic Intifada
28 Eylül 2024
Çeviren: Leman Meral Ünal

İsrail’in geçtiğimiz cuma günü Beyrut’un güney banliyösünde düzenlediği bombalı saldırıda Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürmesi, en azından kısa vadede, Lübnan’da ve bölgede Siyonizm’e karşı direniş cephesini destekleyenler arasında büyük bir şok, umutsuzluk ve moral bozukluğuna yol açacak gibi görünüyor.

Zaten yapılmak istenen de tam olarak buydu.

(Cumartesi günü Hizbullah tarafından da doğrulanan) Nasrallah suikastı, Tel Aviv’in Gazze’deki soykırımına eşdeğer bir barbarlığa dönüşebilecek olan geniş çaplı Lübnan saldırısının ilk aşamalarındaki bir dizi taktiksel başarının ardından geldi.

Bunlar, neredeyse bir yıldır süren soykırımın ardından hazmedilmesi dahi zor düşünceler.

Önce çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, ardından Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin ve şimdi de bizzat örgütün liderinin peş peşe öldürülmesi…

Nasrallah’ın da son konuşmasında itiraf ettiği gibi, örgüt çağrı cihazı saldırılarıyla gerçekten de ağır bir darbe aldı. Ancak daha da kötüsü kapıdaydı. Güvenlik konusunda ciddi ihlallerin olduğu ise ayan beyan ortada.

Nasrallah’ın taktiksel ve stratejik düşünce yeteneği ile direniş ekseninin en önde gelen, en güven veren ve en çıkışsız zamanlarda dahi destekçilerine sonsuz bir ilham ve güven veren bir lider olduğu [tespiti] abartı değil.

İsrail, Washington ve bazı Arap başkentlerinde yaşanan coşku, Nasrallah’ın sayıca çok daha fazla olan destekçilerinin kederiyle aşılacaktır elbette.

Direniş cephesi açısından yaşanan kaybın hem hakiki hem de trajik olduğu konusunda bir şüphe yok, zira sadece İsrail’in güçlü cephaneliğiyle değil, aynı zamanda ABD’nin ve Batı’nın topyekûn kaynak seferberliği ile karşı karşıyalar.

Bir de tabii İsrail’in bu saldırıları arka arkaya gerçekleştirebilme becerisi, pek çok kişinin gözünde Hizbullah’ın destansı kudreti ve operasyonel güvenliğine olan inancı da sarsacaktır.

Yine bu saldırılar Tel Aviv’in Gazze’de bir yıllık askeri başarısızlığı ve Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki İsrail ordusunun Gazze tümenini yok eden askeri saldırısını önleyememesinin ardından Batılı ve Arap destekçileri nezdinde kaybettiği prestijini geri kazanmasına da yardımcı olacaktır.

Her ne kadar Hizbullah tarihi Filistin’in kuzeyindeki İsrail askeri varlıklarını ve yerleşim yerlerini roketlerle vursa da, bölgedeki pek çok kişi direniş ekseninin İsrail’in artan saldırganlığı karşısında neden daha sert ve acımasız bir karşılık vermediğini sorguluyor- üstelik İsrail’in Lübnan’da ve başkent Beyrut’ta sivillere yönelik bombardımanları bu denli yoğunlaşmışken…

İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi öldürmesinin ardından misilleme sözü veren İran’ın neden bu kadar itidalli davrandığı da yine pek çok kişinin aklındaki bir başka soru. İran’ın tepkisizliğinin İsrail’in daha da küstahlaşan şiddetini cesaretlendirdiği yönünde giderek yaygınlık kazanan bir algı var.

“Şok ve dehşet” zafer demek değil

Gazze’de bir yıldır devam eden ve şimdi İsrail’in Lübnan’a da sıçrattığı soykırım saldırılarının ardından hızla değişen mevcut durumun ve duygu selinin ortasında uzun vadeli bir perspektif koymak zor. Ancak sağlıklı bir analiz için bunu yapmak gerekiyor.

Şunu hatırlamakta fayda var: Neredeyse tüm asimetrik savaşlarda, en güçlü taraf- işgalci ya da sömürgeci- saldırıya geçtiğinde, genellikle hızlı ve çarpıcı bir başarı elde ediyormuş gibi görünür.

Tam da bu yüzden “şok ve dehşet” (1990’larda geliştirilen ve ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde açıkça duyurulan) bir Batı, özellikle de Amerikan askeri doktrininin adıdır.

“Hızlı hakimiyet” olarak da adlandırılan bu doktrin, ezici ve göz alıcı şiddet nümayişiyle karşı tarafı moral olarak çökertmeyi ve felç etmeyi hedefler.

Bu doktrininin planlayıcılarına göre asıl erek, “düşmanın algılarını ve olayları kavrayış yetisini öyle aşırı derecede zorlamaktır ki taktik ve stratejik seviyelerde herhangi bir şekilde direniş gösteremesin.”

Son yıllarda defalarca gördüğümüz, şu anda da tanıklık ettiğimiz işte budur.

Amerika Birleşik Devletleri 11 Eylül saldırılarından yalnızca haftalar sonra Afganistan’a saldırdı ve Usame bin Ladin’i barındırdığı gerekçesiyle Taliban hükümetini hızla devirdi.

Bu hızlı başarının ardından artan Amerikan özgüveni, Washington’u bir sonraki projesine geçmeye teşvik edecekti: Mart 2003’teki Irak işgali.

Saddam Hüseyin çabucak devrildi; Amerikan tanklarının Bağdat’ı kontrol altına almasıyla Başkan George W. Bush o yılın 1 Mayıs’ında meşhur “Görev Tamamlandı” konuşmasını yaptı- ABD hem Afganistan’da hem de Irak’ta direniş karşısında bir yıpratma savaşına girerken bu sözler peşini bırakmayacaktı.

Bu hızlı zaferler, ya da öyle gibi görünen zaferler, o dönemde Amerikan güçlerinin Şam ve Tahran’a ya da belki de Amerika’nın hedef listesindeki diğer “haydut devletlere” doğru ilerleyeceğine dair hakiki korkuların fitilini ateşledi.

“Afganistan Belgeleri” sayesinde artık eminiz ki, Washington’daki savaş çığırtkanları savaşı kaybettiklerini başından beri biliyorlardı ama neredeyse yirmi yıl boyunca Amerikan halkına kazandıkları yalanını söylediler.

Ve Amerika’nın Afganistan’dan çekildiği Ağustos 2021’e gelindiğinde, Kabil Havalimanı’nda yaşanan o onur kırıcı geri çekilme, tıpkı mağlup Amerikalıların Vietnam Saygon’daki ABD büyükelçiliğinin çatısından helikopterlerle tahliye edildiği kaotik sahnelere benziyordu.

İsrail söz konusu olduğunda da bu durum açıkça görülmekte. İsrail 1982’de Lübnan’ı işgal ettiğinde – bu saldırıya “Celile Barış Harekatı” adını vermişti- güçleri hızla kuzeye, Beyrut’a kadar ilerledi ve Siyonist yerleşimci devletin tarihinde ilk kez bir Arap başkentini kuşatarak işgal etti.

İsrail on binlerce Lübnanlı ve Filistinli sivili katletmiş ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nü ise sürgüne zorlamıştı. Ancak Tel Aviv’in gözünde, bu başarı kısa sürede başarısızlığa dönüştü.

Uzun süren işgal sırasında İsrail’e karşı direniş büyüdü, özellikle de İsrail işgali sırasında var olmayan bir örgüt olan Hizbullah’tan.

Hizbullah ve diğer direniş örgütleri, İsrail Mayıs 2000’de işgal altındaki Güney Lübnan’dan yenilgiyle çekilene kadar, yirmi yıl boyunca İsrail işgal güçlerine yıpratıcı bir savaş yaşattı.

İsrail’in Gazze’deki Amerikan destekli soykırımı bağlamında bile, Gazze’nin şu ya da bu bölümünün tamamen kontrol altına alındığına dair süreklileşen iddiaları hızla çöküyor. Gerçek şu ki direniş, Gazze’nin her yerinde savaşmaya devam ediyor.

Şimdiye kadar İsrail ve Amerika’nın kafa kafaya vererek kurduğu, yenilmiş bir Hamas’ın yerini Arap destekli Filistinli işbirlikçi bir başka gücün alacağı “ertesi gün” planlarının hepsi birden çöktü.

Tükenmiş bir İsrail’in Gazze’de devam eden başarısızlığını görmezden gelmek, kim bilir belki de İsrail’i Lübnan’da olağanüstü bir “başarı” aramaya iten faktörlerden biridir.

Dönüm noktası

Bu tokat etkisi yaratan içinde bulunduğumuz an, Batı destekli ırkçı, yerleşimci-sömürgeci Siyonizm’den kurtuluş için verilen uzun bölgesel savaşta bir dönüm noktasıdır. Siyonizm’in bir asırlık yağma ve dehşetine rağmen ne Lübnan ne de Filistin halkı teslim oldu ve şimdi de teslim olacaklarına inanmak için elde hiçbir neden yok.

Aksine, ilk şokun ardından direnişin kararlılığı artacak ve kurtuluş mücadelesinin başından bu yana her aşamasında olduğu gibi çember genişlemeye devam edecektir.

Nasrallah’ın Amerikan bombaları, Amerikan savaş uçakları ve muhtemelen Washington’un başkaca yardımlarıyla öldürülmesi, İsrail’in hayatta kalmak için dayandığı güç olan ABD’nin küresel gücünün aşağı doğru düşüşte olan seyrini değiştirmeyecektir.

Bir de tabii Siyonistlerin suikastı her zaman birincil taktik olarak kullandıklarını da hatırlamak gerek. Ancak onların savaşı yalnızca bireysel liderlere dönük değil, kararlılıkları kolayca söndürülemeyecek olan halkların tümünedir.

Nasrallah, selefi Abbas el Musavi’nin 1992 yılında İsrail tarafından öldürülmesinin ardından Hizbullah liderliğini üstlenmişti ve geçen yıllar boyunca örgütü eşi benzeri görülmemiş bir güce ulaştırdı.

Elbette bu güç tek bir kişinin iradesine değil, davaya derinden bağlı ve – Nasrallah’ın kendisinin de belirtmekten asla geri durmadığı gibi- kurtuluş yolunda büyük fedakarlıklar yapmaya istekli dirençli bir sosyal tabana dayanıyor.

Şayet İsrail ordusu “Hamas bir fikir, Hamas bir partidir” diyerek Hamas’ın yok edilemeyeceğini ima ediyorsa, o halde Hizbullah’ı ne yapacağız?

Belki de en ağır gerçek şu ki, Filistin’i ve bölgeyi Siyonizm’den kurtarma savaşı bölge halkları için Cezayir, Vietnam, Güney Afrika ve Avrupa-Amerikan imparatorluğu tarafından hedef alınan diğer özgürlük savaşlarından daha az acımasız olmayacak.

En nihayetinde işgalciler ve sömürgeciler olarak andıklarımız aynı ülkeler ve bu işgalci egemen sınıfların topraklarını ve haklarını gasp etmeye çalıştıkları insanlara karşı besledikleri soykırım nefreti biraz olsun azalmadı.

Nasrallah’a gelince, o tıpkı kendisinden öncekiler gibi Filistin’i özgürleştirme yolunda canını verdi ve mücadele sürüyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Vali Nasr: ‘İran’ın füze saldırısı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi’

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İran’ın İsrail saldırganlığına karşı neden şimdi yanıt verdiğini açıklamaya çalışıyor. Tahran’ı bu saldırıya iten sebepleri ve olası sonuçları değerlendiren makalenin yazarına göre saldırı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi. Tahran’ın hesabının ABD’nin bölgesel savaş istememesine dayandığını savunan yazara göre sonuç, İran’ın düşündüğünden farklı gelişebilir.

***

İran Neyi Kanıtlamaya Çalışıyor?

Tahran’daki liderler, Washington’un bölgesel bir çatışmayı önlemek için İsrail’i dizginleyeceğine inanıyor.

Vali Nasr

1 Ekim’de İran bu yıl ikinci kez İsrail’e doğru 200’e yakın füze fırlattı. Bu seferki saldırıda daha gelişmiş füzeler kullanıldı ve çok az ön uyarı yapıldı. Füzeler büyük bir hasara yol açmadı, ancak İran’ın İsrail’e saldırma iradesini ve yeteneğini ve İsrail’in savunma sistemlerini muhtemelen zarar verici şekillerde delme kapasitesini gösterdi. Bu, Gazze’de bir yıldır süren savaşın yanı sıra Ortadoğu’nun güvenliği ve istikrarı açısından da önemli bir dönüm noktasıdır. Peki, İran’ın liderleri neden şimdi İsrail’le bu kadar cüretkâr bir şekilde karşı karşıya gelmeyi seçti ve İran’ın bundan sonra nasıl hareket etmesi bekleniyor?

Bu son saldırının en yakıcı nedeni misillemeydi. İran, İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesine ve yakın zamanda Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve Devrim Muhafızları’ndan General Abbas Nilforuşan’ı Beyrut’ta öldürmesine karşılık verdiğini iddia etti. Tahran, intikam almanın ötesinde, Lübnan’da Hizbullah’a ciddi zarar veren bir dizi olağanüstü askeri ve istihbarat başarısının ardından İsrail’in agresif tavrına karşı bir caydırıcılık kurmayı da ummuş olabilir.

Ancak intikam almak tehlikeli bir kumardır zira bunu İsrail’in güçlü bir misillemesi ve İsrail ve ABD ile topyekûn çatışmaya doğru maliyetli bir sarmalın izlemesi muhtemel.

Atlantik Konseyi: İran’ın İsrail saldırısı “tarihi fırsat”

İran, Gazze’deki İsrail-Hamas savaşını Orta Doğu için stratejik açıdan yeniden konumlanma olarak gördü. Bu, Filistinlilerin kötü durumunun yeniden öne çıkması anlamına geliyordu ve savaşa verilen bölgesel ve küresel tepki İsrail için hızla diplomatik bir ikilem yarattı. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki ilk saldırısından bu yana Tahran ve direniş ekseni olarak bilinen müttefikleri, İran’ı ABD ile doğrudan karşı karşıya getirebilecek daha büyük bir bölgesel savaştan kaçınırken bu ikilemi derinleştirmeye çalıştılar.

İsrail ise Gazze savaşını genişleterek ve İran ile ABD’yi karşı karşıya getirerek içinde bulunduğu ikilemden çıkmak istiyor. ABD, İran ve Hizbullah’ın saldırılarına karşı İsrail’i desteklemek için Orta Doğu’daki askeri varlığını artırdı. İsrail’in Hizbullah ve İran’la yaşadığı çatışmanın açık bir savaşa dönüşmesi halinde Washington da İsrail’in yanında yer alacaktır.

Tahran, Heniyye’nin Tahran’ın kalbinde öldürülmesinin ve ardından Nasrallah’ın Beyrut’taki kalesinde suikasta uğramasının İran’ı bu tuzağa çekmeyi amaçladığı sonucuna vardı. Heniyye’nin öldürülmesinden bu yana İran’ın ikilemi, İsrail’in ekmeğine yağ sürmeden stratejisini nasıl sürdüreceği oldu. Heniyye’nin öldürülmesine tepki vermemeye karar verdi ama Nasrallah öldürüldüğünde bunu yapamadı.

Hizbullah İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki ve Tahran kendisini Hizbullah’tan geriye kalanları korumak zorunda hissediyor. Ayrıca, Nasrallah Arap dünyasında geniş bir etkiye sahipti ve İran’ın bölgesel nüfuzunu destekleyen vekil ağının hem beyni hem de hayati önemdeki kilit noktasıydı. Onun suikastı İran için büyük bir darbe oldu; buna tepki vermemek, İslam Cumhuriyeti için bir meşruiyet krizi anlamına gelecekti.

İran Meclis Başkanı Kalibaf’tan İsrail’e: Saldırırsanız yok olursunuz

İsrail’in Hizbullah’ı yok etmek için 17 Eylül’de yüzlerce çağrı cihazının patlatılmasıyla başlayıp Nasrallah suikastıyla ve şimdi de kara harekatıyla devam eden cüretkâr saldırısı, İsrail’in üstünlüğü ele geçirme konusunda kendinden emin olduğunu gösterdi. İran bu imajın tartışmasız kalmasına izin veremezdi.

Tahran’ın eylemsizliği, hem Arap dünyasında genellikle İran’a sempati duyan kesimlerden hem de İran içinde, özellikle de ülkenin bölgesel politikalarını destekleyen muhafazakârlar arasında İran hükümetinin yaygın bir şekilde kınanmasına yol açtı. Hizbullah’ı yüzüstü bırakmak ve İsrail’in baskısı karşısında boyun eğmekle ilgili öfkeli suçlamalar şok etkisi yarattı ve İran yönetimi üzerinde harekete geçme baskısı yarattı. Salı günkü füze saldırısı riskli bir hamleydi ancak fevri bir tepki değildi. Tahran’daki daha karmaşık bir hesaplamanın sonucuydu.

İran, İsrail’i vurabilecek hem cürete hem de kabiliyete sahip olduğunu göstermek istedi. Ancak aynı zamanda, resmi ve İran’a sempati duyan medyada ve sosyal medyada da görüldüğü gibi, Orta Doğu’da İsrail’le doğrudan yüzleşmeye hazır tek ülke olduğunu da göstermek istedi. Bu durum Arap sokaklarında övgü toplayabilir ama muhtemelen İsrail’in misillemesine yol açacak ve İran’ın şimdiye kadar kaçınmayı umduğu savaşa neden olacak.

İran’ın Nisan ayında Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına verdiği yanıt -İsrail’e karşı yaklaşık 300 drone ve füze fırlatılması- İsrail’in, Heniyye ve Nasrallah suikastlarıyla gelen daha sonraki tırmanışlarını caydırmadı. Bu son füze saldırısının da İsrail’i kesin olarak caydırması mümkün görünmüyor.

Netanyahu’nun misilleme için ABD ile koordinasyon arayışı

Ancak bu, ABD açısından durumu daha kritik hale getiriyor. İran’ın amacı İsrail’i caydırmak değil, ABD’yi bunu yapmaya zorlamaktır. Bu yalnızca bir hayal ya da umutsuz bir girişim değil. Her ne kadar Batı medyasında Biden yönetiminin İsrail’in karar alma mekanizması üzerinde çok az etkisi olduğu ve Nasrallah’ın suikastından önceden haberdar olmadığı yönünde yaygın bir kanı olsa da son dönemde yaşananlar İran’ın aksini düşünmesine yol açtı.

Nisan ayında Washington, arabulucular aracılığıyla Tahran’a yoğun bir şekilde baskı yaparak İran’ın vereceği tepkiyi ayarlamaya çalıştı ve ardından İsrail’e, İran’ın füze saldırısına misillemede ölçülü olması için baskı yaptı. Washington’ın müdahalesi başarılı oldu. İran füze saldırısını önceden duyurdu, bu da İsrail, ABD ve Arap müttefiklerine gelen drone ve füze dalgasını başarılı bir şekilde önlemek için yeterli zamanı verdi. İsrail Heniyye’yi Tahran’da öldürdüğünde Washington, Tahran’ı Gazze’deki olası ateşkes anlaşmasını bir diplomatik fırsat olarak kullanıp tepki vermemesi için ikna etti.

Tahran o zaman ateşkes görüşmeleri sırasında Hamas’ın elini zayıflatmayacağını ve diplomatik bir başarısızlıktan sorumlu tutulmak istemediğini söylemişti. Bu kez de Tahran, İsrail’i dizginlemesi için Washington’a bakacak ve bölgesel bir yangın tehdidinin ABD’yi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya baskı yapmaya zorlayacağını umacak.

İran, İsrail’in bölgedeki tüm güvenlik sorunlarını Hamas, Hizbullah ve Husileri ezecek ve İran’ın elini kolunu bağlayacak büyük bir savaşla kesin olarak çözmek istediğine inanıyor. Bu, uzun ve ABD’nin katılımını gerektirecek bir savaş.

ABD hükümeti, Ortadoğu’da yeni ve maliyetli bir askeri karışıklıktan kaçınmak istese de şu ana kadar İsrail’in bu stratejiyi kararlı bir şekilde sürdürmesine karşı koymayı başaramadı. Kasım ayındaki başkanlık seçimleri yaklaşırken ve Biden yönetimi zaten topal ördek konumundayken ABD son günlerde İsrail’e boyun eğdi.

Başkan Joe Biden, Nasrallah’ın ölümünün ardından yaptığı açıklamada sivil ölümlerinden ya da birkaç yüksek binayı yerle bir eden saldırı sırasında bir yerleşim bölgesinde 2.000 kiloluk sığınak delici bombaların kullanıldığından hiç bahsetmedi. ABD hükümeti Lübnan’da yaşanan ve 1 milyona yakın insanın yerinden edilmesine yol açan insani krizi de görmezden geldi. Benzer şekilde Washington, İsrail’in zaten insani bir felaketin pençesindeki Yemenlileri derinden etkileyecek olan Hudeyde limanını ve Yemen’in yakıt depolarını bombalamasına da itiraz etmedi.

İsrail işgaline ABD koruması

Tahran’daki yetkililere göre ABD’nin vurdumduymazlığının tek istisnası, Washington’un yakın bir bölgesel savaş ihtimaliyle karşı karşıya kalması. Tahran’ın planı, Biden’ı bu senaryoyla yüzleşmeye zorlayarak Washington’u harekete geçirmek. İran ancak ABD’nin daha büyük bir savaştan kaçınma arzusu ile İsrail’in savaşı göze alma stratejisi arasındaki uçurumdan faydalanarak kendi bölgesini ve çıkarlarını koruyabileceğine inanıyor. Buna, İran’ın yeni cumhurbaşkanı ve dış politika ekibi tarafından açıkça ifade edilen ABD seçimlerinden sonra Batı ile nükleer müzakerelere girme kapısının açık tutulması da dahil.

ABD hükümetinin bölgesel bir savaş istemediği ve hatta bir savaşın içine girmeyi hiç arzu etmediği doğru. Ancak Tahran, İran’ın İsrail’e doğrudan saldırması halinde Washington’un böyle bir savaşı önleme istek ve kabiliyetini muhtemelen abartıyor. İran kısasa kısas bir tırmanışa kilitlendikçe, ABD’nin sempatisi İsrail’den yana olacak ve Washington müdahale ederse, bu müdahale İran’ın İsrail’e karşılık vermesini engellemek için olacaktır ki bu da er ya da geç ABD ile İran arasında bir çatışmaya yol açacaktır.

Nükleer görüşmeler ve İran’a yönelik yaptırımların hafifletilmesi, bu çatışmanın ilk kurbanı olabilir. Aslında, İran ve İsrail arasındaki çatışmalara rağmen görüşmeler bir şekilde devam etse bile İran’ın elde edeceği yaptırımların hafifletmesi kazanımı İsrail ile olan tırmanışa yanıt olarak uygulanacak yeni yaptırımlarla dengelenecektir. İran, ABD müdahalesine güvenerek mevcut duruşunu sürdüremeyecektir.

Ocak 2025’e kadar Orta Doğu güvenliği, hesaplanmış İsrail ve İran tırmanışlarının mengenesinde sıkışıp kalacaktır. Bu güvenliğin korunması, iki aktörden birinin yanlış hesap yapıp yapmamasına bağlı. Ancak ABD’nin tercihi de bir o kadar önemlidir: Washington, gerilimi azaltmak için diplomatik olarak mı müdahil olacak, yoksa İran’ı geri adım atmaya zorlamak için askeri olarak mı devreye girecek?

Washington için de her tırmanışta durumu idare etmeye yönelik mevcut strateji, korkulan savaşı önlemeyecektir. Bunun için, ABD’nin Ortadoğu’yu kasıp kavuran bu çatışmanın nihai sonucunu şekillendirmeye kararlı olması, yalnızca son krizlere tepki vermekten öteye geçmesi gerekmektedir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Stephen Walt: Netanyahu, Irak’ı işgal eden George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist akımın  günümüzdeki öne çıkan isimlerinden biri olan, Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Stephen M. Walt’un Foreign Policy’de yayımlanan makalesini sizler için çevirdik.

***

Stephen M. Walt, Foreign Policy
2 Ekim 2024

İsrail’in Orta Doğu’daki ‘Görev Tamamlandı’ Anı

Netanyahu, George W. Bush ile aynı büyük hatayı yapıyor olabilir.

1 Mayıs 2003’te ABD Başkanı George W. Bush havalı görünümlü bir uçuş kıyafeti giydi, bir S-3 Viking uçağına tırmandı ve uçak gemisi Abraham Lincoln’e indi. “Görev Tamamlandı” yazılı bir pankartın altında durarak Irak’taki büyük muharebe operasyonlarının sona erdiğini duyurdu. “Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerimiz galip geldi,” diye gururla ilan etti, oy oranları tavan yaptı ve savaşı tasarlayan yeni muhafazakarlar cesaretleri ve bilgelikleri için kendilerini kutladılar. Ancak Irak’taki koşullar kısa sürede kötüleşti ve işgal kararı artık evrensel olarak büyük bir stratejik gaf olarak görülüyor.

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve destekçilerinin, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve militan grubun birçok üst düzey liderinin öldürülmesiyle sonuçlanan (ama bitmeyen) İsrail’in Lübnan’a yönelik son saldırısını kutlamalarını izlerken bu olayı hatırladım. Geçtiğimiz yıl boyunca Netanyahu, Hamas’ın yaklaşık bir yıl önce İsrail’e saldırmasıyla başlayan savaşı durmaksızın uzatırken ve genişletirken kendi savunma bakanına, ülke içindeki muhaliflerine, Hamas’ın elindeki İsrailli rehinelerin ailelerine ve Biden yönetimine meydan okudu. Bir zamanlar “startup ülkesi” olarak lanse edilen ülke, “her şeyi havaya uçuran ülke” haline geldi ve Netanyahu, İsrail’in muhaliflerine hiçbirinin onun ulaşamayacağı yerde olmadığını hatırlatmak konusunda gecikmedi. İsrail’in silahlı kuvvetlerinin ve istihbarat servislerinin çeşitli düşmanlarına verdiği zarar göz önüne alındığında (bu süreçte on binlerce sivil öldürüldü), Netanyahu’nun zafer turu atması şaşırtıcı değil. Tıpkı Bush’un yaptığı gibi.

İsrail’in son birkaç hafta içinde gerçekleştirdiği eylemlerin çarpıcı bir taktiksel başarı olduğuna şüphe yok. İsrail istihbaratı üstün sinyal istihbaratından ve Hizbullah’ın örgütsel yapısındaki çatlaklardan, ayrıca üst düzey liderlerinin bazı şaşırtıcı hatalarından faydalanarak Hizbullah’ın iletişim için kullandığı çağrı cihazlarına ve telsizlere bubi tuzağı kurmak için karmaşık ve cüretkar bir planı başarıyla gerçekleştirdi. Gazze’de olduğu gibi İsrail Savunma Kuvvetleri de Nasrallah’ı öldürmek, Lübnan’da büyük hasara yol açmak ve Hizbullah’ın roket ve füze kapasitesini kısmen azaltmak için Sam Amca’nın sağladığı gelişmiş silahları kullandı. İsrail Hava Kuvvetleri bunu Yemen’deki Husileri vurarak takip etti, İsrail kara kuvvetleri şu anda güney Lübnan’a giriyor ve İran şüphesiz son füze saldırıları nedeniyle İsrail’in misillemesiyle karşı karşıya kalacak. Netanyahu ve aşırı sağcı bakanları da savaşı (ve Amerika’nın buna verdiği tepkiyi), “Büyük İsrail” yaratmaya yönelik uzun vadeli kampanyalarının bir parçası olarak işgal altındaki Batı Şeria’da şiddeti ve toprak gasplarını artırmak için kullandılar.

Netanyahu’yu masaya oturmaktan ve bölgesel güç dengesini kalıcı olarak İsrail lehine değiştirmekten alıkoyacak ne var? Taktiksel başarılar stratejik başarıyı garanti etmez, ancak bunlardan yeterince başarabilirseniz stratejik ortamı önemli ve kalıcı şekillerde değiştirebileceğiniz iddia edilebilir. Netanyahu’nun hedeflediği de bu, ancak başarılı olacağından şüphe duymak için iyi nedenler var.

Öncelikle, İsrail’in sözde Direniş Ekseni’ne verdiği zarar, bu ekseni iş yapamaz hale getirmeyecek ya da beyaz bayrak çekmesine neden olmayacak. Hizbullah, Hamas, Husiler ve İran geçmişte güçlü darbeler atlattı ve intikam alma arzuları geçtiğimiz yıl yaşananların ardından daha da artacak. Komik bir şey ama insanların üzerine tonlarca patlayıcı atmak onları kazanmış gibi görünmüyor; intikam almak ya da en azından kendilerine eziyet edenleri durdurmak için can atmalarına neden oluyor. Hizbullah hala İsrail’e roket ve füze atıyor, kuzeydeki evlerinden kaçan yaklaşık 60,000 İsraillinin geri dönmesini imkansız kılıyor ve zaman içinde kendini yeniden yapılandıracak. Suikaste kurban giden liderlerin yerleri şimdiden dolduruluyor, kadrolar yeniden inşa edilip silahlandırılacak ve öğrendiklerine dayanarak yeni taktikler geliştirilecek. İsrail şimdi bunu engellemek için güney Lübnan’a yeniden asker gönderiyor ama daha önce güneye yaptığı saldırılar iyi sonuçlanmamıştı.

İsrail’in kötü muamelesi sorunun temelini oluşturan Filistinlilere gelince, İsrail’in kendilerine yaptıklarına direnmeye devam etmekten başka seçenekleri yok. Eğer İsrail onlara kendi devletleri ya da Büyük İsrail içinde eşit haklar gibi cazip bir alternatif sunsaydı durum farklı olabilirdi ama Netanyahu bu ihtimalleri ortadan kaldırdı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat İsrail ile barış yaptı ve Mısır Sina’yı geri aldı; FKÖ İsrail ile barış yaptı ve daha fazla yasadışı İsrail yerleşimine sahip oldu. İsrail’in bugün Filistinlilere sunduğu tek seçenek sürgün, imha ya da kalıcı apartheid ve hiçbir halk bu kaderleri savaşmadan kabul etmez. Bu nedenle, İsrail’in varlığını kabul eden, yaşayabilir bir devlet elde etme umuduyla onunla işbirliği yapan ve karşılığında hiçbir şey alamayan Filistin Yönetimi’nin Filistin halkı arasında daha az popüler hale gelmesi ve Hamas’a olan desteğin artması şaşırtıcı değildir.

Benzer şekilde, İran’ın Cumhurbaşkanları Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Hasan Ruhani dönemlerinde zaman zaman ABD (ve dolayısıyla İsrail) ile ilişkileri iyileştirme çabaları, İsrail ve ABD’deki destekçileri tarafından kararlılıkla engellendi; en önemlisi de saf bir Donald Trump’ı 2018’de İran’ın nükleer programını ciddi şekilde sınırlayan dönüm noktası niteliğindeki Ortak Kapsamlı Eylem Planı’ndan vazgeçmeye ikna ettiklerinde. Bu tepkiler İran’ın sertlik yanlılarının elini güçlendirdi ve İran’ın yeni cumhurbaşkanı tansiyonu düşürme arzusunu defalarca dile getirmiş olsa da bölgedeki mevcut kriz de aynı etkiyi yaratacak. İran, İsrail’in bölgedeki müttefiklerini zayıflatma ya da ortadan kaldırma çabalarına (Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’nin temmuz ayında Tahran’da öldürülmesi de dahil olmak üzere) İsrail’e kendi füzelerini ateşleyerek karşılık verdi ki bu İsrail’in misilleme yapmasına yol açacak riskli bir adımdı ancak Tahran hiç şüphesiz kenarda kalıp güvenilirliğini koruyamayacağını hissetti.

Ne yazık ki bu olaylar, İran liderlerinin gizli bir nükleer silah devleti olmanın ötesine geçip İran’ın nükleer cephaneliğini inşa etmeye karar verme ihtimalini artırıyor. Böyle bir karar topyekün bir bölgesel savaşı daha olası hale getirecektir, ancak İsrail onlara nihai caydırıcılığı istemeleri için ek teşvikler vermeye devam ediyor. Eğer bu gerçekleşirse İsrail’in son dönemdeki başarıları son derece basiretsiz görünecektir.

İsrail’in son eylemleri jeopolitik izolasyonunu da artırdı ve sonunda ABD ile olan özel ilişkisini tehlikeye atabilir. İsrail’in 7 Ekim saldırısından sonra haklı olarak sahip olduğu sempati, dünya Gazze ve Lübnan’daki sivil halka uygulanan katliamı izledikçe buharlaştı. Uluslararası Adalet Divanı İsrail’in Batı Şeria’yı işgalini uluslararası hukukun ihlali olarak ilan etti ve Netanyahu ile Savunma Bakanı Yoav Gallant, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama emriyle karşı karşıya kalabilir. Suudi Arabistan ve diğer Arap devletleri tarafından tanınması şu anda askıda, küresel güneyin büyük bir kısmı buna karşı çıktı ve Avrupa hükümetleri giderek daha fazla rahatsız oluyor. Netanyahu’nun geçen hafta BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmayı selamlayan yürüyüş sembolik bir jestti, ancak yine de kendisinin ve İsrail’in birçok kişi tarafından nasıl görüldüğünün bir yansımasıydı.

Netanyahu ve destekçileri, Biden yönetiminden aldıkları açık çek, Netanyahu’nun Kongre’deki konuşmasında ayakta alkışlanması, ABD ordusundan aldıkları aktif destek ve İsrail lobisinin üniversite kampüslerinde ve başka yerlerdeki eleştirileri bastırmadaki başarısı ile rahatlayabilirler. Bunlar da kısa vadeli taktiksel başarılardır ve kolayca tehlikeli bir tepkiyi tetikleyebilirler. Çoğu insan zorbalığa maruz kalmaktan hoşlanmaz ve İsrail’in eylemlerine yönelik meşru eleştirileri susturmayı amaçlayan konuşma kuralları ve diğer kısıtlamaların dayatılması, özellikle de soykırımcı bir şiddet ve etnik temizlik kampanyası yürüten bir ülkeyi korumak için açıkça ve alenen yapıldığında, çok fazla kızgınlık yaratacaktır.

Dahası, İsrail’in eylemleri daha geniş çaplı bir bölgesel savaşa yol açarsa ve ABD bu savaşa sürüklenirse, Amerikalılar “özel ilişkinin” değerini ciddi şekilde sorgulayabilir. Irak’ta Saddam Hüseyin’i devirmeye yönelik yeni muhafazakar kampanya kısmen İsrail’i daha güvenli hale getirme arzusundan esinlenmişti (bu nedenle Amerikan İsrail Halkla İlişkiler Komitesi ve Netanyahu gibi İsrailli liderler Bush yönetiminin savaşı satmasına yardımcı oldu), ancak savaşın tek nedeni bu değildi ve ne İsrail ne de lobi bundan sorumlu tutuldu. Ancak ABD başka bir Orta Doğu savaşında asker ve denizci kaybetmeye başlarsa, bu durum yaygın ve doğru bir şekilde, ABD’den para ve silah alan ve sonra da canı ne isterse onu yapan, sürekli nankör bir müşteri devlet adına Amerikalıları tehlikeye atmak olarak görülecektir. Dahası, Başkan Joe Biden ve Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın durumu kötü yönetmesi kasım ayında Kamala Harris’in seçilmesine mal olursa, hem Demokratlar hem de Cumhuriyetçiler İsrail’e refleksif desteğin hala akıllıca bir siyasi duruş olup olmadığını sorgulamaya başlayacaktır. Ve eğer bunlardan herhangi biri gerçekleşirse, İsrail’in ABD’deki destekçilerine karşı bir tepki riski artacaktır. Eğer ABD’de yükselen antisemitizmden endişe ediyorsanız, bu olasılık sizi üniversite kampüslerindeki çoğunlukla zararsız gösterilerden çok daha fazla korkutmalıdır.

Son olarak, bir de İsrail’in kendisi üzerindeki etkisi var. İsrailliler, 7 Ekim’in ardından (aldığı kararlarla İsrail’i Hamas’ın acımasız saldırılarına karşı savunmasız bırakan) Netanyahu’dan kurtulma ve ülkeyi normale döndürme fırsatına sahipti. Ancak bu gerçekleşmedi ve Netanyahu’nun son dönemdeki taktiksel başarıları, politikaları İsrail’in geleceğine dair hararetli bir dini ve mesihçi vizyona dayanan aşırı sağcılarla birlikte onun siyasi konumunu da güçlendiriyor. Son yıllarda ekonomiyi besleyen yüksek teknoloji sektörlerinin merkezinde yer alan ılımlı ve laik İsrailliler, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich gibi adamların yaratmak istediği İsrail’de yaşamaktan kaçınmak için ülkeyi terk etmeye devam edecekler. 500.000’den fazla İsrailli (yani nüfusun yaklaşık yüzde 5’i) halihazırda yurtdışında yaşıyor; anketler bunların yüzde 80 ‘inin geri dönmeyi düşünmediğini gösteriyor; ve göç edenlerin sayısı geçtiğimiz yıl dramatik bir şekilde arttı. Washington Post, İsrail ekonomisinin “ciddi tehlike altında” olduğunu ve bunun da bu eğilimleri güçlendireceğini bildiriyor. Ülkenin en önemli mücevherlerinden biri olan İsrail üniversiteleri, yabancı öğrenci sayısında dramatik bir düşüş olduğunu bildiriyor ki bu hem aşınan imajının bir başka işareti hem de gelecekteki bilimsel ilerlemeye bir darbe. Kısacası, Netanyahu’nun kısa vadeli başarıları ülkenin uzun vadeli geleceğini tehlikeye atan eğilimleri güçlendirdi.

Hayat belirsizdir -özellikle de siyasette- ve gözlemlerimin hiçbiri önceden belirlenmiş değildir. Ancak birkaç hafta önce yazdığım gibi, bazen ilk bakışta çarpıcı bir askeri veya siyasi zafer gibi görünen şeyler, zaman geçtikçe filizlenen daha derin sorunların tohumlarını içerebilir. Başarılı bir lider için zorluk, uzun vadeli faydalar sağlamak üzere geçici avantajları kullanmaktır. Ancak bunu yapmak için ne zaman durulacağını ve ne zaman savaştan çatışmayı çözmeye geçileceğini bilmek gerekir. Ne yazık ki Netanyahu’nun bu becerilere sahip olduğuna ya da bunları edinmeye en ufak bir ilgi duyduğuna dair bir işaret yok.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English