Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: İsrail Batı Şeria’yı çoktan ilhak etti

Yayınlanma

Tüm dünya İsrail’in aşırı sağcı hükümetinin yargıyı denetim altına alma girişimleri ve buna yönelik protestolara odaklanmışken Batı Şeria’nın yasal statüsündeki değişikliği göremedi ya da görmezden geldi. İsrail fiilen işgal ettiği Batı Şeria’yı bugüne kadar ilhak ettiğini ilan etmedi. Bunu da bölgede sivil bir yönetim kurmayarak yaptı. Bu, kısmen uluslararası hukuka aykırı olduğu kısmen de yasal ilhak durumunda Filistinlilerin şu an belirsiz olan statüsünün “vatandaş” olarak getireceği ek yükümlülüklerden kurtulmak içindi. Ancak İsrail hükümet koalisyonu kurulurken Dini Siyonizm Partisi Bezalel Smotrich’e daha önce askerlerin elinde olan Batı Şeria’nın sivil işleri devredildi. Yani İsrail’in bir bakanı artık Batı Şeria’da yetki sahibi. Foreign Affairs, bu durumun resmen duyurulmasa da ilhak olduğu görüşünde. Haaretz’in köşe yazarı ve politika araştırmacısı Dahlia Scheindlin ile İbrani Üniversitesi’nde sosyoloji doçenti olan Yael Berda, fiilen işgalinden bu yana Batı Şeria’nın yasal statüsünün geçirdiği evrimi inceliyor.

Makalenin tamamını dikkatinize sunuyoruz:

***

İsrail’in Batı Şeria’yı İlhakı Çoktan Başladı

Netanyahu İşgali “Sivilleştirmek” İçin Harekete Geçti

Ülke tarihinin en sağcı hükümeti olan İsrail koalisyon hükümeti, yargıyı zayıflatacak ve denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kaldıracak reformlar önerdiği için eleştirilerin hedefi oldu. İsrail’de şimdiye kadar görülen en büyük protestolara yol açan olan bu reformlar, ülke içi ve dışındaki muazzam tepkilerin ardından askıya alındı. Ancak hükümetin neredeyse hiç dikkati çekmeyen bir başka hamlesi aynı derecede önemli.

Kasım 2022’de İsrail’in aşırı sağcı fraksiyonları parlamentoda çoğunluğu kazandı. Kısa bir süre sonra, bazı yönlerden anayasa gibi işleyen devletin Temel Yasasını değiştirerek hükümetin, Savunma Bakanlığı bünyesinde yeni bir özel bakan atamasına izin verdiler. Şubat 2023’te İsrail’in aşırı milliyetçi koalisyon hükümeti yeni bakanın ne yapacağı konusunda anlaştı: Daha önce İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) münhasır yetkisinde olan Batı Şeria’da bazı sivil yetkileri üstlenmek. Bu idari değişiklik, İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenliğini ilan etmesi anlamına geliyor ki bu da BM Şartı’nın toprak ilhakı yasağını ihlal ediyor. İsrail’in önde gelen üç sivil toplum ve insan hakları örgütü, bürokratik değişimin Batı Şeria’nın hukuken ilhakı anlamına geldiği konusunda ısrar etti. Bu devir, İsrail’in Batı Şeria’daki işgalinin geçici olduğu yanılsamasını yıkmakta; İsrailliler ve Filistinliler için eşit olmayan, iki katmanlı bir hukuk sistemini daha da sağlamlaştırmakta ve İsrail’in Batı Şeria üzerindeki kalıcı kontrolünü pekiştirmektedir.

Yetki devri aslında İsrail’in Filistin toprakları üzerindeki hakimiyetini garanti altına alan onlarca yıllık politikaların doruk noktasıdır. Ancak hükümet şimdi İsrail’in uluslararası hukuk karşısındaki konumunda önemli ve muhtemelen dehşet verici bir dönüşümü temsil eden eşiği aştı. İsrail’in artık Batı Şeria’yı ilhak ettiğini resmen ilan etmesine gerek yok. İş tamamlanmıştır.

Benim için sivil, senin için değil

İşgal otoritesinin değişmesi Batı Şeria’daki Filistinlilerin ve İsrailli yerleşimcilerin günlük yaşamlarını etkileyecek. Filistinliler askeri kontrol altında kalırken, sivil bakan Yahudilerin işlerini yönetecek bir “yetkili kuruma” liderlik edecek. Bu hamle Batı Şeria’daki yerleşimcilerin üstün statüsünü pekiştiriyor. Örneğin, IDF Filistinliler için su ücretlerini belirlemeye devam edecek, ancak yeni sivil otorite Yahudiler için suyu kontrol edecek ve iki grup için eşit olmayan su tahsisini kolaylaştıracak. Sivil otorite, işgal altındaki topraklarda sivil yönetim kurulmasını yasaklayan uluslararası hukukun temel yasalarını ihlal ederek Yahudi yerleşimciler için yerleşme ve altyapıyı teşvik edecek ve bunlara izin verecektir. Temel uluslararası yasağı hiçe sayan bu yeni yetkililer, uluslararası hukukun tüm kısıtlamalarını görmezden gelecektir. Sivil bakan arazi tahsisi ve planlaması, enerji ve iletişim ağlarını kontrol edecektir. Kimlerin ev, okul ve kamu yapıları inşa edebileceğine ve daha önce Yahudi yerleşimlerini genişletme ve Filistinlileri baskılama aracı olarak IDF tarafından uygulanan, hangi toplulukların yıkılacağına karar verme yetkisine sahip olacak.

Bu değişikliğin sonuçları, göreve seçilen bakanın ideolojisiyle daha da kötüleşiyor. Aynı zamanda İsrail’in maliye bakanı olan ve ülkenin en açık şekilde Yahudi üstünlüğünü savunan partisine liderlik eden Bezalel Smotrich bu göreve talip oldu. Siyasi kariyerini Arap karşıtı ırkçılık üzerine inşa etti. 2017’de Filistinlilerin İsrail kontrolüne tamamen boyun eğdirilmesini öngören ve Filistinlilerin ulusal kaderini tayin hakkını sonsuza dek gündemden kaldırmayı hedefleyen bir plan yayınladı. Ürdün Nehri’nin batısındaki tüm toprakları kapsayan Yahudi egemenliğinde bir devlet önerdi ve direnenleri sürgün etme ya da şiddetle bastırma çağrısında bulundu. Smotrich, Batı Şeria’daki bir Filistin kasabası olan Hawara’nın “yok edilmesi” gerektiğini söyledi. Bu yorum, Filistinlilerin düzenlediği bir saldırıda iki İsraillinin ölmesi ve İsrailli yerleşimcilerin kasabaya yönelik bir katliam başlatmasından günler sonra geldi. Smotrich’in sözleri kanunsuz saldırıyı etkili bir şekilde mazur gösterdi ve gelecekteki saldırıları teşvik etti. Smotrich, İsrail’in yaklaşık iki milyon Arap vatandaşının varlığını reddetti; 2021’de yaptığı bir açıklamada İsrail’in ilk başbakanının 1948’de kurulan yeni İsrail devletinden tüm Filistinlileri kovarak “işi bitirmemesinin” bir hata olduğunu söyledi.

Smotrich, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun hükümetine katılmanın şartı olarak bakan olmayı talep etti; birkaç yıldır Batı Şeria üzerindeki IDF kontrolünü zayıfladığı yönündeki suçlamaya öncülük etmişti. Yeni yetkileri tüm bölgedeki Filistinlileri etkileyecek çünkü yerleşim planları ve İsraillilerin araziyi diğer kullanım şekilleri Filistinlilerin yaşamını altüst edecek şekilde tasarlandı. Smotrich, oradaki Filistinlilerin suya, toprağa, altyapıya ve uluslararası ajans ve şirketlerin kalkınma yardımlarına erişimini engellemeyi gerektiren yerleşim planlarını geliştirebilir ve geliştirecektir. Artık Batı Şeria’nın yüzde 60’ını oluşturan ve bölgedeki tüm İsrail yerleşimlerini kapsayan C Bölgesi’nde Filistinlilerin geçim ihtimalini ortadan kaldırabilir. C Bölgesi’nde yaklaşık 200.000-300.000 Filistinli yaşıyor. Birçoğu çiftçilik ya da çobanlıkla geçiniyor. Bugün bile İsrailli yetkililer konut inşaatı izinlerini engelliyor, su kuyularını yıkıyor ve okulları yerle bir ediyor; ancak artık bu kararlar ideolojik aşırılık yanlısı sivil liderler tarafından verilecek. İsrail’in sağ kanadı C Bölgesinin tamamen Yahudi yerleşimcilerin olduğu iddiasına başvuracak.

Yavaş yavaş

Elbette İsrail Batı Şeria’yı ilhak için on yıllardır, daha az belirgin yollarla da olsa, adım adım ilerliyor. Bir yandan İsrail, Filistinlileri (ve teorik olarak işgal altındaki tüm toprakları) askeri yönetim altına alarak bölgede ayrı ve eşit olmayan yasal rejimler kurarak İsrail kontrolünü geçici olarak göstermeye çalıştı. Aynı zamanda İsrail, daha fazla yerleşimci çekmek, “normal” yaşamı teşvik etmek ve İsrail’in işgalindeki topraklarda varlığını sağlamlaştırmak için Yahudi vatandaşlara sivil yasa uygulamasını genişletti. Gerçekte Filistinliler hiçbir zaman sadece IDF tarafından yönetilmedi. İsrail, devletten ayrı geçici işgal rejimi imajını bir hile olarak yarattı. Batı Şeria’da sivil ve askeri kontrol arasındaki çizgi 1967’den beri bulanık.

İsrail 1967 savaşında Batı Şeria’nın kontrolünü ele geçirdi ve bir yıl içinde İsrailliler burada yerleşim birimleri kurmaya başladı. İsrail yasama organı da neredeyse hemen işgale dahil oldu. Temmuz 1967’de Knesset, İsrail ceza kanununu Batı Şeria’daki vatandaşlarına uygulayan ilk yasayı kabul etti; bu, Filistinliler İsrail askeri hukukuna tabiyken bölgedeki İsraillileri normal İsrail sivil hukukunun yargı yetkisi altına sokmaya yönelik ilk adımdı.

1967 ve 1981 yılları arasında İsrail ordusu işgal altındaki toprakların sivil ve askeri işlerini doğrudan yönetti. İsrail hükümeti 1981 yılında Batı Şeria ve Gazze için IDF komutası altında sivil bir yönetim kurdu. Ancak uygulamada, İsrail hükümetinin bakanlıkları, örneğin ekonomi politikasını belirleyerek, sağlık düzenlemelerini yaparak ve yollar inşa ederek Filistinlilerin yaşamını dolaylı olarak yönetti. Zamanla, ordu Filistinliler üzerinde politika yürütürken, özel düzenlemeler sivil makamların Yahudi yerleşimciler için İsrail yasalarını uygulamasını sağladı ve işgal altındaki Batı Şeria’da yaşayan Yahudiler için ayrı ve farklı uygulamalar yarattı. Yerleşimciler ulusal sigortadan, oy hakkından ve kaynaklara erişimden yararlandılar. Ancak yerleşim yerlerindeki Yahudi yaşamını yöneten yasal otorite teknik olarak ordunun elinde kaldı.

Sivil ve askeri yetkililer birlikte Batı Şeria’da sadece insanları değil toprağı da yönetiyordu. Hem askeri hem de sivil organlar tarafından uygulanan ve İsrail’in sivil Yüksek Mahkemesi tarafından desteklenen yasal prosedürler aracılığıyla İsrail, Batı Şeria’da askeri amaçlar, tarım ya da yerleşimler yani Filistinlilerin kalkınması dışında her şey için kullandığı geniş toprak parçalarının sahibi gibi hareket etti.

Kısacası, 1967 savaşının bitiminden bu yana İsrail hükümetinin üç kanadı da işgalle meşgul. İlk yıllarda İsrail’in işgalinin ne kadar süreceği belli değildi, ancak geriye dönüp bakıldığında, İsrail devletinin tüm kollarının boğazına kadar işgale bulaşmış olması, İsrail’in Batı Şeria’da kalıcı olduğunun habercisiydi.

Başından beri orada

Belki de İsrail’in ilhakçı tasarımları en başından beri açık olmalıydı. Ne de olsa Doğu Kudüs’ü 1980’de (1967’de fiilen ilhak ettikten sonra) ve Golan Tepelerini 1981’de uluslararası hukuku ihlal ederek resmen ilhak etti.

Ancak İsrail hem uluslararası toplumu hem de kendisini Batı Şeria ve Gazze’yi farklı ve geri döndürülebilir bir askeri rejimle yönettiğine ikna etmeyi başardı. İsrail bunu, gerektiğinde yerleşimleri kaldırma geçmişini öne çıkararak yaptı. 1979’da İsrail, Mısır’la, İsrail’in Sina üzerindeki kontrolünden vazgeçtiği ve yarımadadaki yerleşimlerini dağıttığı çığır açıcı bir barış anlaşması imzaladı. Dört yıldan uzun süren Filistin intifadasının ardından 2005 yılında İsrail Gazze’deki yerleşimlerini de geri çekti. Bu hamleler İsrail’in işgalini ve yerleşimlerini geri döndürülebilirmiş gibi gösterdi. Ancak her iki durumda da İsrail Batı Şeria’daki hakimiyetini sağlamlaştırmayı başardı: Mısır’la yapılan barış İsrail’in üzerindeki Filistin topraklarından vazgeçme baskısını azalttı. Yerleşimlerin Gazze’den çekilmesi Filistin yönetimini böldü. Birçok Filistinli İsrail’in Gazze’den çekilmesini militan stratejilerin işe yaradığının kanıtı olarak yorumladı ve bu da Hamas’ın 2006’da seçimleri kazanarak Gazze’yi ele geçirmesine, Batı Şeria’nın ise El Fetih Partisi tarafından yönetilmeye devam etmesine yol açtı. Bu ayrışma ve İsrail’in Gazze’yi neredeyse hava geçirmez bir şekilde dışarıya kapalı hale getirmesi Filistin toplumunu parçaladı ve barış sürecinin dondurulmasına yardımcı oldu.

Barış sürecinin kendisi de İsrail’in Batı Şeria’daki işgalini geçici olarak göstermesine izin verdi. İsrail, 1990’larda askeri yönetime son verme niyetinin sinyallerini vermeye başladı, ancak bunun ne anlama geldiği konusundaki muğlaklığa sarıldı: 1990’ların Oslo anlaşmaları hiçbir zaman bir Filistin devleti ya da İsrail’in nihai sınırlarını çizecek, yerleşimlerin genişlemesini sona erdirecek, 1948’den kalma Filistinli mültecilerin kaderini belirleyecek ya da Filistinlilerin Doğu Kudüs üzerindeki iddialarını ele alacak bir nihai statü düzenlemesi vaat etmedi. Anlaşmalar sadece bu endişeleri eninde sonunda giderecek bir sürecin ana hatlarını çiziyordu. İsrail hükümeti 2000 yılındaki müzakerelerde bir Filistin devleti olasılığını resmen kabul ettiğinde, Oslo süreci çöküşün eşiğindeydi ve taraflar savaştan bir adım uzaktaydı. Yine de İsrailliler ve Batılı müttefikleri, İsrail’in nihayetinde Batı Şeria’daki işgalini sona erdirmeyi umduğunu söyleyebiliyorlardı. Şimdi yeni hükümet bölgeye ilişkin niyetlerini açıkça ortaya koydu ve İsrail’in iki devletli çözüme olan sözde bağlılığını bile sona erdirdi.

Tanrı’nın planı mı?

Hükümet Batı Şeria’nın kontrolünü neden şimdi sivil bir otoriteye devretti? Muğlaklık onlarca yıldır İsrail’e iyi yaradı. Ancak mevcut koalisyon hükümetindeki aşırı sağcı politikacılar, Kasım 2022’de mecliste kesin bir çoğunluk elde ettikten sonra, yakın zamanda bir daha gelmeyeceğini bildikleri bir fırsatla başarıya ulaşmanın heyecanını yaşıyorlar. Teokratik ilkelerle hareket ediyorlar ve Yahudi egemenliğine kafayı takmış durumdalar. Yargının içini boşaltma planlarının gerçek amacı, Filistin halkı üzerinde kalıcı Yahudi üstünlüğünün önündeki son engeli de ortadan kaldırmaktır. Aslında İsrail’de genel olarak daha teokratik ve otokratik bir yönetim biçimi tesis etmek istiyorlar. İsrail demokrasisinin itibarı onları ilgilendirmiyor; liberal demokrasinin erozyona uğramasını memnuniyetle karşılıyorlar. Dahası, Smotrich ve müttefikleri yerleşimcileri görünürde IDF kontrolü altındaki yaşamın sıkıntılarından kurtarmayı arzuluyor. Bu değişimin sembolik bir boyutu da var: Bazı yerleşimciler için Yeşil Hat içinde İsrail vatandaşlarından farklı olarak ordu tarafından yönetilmek bir aşağılanma, Tanrı’nın Yahudilerle ilgili planlarıyla alay etmek anlamına geliyor.

Şimdiye kadar hükümetin hamlesi işe yaradı. Dünya İsrail yargısına yönelik saldırıya ve İsrail ile Gazze’deki Filistinli militanlar arasındaki şiddete odaklanmış durumda. Ancak bölge ve yurtdışındaki siyasi liderler, bizim ve diğer meslektaşlarımızın Foreign Affairs’de tartıştığı gibi, İsrail’in Ürdün Nehri ile Akdeniz arasındaki topraklarda tüm İsrailliler ve Filistinliler üzerinde kalıcı, iki katmanlı bir kontrol sistemi inşa ettiği gerçeğinden artık kaçamazlar. İsrail’in müttefikleri, Netanyahu koalisyonunun uluslararası hukuka uyması konusunda ısrarcı olmalı. İsrailliler de baskı uygulamalı. Birçoğu, İsrail demokrasisini Netanyahu’nun önerdiği reformlardan korumak için şimdiden toplandı. Ancak İsrailliler, Batı Şeria üzerindeki yetki devrinin yani bölgenin hukuken ilhakının demokrasinin önünde bu koalisyonun şu ana kadar yaptığı her şeyden daha büyük bir engel teşkil ettiğini de kabul etmeli.

DÜNYA BASINI

Eşitliğin ve eşitsizliğin şaşırtıcı kökenleri

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, düşünce tarihi üzerine çalışan Samuel Moyn’un eşitlik (ve eşitsizlik) üzerine yazılmış kitaplar üzerine yaptığı kısa bir literatür taraması ve değerlendirmeleri içeriyor. Özellikle 2008 küresel mali krizinin ardından eşitlik üzerine araştırmaların, bu işin pratiğiyle birlikte arttığına işaret eden Moyn, insanlar arasındaki eşitlik fikrinin, tıpkı eşitsizlik fikri gibi, nasıl bir “iman” haline gelebildiğini de tartışıyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.

‘Liberaller çözmeyi reddettikleri iç sorunlar için düşmanları günah keçisi ilan ettiler’


Zigzag: Eşitliğin şaşırtıcı kökenleri ve politikaları

Samuel Moyn
The Nation
27 Ağustos 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Jeremy Irons, Margin Call [Oyunun Sonu] filminin sonunda yaptığı tüyler ürpertici konuşmada hiç kimsenin eşitliğe inandığını söylememesi gerektiğinden, çünkü insanların gerçekte böyle bir şey olduğunu düşünmediklerinden bahseder: Bu fikir, hiyerarşinin özünde değişmeyen bir biçimde sürmesini ustaca gizlemektedir. “Bugün durum her zamankinden farklı değil,” diye açıklar mesela bir astına. “Her zaman aynı oranda kazananlar ve kaybedenler olmuştur ve böyle de olacaktır. … Evet, belki bugün her zamankinden daha çok sayıda insan var dünyada, peki ya yüzdeler ne durumda? Onlar neredeyse tamamen aynı kalacaklar.”

Oysa pek çok kişi için 2008 mali krizine verilen tepki, Irons’ın bahsi geçen alaycı tepkisinden epey farklıydı. Bu kriz, son 50 yılda görülenden çok daha fazla toplumsal eşitlik bilinci doğurdu, tabii eleştirisini de… 2011’de Occupy Wall Street hareketi ile başlayan “yüzde 1’in” yükselişinden endişe duyan çok sayıda Amerikalı, sonunda Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020’deki başkanlık kampanyaları etrafında birleşti. Bu yıllarda Fransız ekonomi profesörü Thomas Piketty de hareketi haklı çıkaran kanıtlar sundu: 2014’te İngilizce olarak yayımlanan Capital in the Twenty-First Century [Yirmi Birinci Yüzyılda Kapital] adlı kitabında, bilhassa Kuzey Atlantik dünyasında ekonomik eşitsizliğin artmakta olduğunu teyit etmekteydi. Piketty, durumun Irons’ın Margin Call’da tanımladığından farklı şekilde, eş zamanlı olarak hem daha kötü hem de daha iyi olduğunu gösteriyordu. Yani kapitalizmin içsel dinamiklerinin genel olarak eşitsizliği artırdığını, ancak siyasi hareketler ile bu eşitsizliğin pekâlâ azaltabileceğini…

Piketty’nin Kapital’i beklenmedik bir şekilde çok satanlar listesine girdi ve “eşitsizlik” meselesi, makaleler, kitaplar ve hatta tweetlerle analiz ve şikâyet edilen (ve nadiren de olsa haklı çıkarılan) yeni yüzyılın karakteristik bir kaygısı haline geldi. Fakat, bu kitabın yayımlanmasının üzerinden geçen on yılın ardından, tarihçiler, ekonomistler ve siyaset teorisyenleri artık farklı bir dizi soru üzerinde de kafa yoruyorlar: Eşitsizliğin süregelen varlığı ve nedenleri hakkında değil, bunun tam karşıtı olan eşitlik için ahlaki zorunluluğun kökenleri hakkında. Piketty, A Brief History of Equality [Eşitliğin Kısa Tarihi] isimli çalışmasında 20. yüzyılın ortalarındaki eşitlikçi gelir ve servet dağılımının neoliberal çağda nasıl tersine döndüğünü kendi görüşleriyle ortaya koymuştu. Geçtiğimiz yıl ise, artık standart hale gelen bu anlatıyı temelden genişleten yeni bir yayın dalgası ortaya çıktı. Darrin McMahon’un epey iddialı Equality [Eşitlik] kitabı, sınıf eşitsizliğine ilişkin modern dönem kaygılarını tarihsel bir zemine oturtuyor. Paul Sagar’ın Basic Equality’si [Temel Eşitlik] tüm insanların eşit yaratıldığı inancının erken modern dönemde nasıl ortaya çıktığına dair doyurucu bir açıklama sunuyor. Yine Teresa Bejan’ın da “What Was the Point of Equality?” [“Eşitliğin Amacı Neydi?“] çalışması ve pek yakında çıkacak olan First Among Equals [Eşitler Arasında Birinci] kitabında yer alacak olan bir inceleme de bu bağlamda düşünülebilir. David Lay Williams ise The Greatest of All Plagues [Tüm Belaların En Büyüğü] adlı kitabında Platon’dan Marx’a kanonik düşünürlerin kendi çalışmalarında ekonomik hiyerarşi konusunu nasıl ele aldıklarını irdeliyor. Bu kitapların her biri, eşitlik idealinin nereden geldiği sorusunu yanıtlamaya yardımcı oluyor. Ancak bu soruyu bir kez sormak daha da önemli bir soruyu gündeme getiriyor: Eşitlik başlı başına önemli bir şey midir sahiden?

McMahon Eşitlik’te bize hayranlık uyandıracak derecede geniş bir tarihsel aralık sunuyor. Bu, daha önce dahilik ve mutluluk üzerine yazdığı kitaplarda gösterdiğine benzer şekilde, tarihsel bulguları bin yıllar boyunca sentezleme yeteneğinin bir başka tezahürü gibi. “Büyük Tarih” yazarı Peter Turchin’in “eşitlikçiliğin ‘Z-Eğrisi’” olarak adlandırdığı şeyi yeniden yorumlayan McMahon, eşitliğin insanlık tarihi boyunca çizdiği zigzagların haritasını çıkarıyor. Yazara göre hominid(1) atalarımız, tıpkı günümüzün yüksek primatlarının olduğu türden bir hiyerarşiye bağlıydı. Sonrasında insanlar(2) bu eşitsiz tahakkümü hafifleten daha işbirlikçi ve müşterek yaşam biçimleri geliştirdiler. Bu “zig” dönemiydi. Ardından ise, Neolitik Devrim ile geriye doğru büyük bir adım atıldı, bu günümüzden kabaca 10 bin yıl öncesine tekabül ediyor. Bu dönemde tarıma olan bağımlılığın artması, insan toplumunun işçiliğe ihtiyaç duyması anlamına geliyordu ve ilk devletler soyluları ve kralları yükseltmeye başladı. “Zag” ise buydu. Daha genel bir ifadeyle, işte o zamandan bu yana tarihin eğilimi eşitliğin lehinde daha fazla olmuştur.

McMahon bu hikâyeyi anlatırken bir yandan da Yunan siyasi mucizesini, Hıristiyanlık gibi dinleri (özellikle de Reform’u), Aydınlanma’yı ve ardından gelen devrimleri inceliyor. Bununla da kalmıyor, hem yerel hem de küresel düzeyde sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırksal adalet için çağdaş toplumsal hareketleri ve grup içi eşitlik çağrısı yapan hareketleri (geçmişten ve tabii günümüzden) irdeleyerek anlatısını tamamlıyor.

18. yüzyıl Fransa’sı konusundaki ihtisasıyla tanınan McMahon, sadece felsefe tarihinin en büyük eşitlikçisi Jean-Jacques Rousseau gibi bir ismi yetiştirdiği için değil, aynı zamanda bu döneme ve mekâna odaklanması hasebiyle de son derece yerinde bir iş yapmıştır. Nitekim hem çağımızın şafağını oluşturan Aydınlanma’nın eşit siyasi statü ve yurttaşlık geleneklerini yeniden canlandırmış hem de Rousseau’yu aşırı sınıf eşitsizliği konusundaki kaygılarını merkeze alarak ölümsüzleştirmiştir. Unutulmamalı ki Aydınlanma, Atlantik’in her iki yakasında siyasi devrimlere ve özgür erkeklerin (Rousseau’nun nefret ettiği kadınların değil!) iradesini temsil etmeye çalışan ve ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri hafifletebilecek bir yasalar bütününe zemin hazırlamıştır.

Ne var ki McMahon bu dönemi anlatırken dahi Fransız Devrimi’nin eşitliğin yayılmasındaki katalizör etkisinden bahsetmekte şaşırtıcı şekilde isteksizdir. 1789’un Avrupa ve Amerika’da köleleştirilenler, Yahudiler ve kadınlar tarafından ve onlar adına bir dizi yeni hakkı ve talebi ateşlediğini kabul etmektedir, evet. Ancak devrim sırasında kurulan öncü Jakoben refah tedbirlerini küçümsemekte ve dönemin eşitliği “kutsallaştırmasının” kaçınılmaz olarak “kayıtsızları” cezalandırmak anlamına geldiğinden kaygılanmaktadır.

McMahon’un çalışması muazzam bir başarı sayılabilecek olsa da, hırsı birbirine rakip ve potansiyel olarak çelişkili hikayeler anlatmaya zorluyor; bazen ise bunların tek ve tutarlı bir bütün oluşturduğunu düşündüğü izlenimi veriyor. Antropolog Marshall Sahlins’in “ilk refah toplumu” olarak adlandırdığı avcı-toplayıcı kabilelerdeki eşitlik, atalarımızın ideolojik olarak eşitliğe bağlı oldukları anlamına gelmez. Yine de Hıristiyanlar ideolojik olarak eşitliğe bağlıydılar, ancak Tanrı’nın gözünde tüm insanların eşit olduğunu söylemenin hiçbir şekilde siyasi ve ekonomik eşitlik anlamına gelmediğini de unutmamak gerek. Eşit koşulların ideolojik bağlılığa bağlı olmadığı gibi eşitlik ideolojileri de başka eşitlik biçimlerinin “kendiliğinden” talep edildiği anlamına gelmez. Öyle ki Hıristiyanlık, herkesin Tanrı’nın gözünde eşit değerde olduğunu söylemeyi kolaylaştırmıştır, fakat bundan pek de bir şey çıkmaz. Hıristiyanlık sonrası çağda ise, pek çok kişi halen eşitliğin sosyal boyutları –sosyal veya siyasi statüde eşit görülmek– ile hayattaki iyi şeylerin nasıl dağıtılacağı konusundaki eşitlik arasındaki bağlantıyı inkâr etmektedir.

McMahon’un hikayesi yüzyıllar boyunca farklı katkıların aslında sadece bir tür eşitlikle ilgili olduğunu göstererek, bu ayrımların tümünü kapsamak zorunda kalıyor. Ve öyle görünüyor ki eşitlik diye bir şey yok ya da olsa olsa belirli eşitlik türleri var. Ve bahsi geçen kitap tam da eşitlik tarihini tüm çeşitliliği içinde bir araya getirme hırsının ağırlığı altında çökmeye çok yaklaştığı için değerli. Bu aynı zamanda bir grup akademisyenin McMahon’un bin yıllık hikayesindeki iki kritik mesele hakkında nokta atışı detaylar eklemesini de sağlıyor. Biri insanların [en azından ilk etapta] eşit olduklarını düşünmelerini, diğeri ise kazandıkları ve sahip oldukları arasındaki eşitsizliğin yanlış olabileceğini yüksek sesle söylemeyi mümkün kılması.

Paul Sagar’a göre, yeni kitabı Basic Equality’de ideolojik eşitlik olarak adlandırabileceğimiz şeyin –yani tüm insanların eşit olduğu fikrinin– kökenleri halen gizemini korumaktadır. Sagar, Platon’dan bu yana siyaset teorisinin doğal farklılık görüşüne odaklandığını, insanlar arasında derin ve ortadan kaldırılamaz görünen eşitsizlikleri vurguladığını öne sürüyor. Örneğin, erkekler ve kadınlar o kadar uzun süre farklı muameleye tabi tutulmuşlardır ki, bu farklı muamele artık dünyanın kanunu olarak kabul edilirken, ten rengindeki fenotipik farklılıklar –hiçbir zaman tamamen önemsiz olmasa da– modern dönemde biraz daha önemli hale gelmiştir. Öyleyse, pratikte ne kadar göz ardı edilirse edilsin, herkesin eşit olduğu inancını sadece inandırıcı değil aynı zamanda hegemonik kılan şey nedir?

Bir nesil önce, hukuk felsefecisi Jeremy Waldron böyle bir inancı ancak dini dogmanın sağlayabileceğini savunmuştu. Sagar, diğer herkesin (yani hem inanmayanların hem de durumu kavramaktan uzak Hıristiyanların) neden eşitlik taahhüdünde bulunmaları gerektiği konusunda endişeli. Ancak Sagar, eşitliği haklı çıkarmak için insanlığın kalıcı bir özelliğini (akıl yetimiz, ölümsüz ruhumuz veyahut fiziksel kırılganlığımız) aramak yerine, bunu –insanların önce Hıristiyanlık altında daha sonra ise seküler bir kılıkta inanmaya başladığı– sosyal bir kurgu olarak düşünmenin çok daha yerinde olacağını savunuyor. Ve devamla, “Bu kurgunun ne kadar yakın zamanda popüler hale geldiğini gizlememeliyiz” diyor (Bazıları bu kurgunun aslında tam anlamıyla hiçbir zaman popüler olmadığını düşünecektir).

Sagar’ın savı ne kadar parlak olursa olsun, modern zamanın tartışmalı eşitleme siyasetinin yükselişi hakkında hemen hiçbir şey söylemiyor. Herkesin bir anlamda ahlaki açıdan eşit olduğuna dair Hıristiyan ve daha sonra da seküler inanç, genellikle yasal, pratik ve servetteki büyük eşitsizliklerle malul olmuştur. Bir başka deyişle, insanlar eşit oldukları fikrini yeniden yeniden öğrenmek zorunda kalmışlardır (ki Sagar bunun kendi başına değerli bir çaba olduğunu düşünür). Ne var ki bu, insanların böylesine bir inanca rağmen birbirlerine nasıl bu kadar eşitsiz davranabildiklerini açıklamıyor.

McMahon gibi Teresa Bejan da düşünürlerin antik dünyada eşitliği nasıl kavramsallaştırdıkları ile modern zamanlarda nasıl gördükleri arasında ayrım yapmayı göz önünde tutarak “parite” kavramının yükselişine odaklanır, yani bir toplumdaki insanların eşit muamele görmesi gerektiği fikrine. Açmak gerekecekse, eşitlik aynılığı varsayarken, insanlara “pariteryen” bir ruhla davranmak farklılığı varsayar. Örneğin Bejan, “What Was the Point of Equality?” [„Eşitliğin Anlamı Neydi?“] ismini verdiği çalışmasında 17. yüzyıl İngiltere’sini tartışırken, feodalite sonrası bir dünyada neredeyse herkesin eşitlik fikrini nasıl kabul ettiğini ortaya koymaktadır: Herkes (en azından her beyaz erkek) bir anlamda eşit yaratılmıştı. Ancak [İngiliz İç Savaşı döneminin siyasi hareketleri olan] Kazıcılar ve Tesviyeciler [the Diggers and the Levellers] gibi radikal gruplar eşitlikten çok daha fazlasını hedefliyorlardı: Farklı eşit erkek grupları arasında da parite. Bejan’a göre, onlar ve onların günümüzdeki eşitlikçi hareketlerdeki ardılları eşitlik dilini kullansalar da istedikleri daha özel bir şey: Bazı insanların zaten sahip olduğu muameleye diğerlerinin de erişmesini sağlamak. Eşitlik, Bejan’ın da altını çizdiği gibi, farklı teamüller ile uyumlu olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Parite ise, madunların ayrıcalıklılarını daha üst bir seviyeye yerleştirmekte ısrar eder.

Bejan da Sagar da, temel statü ile ilgili kaygılara daha çok odaklandıkları için, ekonomik hiyerarşiye dönük sol tandanslı öfkenin sadece Kazıcılar gibi küçük gruplar için değil, aynı zamanda modern çağda milyonlarca insan için de merkezi bir önem arz ettiğini ya da Occupy, “Pikettymania” ve Sanders’ın bu bilinci nasıl yeniden canlandırdığını incelemiyorlar. İşte bu soru David Lay Williams’ın The Greatest of All Plagues isimli harikulade yeni çalışmasının merkezinde yer alıyor.

Williams kitabın amacının uzun zamandır gözden kaçan bir şeye dikkat çekmek olduğunu söylüyor: Batı’nın kanonik siyasi düşünürlerinin birikmiş servetin ısrarlı eleştirmenleri oldukları gerçeğine. Platon ve Yeni Ahit ile başlasa da, Williams’ın ekonomik eşitsizlikle ilgili akıl yürütmelerindeki süreklilikleri ve değişiklikleri kaydetmesine yardımcı olan asıl olarak Rousseau, Marx ve John Stuart Mill’i tartışmasıdır. Platon doğal farklılık gibi kavramlara bağlı olabilir elbet, ancak Williams’ın gözlemine göre, o aynı zamanda çok az elde toplanan fazla paranın ve bunun yarattığı yoksulluğun sonuçlarının da siyasi istikrar için oluşturduğu tehditlerin farkındaydı. Yine Rousseau da ekonomik eşitsizliğin, özellikle de nesilden nesile aktarılan ve kalıcı bir ayrıcalık biçimi oluşturan servetin siyasi sonuçlarını son derece açık şekilde vurgulamıştı. Platon için dahi, [bu eşitsiz halin yarattığı] husumetin aşırı güçlenmesine izin verilirse tehlikeli bir huzursuzluk körükleyeceği aşikârdı. Ancak Rousseau için tehlikeler daha da ileri gitti: 18. yüzyılın yeni ticaret ve ihtişam çağının ekonomik eşitsizliği, diğer eşitlik biçimlerini de farklı biçimlerde tehdit ediyordu.

Tıpkı McMahon gibi Williams da çalışmasında uzun uzadıya Marx’ı tartışıyor. Marx’ın eşitlikten bu kadar az bahsetmesi kimilerine şaşırtıcı gelebilir; zira gerçekten de eşitlik meselesine oldukça az yer vermiştir – özellikle de Rousseau ile kıyaslandığında. Bu noktada ilk komünist olarak anılan ve Fransız Devrimi’nin ideallerini kurtarmak için “eşitlerin komplosu” çağrısında bulunan Gracchus Babeuf’tan herhalde bahsetmeye dahi gerek yok. McMahon’ın tartıştırdığı gibi, “eşitlik” kelimesi Komünist Manifesto’da sadece bir kez ve neredeyse aşağılayıcı bir bağlamda geçer. Rousseau, modern ticari toplumların muazzam bir sorunu olarak ele aldığı ekonomik eşitsizliğe odaklanırken, Marx bunu yapmamıştır. Onun asıl kaygısı daha ziyade “özgürlüğün yokluğu”, özellikle de işçilerin üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadığı bir emek sürecinde işçinin üretim eylemine ve etkinliğine yabancılaşmasıdır.

Branko Milanović: Soğuk Savaş ekonomisi toplumsal sınıfların varlığını inkar etme girişimiydi

Williams, özgürlüğün Marx’ın öncelikli hedefi olduğunu kabul eder, ama aynı zamanda “Marx’ın aşırı ekonomik eşitsizlik sorununa karşı hissettiği endişenin, onun eleştirel ve yapıcı siyaset felsefesinin altında yatan güçlü bir ilke olduğunu” da öne sürer. Bu, nereden baksanız oldukça yerinde bir değerlendirmedir: Çağdaş küresel eşitsizlik analisti Branko Milanović’in modern ekonomistleri ele aldığı son çalışması olan Visions of Inequality’de tartıştığı gibi, Marx zamanının Kuzey Atlantik’i servette giderek daha büyük bir eşitsizliğe sahne olmuştu –örneğin Birleşik Krallık’ta en tepedeki yüzde 1 servetin yüzde 60’ına sahipti– böyle düşünüldüğünde, Marx düşüncesinde ekonomik eşitsizliğin bir arka plan oluşturması son derece doğaldır. Fakat bu durum, Marx’ın eşitsizlik halini kendi başına değil, özgür olmama haliyle birlikte ele almasını daha da önemli kılmaktadır: Nitekim, eşitsiz bir toplumun özgür olmayan bir toplum olması muhtemeldir. Yine de her halükârda Marx için insanların birbirlerine yapabileceği en kötü şey eşitsizlik değil, sömürüdür.

O halde, Marx’ın politik ekonomi teorisinin kapitalizmin tam teçhizatlı bir yorumunu içermesine şaşmamak gerek. Tek başına yüzde 1’e odaklanmamış, bunun yerine Kapital ile emek sürecinden siyasal devrim ortaya çıkaracağını düşündüğü sistemsel dinamiklere kadar her şeyi incelemeye adamıştır. Aynı şekilde, komünist özgürleşmenin, özgür toplumsal ilişkilerden sapmadığı sürece, insanların sahip oldukları ve elde ettikleri şeylerde bazı eşitsizliklere izin verebileceğini varsaymıştı. McMahon’un gözlemlediği gibi hem Lenin hem de Stalin, ustalarına sadık kalarak, “eşitlik yaygaracılığını”, özellikle de sınıfların ortadan kaldırılmasına yanaşmayan bir burjuvanın adaletsizlikten dem vurması anlamına geliyorsa, kesinkes reddetmişlerdir.

Marksist olsun ya da olmasın, Marx’ın işaret ettiği nokta, eşitsizliğe kafa yormakla geçen on yılımızı kapatabilmek için son derece önemli. Bu noktada McMahon’un “Y kuşağı” araştırmasından çıkardığı büyük sonuçlar hem yatıştırıcı hem de iç karartıcı. Eşitliğin insanlık tarihi boyunca devam eden oluşum ve gelişiminin büyük hikayesini anlatırken, eşitlik ve eşitsizliğin zorunlu olarak iç içe geçtiğini vurgulamayı tercih ediyor – herhalde yazdıkları içinde en ürkütücü olanı da dışlanmışları yok ederken ari “ırk” içinde bir eşitlik arayan faşizmle ilgili bölümündedir (Tam da burada Nasyonal Sosyalist gazete Der Angriffin “Üniforma tüm insanları eşit kılar” savını hatırlamak gerek).

McMahon, ne tür bir eşitlikçi toplum arayışında olunursa olunsun, bazı eşitsizlik biçimlerinin var olmaya devam edeceğini öne sürüyor; ona göre insanlar eşitlik karşısında kararsız bir şekilde evrimleşmiştir, zira pek çok şey rekabetçi üstünlüğe göre inşa edilmiştir. Belirli bir toplumda nasıl bir eşitlik tesis edilirse edilsin bu, her zaman hiyerarşileri içerecektir. Eğer insanlar hiçbir zaman her açıdan eşit olmayacaklarsa, diyor McMahon, o halde eşitsizlik çeşitli biçimlerde devam edecek, hatta bazı biçimleri en aza indirilse bile genel durum daha da kötüleşecektir.

Bugüne kadarki en büyük eşitlik tarihçimizin vardığı tüm bu sonuçlar dikkat çekicidir, ancak Marx’ın da dediği gibi asıl önemli olan eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Hem yasal hem de dağıtımda eşitlik çığır açan gelişmelerdi ve tersine çevrildiklerinde ortaya çıkan öfke son zamanların en umut verici gelişmelerinden biridir. Ancak bu, nasıl bir anlam taşırsa taşısın, toplumun tüm boyutlarda tam eşitliğe ulaşabileceği ya da ulaşması gerektiği anlamına gelmez. Ancak, Marx’ın vardığı sonuçla da tutarlı olarak, eşitsizliğin ne zaman ve hangi biçimlerde ortadan kaldırılabilir bir adaletsizlik olduğu ya da özgürleşme adına harekete geçilmesi gereken bir şey olduğu konusunda netleşmeyi içermelidir. Birkaç ay önce tarihçi Quinn Slobodian, Piketty’den bu yana eşitsizlikle ilgili yazılıp çizilenlerin tümünü reddeden bir pozisyonda. Slobodian’a göre bu, Piketty’nin “Brahman solu”(3) olarak adlandırdığı, yani “yüksek eğitimli, sisteme yönelik eleştirileri tüketmeye istekli ancak sistemin dönüşümünü riske atamayacak kadar maddi çıkar bağları ile bağlı olan insanların” oyalanmak için icat ettikleri bir takıntı olabilirdi ancak.

Eşitsizlik üzerine yazılan kitaplar konusunda biraz daha hoşgörülüyüm, ben de bir tane yazdım. Ancak bunun başka bir nedeni daha var: Eşitsizliği dert edinmek daha üst bir duyarlılığa çıkan bir basamak gibidir; bu da sadece okurların kendi terimlerinin ötesine geçmelerine yardımcı oldukları dahi düşünüldüğünde memnuniyetle karşılamak için yeterli aslında. Sonuçta, daha derin sorunların –yerel ve küresel ölçekteki özgürlük yoksunluğu da dahil– hangilerinin daha önemli olduğuna karar vermemiz için bizi zorluyorlar.


(1) Şempanze ve bonobo, goril, insan ve orangutan cinsi hayvan türlerini içerisinde barındıran, “hominidae” ailesinin üyelerini içeren adlandırma. (ç.n)
(2) İnsan (Homo sapiens), günümüzde yaşayan, hominid bir hayvan türü. (ç.n)
(3) Thomas Piketty’nin sol partilerin günden güne işçi sınıfı tabanından uzaklaşarak yüksek eğitimli seçmenler ve elitlerin hakimiyetine girmesine ilişkin bir analojisi. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bill Gates Afrikalıları nasıl aç bırakıyor?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Başta Bill Gates olmak üzere dünyadaki dev tekellerin sahiplerinin birçok bölgede devasa tarım arazilerini “kapattığı” haberlere yansıyor. Çeşitli kelime oyunları ve albenili projelerle tarım arazilerine el konuluyor, özellikle Afrika’da küçük çiftçiler borç batağına sürükleniyor, çok uluslu tarım ve gıda şirketlerinin ağına düşüyor ve mülksüzleştiriliyor. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Afrika’da Gates Vakfı tarafından finanse edilen “yeşil tarım” projelerinin bu kapsamda rolünü ifşa ediyor. Gates Vakfı, geçimlik tarımı pazar için üretim yapan tarıma dönüştürürken, ürün çeşitliliğini azaltıyor ve tohum ile gübre sektöründe Afrikalıları çok uluslu tekellere bağımlı ve borçlu hale getiriyor. İşin daha kötü tarafı ise, Afrika’da kimi ülkelerin bu nedenle açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalması.

Bill Gates ve Mark Zuckerberg neden tarım arazisi satın alıyor?


Bill Gates Afrika tarımında Tanrı’yı oynuyor ve yanılıyor

Simon Allison
Mail & Guardian
3 Eylül 2024

Afrika, gezegendeki en hızlı büyüyen nüfusa sahip. Bu kıtada 2050 yılına kadar 2,4 milyardan fazla insan yaşayabilir. Hepsini beslemek, Afrikalı liderlerin karşı karşıya olduğu en büyük politika sorunudur.

Mevcut nüfusu bile besleyemediğimiz düşünüldüğünde, sorunun boyutu ürkütücüdür. Bugün Afrika’da yaşayan 1,5 milyar insanın yaklaşık %10’u ciddi gıda güvensizliği ile karşı karşıya; bu da bazen günlerce doğru düzgün yemek yiyemedikleri anlamına geliyor. Yüz milyonlarca insan ise bir sonraki öğünlerinin nereden geleceğini her zaman bilemiyor.

Şimdi bu sayıya 900 milyon kişiyi daha ekleyin. Bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Bu değişimin nasıl olacağını bulmakla görevli kişiler önümüzdeki hafta Kigali’de Afrika Gıda Sistemleri Forumu’nda bir araya geliyor. Afrika Birliği’nin de katılımıyla forum, Afrika’da tarımı hızlandırmak ve dönüştürmek için 10 yıllık bir planı tartışacak ve ardından tanıtacak.

Öncül aldatıcı bir şekilde basit: İnsanları beslemek için çiftlikleri, özellikle de kıtadaki 33 milyon küçük çiftliği düzeltmeniz gerekiyor. Bu çiftlikler Afrika’daki gıdanın %70’ini yetiştiriyor, fakat bunu dünyadaki en düşük verimle yapıyorlar.

Fakat çiftçi topluluklarını korurken bu çiftliklerin tam olarak nasıl düzeltileceği giderek daha sert bir tartışma konusu haline geliyor.

Bu tartışmadaki en etkili kişi Afrikalı bir çiftçi ya da siyasi lider değil, hayatında hiç tarlada çalışmamış ABD’li bir yazılım mühendisi – her ne kadar birkaç tarlası olsa da: ABD’nin 19 eyaletinde tahmini 109.265 hektarlık bir alana sahip.

Amerikan rüyası

Dünyanın en zengin yedinci kişisi olan Bill Gates, modern endüstriyel tarım uygulamalarının dünyadaki açlığı çözebileceğine inanıyor. ABD’de 129 milyar dolar olduğu tahmin edilen servetini kullanarak o kadar çok tarla satın aldı ki, şu anda ülkenin en büyük tarım arazisi sahibi konumunda.

ABD’deki çiftçilik Afrika’dakinden çok farklı görünüyor. Ortalama bir ABD çiftliğinin büyüklüğü Afrika’daki eşdeğerinden 100 kat daha büyüktür. Amerikalı çiftçiler ayrıca genetiği değiştirilmiş “hibrit” tohumlardan mısır veya soya fasulyesi gibi tek bir nakit ürün yetiştirme eğilimindedir.

Bu tohumlar kendi kendilerine üreyemedikleri için, her yıl Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel tarım şirketlerinden, tüm kimyasal gübre, herbisit ve pestisitlerle birlikte yeni tohumlar satın alınması gerekiyor.

Tüm bu girdiler, bunun pahalı bir model olduğu anlamına geliyor ve işe yaraması için çiftçilerin finansmana erişmesi gerekiyor. Fakat işe yaradığında sonuç da veriyor: ABD’de mısır verimi hektar başına yaklaşık 11 ton. Kenya’da ise ortalama hektar başına sadece 1,4 ton.

Gates’e göre Afrika’daki açlığın çözümü bu iki rakam arasındaki uçurumu kapatmakta yatıyor. Daha fazla insanı beslemek için Afrikalı çiftçilerin daha fazla gıda yetiştirmesi ve bunun için de ABD’deki meslektaşları gibi tarım yapmayı öğrenmeleri gerekiyor.

Çiftlikler büyümek zorunda. Afrikalı çiftçilerin en yeni hibrit tohumlara ve bunları satın alacak sermayeye erişmesi gerekiyor. Yorgun toprağın kimyasal gübrelerden yardım alması, mahsullerin böcek ve hastalıklardan korunması ve hasadın geçimlik olarak depolanmak yerine pazarda satılması gerekiyor.

Kulağa basit geliyor, fakat pratikte bu, Afrika tarımında yüzyıllardır süregelen geleneksel yöntemleri altüst eden bir devrimden başka bir şey olmayacaktır.

Gates’in önerdiği şey de tam olarak bir devrim. Gates Vakfı ve Rockefeller Vakfı 2006 yılında Afrika’da Yeşil Devrim için İttifak’ı (Agra) kurdu ve hem ulusal hem de kıtasal tarım politikalarını yeniden şekillendirmek için bir milyar dolardan fazla para harcadı.

Fakat devrim planlandığı gibi gitmedi.

Çöküşteki gıda sistemi

Geçtiğimiz ay Afrika Biyoçeşitlilik Merkezi şu soruya yanıt arayan bir rapor yayınladı: Zambiya’nın gıda sistemi çöküyor mu?

Ülke şimdiye kadarki en kötü kuraklıklarından birini yaşıyor. Ekili mısırın neredeyse yarısı kaybedilirken, bu temel gıdanın fiyatı %30 oranında arttı.

Yirmi milyonluk nüfusta altı milyondan fazla Zambiyalı akut gıda kıtlığı ve yetersiz beslenme riski altında.

Bu, Bill Gates’in vizyonunun bir parçası değildi. Birbirini izleyen Zambiya yönetimleri, Gates Vakfı tarafından önerilen türden politikaları en hevesle benimseyenler arasında yer aldı.

Ülke, Agra’nın Afrika tarımını sanayileştirme çabasının timsali. 2009 yılında çiftçileri ticari tohumlara ve yoğun gübre kullanımına geçmeye teşvik etmek için yeni bir sübvansiyon programı uyguladı. Bir milyondan fazla çiftçi bunu yaptı.

Fakat yeni rapor, yeni yaklaşımın verimi artırmak yerine, çiftçilerin mevcut kuraklık gibi iklim şoklarına karşı kırılganlığını artırdığı sonucuna varıyor.

Hibrit tohumların ve ithal gübrelerin kullanımı toprağı bozarak başka bir şey yetiştirmeyi zorlaştırdı; geçimlik ürünlerin yerine para getiren ürünlerin ikame edilmeye çalışılması ve bunun da başarısızlıkla sonuçlanması çiftçilerin ve ailelerinin aç kalmasına neden oldu.

Zambiyalı bir çiftçi ve raporu hazırlayan Kırsal Bölge Kadınları Meclisi’nin başkanı olan Mary Sakala, “Eskiden çeşitli ürünler yetiştirirdik,” diyor. “Fakat şimdi hükümetler ve tarım şirketleri çiftçileri girdilere bağlı monokültüre itti. Onların programları hepimizi savunmasız hale getirdi.”

Mesele sadece Zambiya değil: Agra’nın diğer fon sağlayıcıları ile birlikte Gates Vakfı tarafından yaptırılan bir çalışma da dahil olmak üzere, daha geniş kapsamlı kıta çalışmaları da Agra’nın politika önerilerinin etkinliği konusunda şüphe uyandırdı. İki yıl önce yayınlanan bu çalışma, “Agra’nın 9 milyon küçük çiftçinin gelirlerini ve gıda güvenliğini artırma hedefine ulaşamadığını” ortaya koydu.

ABD’deki Tufts Üniversitesi tarafından yapılan bir başka çalışmada, Agra’nın hedef aldığı 13 kilit ülkenin ulusal düzeydeki verilerinde, “yeşil devrim politikalarının mahsul verimi veya gıda güvenliği üzerinde anlamlı bir olumlu etkisi olduğunu” gösteren hiçbir kanıt bulunamadı.

Agra, bulgularına itiraz etmesine rağmen, en azından bulgularının bazılarını dikkate almış görünüyor: 2022’de adından “Yeşil Devrim”i çıkardı ve artık sadece kısaltmasıyla biliniyor.

“Tanrı’yı oynamak”

Durban merkezli din adamı Piskopos Takalani Mufamadi, “Bill Gates ve büyük tarım şirketleri Tanrı’yı oynuyor,” diyor: “Açların ve yoksulların mesihleri olduklarını iddia ediyorlar ama toprakları bozan, biyolojik çeşitliliği yok eden ve şirket kârını insanlardan üstün tutan sanayileşme yaklaşımı nedeniyle bunu başaramıyorlar. Bu ahlaksız, günahkâr ve adaletsiz bir yaklaşım.”

Mufamadi geçtiğimiz çarşamba günü Güney Afrika İnanç Toplulukları Çevre Enstitüsü adına yaptığı konuşmada, Gates Vakfı’nın tarım politikalarının Afrika’da yol açtığı hasarı onarmak için “tazminat” taahhüdünde bulunması çağrısında bulundu.

Belirli bir rakam vermemekle birlikte, vakfın “toprağı ve su tabakasını onarmak” için zarar gören insanlarla birlikte çalışması gerektiğini söyledi.

Bu çağrı, kıta genelinde 200 milyondan fazla küçük çiftçiyi, çobanı ve yerli halkı temsil ettiğini iddia eden bir sivil toplum şemsiye grubu olan Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı’nda da yankı buldu.

Genel Koordinatör Milyon Belay, “Bizi götürdükleri yol, tarım kimyasalları kullanmadan tarım yapamayacağımız bir tarım türü,” diyor.

Belay’a göre bu durum çiftçileri aşırı hava olaylarına ve genellikle ithal edilen gübre gibi girdilerin dalgalı fiyatlarına karşı savunmasız bırakıyor.

Belay’ın eleştirisi bir adım daha ileri gidiyor: Gates Vakfı’nın muazzam siyasi ve parasal etkisini alternatif fikirleri dışlamak için kullandığını savunuyor.

“Afrika hükümetlerinin hiç yetkisi yok demiyorum, onların da yetkileri var, fakat borç ve diğer parasal sorunlarla boğuşuyorlar, bu da Gates Vakfı ve diğer büyük fon sağlayıcıların gelip politikalarımızı ve stratejilerimizi etkilemesine kapı açıyor.”

Gates Vakfı bu eleştirileri reddediyor.

“Agra gibi birçok kuruluşa verdiğimiz destek, ülkelerin bu hedefe ulaşmak için ülke planlarına dayalı ulusal tarımsal kalkınma stratejilerini önceliklendirmelerine, koordine etmelerine ve etkili bir şekilde uygulamalarına yardımcı olmaktadır.”

Gates Vakfı’nın tarımsal dağıtım sistemleri direktörü Enock Chikava sözlerine şöyle devam ediyor: “Ayrıca, çiftçilerin kendileri de dahil olmak üzere çeşitli Afrikalı seslerle açık diyaloğa girmenin çalışmalarımız için kritik önem taşıdığına inanıyoruz ve gıda ve beslenme güvenliğini ortak hedefler ve bunlara ulaşmanın en iyi yolları etrafında ele almak için yapıcı diyaloglar aramaya devam edeceğiz.”

Ne var ki, şimdilik bu diyaloglarda Belay’ın Afrika’da Gıda Egemenliği İttifakı gibi gruplar yer almayacak ve Agra’nın Gates Vakfı gibi kalkınma ortakları ile Bayer ve Syngenta gibi endüstriyel ortakların desteğiyle önemli bir rol oynadığı gelecek hafta Kigali’de yapılacak foruma katılmayacak.

Bu da bir kez daha Bill Gates’in Afrika tarımının geleceğine ilişkin vizyonunun, işe yarasa da yaramasa da önümüzdeki on yıl boyunca kıta politikasını şekillendireceği anlamına geliyor.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Telegram, 2023’te 173 milyon dolar zarar etti

Yayınlanma

Financial Times‘ın (FT) aktardığı şirketin mali tablolarına göre Telegram, 2023 yılında 342 milyon dolar gelir elde ederken, işletme giderleri 108 milyon dolar oldu ve toplam 173 milyon dolar zarar etti.

Habere göre zarar, Toncoin de dahil olmak üzere Telegram tarafından tutulan dijital varlıkların değerindeki artışla kısmen dengelendi.

Mesajlaşma platformu kendi mali raporlarını yayımlamıyor. Gazeteye göre, Telegram’ın dijital varlıkları 2023’te yaklaşık 400 milyon dolar değerindeydi.

Şirket, 2024 yılında yaklaşık 244 milyon dolar değerinde Toncoin sattı. Ancak, Telegram CEO’su Pavel Durov’un gözaltına alınması haberinin ardından Toncoin’in değeri yüzde 20 düşerek 5,46 dolara geriledi.

Habere göre, Fransa’da Durov’a karşı devam eden soruşturma, Telegram’ın önümüzdeki iki yıl içinde ilk halka arz planlarını raydan çıkarabilir, zira yatırımcılar ve reklam verenler platforma yatırım yapma konusunda isteksiz olabilirler.

Bu yılın başlarında Durov, Telegram’da hisse edinmek isteyen yatırımcıların şirkete 30 milyar dolar değer biçtiğini belirtmişti.

Temmuz ayı itibariyle Telegram’ın aylık kullanıcı sayısı 950 milyona ulaşmıştı. TechCrunch‘a göre, Durov’un gözaltına alınmasını takip eden günlerde, iOS platformundaki indirme sayısı küresel olarak yüzde 4 arttı.

Fransa’da uygulama, sosyal ağ uygulamaları arasında indirme listelerinin başında yer aldı ve genel olarak üçüncü sıraya yerleşti.28 Ağustos’ta, gözaltına alınmasından dört gün sonra Fransız yargısı Pavel Durov’u 5 milyon avro kefaletle adli gözetim altında serbest bıraktı.

Telegram’daki dolandırıcılık faaliyetleri ve şirketin Fransız yetkililerle işbirliği yapmayı reddetmesiyle ilgili altı suçlamayla karşı karşıya.

Telegram’ın kurucusu Durov adli kontrol şartıyla serbest

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English