Görüş
Gücü yetmeyenler ve gücü yetenler

Rusal’ın patronu Deripaska, 30 Aralık’ta RBK’da sütun yazdı ve büyük burjuvazinin Rusya’yı düzlüğe çıkarma planlarını döktürdü. Deripaska’ya göre Rusya’nın gelişmesinin önündeki engelleri alt etmek için şunları yapmak şart: değişim çağında pazar ekonomisinde kalmak, “meşum devlet kapitalizminin kuruntularını reddetmek”, “işadamlarının” iktidarda görev almasına yönelik “sesli veya sessiz yasakları kaldırmak”.

Oleg Deripaska
“Deripaska’nın manifestosu”
Her biri ayrı ayrı incelemeyi hak ediyor, ama aslında bu neoliberal manifestoda büsbütün bir yenilik de yok; Deripaska programını daha 8 Nisan’da açıklamıştı: “devlet kapitalizminden” vazgeçilmesi, “pazar ekonomisine” geçilmesi, Ukrayna harekâtının sona erdirilmesi. Sonra bu mesajını sildi, ne de olsa Ukrayna meselesi, Kremlin’in öfkesini çekebilir ve bu defa belki bir tükenmezkalem ve bir toplusözleşme yüzünden kameralar karşısında aşağılanmakla da kalmazdı. 17 Nisan’da programın Ukrayna’nın itinayla yok sayıldığı yeni versiyonu yayınlandı: “yeni pazarlar bulmak”, ihracatla uğraşmak, yeni bir “başlangıç noktası” tesis etmek gerek; bu sayede “10 yılda başarılı bir ekonomi kurabiliriz”. O zaman liberal burjuvazinin diğer ve ciddi bir başka yayını olan Nezavisimaya Gazeta, habere “Deripaska’nın manifestosu” başlığıyla (ve düpedüz hayranlıkla; şu cümleye bakın: “Deripaska’nın manifestosu çok ciddi bir tezler, öneriler ve tavsiyeler bütünü.”) vermişti.
Nisan manifestosunun ayrıntılarına bakalım:
Hedef, devlet kapitalizminin yok edilmesi. Çünkü: “Tarih, bütün toplum için dengeli bir kalkınmayı ve gelirlerin yükselmesini temin eden yüksek ve istikrarlı bir ekonomik büyüme temposunun ancak serbest pazar ekonomisi şartlarında ve özel mülkiyetin önceliği ilkesiyle mümkün olduğunu göstermiştir.”
Muhteşem, öyle değil mi? Sanayileşmesini, dünyanın en yüksek sanayileşme temposunu yaratan sosyalizme borçlu bir ülkede bu sözleri kitab-ı mukaddesin ayetiymiş gibi söylemek, muhteşem!
Öyleyse çalsın sazlar: değil mi ki rekabet kutsaldır, yabancı sermayenin önündeki bütün engeller temizlenmeli, yabancı sermayeyi çekmek için serbest bölgeler kurulmalı, bütün devlet şirketleri özelleştirilmeli, emeklilik fonlarının elindeki varlıklar derhal devredilmeli. Rusya’dan sermaye çıkışının önündeki bütün engeller kaldırılmalı. Devlet harcamaları her seviyede kısılmalı. Ama her seviyede: federal, bölgesel, beledi; Merkez Bankası ve devlet tekelleri dâhil, kolluk kuvvetleri ve devlet memurları dâhil. Devlet cihazı yarı yarıya daraltılmalı; “silahlı kuvvetlerle ilişkili olmayan” (Ukrayna meselesi devam ederken askeri harcamaları kısın demek cesaret ister; o cesaret de Navalnıy’dan başkasında yok) kolluk ise üç-dört kat. Bu Gaydar’dan Nemtsov’a, Rıjkov’dan Navalnıy’a kadar Rusya’nın liberal peygamberlerinin ortak rüyası. Deripaska aynı yerde “işadamlarının onları işlerinden eden kolluk kuvvetlerinin saldırgan baskısı altından çıkarılmasını” da istedi; yetmedi, ceza kanununun 159 ve 160’ıncı maddelerinden ceza alan bütün “işadamları” hakkında af çıkarılmasını da istedi. Bu madde ve fıkraların başlıkları şöyledir: dolandırıcılık, kredi alanında dolandırıcılık, ödemelerin alınması sırasında dolandırıcılık, elektronik ödeme araçlarının kullanımında dolandırıcılık, sigorta alanında dolandırıcılık, enformasyon alanında dolandırıcılık, gasp ve zimmete para geçirme. Deripaska’nın sınıf dayanışması takdir edilmesi, hatta örnek alınması gereken bir haslet. Yetmedi; hükümetin ve Merkez Bankası’nın elindeki bütün kaynakları mevcut krizden çıkmak için kullanmasını istedi ve bu çıkışın da ancak “teşebbüsçülerin gücü nispetinde” olacağını söyledi. Manifestoda araya sosyal devlet çağrıları da serpiştirmişti; belediyelerin konut inşaatına girişmesini, bölgesel gelişim için federal bölge bankalarında sermaye artırımına gidilmesini istedi. Ama belki de en önemli yanı, küçük ve orta ölçekli özel işletmelere devletin kredi olanakları sağlamasını istemesiydi, ne var ki öngördüğü işletmeler yedek parça imalatçılarıydı, yani orta burjuvazinin ancak ara mal üretiminde yükselmesine izin verilmesinden yanaydı. Deripaska’nın hayalleri sınırsızdı, öfkesi de öyle: “14 yıldan fazladır devlet kapitalizminin anlamsızca finanse edilmesine devam edilmesinden” vazgeçilmesini istedi. Deripaska manifestosunu şu sözlerle bitirdi: “Ya vergilerini her zaman düzenli ödeyen sıradan, normal vatandaşların istihdamını korunacak, ya da devlet burjuvazisi şımartılmaya devam edilecek.”
Demek ki Deripaska şunları hedefliyor:
1) Devlet tekellerinin yok edilmesi, mutlak özelleştirme.
2) Orta burjuvazinin sadece ara mal üretimiyle meşgul olması.
3) Devletin “küçültülmesi”.
4) Yabancı sermayenin Rusya’daki varlık nedenlerinin sorgulanmasından offshore hesaplarının soruşturulması tehdidine kadar sermayenin önündeki bütün engellerin kaldırılması.
5) Rüşvet, zimmetine para geçirme, yolsuzluk, dolandırıcılık, vb. suçlardan hüküm giymiş burjuvaziye genel af.
Kremlin’le cephe savaşına hazırlanıyormuş gibi görünüyor, değil mi? Ama öyle değil. Büyük burjuvazi kurnazdır. Deripaska da manifestosunu yazmadan önce Lyubov Sokol ile takışmış ve bu eski zımni ortağı, liberal burjuvazinin bu yılmaz borazanıyla ilgili ağzına geleni söylemişti: aylak parazit, sefahate batmış, haraççı, çakal… Hatta “sol radikalizmle” bile suçlamıştı bu akla gelebilecek en sağcı kadını. Mesele şuydu: Sokol, Deripaska’yı ve onun nezdinde büyük burjuvazinin diğer temsilcilerini Kremlin’e karşı ayağa kalkmaya çağırıyordu ve bu çağrı öyle çok korkutmuştu ki Deripaska’yı, asla böyle bir şeye kalkışmayacağının güvencesini vermek istemişti; görünürde Sokol’u hedefleyen şu ifadelerle: “Korkmayın, şef olmaya hevesli değilim.”
Deripaska’nın aralık manifestosunu nisan manifestosundan ayıran tek şey, teşebbüsçülere karşı ayrımcılık güdüldüğünü coşkun ifadelerle ileri sürmesi ve eşitlik istemesiydi: “Hür ve özel teşebbüsçüleri bütün diğer sosyal gruplarla (sanatçılar, yurtsever gazeteciler, sporcular, siloviki, kolluk kuvvetlerinin temsilcileri, gaziler) eşit haklara sahip kılıncaya kadar, işten el çektirilen entelijensiya ile birlikte [bu hür teşebbüsçüler de] ‘gücü yetmeyenler’ olarak kalacaklar. Oysa günümüzde olumlu değişikliklerin hızla gerçekleşmesi sadece teşebbüsçülere bağlı.”
Hürriyet değil kodes
“Gücü yetmeyenler” diye çevirdim, ama önemli bir kavramdır bu “slaboviki”. Doğrudan doğruya Medvedev ekibine gönderme yapar; silovikinin karşısına slaboviki konulur. İlki güç kökünden türetilmiştir, ikincisi ise zayıf kökünden. Silovikinin sözlük anlamı şu: “devletin kanuni şiddet tekelini devrettiği zor organlarının çalışanları”. Demek ki Marksist bir tınısı var, zira devletin zor aygıtına gönderme yapıyor. Siyaset açısından ise anlam daralır: siloviki, bu organların bütün çalışanları değil, yöneticileri, onların iktidardaki temsilcileri, anlamına gelir. Slabovikiye gelince… Ama kavramın tanımına girişmeden, bir köşe yazısından tanım kadar değerli tek bir cümle aktarmalıyım; bu, büyük burjuvazinin ve 24 Şubat öncesi liberal reformlar yanlısı (şimdi tamamen deklase olmuş bulunan) eski orta burjuvazinin en “saygın” ve militan borazanı Novaya Gazeta’da Gürcistan savaşı öncesi durumun ele alındığı 18 Ocak 2019 tarihli bir yazıdan:
“Kremlin koridorlarında ‘Medvedev slabovikileri’ dolaşıyordu; modernizasyon hakkında konuşmalar başlamıştı.”
Demek ki slaboviki, şunları kapsıyordu: iktidar bloğunun Medvedev’in temsilcisi olduğu kesimi; silovikinin karşısındaki kesim; siloviki karşısında güçsüz olan iktidar kanadı; “modernizasyon” yanlıları — başka deyişle, Rusya’nın emperyalist dünyayla hızla kaynaşmasından yana olanlar.
Belli ki slaboviki, liberal ile akraba bir kavram.
Saltıkov-Şçedrin’in benim çevirdiğim (“Bilge Kayabalığı” içinde; Helikopter, İstanbul: 2013) “Liberal” adlı bir masalı vardır. Rusya liberali, yani aslında bütün liberaller, ideallerinden büsbütün vazgeçmiş, “ideallerini hayata uyduran” adam olarak resmedilir. Ve ne muhteşem resmedilir! Liberalin ideali artık hürriyet değil kodestir, eski ideallerini pisliğe gömmüştür, ama yarın güneş doğup üzerindeki çamuru kurutacağına inancını da kaybetmez.
Aniden, sanki yanaklarına bir serpinti düşmüş gibi hissetti. Nereden? Neden? Liberal yukarıya baktı: yağmur mu yağıyordu yoksa? Ama gökyüzünde tek bulut bile olmadığını gördü, güneş de çılgına dönmüş gibi zirvelerde geziniyordu. Rüzgâr esiyordu gerçi, ne var ki bir pencereden su döküldüğüne dair kanıt olmadığına göre böyle bir şey de yoktu.
“Bir mucize bu!” dedi liberal, ahbabına. “Yağmur yok, su birikintisi yok, ama yanağıma bir şeyler serpişiyor!”
“Ama baksana, köşeye gizlenmiş bir adam var,” diye cevap verdi ahbabı, “bu onun işi! Senin liberal işlerin yüzünden suratına tükürmek istemiş canı, ama gözü bunu yapmayı kesmiyor. İşte, ‘hayata uyma bağlamında’ köşeden çıkıp tükürdü, rüzgâr da tükürüğün serpintisini sana kadar getirdi.”
Slaboviki, işte bu liberaldir.
Teori ve pratik
Üzerinde çokça durdum; uygulanan siyaset, büyük burjuvazinin siyasi gücünün ve ona katkıda bulunduğu ölçüde iktisadi gücünün sınırlanması, 24 Şubat’tan beri deklase olan orta burjuvazinin yerine yeni ve Kremlin’in istikrarlı kitle tabanı olacak bir orta burjuvazinin geçirilmesi siyasetidir. Bu siyaset dolaylı NEP tedbirleri alınmadan uygulanamaz; bu da solun desteğine yol açar.
Bununla birlikte büyük burjuvaziyle orta burjuvazi arasındaki en temel farkı unutmamalıyız. Büyük burjuvazi büyük sabit sermaye yatırımları yapabilir, zaten genellikle bir parçası olduğu mali oligarşiden uygun krediler çekebilir, böylece kârını artırmak için işgücünü uzatmak, sosyal hakları budamak gibi ilkel yöntemlere başvurmasına gerek olmayabilir. (“Gereksizlik” nesnel bir durum; ama kapitalizm gerekle değil dürtülerle işler.) Orta burjuvazi ise ne büyük sabit sermaye yatırımları yapabilir ne de mali oligarşi ile bütünleşmiş büyük burjuvazi gibi uygun kredi imkânları bulabilir; kârını artırmak için işgününü uzatmak, sosyal hakları büsbütün budamak gibi ilkel yöntemlerden başka yolu yoktur.
Böylece büyük burjuvazi kendi istihdam ettiği işçi sınıfıyla çatışmayı küllendirebilir veya kolaylıkla etkisizleştirebilir, ama işçi sınıfı ile orta burjuvazi arasındaki çatışma şiddetlenir. Her yerde böyledir bu. Tam da bu yüzden, (Potanin’in birkaç ay önce vazettiği türden) “halk kapitalizmi” denen şey, büyük burjuvazinin orta burjuvaziye karşı emekçileri yanına çekmek için kullandığı ideolojik mücadele araçlarındandır, çünkü “gereksizlik” durumu, büyük burjuvazinin orta burjuvaziyle çatışmasında işçi sınıfını az çok tarafsızlaştırmasına da imkân sağlar.
Burjuvazi genellikle iktidarsızdır; genellikle devleti bizzat yönetme iddiasında bulunmaz, genellikle devletin göreli özerkliğini korumasını ister, burjuvazi adına genellikle onların siyasi temsilcileri yönetir. Orta ve küçük burjuvazi “tarafsız” bir devlet ister. Tekelci burjuvazi ise ancak, birbirleriyle ölüm kalım mücadelesi yürüttüğü ve düşmanlarına karşı ortak menfaatleri bu yüzden daha zayıf olduğu ölçüde tarafsız devletten yanadır. Ama daha derin bir tehlike karşısında birleşmeye görsün, aralarındaki çatışmayı öteleyip ortak düşmanlarıyla bir blok halinde mücadeleye girişmeye görsün, “crème de la crème” olduğunu hatırlar; şimdi bizzat yönetebilecek kadar sayıca az, siyaseten nüfuzlu, iktisaden güçlü, kütlesel olarak yekparedir. Genellikle büyük burjuvazinin emekçi kitlelerden başka ortak düşmanı olamaz sanılıyor, oysa bu, sınıf mücadelesini daraltan bir yaklaşım; mücadelenin, hatta ölüm kalım mücadelesinin bile, ille de blok olarak burjuvazi ile blok olarak emekçiler arasında olması gerekmez. Dahası tersine, kapitalizmde çoğu zaman sınıf mücadelesinin baskın alanı, burjuvazinin kendi içindeki mücadelesidir.
Demek ki Deripaska’nın devletin fiilen “işadamlarına” devredilmesini isteyecek derecede küstahlığı, sadece iktidar çevreleriyle ilişkilerinden değil, esas itibariyle şu iki sebepten kaynaklanır: 1) yeni bir tür NEP, büyük burjuvazinin menfaatleriyle çatışıyor ve bu yüzden onları ortak düşmana (yükselen orta burjuvazi) ve onun siyasi temsilcilerine karşı birleştiriyor; 2) kapitalizmin “ilkel” (ilkel burada ilk, başlangıçtaki, artık soyu tükenmiş anlamına gelmiyor; hiç kaybolmayan en hayvani dürtüler anlamına geliyor) metotlarına başvurmak “gereği” olmadığı için işçi sınıfını bu çatışmada tarafsızlaştırabilir.
Görüş
Trump’ın gümrük vergileri ticaret savaşını tetikliyor

Trump’ın “Yeni Gümrük Vergisi Politikası” Ticaret Savaşını Tetikliyor: Hem Kendine Hem Başkalarına Zarar Veriyor
ABD Başkanı Donald Trump, 2 Nisan’da 180’den fazla ülke ve bölgeden ithal edilen ürünlere %10’luk “baz gümrük vergisi” uygulayacağını duyurdu. Bu vergi 5 Nisan gece yarısından itibaren yürürlüğe girdi; yalnızca Rusya şimdilik muaf tutuldu. Ayrıca, Trump, ABD’nin en büyük dış ticaret açığı verdiği ülkelere özel olarak daha yüksek “karşılıklı gümrük vergileri” uygulayacağını bildirdi. Bu vergiler ise 9 Nisan gece yarısından itibaren yürürlüğe girecek. Diğer tüm ülkeler için %10’luk temel vergi oranı geçerli olacak. Trump, gerektiğinde vergileri artırma veya düşürme “yetkisine sahip olduğunu” iddia etti. ABD Maliye Bakanı Besant ise ticaret ortaklarını misilleme yapmamaları konusunda uyardı. Aynı gün, ABD borsaları büyük bir çöküş yaşadı; üç büyük endeks de son beş yılın en büyük günlük düşüşünü gördü. Doların değeri de diğer para birimlerine karşı düştü.
Ticaret savaşı, barutsuz bir dünya savaşıysa, Trump bu savaşı pervasızca başlatarak ABD’yi tüm dünya ile karşı karşıya getirdi. Bu savaş sadece ülkelerin vergi gelirlerini değil, aynı zamanda küresel üretim, tedarik ve değer zincirlerini, dünya ticaret kurallarını ve ekonomik gelişmeyi, hatta kamuoyunun eğilimlerini, uluslararası ilişkileri ve küresel güç dengesini de etkiliyor.
Trump yönetimi, Cumhuriyetçi Parti’nin file olan sevgisini somut şekilde yansıtıyor; “yeni gümrük politikası”, dünya ticaret sistemi ve uluslararası ilişkilerin porselen dükkanına dalmış bir fil gibi davranıyor—önüne geleni yıkıp geçiyor, dost-düşman ayırt etmeksizin zarar veriyor, ve ABD’yi ilk kez “dünya düşmanı” ve “küresel bela” haline getiriyor.
Ekonomik açıdan, Trump’ın bu politikası, ithal mallara yüksek vergi koyarak diğer ülkeleri ABD ile yeni ticaret anlaşmaları yapmaya zorlamayı, ticaret dengesini sağlamayı, üretimi ABD’ye geri getirmeyi, istihdamı, vergi gelirlerini ve federal tasarrufları artırmayı ve Amerikan ürünlerinin pazar payını genişletmeyi hedefliyor—yani “Amerika’yı yeniden büyük yapma” planına hizmet ediyor.
Jeopolitik açıdan ise, seçim vaatlerini yerine getirmeyi amaçlayan bu politika, “ekonomik silahlar” kullanarak ABD’nin küresel ekonomi ve diplomasideki pazarlık gücünü artırmayı hedefliyor. Gümrük vergileri, stratejik rakiplere baskı kurmak, ABD’nin hegemonyasına meydan okuyan müttefik ve ortakları cezalandırmak ve fikir ayrılığı içindeki rakipleri bastırmak için bir güvenlik aracı olarak kullanılıyor. Amaç, ABD’nin uluslararası ilişkilerdeki üstünlüğünü korumak ve diğer ülkeleri menüye koyarken ABD’nin her zaman “sipariş veren” konumda kalması.
Trump’ın “yeni gümrük düzeni” üç yönlü zarar veriyor: kendine, başkalarına ve dünyaya.
Öncelikle, ithalat vergilerini genel olarak artırmak ABD’de üretimi yeniden canlandırmayabilir veya yatırımı ülkeye çekmeyebilir. Aksine, ABD’ye ithal edilen ürünlerin fiyatlarını ciddi biçimde yükselterek, özellikle otomobil, beyaz eşya ve elektronik ürünlerde, Amerikan tüketicisinin ve satıcılarının daha fazla ödeme yapmasına neden olabilir. Ayrıca, bu durum ekonomik durgunlukla birlikte enflasyon (stagflasyon) riskini artırabilir, tarım ve sanayi ürünlerinde maliyet artışına, ihracatta rekabet gücünün zayıflamasına ve pazar dışına itilmesine neden olabilir. ABD’de birçok iş çevresi bu politikayı sert şekilde eleştirirken, kamuoyu yoklamalarının yarısından fazlası da bu politikaya olumsuz bakıyor. Goldman Sachs, önümüzdeki 12 ay içinde ABD’nin resesyona girme olasılığını %20’den %35’e çıkardı—yani Trump, deyim yerindeyse “kendi ayağına sıkıyor”
İkinci olarak, ABD’nin diğer ülkelere ait mallara yüksek vergi uygulaması, hedef alınan tüm ülkeleri büyük sanayi, ticaret ve ekonomik zorluklarla karşı karşıya bırakacak; hatta sosyal ve siyasi krizlere yol açabilecek. ABD’nin yüksek gümrük tarifeleri, birçok çok uluslu şirketi geleneksel düşük maliyetli ülkelerden ayrılmaya ve daha düşük gümrük tarifesi uygulayan bölgelere taşınmaya zorlayabilir. Bu da, bu ülkelerde sanayisizleşmeye, ticari dışlanmaya, borsa ve döviz piyasalarında balonlara, ekonomik bozulmaya; hatta devlet iflaslarına, toplumsal kargaşalara, rejim değişikliklerine ve savaşlara neden olabilir. Tarihsel deneyimler gösteriyor ki, ABD gibi büyük ekonomiler krizlerini başka ülkelere ihraç ettiğinde, bu durum gelişmekte olan ülkeler için yıkıcı sonuçlar doğurur.
Üçüncü olarak, Trump’ın “yeni gümrük politikası”nın oluşturduğu ezici etki, adeta “fil sürüsünün geçtiği yerde ot bile bitmez” türünden bir yıkımı temsil ediyor. Bu “gümrük sopası”, sadece 180’den fazla ABD ticaret ortağını değil, tüm dünya fiyatlandırma sistemini, ticaret sistemini, iş bölümü sistemini, değer sistemini ve tedarik zincirini altüst ediyor. Bu politika, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra titizlikle kurduğu küresel ticaret döngüsünü ve arz-talep sistemini yıkıyor ve dünya ekonomisi için “destansı bir felakete” yol açıyor. İngiliz Financial Times gazetesi, Trump’ın tetiklediği küresel ticaret savaşının dünya ekonomisine 1.4 trilyon dolarlık zarar verebileceğini öngörüyor. Eğer ülkeler ABD’ye misilleme olarak %25 vergi uygularsa, bu durum 1930’lardaki Büyük Buhran’la eşdeğer bir küresel krize neden olabilir.
Trump’ın politikası, ABD’nin süper güç olarak yaşadığı “üçlü kaybı” ortaya koyuyor: ahlak kaybı, norm kaybı, dost kaybı.
Diğer ülkelere ağır vergiler uygulamak, ahlaki bir çöküşü, bencilliği ve sadece kendi çıkarlarını gözetmeyi temsil ediyor. Bu, Fransa Kralı XV. Louis’nin “Ben öldükten sonra isterse tufan kopsun” anlayışının günümüzdeki yansıması. ABD’nin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi değerlerini ve Hristiyan Evanjeliklerinin “mesih misyonunu” tamamen çiğniyor.
Bu aynı zamanda bir norm kaybıdır. ABD, Batı uygarlığının Amerika kıtasındaki devamı olarak, iki dünya savaşının kurtarıcısı ve savaş sonrası küresel düzenin mimarı olarak görülüyordu. “Amerikan Rüyası” Francis Fukuyama tarafından “tarihin sonu” olarak tanımlanmıştı. Ancak Trump’ın politikası bu imajı paramparça etti. Yakın komşular Meksika ve Kanada’dan başlayarak, Atlantik ötesi ortaklara ve Asya-Pasifik askeri müttefiklerine kadar herkese yüksek vergi uygulandı. Bu, liderlikten uzak bir tutumdur ve ABD’yi bir zorba gibi göstermektedir. Trump yönetimi, Batı’nın yüzyıllık “siyasi ikonunu” kendi eliyle yıkmaktadır.
Ayrıca, bu yaklaşım ABD’nin güvenilirliğini ve dostlarını da kaybetmesine neden oluyor. “Amerika’yı yeniden büyük yapma” adına, ABD komşularını, müttefiklerini, hatta yeni edindiği dostlarını bile hedef alıyor. Meksika, Kanada, Japonya, Güney Kore, Hindistan ve Vietnam bile Trump’ın bu politikalarından olumsuz etkilenmiş durumda. Avrupa liderleri “ABD artık Avrupa’nın düşmanı” diyerek tepki gösteriyor. Japonya eski Başbakanı Ishiba Shigeru “aşırı hayal kırıklığı ve üzüntü” duyduğunu dile getiriyor. Vietnam, Trump’ın “çekici diplomasisinin” iflas ettiğini düşünüyor.
Sonuç olarak, daha önce ABD’ye hayranlık duyan, güvenen ve onu takip eden ülkeler artık büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. ABD, dünyada yalnızlaşıyor.
Mao Zedong bir zamanlar şöyle demişti: “Devrimin ilk sorusu, düşmanın ve dostun kim olduğunu ayırt etmektir.” Günümüzde uluslararası ilişkilerde ve küresel ticarette de aynı soru geçerlidir. Mevcut durumda, ABD dünyaya karşı bir düşman haline gelmiştir. Günümüzün uluslararası ilişkilerine, küresel ekonomik ve ticari sistemlerine ve küresel dolaşım oyununa uygulandığında, tüm taraflar, normal ve adil uluslararası ilişkileri sürdürme ve sorunsuz, istikrarlı uluslararası ticaret ve ekonomik operasyonları sağlama sürecinde, Amerika Birleşik Devletleri’nin kendisini tüm dünyaya karşı konumlandırdığını ve bir “küresel düşman” haline geldiğini kabul etmek zorunda kalacaktır. En azından tarife savaşları boyutuyla ölçüldüğünde, Amerika’nın sosyal sistemleri, siyasi yapıları, ideolojileri veya değerleri ne olursa olsun tüm uluslara yönelik kapsamlı düşmanlığı ve husumeti absürd bir uç noktaya ulaşmıştır. ABD, “önce gümrük tarifeleri, her şeyden önce para, yüce Amerika” doktrini altında hareket etmektedir. Trump bu günü ABD’nin “Kurtuluş Günü” olarak ilan etti ama aslında bu, ABD’nin “yeni muhafazakârlık” yoluna sapmasının, “küreselleşme liderliğini” terk etmesinin ve dünya ekonomisindeki liderliğini bitirişinin yıldönümüdür. Bu tarih, dünya ekonomisinin felaket günü, ve ABD’nin ticaret tek taraflılığına karşı küresel direnişin ilan günüdür.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Avrupa
Komünist Parti’ye karşı ilk ‘Twitter devrimi’: Moldova’da 16 yıl önce ne olmuştu?

Moldova, 2009 yılının Nisan ayında bağımsızlığını kazandığı 1991 yılından sonra ülke tarihinin en çalkantılı ve tartışmalı siyasi krizlerinden birine sahne oldu. 5 Nisan’da yapılan parlamento seçimlerinde Moldova Komünist Partisi’nin (PCRM) zafer ilan etmesinin ardından, seçimlerin hileli olduğu iddialarıyla ülke çapında başlayan protestolar kısa sürede çatışmalara dönüştü.
Başkent Kişinev başta olmak üzere Bălți ve diğer şehirlerde binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen gösteriler, ülke içinde ‘üzüm devrimi’ olarak adlandırılsa da sosyal medya üzerinden örgütlenmesi nedeniyle daha çok ‘Twitter Devrimi’ olarak tanındı.
Öyle ki, Moldova’daki antikomünist eylemler, Twitter’dan (bugünkü adıyla X) örgütlenen ilk kitlesel protesto gösterisi sayılabilir. Zira, 2006’da kurulan Twitter’ın 2008 ABD başkanlık seçimleri, 2008 Gürcistan-Rusya savaşı ve yine 2008’deki Yunanistan öğrenci eylemlerinde kullanıldığı bilinse de, o dönemde Facebook ve internet blogları çok daha popülerdi. Kitlelerin örgütlü hareketi konusunda Twitter kullanımının ilk kez Moldova’da başarıyla gerçekleştirildiği biliniyor.
Eylemler nasıl patlak verdi?
6 Nisan’da, PCRM’nin yaklaşık yüzde 50 oy oranıyla çoğunluğu elde ettiği açıklamaları sonrası protestocular sokaklara döküldü. Ortaya çıkan tepkinin nedeni, PCRM’nin zaferini henüz resmi sonuçlar ilan edilmeden önce ilan etmiş olmasıydı. Nihai sonuçlara göre PCRM yüzde 49.48 oy oranıyla parlamentodaki 101 sandalyeden 60’ını kazandı.
PCRM için kritik olan ise, Moldova Anayasası’na göre cumhurbaşkanını seçmek için gerekli olan 61 sandalyeden yalnızca bir sandalye eksik kalmasıydı.
AGİT Seçim Gözlem Misyonu seçimlerin genel anlamda özgür ve adil olduğunu ifade etse de, Liberal Parti (PL), Liberal Demokrat Parti (PLDM) ve Bizim Moldova İttifakı (AMN) — sonuçları kabul etmedi. Oy sayımında usulsüzlük yapıldığını ileri süren bu partiler, seçimlerin iptali, yeniden sayım ya da yeni seçim yapılması talebiyle çağrıda bulundu.
Moldova İçişleri Bakanlığı’nın seçmen yaşına dair sunduğu veriler ile yerel yönetimlerin bildirdiği kayıtlı seçmen sayısı arasında 160 bin kişilik bir fark olduğu iddiaları ise gerilimi artıran bir diğer gelişme oldu.Ayrıca bazı seçmenlere birden fazla oy pusulası verildiği gibi kanıtlanamayan iddialar da ‘usulsüzlük’ söylemini destekler nitelikteydi.
6 Nisan’da başlayan gösteriler, ertesi gün 30 binden fazla kişinin katılımıyla kitlesel bir düzeye ulaştı. Protestolara öncülük eden isimlerden gazeteci Natalia Morar’ın eylemleri Facebook, Twitter paylaşımları ve SMS yoluyla örgütlemesi, eylemlere ‘Twitter devrimi’ denmesine yol açtı.
Gösteriler, her eski Sovyet ülkesinde olduğu gibi ‘barışçıl’ söylemlerle başlasa da, kısa süre içerisinde güvenlik güçleriyle çatışmalar başladı ancak polis güçleri göz yaşartıcı gaz ve tazyikli suyla müdahale etse de eylemciler karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.
Parlamentoya baskın
Protestocular, Moldova Cumhurbaşkanlığı binasını ve Parlamento’yu bastı ve binayı ateşe verdi. Romanya ve Avrupa Birliği (AB) bayrakları taşıyan ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu eylemciler, “Avrupa istiyoruz”, “Biz Rumeniz” ve “Komünizm defol” gibi sloganlar attı. Moldova bayrağının yerine Romanya ve AB bayrakları asıldı.
Orantısız müdahale ve işkence iddiaları
Polis güçleri ise, 7 Nisan gecesi müdahale ederek 200’den fazla eylemciyi gözaltına aldı. İçişleri Bakanlığı, toplamda 295 kişinin gözaltına alındığını açıklarken, insan hakları grupları bu sayının gerçekte çok daha fazla olduğunu iddia etti.
Uluslararası Af Örgütü, Moldova hükümetini çocuklar da dahil olmak üzere yüzlerce protestocuyu keyfi olarak gözaltına almakla, işkenceyle suçladı. BM İnsan Hakları Ofisi ise, gözaltına alınan kişilerin çoğunun fiziksel şiddete maruz kaldığını, avukatlarıyla görüştürülmediğini iddia etti. Aynı dönemde uluslararası medya organlarında, 800 kişinin kayıp olduğu yönünde haberler yayınlansa da bu bilgiler teyit edilemedi.
Bazı Rumen gazeteciler ise, Moldova’da tehdit edildiklerini, gözaltına alındıklarını belirtti. 10 Nisan’da Jurnal de Chișinău gazetesi genel yayın yönetmeni Rodica Mahu ve TVR muhabiri Doru Dendiu gözaltına alındı. Ancak aynı gün serbest bırakıldılar; Dendiu’nun ülkeyi terk etmesi istendi. Morar ise ev hapsine alındı. Bu süreçte Kişinev’de internet erişimi de kısıtlandı.
İlk ölüm
Protestolar sırasında 23 yaşındaki Valeriu Boboc’un polis şiddeti sonucu öldüğü iddiası kamuoyunda infial yarattı. Resmi açıklamada ölüm nedeni ‘zehirlenme’ olarak sunulsa da, ailesi vücudundaki darp izlerini gerekçe göstererek Valeriu’yu polisin öldürdüğünü ileri sürdü.
Moldova Devlet Başkanı Vladimir Voronin, 15 Nisan’da protestocular için genel af ilan ettiğini duyursa da, Ancak muhalefet, af kararının uygulanmadığını ve gözaltıların sürdüğünü ifade etti.
Moldova’dan Romanya’ya suçlama
Moldova Başsavcılığı, eylemlerin iş insanı Gabriel Stati tarafından finanse edildiğini iddia ederek Ukrayna’dan iadesini talep etti. Stati, Ukrayna makamları tarafından Odessa’da yakalanıp, 2009’un Haziran ayına kadar tutuklu kalacağı Moldova’ya iade edildi.
Moldovalı yetkililer ayrıca, protestoların dış müdahale ile yönlendirildiğini ileri sürerek, Romanya’yı suçladı ve Romanya’nın Kişinev Büyükelçisini sınır dışı etti. Romanya ise, iddiaları reddetti.
Yaşanan eylemler, Moldova’da komünist iktidarın çöküşünün de başlangıcı oldu. Kutuplaşmanın geri dönülemez noktaya geldiği Moldova parlamentosunda yeni cumhurbaşkanı seçilemedi. Bu nedenle parlamento feshedildi, 29 Temmuz 2009’da yeni seçimler yapıldı. Yapılan erken seçimin ardından, Komünist Parti yüzde 44,7 oy oranıyla ve 48 sandalyeyle zaferle çıksa da, 101 üyeli meclisteki kalan 53 sandalye dört muhalefet partisine gitti. Muhalefet partileri ise, Avrupa Entegrasyonu İttifakı’nı kurmayı kabul etti ve 2001’den beri iktidarda olan komünistler muhalefete düştü.
Rumen mi Moldovalı mı?
‘Twitter Devrimi’nin en dikkat çeken boyutlarından biri ise, kuşkusuz Romanya vurgusuydu. Eylemcilerin savunduğu, hükümetin ise suçladığı Romanya’nın Moldova’yla tarihsel ilişkileri, ülke içindeki siyasi saflaşmanın da önemli bir belirleyeniydi.
Moldova vatandaşlarının bir kısmı kendilerini Rumen, bir kısmı ise ayrı bir Moldova ulusunun mensubu olarak görüyor. Bu ikilem, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) mirasıyla ‘Avrupalı gelecek’ arasındaki rekabetin de bir yansıması.
Bölünmenin kökeni
Moldova ile Romanya arasındaki tarihsel bağ, 19. yüzyılın ortalarına kadar uzanıyor. Prenslikler Birliği ile 1859 yılında temelleri atılan Romanya Krallığı, 1. Dünya Savaşı’nın ardından, Besarabya olarak bilinen, bugünkü Moldova’nın büyük kısmını oluşturan bölgeyi 1918’de topraklarına katmıştı. Ancak Besarabya, Molotov-Ribbentrop Paktı çerçevesinde 1940’ta Sovyetler’e bağlandı ve Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu.
Moldova’nın siyasi, kültürel ve kimliksel olarak sergilediği ‘ikiliğin’ başladığı nokta da buydu ve bu nedenle bu bölünme dil veya aidiyet sınırlarını aşarak bir jeopolitik yönelim sorunu haline geldi.
Bir tarafta ‘Rumen köklerini’ savunan, Avrupa ile bütünleşmeyi savunan milliyetçiler, diğer yanda ise Sovyet geçmişiyle şekillenmiş, bağımsız bir Moldova kimliği vurgusunu öne çıkaran ve güncel politikada Rusya’ya yakınlığı savunan muhalif Moldovalılar, Transdinyesterli Ruslar ve Gagavuz Türkleri…
Bölgenin neredeyse her ülkesinde olduğu gibi Moldova’da da şekillenen Batı yanlısı iktidar ve Rusya yanlısı muhalefet ikilemi, Moldova – Romanya ilişkilerinin tarihselliği de eklenince çelişkiyi derinleştiriyor.
Günümüzde güç dengelerinin değiştiği Moldova’da 2009 eylemleri, Batı yanlısı Maya Sandu iktidarının tenkitleriyle anılsa da, 16 yıl önce Komünist Parti’yi iktidara taşıyan yüzde 50’lik kesimin takipçileri, yaşananları ülkenin dış müdahaleyle istikrarsızlaştırılması sürecinin başlangıcı olarak görüyor.
Kaynaklar:
https://web.archive.org/web/20160304095933/http://unimedia.info/stiri/-10249.html
https://www.nytimes.com/2009/07/30/world/europe/30moldova.html
https://www.rferl.org/a/Chisinau_Unrest_Exposes_Moldovas_Fault_Lines/1605757.html
Görüş
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 4

Sergey Glazyev’in çevirisini yaptığım çok uzun makalesinin dördüncü bölümünü aşağıda paylaşıyorum.
Sergey Glazyev
Kapitalist-olmayan bir dünya sisteminin kurulmasına yönelik perspektifler
Yeni bir dünya ekonomik düzeninin ortaya çıkması dünya ekonomik düzeninin ve uluslararası ilişkilerin reforme edilmesine yol açıyor. Sosyoekonomik kalkınma planlamasının ve sermayenin yeniden üretiminin başlıca parametrelerinin devlet tarafından düzenlenmesinin yeniden doğuşu, faal bir sanayi siyaseti, sermayenin sınır ötesi akışlarının kontrol edilmesi, döviz kısıtlamaları — bütün bunlar, Washington’daki finans kuruluşlarının yasakladığı bir “menü” olmaktan çıkıp uluslararası iktisadi ilişkilerin genel kabul gören vasıtalarına dönüşüyor. “Washington konsensüsünün” aksine, bazı akademisyenler artık, insanlığın çoğunluğunun yaşadığı kalkınmakta olan ülkeler için çok daha cazip olan “Pekin konsensüsü” hakkında konuşmaya başladılar. Bu konsensüs, ayrımcılık yapmama, işbirliği içindeki devletlerin egemenlik ve milli menfaatlerine karşılıklı saygı ilkelerine yaslanıyor ve bunları uluslararası sermayenin hizmetine değil halkın refahını artırmaya yönlendiriyor. Bu konsensüs, sermayenin sınır ötesi hareketinin parasal regülasyonunda milli normların çeşitliliğine imkân veriyor; her bir ülke bu normları kendi mülahazasına uygun olarak kurmakta serbest. Bunu yaparken kalkınmakta olan ülkeler için daha elverişli fikri mülkiyet haklarının korunması ve teknoloji transferi rejimi de ortaya çıkabilir. Keza, muhtemel ki, enerji ve doğal kaynaklar alanında fiyat istikrarını ve pazara erişim şartlarında istikrarı temin eden yeni uluslararası ticaret normlarının kabul edilmesi de öyle. Zararlı salınımların sınırlandırılmasına yönelik yeni anlaşmalar da imzalanabilir, vb.
Küresel para ve finans sisteminin yeniden yapılandırılması, yeni dünya ekonomik düzenine geçiş için kilit önem taşıyor. Uluslararası parasal ve mali ilişkilerin yeni mimarisi, sözleşmeye dayalı hukuki bir zeminde oluşturulmalı. Küresel rezerv paralarının ihracatçısı ülkeler, kamu borçlarının ve ödemeler dengesiyle ticaret açıklarının belli sınırlarda tutulması yoluyla bunların sürdürülebilirliğini garanti etmek zorunda kalacaklar. Bunların ayrıca, kendi paralarının ihracını sağlamak için kullandıkları mekanizmaların şeffaflığına ilişkin uluslararası hukuk temelinde belirlenmiş gerekliliklere uymaları ve bu para birimlerinin kendi topraklarında ticareti yapılan tüm varlıklarla engelsiz şekilde takas edilebilmesini sağlamaları gerekecek.
Yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeği ülkelerin uluslararası siyasete karakteristik yaklaşımları (içişlerine karışmanın, askeri müdahalenin, ticari ambargoların reddedilmesi) kalkınmakta olan ülkelerin önüne Amerikan merkezli liberal küreselleşmeye karşı eşit hak ve karşılıklı yarara dayanan ilişkilerin kurulması temelinde gerçek bir alternatif koyuyor. Bunların birçoğu çekirdek ülkeleriyle efektif bir uluslararası işbirliği sitemini oluştururken tedricen entegral dünya ekonomik düzeninin oluşumuna çekiliyor. Dünya ekonomisinin gelişimine dair bütün uzun vadeli tahminler, entegral dünya ekonomik düzeni kurumlarına dayanan ve Asyatik sistemsel sermaye birikimi döngüsünü oluşturan ülkelerin daha ileri düzeyde kalkınma yaşayacağını gösteriyor. Siyasi yapı ve ekonomik düzenleme mekanizmaları açısından büyük farklılıklara rağmen bunlar arasında çok miktarda istikrarlı işbirliği bağları oluşuyor, karşılıklı ticaret ve yatırımlar hızla büyüyor. Küresel kalkınmanın merkezi güneydoğu Asya’ya kayıyor ve bu da bir dizi araştırmacının yeni (Asyatik) bir yüzyılsal sermaye birikimi döngüsünden söz etmesine imkân veriyor.
Baskın mülkiyet biçiminden bağımsız olarak (Çin’de veya Vietnam’da olduğu gibi devlet mülkiyeti veya Japonya veya Kore’de olduğu gibi özel mülkiyet), devlet planlaması kurumlarıyla piyasa öz-örgütlenmesinin, ekonominin yeniden üretiminin temel parametreleri üzerinde devlet kontrolüyle hür teşebbüsçülüğün, kamu yararı ideolojisiyle özel inisiyatifin kombinasyonu, entegral dünya ekonomik düzeni için karakteristiktir. Üstelik siyasi yapı, Hindistan demokrasisinden Çin Komünist Partisi’ne kadar (bunların her ikisi de benzerleri arasında dünyada en büyükleri) temelden farklı olabiliyor. Halkın genel menfaatlerinin özel menfaatler üzerindeki önceliği değişmiyor; bu genel menfaatler, yurttaşların vicdani davranışlarına, yükümlülüklerini sıkı bir şekilde yerine getirmelerine, kanunların gözetilmesine, milli hedeflere hizmet edilmesine yönelik katı kişisel sorumluluk mekanizmalarında ifadesini buluyor. Sosyoekonomik kalkınma idaresi sistemi toplumun refahını yükseltmek için kişisel sorumluluk mekanizmaları üzerinde inşa ediliyor.
Kamu menfaatlerinin özel menfaatlere üstünlüğü, sadece sosyalist ÇHC ve Vietnam’ın değil, entegral dünya ekonomik düzeninin çekirdeğini oluşturan diğer ülkelerin anayasalarında da güvence altına alınıyor. Kore anayasasında şöyle deniyor: “Mülkiyet haklarının gerçekleştirilmesi kamu yararı hedefleriyle tutarlı olmalıdır.” Bu bağlamda çalışma hakkı da garanti ediliyor: “Bütün yurttaşlar çalışma hakkına sahiptir. Devlet, emekçilerin istihdamını temin etmeye yönelik her tür çabayı göstermek ve optimum ücret seviyesini sosyal ve iktisadi güvenlik vasıtaları yardımıyla garanti etmekle ve kanunla belirlenen şartlarda asgari ücret sistemini cebren hayata geçirmekle yükümlüdür… Bütün yurttaşlar çalışmakla yükümlüdür. Devlet, çalışma yükümlülüklerinin yerine getirilmesinin süre ve şartlarını demokratik ilkeler temelinde kanunla tespit etmekle yükümlüdür… Çalışma şartlarının normları, kanunla, insan onurunun korunmasını garanti edecek şekilde tespit edilmelidir…” Yurttaşların refahını sağlama hedefinin öncelikli olduğu da hüküm altına alınıyor: “Bütün yurttaşlar insan onuruna yakışır hayat şartlarına sahip olma hakkına sahiptir… Devlet sosyal güvenlik ve refahı sağlamak için her tür çabayı göstermekle yükümlüdür…” Devlet eğitim hakkını da garanti eder: “Bütün yurttaşlar yeteneklerine göre eğitim almak için eşit haklara sahiptir… Zorunlu eğitim ücretsiz sağlanmalıdır..”
Japonya anayasasında da benzer normlar tespit edilir: “Mülkiyet hakkı kamu yararına aykırı olmayacak şekilde kanunla belirlenir… Ücretler, çalışma saatleri, dinlenme ve diğer çalışma şartları kanunla belirlenir. Çocuk sömürüsü yasaktır… Herkesin, kanunda öngörülen düzende, yeteneklerine göre eğitim alma hakkı vardır… Zorunlu eğitim ücretsiz verilir…”
Sosyalist bir yapının alametleri Hindistan anayasasında daha ayrıntılı ele alınır: “Devlet, sosyal, iktisadi ve siyasi adaletin, milletin hayatının somutlaştığı bütün kurumların esasını belirlediği bir sosyal düzeni mümkün olduğunca efektif bir şekilde temin ederek ve koruyarak halkın refahını yükseltmeyi hedefler… Devlet, özellikle gelir eşitsizliğini asgariye düşürmeyi hedefler; sadece muhtelif kişiler arasında değil halkın farklı bölgelerde yaşayan veya farklı meslekler icra eden grupları arasındaki statü, şartlar ve fırsatlardaki eşitsizliği ortadan kaldırmayı hedefler… Devlet, bilhassa, şunları temin etmeye yönelik bir siyaset izler: yurttaşların, kadınların ve erkeklerin eşit temellerde yeterli geçim araçlarına sahip olmaları; toplumun maddi kaynakları üzerinde mülkiyet ve kontrolün kamu yararına en iyi hizmet edecek bölüşülmesi; iktisadi sistemin işleyişinin genel menfaatlerin aleyhine servet ve üretim araçları yoğunlaşmasına yol açmaması…; işçilerin, erkeklerin ve kadınların, keza küçük yaşta çocukların sağlık ve kuvvetlerinin kötü muameleye maruz kalmaması ve yurttaşların ekonomik zaruret yüzünden yaş ve kuvvetlerine uygun olmayan meşgalelere yönelmek zorunda kalmaması… Devlet, herhangi bir sanayi sektöründe işçilerin işletmelerin, kurumların veya diğer kuruluşların yönetimine katılmasını sağlamak için tedbirleri mevzuat çıkararak veya diğer yollarla alır… Devlet, işbu anayasanın yürürlüğe girdiği andan itibaren on yıl içinde, on dört yaşına kadar bütün çocuklar için zorunlu eğitimi sağlamayı hedefler…”
Dolayısıyla, meydana gelmekte olan entegral dünya ekonomik düzeninin çekirdeğini teşkil eden bütün ülkelerde kamu menfaatleri özel menfaatlerin üzerinde tutulur. Gözlerimizin önünde meydana gelmekte olan yeni küresel ekonomik kalkınma merkezinin Çin, Hindistan, Japonya, Kore, Vietnam, Malezya ve diğer ülkelerinin kurumsal sistemleri sosyal-iktisadi kalkınma sürecinde kamu menfaatlerinin sağlanmasına odaklanır ve bu, küresel para olarak doların emisyonu sayesinde parazit hayatı süren bir mali oligarşinin menfaatlerine hizmete odaklanan Amerikan kurumsal sisteminden farklıdır. İlk gruptaki ülkeler, muhtelif sosyal grupların menfaatlerini uyumlu kılmayı, sosyal önem taşıyan hedeflere erişmek için iş dünyası ve devlet arasında ortaklık ilişkileri tesisini hedefler.
Küresel para birimlerinin ihracatçısı, paranın önemli bir bölümünü ihraç etmek için basan ve sermayenin sınıraşırı serbest hareketinden yana olan ülkelerden farklı olarak, yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeği ülkelerde sermaye çıkışına, bu ülkeleri dünya mali sisteminin spazmlarından koruyan sert sınırlamalar uygulanıyor. Bunlar nipel ilkesine göre işliyor: tercihan doğrudan yabancı yatırımlarını sınırlama olmaksızın içeri alıyor, ancak milli para ve finans piyasasına spekülatif saldırıları bloke eden belli kurallara göre çıkartıyor. ABD ekonomisi son on yılda dolar hacmindeki beş kat artışa rağmen durgunlaşmaya devam ediyor ancak ÇHC ekonomide azami monetizasyon seviyesi, birikim oranları ve üretim büyüme temposunu birleştiriyor.
Mevcut kârını maksimize etmeye odaklanan Amerikan mali oligarşisi, iktisadi kalkınma yönetiminde efektivite açısından, piyasa mekanizmalarını üretim ve yatırımların artırılması yoluyla halkın refahını yükseltmek için kullanan Çinli komünistlerden açıkça daha geride. Kendi (demokratik siyasi bir sistemle bütünleşik) entegral iktisadi kalkınma yönetimi sistemini yaratan Hintli milliyetçilerden de geride.
Yeni dünya ekonomik düzeninin komünist ve demokratik türleri arasındaki temel rekabetin, bugün iktisadi kalkınma temposu açısından lider olan ve uydularıyla birlikte dünya ekonomisinin yarısına sahip Çin ve Hindistan arasında ortaya çıkması olası. Bu rekabet barışçıl bir nitelik taşıyacak ve uluslararası hukuk normlarına göre düzenlenecek. Bu düzenlemenin bütün veçheleri, küresel güvenliğin kontrolünden küresel paraların emisyonuna kadar, uluslararası anlaşmalar üzerinde kurulacak. Yükümlülükleri kabul etmeyi ve bunların uygulanmasına yönelik uluslararası kontrolü reddeden ülkeler uluslararası işbirliğinin ilgili alanlarında tecrit olacaklar. Dünya ekonomisi daha komplike hale gelecek; milli egemenliğin öneminin yeniden tesisi ve iktisadi faaliyette milli düzenleme sistemlerinin çeşitliliği de ulus-üstü yetkilere sahip uluslararası kuruluşların köklü önemiyle iç içe geçecek.
Entegral dünya ekonomik düzeninin komünist ve demokratik türleri arasındaki rekabet antagonistik olmayacak. Örneğin Çin’in, “insanlığın ortak kaderi” ideolojisine sahip olan “tek kuşak tek yol” inisiyatifine muhtelif siyasi sistemlere sahip birçok ülke katılıyor. AB’nin demokratik ülkeleri komünist Vietnam’la serbest ticaret bölgeleri kuruyor. Rekabet mücadelesi ortamı, milli idare sistemlerinin karşılaştırmalı efektivitesiyle belirleniyor.
SSCB’nin dağılmasıyla başlayan ve Pax Americana’nın çöküşüyle sona eren, emperyal dünya ekonomik düzeninden entegral dünya ekonomik düzenine geçiş halihazırda tamamlanıyor. ABD ve Avrupa’nın iktidardaki elitinin küresel hakimiyeti korumak için başlattığı küresel hibrit savaş, dünya ekonomik düzeninin kaçınılmaz değişim örüntüsüne tamamen uygun şekilde kendilerinin zayıflamasına ve yeni dünya-sisteminin iki kutuplu merkezini oluşturan Çin ve Hindistan’ın güçlenmesine yol açıyor. Bu dünya-sisteminin yeniden üretimi artık, batı ülkelerinin beş yüz yıllık iktisadi hakimiyeti döneminde büyümüş kapitalist oligarşinin menfaatlerine göre belirlenmeyecek. Dünya-sisteminin merkezindeki sermayenin yeniden üretimi, entegral dünya ekonomik düzeninin çekirdek ülkelerinin devletleri tarafından düzenlenecek. Bunlar, para siyasetini milli ekonominin kalkınması hedeflerine tabi kıldılar ve kambiyo kontrolü yöntemleriyle de bu siyaseti yabancı sermayeden bağımsız kıldılar. Çin ve diğer güneydoğu Asya ülkeleri, teknolojik egemenliklerini sağlayıp yeni teknolojik modun kabarış dalgasında liderliği alarak doğrudan yabancı yatırımlar karşısında bağımsızlıklarını da güvence altına aldılar. Çin, Japonya ve Kore, kalkınmakta olan ülkeler için önemli yatırım ve teknoloji temini kaynakları haline geldiler. Çin ve ASEAN ülkeleri dünyadaki en büyük bölgesel ortaklığı kurdular. Bütün tahminler, entegral dünya ekonomik düzeninin çekirdek ülkelerinin dünya ekonomisindeki üstünlüğü artarken çökmekte olan emperyal dünya ekonomik düzeninin çekirdek ülkelerinin ağırlığının görece azaldığına işaret ediyor.
Amerikan ve Asyatik sermaye birikim döngülerinin “çekirdeğine” dair bir dizi göstergenin karşılaştırması (% dünya)
2010 | 2020 | 2030 | |
Amerikan sermaye birikim döngüsünün “çekirdeği” (ABD, AB, Kanada) | |||
GSYH | 36,5 | 32,4 | 18,2 |
İhracattaki payı | 24,1 | 24,0 | 21,0 |
İthalattaki payı | 47,5 | 40,5 | 34,5 |
Yüksek teknoloji ürünleri ihracatındaki payı | 26,5 | 20,0 | 16,0 |
Asyatik sermaye birikim döngüsünün “çekirdeği” (Çin, Japonya, Hindistan, Güney Kore, Singapur, Malezya, Ortadoğu ülkeleri, Avrasya Ekonomik Birliği) | |||
GSYH | 33,1 | 45,5 | 55,2 |
İhracattaki payı | 16,9 | 25,4 | 33,0 |
İthalattaki payı | 15,7 | 27,5 | 37,3 |
Yüksek teknoloji ürünleri ihracatındaki payı | 28,0 | 33,0 | 38,0 |
Entegral dünya ekonomik sisteminin sosyalist alametleri dünya-sisteminin merkez ve periferisi arasındaki ilişkileri kaçınılmaz olarak değiştirecektir. Si Tsinpin’in ifadesiyle: “… büyük devletler arasında ‘temelinde işbirliği ve ortak kazanç ilkesinin olduğu’, keza bütün dünyada barışın korunması ve ortak kalkınmanın ilerletilmesini öngören yeni bir uluslararası ilişkiler sisteminin kurulması gerekiyor… Bu ilişkiler dünya ülkelerinin egemenliğinin dokunulmazlığı ilkesine dayanmalıdır; ‘ülkeler büyük, güçlü ve zayıf, zengin ve fakir şeklinde bölünmeyecektir’…”
Bu işbirliğine katılan ülkelerin kamu refahının yükseltilmesi amacıyla ortak yatırımlar, uluslararası iktisadi işbirliğinin omurgası haline geliyor. Si Tsinpin’in ifadesiyle: “Çin, daha fazla ülke ve insanın kalkınma fırsatlarını paylaşması ve gerçek bir yarar elde etmesi için tek kuşak, tek yol’un yüksek kalitede ortak inşasını ilerletecektir…” SSCB’nin Sovyet modeli sosyalizmin genişlemesi için kalkınmakta olan ülkelere karşılıksız yardım uygulamasından farklı olarak entegral dünya ekonomik düzeninde uluslararası işbirliği karşılıklı yarar temelinde inşa ediliyor. Bu şekilde uluslararası iktisadi mübadelenin belirli bir eşdeğerliliği de korunuyor: entegral dünya ekonomik düzeninin teknolojik üstünlüğe sahip çekirdek ülkeleri entelektüel rantı doğal rant ve teknolojik olarak geri kalmış ülkelerin emeğiyle mübadele ediyorlar. Ancak bu geri kalmış ülkelerin iktisadi kalkınmada bir sıçrama yapma ve entegral dünya ekonomik düzeninin karakteristik idare kurumları ve üretim ilişkilerini benimseyerek bu düzenin çekirdeğine katılma şansı da var.
SONUÇ
Entegral olarak adlandırdığımız yeni dünya ekonomik düzeni oluşurken ve oluştuğu ölçüde sosyalist ideoloji de gene baskın hale geliyor. Bu ideoloji, devlet tarafından kamu refahını yükseltme kriterine göre düzenlenen piyasa mekanizmalarıyla birleşiyor. Proletarya enternasyonalizmi fikrinden farklı olarak, sosyalist oryantasyonlu ülkelerin milli-kültürel hususiyetlerinin büyük önem taşıdığı kabul ediliyor, milli egemenliğin önemi yeniden tesis ediliyor.
Rusya için, yeni dünya ekonomik düzeninin çekirdeğine entegrasyon için en uygun ideolojik platform, geleneksel değerleri piyasa ekonomisinin düzenlenmesinde kamu refahının yükseltilmesi şeklindeki yol gösterici ilkeyle birleştiren halk sosyalizmi olabilir. Pratikte bunların uygulamaya sokulması devlet yönetimi sisteminde şu önemli değişikliklerin yapılmasını gerektirir:
- Makroekonomik siyasetin mal ve hizmet üretimini artırma hedefine tabi kılınması; bu da şunları öngörür:
— Para siyasetinin, yatırım faaliyetlerinin büyümesi için azami ölçüde uygun şartların yaratılması hedefiyle uyumlu kılınması. Bu, bankaların, hususi refinansman enstrümanlarının geniş bir şekilde kullanılmasına geçişi anlamına gelir; bu durumda performansları, reel sektörde sermaye yatırımları için verdikleri kredilerin hacmine göre değerlendirilecektir.
— Milli ekonominin rekabet gücünü yükseltmek için sınıraşırı döviz işlemlerinin sınırlanması.
— Doğal rantların toplanması ve imalat sanayisi için uygun fiyat oranlarının desteklenmesi amacıyla hammadde mallarının ve enerji kaynaklarının ihracatına getirilen ihracat resimlerinin tesis edilmesi.
— Ruble döviz kurunun istikrarlılaştırılması.
— Ultra yüksek gelirlerin, lüks mallarının ve ihtiyaç fazlası gayrimenkullerin artan kademeli vergilendirilmesi.
— Spekülatif işlemlere ve sermaye çıkışına vergi getirilmesi.
- Sağlık harcamalarının GSYH’nın yüzde 10’una, eğitim harcamalarının yüzde 15’ine, ar-ge harcamalarının yüzde 5’ine çıkarılması da dahil, sosyoekonomik kalkınmanın modern ihtiyaçlarından yola çıkarak bütçe harcamalarının normatif planlamasına geçiş.
- Toprağı iyi niyetli kullanıcılara uzun vadeli kiralamaya açarken, toprak, ormanlar, su kaynakları, hidroelektrik santralleri, ana şebekeler ve ulaştırma arterleri üzerinde devlet mülkiyetinin yeniden tesis edilmesi.
- Yerel yönetim organlarının ve mahkemelerin yöneticilerinin seçimle gelmesi dahil, halk demokrasisi kurumlarının yeniden tesis edilmesi.
- Federal ve bölgesel hükümetlerin halkın hayat seviyesi ve kalitesi konusundaki siyasi sorumluluğu da dahil, devlet iktidarı organlarının ve yetkili kişilerin faaliyetlerinin sonuçları konusunda doğrudan hesap verebilirliğinin ve sorumluluğunun getirilmesi.
- Devlet mülkiyetinin idaresinde düzenin sağlanması, devlet işletmelerinin ve devlet tarafından kontrol edilen bankaların devlet stratejilerinin ve planlarının hayata geçirilmesine dahil edilmesi.
- Her tür mülkiyet biçimindeki işletmelerin yönetim organlarında emek kolektiflerinin temsilinin sağlanması. Kooperatiflerin ve halk işletmelerinin gelişmesinin teşvik edilmesi.
- Resmi olarak ilan edilmiş geleneksel değerlerin devlet yönetimi sisteminde pratikte de uygulanmasını temin eden normların getirilmesi.
- İktisadi faaliyetler için, Dünya Rus Halk Konseyi tarafından onaylanmış İktisadi Faaliyette Ahlaki İlkeler Kodu da dahil, geleneksel dini inançlar tarafından tespit edilmiş ahlaki normların pratikte uygulanması şartlarının yaratılması.
-
Ortadoğu2 hafta önce
Suriye İnsan Hakları Takip Komitesi: Sahil bölgesinde soykırım işlendi
-
Diplomasi2 hafta önce
Politico: İmamoğlu’nun tutuklanmasına rağmen AB, Türkiye’ye para göndermeye devam edecek
-
Dünya Basını2 hafta önce
Signal bir Amerikan hükümeti operasyonudur
-
Diplomasi2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ‘sömürge’ anlaşması teklif etti
-
Rusya2 hafta önce
Güney Koreli şirketler Rusya’ya dönmek istiyor
-
Rusya2 hafta önce
Putin: Arktik’te işbirliğine hazırız
-
Avrupa1 hafta önce
Almanya’daki Porsche fabrikaları tank üretmeye başlayacak
-
Avrupa2 hafta önce
Fransa, savunma sanayisi için 450 milyon avroluk fon kuruyor