Bizi Takip Edin

Görüş

Kanada: Bir başbakan, bir başkan ve yedi hafta

Yayınlanma

Barış Karaağaç, Trent Üniversitesi Öğretim Üyesi

Trump’ın Seçim Hediyesi

Manchester United’ın Lyon’la iki hafta önce oynadığı Avrupa Ligi maçını izlediniz mi bilmiyorum… Hayatımda izlediğim en eğlenceli, aynı zamanda da en imkânsız maçtı herhalde. Kronometre 113. dakikayı gösterirken, United taraftarının yüzünde büyük bir çaresizlik okunuyordu. Ancak sonraki yedi dakikada United üç gol atacak ve imkânsızı başaracaktı.

Benzer bir çaresizlik, Justin Trudeau’nun başbakanlığının son aylarında, Liberal seçmen ve yöneticiler için de geçerliydi. Gençliği ve dış görünüşüyle küresel bir popülerlik kazanan Trudeau, uzun süren Muhafazakâr iktidarın yarattığı yorgunluk, babasından miras kalan soyadı ve biraz da, rakiplerinin beceriksizliği sayesinde üç federal seçim kazanabilmişti. Ancak başında bulunduğu Liberal Parti, 2023 yılı ortalarından itibaren hızla kan kaybetmeye başladı. Trudeau, Ocak 2025’te başbakanlığı bırakacağını açıkladığında, Kanada’nın en köklü partisi olan Liberaller ile ana rakibi Muhafazakâr Parti arasındaki fark %25’e çıkmıştı. Bu noktada, kimsenin Muhafazakârların bir sonraki seçimi kazanacağına dair bir şüphesi yoktu. Hayat pahalılığı, artan suç oranları ve Liberal göç politikalarına karşı yürütülen sert kampanyalar, Muhafazakârları anketlerde %45’lere fırlatmıştı. 2020’den bu yana parti liderliğini yürüten, rakipleri tarafından bir “saldırı köpeği” ya da “haşere” olarak nitelenen ve birçok konuda Trumpvari bir tavır takınan Pierre Poilievre için tek yapılacak şey, başbakanlığa hazırlanmaktı.

Ta ki Mark Carney siyasete girene kadar…

Liberal kanattaki çaresizlik ve Muhafazakârların erken zafer coşkusu, Mark Carney’nin siyasete girişiyle birlikte hızla değişmeye başladı. Kariyerine yatırım bankası Goldman Sachs’ta başlayan Carney, daha sonra sırasıyla Kanada ve İngiltere Merkez Bankalarının başkanlığını yaptı. Günlük parti siyasetini pek bilmeyen (seçim kampanyasında bu oldukça belirgindi), teknokrat kimliğiyle tanınan Carney, önce anketlerdeki %25’lik farkı kapattı, sonra da liderliği ele geçirdi. Seçim sonuçlarına göre; buna göre, Liberaller geçerli oyların yüzde 43,5’ini alarak seçimlerde çoğunluğu sağladı. Ancak mevcut oy oranıyla Kanada Federal Parlamentosu’ndaki 343 sandalyeden 168’ini kazanan Carney’nin partisi, tek başına iktidar olmak için gereken 172 milletvekilli sınırını aşamadı, azınlık hükümeti kuracaklar.

Manchester United, yedi dakikada üç gol atarak imkânsızı başarmıştı. Carney de benzer şekilde, yaklaşık yedi haftada dibe vurmuş Liberalleri nasıl oldu da zafere taşıdı? Bu sorunun en basit cevabı: Trump.

Trump’ın Gölgesi: Beklenmedik Bir Zaferin Anatomisi

Elbette seçimi kazandıran tek faktör Trump değil. Ancak şüphesiz en belirleyici etken oydu.

ABD ve Kanada, iki ayrı egemen devlet olmalarına rağmen, ABD siyasetinin ve özellikle ABD Başkanı’nın ne düşündüğü ve ne söylediği, Kanada için son derece önemlidir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Kanada’nın – Arktik Bölgesi de dahil olmak üzere – savunma sorumluluğunu üstlenirken, Kanada da Amerikan imparatorluğunun en sadık müttefiki haline geldi. 1960’ların ortasından itibaren otomotiv sektörüyle başlayan ve giderek derinleşen ekonomik entegrasyon, bu jeopolitik ittifakı daha da güçlendirdi. 1980 ve 1990’lardaki serbest ticaret anlaşmaları, dünyanın en uzun “korumasız” sınırını daha da geçirgen hale getirirken, iki ülkeyi birbirine bağlayan kritik tedarik zincirleri iyice sıkılaştı. Bu süreçte Kanada giderek ABD pazarına bağımlı hale geldi. Örneğin, geçen yıl Kanada’nın ihracatının %75,9’u ABD’ye yapıldı. Kanada’nın yaklasik on katı büyüklüğündeki Amerikan ekonomisi için durum farklı: Kanada, ABD’nin önemli bir petrol ve doğal gaz tedarikçisi olsa da, ABD kendi kaynaklarına sahip ve bu kaynakların kullanımını giderek artırıyor. Dolayısıyla bir bağımlılıktan söz etmek mümkün değil. Enerji dışındaki sektörlerde de benzer bir tablo geçerli.

Böyle bir bağlamda, ikinci kez başkanlık koltuğuna oturan Trump, göreve geldiği ilk günden itibaren Kanada’ya yüklenmeye başladı.

Kullandığı dilin ve taleplerinin ardında tam olarak ne olduğunu kestirmek güç. Trump bu… Şimdiye kadar gördüğümüz kadarıyla uluslararası siyasete bir Kapalıçarşı esnafı gibi yaklaşıyor: pazarlığa yukarıdan başlıyor, sonra orta bir yerde el sıkışmak istiyor gibi. Ama bunun bir taktik mi yoksa sistematik bir politika mı olduğunu zaman gösterecek.

Trump’ın Beyaz Saray’daki ilk yüz gününde yaptığı açıklamalar ve uyguladığı politikalar, iki ülke arasındaki ilişkilerde ciddi gerilimlere neden oldu. Eski başbakan Trudeau’ya “Vali Trudeau” diyen Trump, Kanada’nın ABD’nin 51. eyaleti olması gerektiğini defalarca dile getirdi ve bu fikri bir ekonomik baskı aracı olarak kullandı (ve kullanmaya devam ediyor). Ayrıca istikrarlı olmasa da, Kanada’ya karşı ağır gümrük tarifeleri uygulayarak ticaret savaşını kızıştırdı. Trump’ın bu söylem ve politikalarının ardındaki temel iddia ise şu: Kanada, on yıllardır ABD’den haksız şekilde faydalanıyor. Elbette bu oldukça tartışmalı bir iddia. Üstelik dayandığı veriler de, en kibar ifadeyle, sorunlu.

Trump’ın tüm bu hamleleri, Kanada’da genelde pek güçlü olmayan milliyetçi damarı harekete geçirdi. Anketlere göre bu süreçte birçok Kanadalı’nın ABD algısı değişmeye başladı. Öyle ki, yakın zamanda yapılan bir ankete göre, Kanada genelinde nüfusun %24’ü ABD’yi “hasım” ya da “hasmane” olarak görüyor. Bu oran Liberaller arasında %31. Küresel hegemonya mücadelesinin diğer aktörü Çin’i hasım olarak görenlerin oranı ise sadece %15! Bu, Kanada siyasetini yakından izleyenler için oldukça dikkat çekici bir dönüşüm.

Trump’ın Kanada konusundaki tutumunun bir tür “trollük” olduğunu düşünuyor olabilirsiniz. Nitekim birçok kişi böyle düşünüyor. Ancak 26 Nisan’da yayımlanan Time dergisi röportajında bu konuda ciddi olduğunu yeniden vurguladı. Kanada’da seçimlerin sürdüğü pazartesi günü (Kanada’da oy verme işlemi birkaç gün sürer), Trump, kendi sosyal medya platformu Truth Social’da Kanadalıların kendisine oy vermesi gerektiğini ima eden bir paylaşım yaptı.

Kanada siyasetine doğrudan bir müdahale anlamına gelen bu hareket karşısında en sert tepki Muhafazakâr lider Poilievre’den geldi. Ama bu, Poilievre için yeterli olmayacakti.

Sorun şu: Muhafazakâr Parti ve lideri, bir süredir Trump ve MAGA (Make America Great Again) hareketiyle yakından ilişkilendiriliyor. Trump’ın “America First” (Önce Amerika) sloganını Poilievre seçim kampanyasında “Canada First” (Önce Kanada) şeklinde kullandı. Göçmenlikten LGBTQ haklarına, sol ya da liberal bir tavir takinan üniversitelerin fonlarının kesilmesinden ’woke’ kamu çalışanlarının işten çıkarılması tehditlerine kadar birçok konuda Poilievre ve tayfasının Trump’ı örnek aldığı asikar. Petrol zengini Alberta’nın promiyeri Danielle Smith’in MAGA çevresiyle süren flörtü de Muhafazakarlar’ın Trump’çı imajının silinmesine yardımcı olmadı (Alberta, Quebec gibi ilginç bir konu ama bu konuyu şimdilik başka bir yazıya saklayalım).

Sonuç: Uzun zamandır görülmeyen bir durum yaşandı — tam 95 yıl sonra iki ana parti diğer tüm partileri adeta ezdi ve Liberaller azınlık hükümeti kurma hakkını kazandı. Muhafazakârlar, oylarını yaklaşık 2 milyon artırmalarına ve bazı bölgelerde önemli kazanımlar elde etmelerine rağmen, on yıl aradan sonra yine hükümeti kuramayacaklar.

Seçim sonuçlarının açıklandığı salı günü Başbakan Carney, ABD’yi tehdit olarak gördüklerini yineledi ve “Kanada’nın ABD ile eski ilişkisi artık sona erdi” dedi. Ben, bu iddianın gerçeklik kazanması için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Ama önümüzdeki yılların ne getireceğini kimse bilemez.

Carney’nin zaferi, belki United’ın uzatmalardaki mucizesi kadar dramatik değildi ama en az onun kadar beklenmedikti. Bu beklenmedik dönüşte, en az kendi çabası kadar, güney sınırının ötesinden gelen sert rüzgârların da payı vardı. Trump’ın soylemi ve temsil ettiği çizgi, Kanada siyasetinde tahmin edilenden çok daha güçlü bir karşılık buldu. Şimdi ise asıl soru şu: Amerikan siyasi rüzgârlarının giderek sertleştiği bir dünyada, Kanada kendi rotasını ne kadar koruyabilecek veya kendine yeni bir rota çizebilecek mi?

Görüş

İspanya’dan Türkiye’ye bakmak

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

12-17 Mayıs 2025 tarihlerinde Avrupa Birliği’nin hayata geçirdiği ve başarıyla uyguladığı Erasmus+ programı akademik hareketliliği bursuyla İstanbul Kent Üniversitesi ile anlaşması olan İspanya’nın Murcia şehrindeki UCAM Katolik Üniversitesi’nde (Universidad Católica San Antonio de Murcia) bulunma, burada bazı dersler verme ve akademik çalışmalara katılma, üniversite görevlileriyle temaslarda bulunma ve İspanya’yı gezme fırsatı yakaladım. Bu vesileyle Murcia dışında Madrid, Granada ve Alicante gibi bazı şehirleri de gezerek İspanya’yı daha yakından tanımaya ve insanları gözlemlemeye çalıştım. Öncelikle İspanya’nın gerçekten Türkiye’ye benzer şekilde çok güzel ve gelişmiş bir ülke olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca bazı din ve kültür farklılıklarına karşın, İspanyolların yaşam tarzlarının özellikle bizim Akdeniz ve Ege bölgelerimizdeki vatandaşlarımızın yaşam biçimlerine çok benzer olduğunu da fark ettim. Yani aslında siyasal sorunları aşabilirsek, Türkiye’nin Avrupa ile toplumsal olarak bütünleşmesi ve Birliğe gelecekte tam üye olması bence kesinlikle gerçekçi ve makul bir hedef. Bu yazıda, İspanya gözlem ve deneyimlerimi Türkiye’de devam eden siyasi süreçlerle paralel şekilde değerlendirmeye çalışarak, sizler için halen İstanbul’a dönüş yolundayken özgün bir yazı kaleme almayı deneyeceğim.

Öncelikle akademik faaliyetlerimizi değerlendireyim. AB üyesi olduktan sonra hızlı bir şekilde gelişen İspanya, bugün birçok Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika, Avrupa ve hatta Asya ülkelerinden çok sayıda öğrenciyi kendisine çekebilen önemli bir yükseköğretim cazibe merkezi olmuş durumda. Times Higher Education raporlarına göre, dünyanın en gelişmiş 1.000 üniversitesinden 35’i İspanya’da bulunuyor. Bu rakamın eğitim alanında gayet iyi durumda bir ülke olan Türkiye için henüz 11 olduğunu düşünürsek, İspanya’nın eğitimde epey başarılı bir ülke olduğunu varsayabiliriz. UCAM da bu paralelde çok sayıda yabancı öğrenciyi bünyesine katmış ve Katolik dünyası ile sahip olduğu güçlü bağların üzerine bir de modern ve sportif bir üniversite imajı oluşturarak İspanya’nın elit üniversiteleri arasına adını yazdırmış durumda. Öyle ki, halen 15.000 civarında öğrencisi olan ve büyümeye devam eden kurum, spor bursları ile İspanya milli ve olimpiyat takımlarına çok sayıda sporcu yetiştirmesiyle biliniyor ve takdir topluyor. UCAM’da Türk ve Kıbrıslı Türk öğrencilerle de karşılaştım. İlerleyen yıllarda eminim Erasmus ve yurtdışı eğitim olanakları ile bu sayı daha da artacaktır.

Benim UCAM’da salı ve çarşamba günleri iki uzun dersim vardı. Bu derslere daha ziyade 10 civarında uluslararası öğrenci katıldı ve İspanyol öğrencilerle etkileşimde bulunma ve ders yapma olanağımız maalesef olmadı. Anlaşmalı olduğumuz programın daha ziyade uluslararası öğrencileri kabul etmesi ve üniversitede yoğun aktivitelerin düzenlendiği bir haftada olmamız sebebiyle bu şekilde daha az katılımlı ama benim açımdan oldukça başarılı geçen iki ders oldu. İlk derste Birleşmiş Milletler sistemini ve güncel sorunları, ikinci derste ise Türkiye-İspanya ilişkilerini anlattım. Özellikle ikinci gün dersine iyi hazırlanmıştım ve şansım da yaver gidince derse paralel olarak Türkiye-İspanya ilişkilerine dair üst üste iyi haberler gelmeye başladı. İlk olarak İspanya’nın önde gelen hava yolu şirketlerinden Air Europa’nın İGA İstanbul Havalimanı uçuşlarına başladığı haberi geldi. Daha sonra ise Türkiye’nin ilk milli jet eğitim ve hafif taarruz uçağı HÜRJET için TUSAŞ ile İspanya Savunma Bakanlığı arasında mutabakat anlaşmasının imzalandığı duyuruldu. Bunlara bir de UCAM’ın Dekan ve Rektör Yardımcısı ile yaptığımız ön görüşmelerde ortak bir yüksek lisans programının açılması projesi eklenince, bir anda mutluluğum daha da arttı. Derslerde ve üniversitedeki faaliyetlerde bana destek olan değerli akademisyen ve idareci dostlarımıza buradan sevgilerimi gönderiyorum. Kendilerini İstanbul’da “krallar” gibi ağırlamaya hazırız. Ayrıca umuyorum iki üniversitenin ortak bir program açması ve karşılıklı seçmeli dil derslerinin müfredata eklenmesiyle iki ülke ve toplum arasındaki bağlar ilerleyen dönemde daha da kuvvetlenecektir. İspanya’nın özellikle İspanyolca bağlamında ve AB ile ortak şekilde ileride Latin Amerika başta olmak üzere birçok farklı coğrafyada etkin önemli bir dünya gücü olacağına ve merkezi devlet statüsünü güçlendirerek devam ettireceğine de samimiyetle inanıyorum. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez’i de Türkiye’ye dostane yaklaşımları ve İslam dinine saygısı nedeniyle kutluyorum.

Sert siyasi konulara girmeden biraz da turistik işlere bakalım… Turizm konusunda bizim gibi gayet endüstrileşmiş ve gelişmiş bir ülke olan İspanya’da Murcia, Granada ve Alicante’de bulunduğum günlerde gerçekten çok keyifli ve öğretici anlar geçirdim. Granada’daki El Hamra Sarayı (Elhambra), gerçekten de bir dönem İspanya’da Büyükelçilik yapan usta yazarımız Yahya Kemal Beyatlı’nın “Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray bulmak mümkün değildir.” dediği kadar görkemli ve kutsal bir yapı. Öyle ki, Sarayı gezmek için alınan randevular bir ay öncesinden tükeniyor ve dünyanın dört bir yanından her gün binlerce turist El Hamra’ya akın ediyormuş. Arapça “kırmızı” anlamına gelen El Hamra’nın hikâyesi ise dünya tarihine İspanya’nın bir dönem nasıl yön verdiğini gösteriyor. Nitekim Katoliklerin burayı Nasrilerden fethi sonrasında Yahudilerin İspanya’dan sürülmeleri ve Kristof Kolomb’un Kilise’yi kendisine sponsor yapması sayesinde -ki biliyorsunuz aynı yıl içinde Hindistan’ı ararken Amerika’yı keşfedecektir- dünya tarihi o andan itibaren çok farklı bir yönde ilerledi. Bugün ise, El Hamra, Türkiye (Erdoğan) ve İspanya (Zapatero) hükümetlerinin başlattığı ve Birleşmiş Milletler’in sahiplendiği “Medeniyetler İttifakı” projesine benzer şekilde üç semavi dinin dostluğunu sembolize ediyor. Fakat ne kadar acıdır ki, 2000’lerin başında ABD’de baş gösteren ve Irak işgali nedeniyle İslam ve Hıristiyan dünyasını karşı karşıya getiren fanatik yaklaşımlar bugün de İsrail’e hâkim olmuş ve Yahudileri Müslüman toplumlarla karşı karşıya getiriyor. Bu konuda İspanya, İrlanda, Norveç ve Fransa gibi Hıristiyan nüfusu yoğun ülkelerin çabaları ise takdire şayan. Türkiye ise bu konuda zaten taraf durumda ve Filistin’in tanınmasını ve “iki devletli çözüm”ü savunuyor.

Ülkemizde az bilinen Alicante şehrinin de çok güzel bir turizm merkezi olduğunu belirtmek isterim. Keza Murcia da özellikle öğrenciler için harika bir seçenek. İspanya şehirlerinin uçak, tramvay, hızlı tren ve otobüs gibi gelişmiş ulaşım imkânları ile birbirlerine ve diğer ülkelere kolay erişilebilir durumda olması da bu açıdan büyük avantaj. Kabul edelim ki, bu konuda Türkiye de son yıllarda muazzam atılımlar yaptı ve özellikle havayolu trafiği anlamında gerçekten dünya çapında bir “hub” olmayı başardı. Elbette önemli bir fark, bizde nüfusun birkaç büyük şehirde toplanması nedeniyle muazzam kalabalık şehirlerimizde ulaşım şartlarının tüm atılımlara rağmen yetersiz kalabilmesi. Avrupa devletleri ise, AB’nin sponsorluğunda bölgesel eşitsizlikleri giderme mantığı ile hareket ederek, daha küçük ve rahat yaşanabilir, ulaşım imkânları kolay şehirler oluşturuyor. Bu nedenle İspanya’da başkent Madrid ve kısmen Barcelona dışında trafik sorunu o kadar da mühim bir mesele değil. Ayrıca şehirlerde yeşil alanların sıklığı ve yerlerin temizliği gibi konularda Avrupa standartlarının biraz gerisinde kaldığımızı gözlemledim. Ama inanın Türkiye’nin Avrupalı kimliği çok güçlü ve benzerliklerimiz farklılıklara kıyasla çok daha yoğun. Diyebilirim ki, karşılıklı pozitif bir ortam oluşsa, 5 yıl içerisinde, Türkiye, AB tam üyeliğine rahatlıkla hazır hale gelebilir.

İşte bu bağlamda, MHP Genel Başkanı Sayın Dr. Devlet Bahçeli’nin büyük bir cesaretle başlattığı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da yürekten sahiplendiği “açılım süreci” veya “barış süreci”nin demokratikleşme öncesinde en kritik dönemeç olacağını düşünüyorum/umuyorum. Maalesef 2000’lerde AB üyeliği yolunda demokratikleşme adımlarını atarken ordu-sivil ilişkilerindeki geleneksel dengeleri bir anda bozan ve kültürel kodlarımıza fazla gelen aşırı sivilleşme mantığı yerine, günümüzde sivillerin üstünlüğünü garanti altına almak ve 15 Temmuz benzeri girişimleri önlemek adına Cumhurbaşkanı’nın tek yetkili haline geldiği aşırı merkezi bir sisteme geçmek durumunda kaldık. Ama sivil siyasetin üstünlüğünün iyice oturması, darbeci geleneğin/kültürün tamamen sonlandırılması ve son aşama olarak da PKK terörü ile Kürt sorununun bitirilmesi/çözülmesi ile, eminim ki Türkiye’de daha demokratik bir dönemin başlaması yakında mümkün olabilecek. Elbette bunun olabilmesi için bu sürecin başarıyla ve -İspanya’nın Zapatero döneminde başardığı şekilde- sonuna kadar götürülmesi gerekiyor. Bu minvalde muhalefet partilerine de büyük ve tarihi bir sorumluluk düştüğünü belirtmem gerekir.

Fakat kendi içerinde çok sayıda özerk bölge olan İspanya örneğinden yola çıkarak ülkemizdeki siyasal sistemde köklü ve büyük idari değişiklikler mi gerekiyor derseniz, buna yanıtım “hayır” olur. Zira Ortaçağ’dan başlayarak feodalizm etkisinde dağınık/gevşek olarak bütünleşen Avrupa devletlerinin birçoğundan farklı olarak, Türkiye, Fransız tipi merkezi yönetim geleneğini ve Bonapartist yönetim felsefesini benimsemiş merkezi özellikleri baskın bir devlettir. Hatta günümüz standartlarında merkezi bir devlet olmayan Osmanlı İmparatorluğu bile o dönem Avrupalı feodal devletlerden kendisini net şekilde ayıran tımar sistemine dayalı yönetim modeliyle öne çıkmıştır. Bu bağlamda günümüzde Kürt nüfusun ihtiyaç duyduğu şeyler, benim gözlemlediğim kadarıyla, özerklik veya federalizm değil, üniter devlet yapısı içerisinde demokratik belediyelerin işlerlik kazanması, T.C. vatandaşı olan Kürt halkının kendi yöneticilerini özgürce seçerek güneydoğudaki şehirlerini imar etmesi, Kürt kimliğinin devlet nezdinde ikincil veya alt kimlik olarak tanınması ve bu yönde bazı kültürel açılımların (Fransa’daki ELCO sistemine benzer şekilde anadilde ikincil eğitim) yapılmasıdır. Bunların yapılması gayet mümkün ve olasıdır ki, zaten hiçbir şekilde Türkiye’den kopmak istemeyen Kürtler bölünmeme konusunda en büyük garantimiz durumundadır.

Bu konularda Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilerici konumunu koruması ve derinleştirmesi, İYİ Parti ve Zafer Partisi gibi partilerin de MHP’nin ve çağın gerisinde kalmamak adına yapıcı davranmaları gerekmektedir. Tesadüfe bakın ki, mülteci düşmanlığının ABD’de Donald Trump -ki ABD’de suç olgusu nedeniyle bunun haklı bazı gerekçeleri de var-, Hollanda’da Geert Wilders, Almanya’da ana muhalefet partisi AfD ve ülkemizde Ümit Özdağ ile gündeme gelen sığınmacı karşıtlığı konusuna da İspanya’dan güzel bir cevap verildi. 18 yaşındaki fakir bir aileden gelen Fas kökenli sevimli bir İspanyol çocuk (Lamine Yamal), göçün doğru yönetilirse nasıl faydalı olacağını ispatlarcasına, önceki gün -2024’te İspanya milli takımını Avrupa Şampiyonu yapmasının ardından- takımı Barcelona’yı da İspanya “La Liga” şampiyonu yaptı. Bugün spor gazetelerinde Yamal’ı manşetlerde görünce bir kez daha anladım; biz ülkemize savaş ve terörizm riskleri nedeniyle haklı ve yasal olarak gelmiş insanları (özellikle Suriyeliler) kovalamak için harcadığımız zamanı onları yetiştirip ülkemize faydalı Türk vatandaşları yapmak için harcasak, belki şimdi kendi Lamine Yamal’larımız olacaktı. Ama Türklüğü bir kültür ve hukuki statü yerine ırk temelinde görenler için, elbette Kürt de, Suriyeli de, Afgan da kalitelerine bakılmaksızın halen potansiyel tehdit gibi algılanıyor.

İspanya’dan Türkiye’ye bakınca aklıma gelenler şimdilik bunlar. İlerleyen günlerde zamanım olursa bunları akademik düzleme oturtarak daha da somut şekilde ifade edeceğim. İspanya’daki son gecemde büyük Türkiye’ye sevgiler…

Okumaya Devam Et

Görüş

Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi

Avatar photo

Yayınlanma

Yazar

Orta Doğu saatiyle 16 Mayıs’ta, ABD Başkanı Trump Orta Doğu’daki üç Arap ülkesine yaptığı dört günlük resmi ziyaretini tamamladı. Bu, Trump’ın Beyaz Saray’a yeniden dönmesinden sonra gerçekleştirdiği ilk devlet ziyareti olup, Orta Doğu’nun ticari ve jeopolitik önemine verdiği değerin bir devamı niteliğindeydi. Her ne kadar Trump, ABD’nin bölgedeki bir numaralı müttefiki olan İsrail’i bu ziyarette “beklenmedik şekilde” es geçse de, “hasat turu” olarak görülen bu üç ülkelik gezi oldukça verimli geçti. Silah satışı, yatırım çekme, politika açıklama ya da düşman ve stratejik rakip “hasadı” açısından son derece parlak sonuçlar elde edildi. Trump’ın devasa “para çekme” başarısı bile tek başına ABD’nin askeri hegemon konumunu sağlamlaştırdığını, jeopolitik etki gücünü sürdürdüğünü ve diğer büyük güçlerin kısa vadede erişemeyeceği bir mali cazibe etkisine sahip olduğunu gösteriyor. Kısacası, ABD hâlâ Orta Doğu üzerinde güçlü biçimlendirme gücüne sahip tek dış güç.

13 Mayıs’ta başlayan Trump’ın Orta Doğu turu, Suudi Arabistan’dan başlayıp, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri ile sona erdi. Bu süreç, onun “güç diplomasisi” ve “ticaret diplomasisi” özelliklerini ön plana çıkardı. Söz konusu üç ülke Arap dünyasının en zengin ülkeleri olup, ulusal güvenlik açısından ABD’ye oldukça bağımlı. Trump’ın bu gezide büyük miktarda “para çekeceği” herkesçe bekleniyordu, ancak sonuçlar yine de şaşırtıcıydı.

Suudi Arabistan gibi “zengin ama zayıf” Körfez monarşilerinin ABD’ye büyük paralar ödeyerek güvenlik ve statü “satın alma” politikasını sürdürmesini sağlamak adına, Trump Beyaz Saray’a döner dönmez ilk dış ziyaretinin “ilk gecesini” Riyad’a vereceğini yüksek sesle duyurdu. Dahası, ABD-Rusya arasında ilk üst düzey görüşmenin ev sahipliğini yapması için Suudi Arabistan’ı özellikle seçti, bu ülkeye büyük prestij verdi. Hatta “Basra Körfezi”nin adını “Arap Körfezi” olarak değiştirmeyi bile önerdi — hazırlıklarını ve siyasi jestlerini eksiksiz yaptı.

Sekiz yıl önce Trump, Körfez’e ilk ziyaretinde Suudi Arabistan’dan 115 milyar dolardan fazla silah satışı elde etmiş, Riyad’dan 10 yıl içinde ABD’ye 400 milyar dolarlık yatırım taahhüdü almış, Katar ile de 40 milyar dolarlık silah anlaşması imzalamıştı. Bu ziyarette, Trump daha önce Beyaz Saray’da doğrudan yüzüne çıkıştığı Suudi Veliaht Prensi ve Başbakanı Muhammed bin Selman’a karşı önceki kibirli tutumunu tamamen bıraktı. 13 Mayıs’ta düzenlenen “Suudi-Amerikan Yatırım Forumu 2025”te adeta eğilerek, ev sahibi gence övgüler yağdırdı, onun “ne kadar büyük” ve “ne kadar bilge” olduğunu defalarca dile getirdi. Bu tutumu, genç liderin yüzünde tebessüm, coşkulu alkışlar ve ayakta teşekkür ile karşılık buldu.

ABD-Suudi ilişkileri yeni bir balayı dönemine girmiş durumda, hatta bu ilişkiler 21. yüzyıldaki en yüksek seviyeye ulaşmış olabilir. Bu durumun temelinde ise çıkar alışverişi ve petro-dolarlar yatıyor. Trump’ın Riyad’a vardığı gün, ABD ve Suudi Arabistan 142 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzaladı; bu, 10’dan fazla Amerikan savunma şirketini kapsayan beş ayrı savunma ekipmanı ve hizmetini içeriyor. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’ye 600 milyar dolarlık yatırım sözü verdi; stratejik ortaklığı derinleştirme, ekonomik refahı artırma ve önümüzdeki birkaç ay içinde toplam yatırımı 1 trilyon dolara çıkarma hedefiyle ortak çalışma sözü verildi. Bu, ABD-Suudi tarihinde imzalanmış en büyük silah ve yatırım anlaşmasıdır. Suudi yatırımları, ABD’nin enerji güvenliğini, savunma sanayisini, teknoloji üstünlüğünü ve küresel altyapı ile kritik maden kaynaklarına erişimini güçlendirecek.

Trump, Suudi Arabistan, BAE ve Katar gibi “dünyanın en zengin” Arap komşuları arasındaki hassas ilişkileri çok iyi biliyor. Suudi Arabistan ve BAE hem Arap Birliği’nin “yeni güç merkezleri” hem de kendi aralarında ekonomik ve siyasi rekabet içindeler. Katar ise daha önce bu iki ülkenin baskı ve dışlamasına uğramış, ancak serveti ve ABD’nin desteği sayesinde “yıkılamayan küçük Körfez gücü” unvanını kazanmıştı. Trump’ın bu üç ülkeyi birlikte ziyaret etme amacı, Suudi Arabistan’ı kaldıraç olarak kullanıp Katar ve BAE’yi sürece dâhil ederek “trilyon dolarlık hasat turu” hedefini gerçekleştirmekti.

Trump’ın ziyaretinden hemen önce, Katar kraliyet ailesi ABD yasalarını aşarak Pentagon aracılığıyla Trump’a 400 milyon dolar değerinde lüks bir Boeing 747-8 uçağı bağışladı. Bu uçak, 40 yılı aşkın süredir kullanılan “Air Force One”ın yerine geçecekti. Trump, 14 Mayıs’ta Doha’ya yaptığı ziyarette Katar Emiri Tamim ile görüşmesinde, ABD-Katar ilişkilerini “sadık bir dostluk” olarak niteledi ve iki tarafın birbirini “çok sevdiğini” söyledi. Aynı gün ABD ve Katar, toplam değeri 243,5 milyar doları aşan ekonomik iş birliği anlaşmaları imzaladı. Bunlar arasında Katar’ın 96 milyar dolar değerinde 210 adet Boeing uçağı satın alması da yer aldı — bu, Boeing tarihinin en büyük siparişi oldu. Katar ayrıca 3 milyar dolar değerinde MQ-9B insansız hava aracı ve anti-İHA sistemleri satın almayı da kabul etti.

2017’de Trump, Suudi Arabistan ve Katar’a ilk ziyaretini gerçekleştirdiğinde, önce Suudi Arabistan’ın Katar’ın “terörizmi finanse ettiği” yönündeki iddialarına destek verdi, ardından kısa sürede Katar’a “temize çıkma” yardımı yaptı. Bu fırsatçı yaklaşım — önce darbe, sonra yumuşatma — sayesinde, ABD’nin Körfez’deki en büyük hava üssüne ev sahipliği yapan Katar, ABD silahlarını çılgınca satın alarak güçlü bir koruma şemsiyesi kazandı ve sonunda Suudi Arabistan ile BAE’nin yoğun baskısından ve “kuşatmasından” kurtulmuş oldu.

Suudi Arabistan ve Katar’dan gelen devasa “hediye paketleri” zemininde, 15’inde Trump son durağı olarak BAE’yi ziyaret etti. Bu ziyarette ABD ile 200 milyar doları aşan iş birliği anlaşmaları imzalandı. Ayrıca 260 bin metrekare alana kurulu, 5 GW kapasiteli bir veri merkezi ortak girişimi de duyuruldu — bu merkez, 2.5 milyon Nvidia B2000 çipini çalıştırabilecek kapasitede olacak. Aslında, bu yıl Mart ayında BAE Ulusal Güvenlik Danışmanı Şeyh Bin Zayed’in ABD ziyareti sırasında, BAE’nin ABD’de 10 yıllık, toplam 1.4 trilyon dolarlık bir yatırım çerçevesi kurma sözü çoktan verilmişti. Yani, Trump Körfez turuna başlamadan önce bile BAE Beyaz Saray’a gönüllü olarak bol keseden hediye sunmuştu.

Trump’ın Körfez turu aynı zamanda bir politika duyuru gezisiydi. Suudi-Amerikan Yatırım Forumu’nda yaptığı bir saatlik doğaçlama konuşmada, Trump, önceki Amerikan hükümetlerinin Orta Doğu’ya müdahalelerini sahnevari bir şekilde kınadı; önceki başkanların Orta Doğu’da “inşa ettiğinden çok daha fazla ülke yıktığını” söyledi, “ABD’nin ebedi düşmanları yoktur” diyerek, “bugün en yakın dostlarımız, geçmişte savaştığımız ülkelerdi” ifadesini kullandı. Suudi Arabistan’ın kalkınma modelini örnek göstererek “kendi başına inşa etmenin” dış müdahaleye göre daha etkili olduğunu vurguladı. Analistler, para odaklı Trump’ın Amerikan değerlerini taşıyan müdahaleci diplomasi ve topyekûn güç politikalarını açıkça terk ettiğini, onun yerine “merkantilist” (ticaret merkezli) bir yaklaşımla Orta Doğu düzenini yeniden şekillendirmeyi hedeflediğini düşünüyor.

Dünya kamuoyunu asıl şaşırtan şey ise Trump’ın bu gezide sadık müttefiki İsrail’i “atlamasıydı.” Bu, ABD’nin büyük çıkarlarının İsrail’in küçük hesapları tarafından gölgelenmesini önlemek ve mevcut yönetimin Netanyahu’nun Gazze savaşındaki bataklığına daha fazla saplanmaması içindi. Daha önce Trump, İsrail’i fazla kayırdığı için Arap kamuoyundan tepki görmüştü. Ancak ABD-İsrail ilişkileri sarsılmaz olduğundan ve Trump’ın Netanyahu ile kişisel ilişkisi güçlü olduğundan, İsrail listede görünmese bile Trump içgüdüsel olarak “eski dostunu” unutmadı: Suudi Arabistan’a İsrail ile barış anlamına gelen “İbrahim Anlaşmaları”na katılması için çağrıda bulundu, Suriye ile İsrail arasında uzlaşma sağlanmasını teşvik etti ve ABD’nin Gazze’yi “alabileceği” yönündeki yanlış anlatısını sürdürdü.

Dünyayı esas sarsan ise, Trump’ın Riyad’da Suriye’nin yeni lideri Admed Şara ile ani ve kamuoyuna açık bir görüşme yapmasıydı. Bu görüşmede Trump, Şara’ya İsrail’le ilişkileri normalleştirme, ülkedeki “Filistinli teröristleri” sınır dışı etme ve kuzeydoğu Suriye’de cihatçıları hapsetmek için cezaevi kurma sorumluluğu üstlenme çağrısı yaptı. Görüşmeye Suudi Veliaht Prensi bizzat katıldı, Türkiye Cumhurbaşkanı da video bağlantısı ile iştirak etti — bu, 25 yıl sonra gerçekleşen ilk ABD-Suriye zirvesiydi. Dahası, Suudi ve Türk liderlerin çağrısıyla Trump, ABD’nin Suriye’ye uyguladığı onlarca yıllık ekonomik ve ticaret yaptırımlarını kaldırdığını açıkladı. Böylece Suriye’nin 46 yıllık uluslararası ve özellikle tek taraflı Amerikan yaptırımlarından kurtuluşu ilan edilmiş oldu.

Trump’ın Şara ile görüşmesi, “değerlerden arınmış diplomasi” ve “düşmanı dost yapma”nın tipik bir örneği sayılabilir. Zira Trump, Şara’nın geçmişte ABD tarafından uzun süre aranan “terörist” bir lider oluşunu ve Şam’daki yeni hükümetin hâlâ BM ve ABD’nin terör listesinde olan “Şam’ın Kurtuluşu” (HTŞ) örgütü tarafından yönetilmesini tamamen görmezden geldi. Hatta Suudi Arabistan’dan ayrılırken Trump, ABD medyasına bu eski “düşmanı” överek, onu “geçmişin sağlam savaşçısı, bugünün güneşli ve yakışıklı sert adamı” olarak niteledi. 16 Mayıs’ta, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, Türkiye’nin Antalya kentinde Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani ile görüştü ve ABD’nin İran’dan uzak, barışçıl ve istikrarlı bir Suriye inşa edilmesine yardım edeceğini açıkça ifade etti.

Aslında Trump’ın dış politikasına aşina gözlemciler buna şaşırmadı. 2020 yılının Mart ayında, başkanlığının son döneminde, Trump Afganistan savaşını hızla sona erdirmek için ABD’nin 20 yıldır desteklediği Kabil hükümetini bir anda terk etmiş, hiçbir devlet onuru ya da siyasi etik tanımadan, düşman Taliban’la ateşkes karşılığında çekilme anlaşması imzalamıştı. Bu da Afganistan’da “iki hükümetli” bir yapı oluşturmuş ve kısa sürede Taliban’ın yeniden iktidara gelmesine yol açmıştı. Trump, devlet ciddiyetini hiçe sayarak Taliban liderlerini Beyaz Saray’a davet etmeye çalışmış, buna karşı çıkan Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’u da anında görevden almıştı.

Trump’ın bu son Orta Doğu diplomasi turundaki bir diğer önemli kazancı, “havuç ve sopa” yöntemiyle, “Direniş Ekseni”nin üç büyük gücü olan Yemen’deki Husiler, Filistin İslami Direniş Hareketi (Hamas) ve İran’ı önemli tavizler vermeye zorlaması oldu. Trump’ın ziyareti öncesinde, Ürdün’ün başkenti Amman aracılığıyla ABD ile Husiler arasında bir ateşkes anlaşması sağlandı. Husi güçleri, Kızıldeniz’den geçen gemilere saldırmama sözü verdi. Aynı zamanda Hamas, Trump’a bir “hoş geldin hediyesi” olarak son Amerikalı rehineyi serbest bıraktı — bu hareket, Trump yönetiminin İsrail’e tamamen tabi olmadığını takdir eden bir jest olarak da değerlendirildi. 15 Mayıs’ta Hamas’ın üst düzey yetkilisi Basem Naim medyaya, Hamas’ın ABD ile doğrudan müzakerelerde bulunduğunu ve Gazze çatışmasını sona erdirecek bir ateşkes anlaşması yapmaya çalıştıklarını söyledi… Kalıcı bir ateşkese ulaşılırsa, Hamas Gazze Şeridi’nin kontrolünü devredebilir.

Trump’ın ziyareti öncesinde, Amerikan temsilciler İran’la Umman’ın başkenti Maskat’ta dört tur görüşme gerçekleştirdi. Her iki taraf da bu görüşmelerde “yapıcı” ilerleme kaydedildiğini belirtti. Trump, Riyad’da bulunduğu sırada Tahran’a tekrar seslendi, İran liderlerini “yeni ve daha iyi bir yol” seçmeye ve Washington’la yeni bir nükleer anlaşma yapmaya çağırdı. Bu diplomatik çözüm fırsatının “sonsuza kadar sürmeyeceğini” vurguladı ve “İran liderliği bu zeytin dalını reddederse… başka seçeneğimiz kalmaz, İran’ın petrol ihracatını sıfıra indiririz” diyerek tehditte bulundu.

Belki önceki dört görüşme Trump’ın sınırlarını ve niyetini açık etti, belki Trump’ın ilk dönemindeki “aşırı baskı” kampanyasının acı hatıraları etkili oldu, belki de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın stratejik fiyaskosu ya da Rusya’nın ABD-İran askeri çatışmasına karışmayacağını açıkça ilan etmesi etkiliydi. Belki de Trump’ın son dönemde Husiler ve Hamas’la kurduğu olumlu temaslar… Tüm bu sert gelişmeler, İran hükümetini Trump’ın yumuşak ve sert taktiklerini harmanladığı diplomatik saldırısına karşı hızlı ve net bir yanıt vermeye itti.

14 Mayıs’ta, İran’ın dini lideri Hamaney’in danışmanı Şemhani, NBC’ye verdiği demeçte İran’ın ekonomik yaptırımların kaldırılması karşılığında ABD ile bir anlaşma yapmaya hazır olduğunu söyledi. Şemhani, İran’ın asla nükleer silah üretmeyeceği sözünü vereceğini, yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum stokunu yok edeceğini, uranyum zenginleştirmeyi sadece sivil ihtiyaçlar için gerekli düşük düzeyde tutmayı kabul edeceğini ve bu sürecin uluslararası denetçilere açık olacağını ifade etti.

Gözlemciler, bunun İran’ın nükleer meselede şimdiye kadar sergilediği en hızlı ve en esnek taviz olduğunu düşünüyor. Daha önce İranlı müzakereciler sert bir tutum sergilese de, Trump’ın Körfez’deki “hasat turunun” bu denli başarılı geçmesi, ABD-Arap ilişkilerinin daha da güçlenmesi, ABD-Suriye ilişkilerindeki tarihi yön değişimi ve “Direniş Ekseni” üyelerinin kendi yollarına gitmesi Tahran’ı hızlıca diplomatik duruşunu ve nükleer kriz pozisyonunu değiştirmeye zorladı. 15 Mayıs’ta Trump, Doha’dan BAE’ye geçmeden önce yaptığı açıklamada, ABD ile İran’ın nükleer anlaşmaya varmaya “çok yaklaştığını” ve Tahran’ın “belirli ölçüde” şartları kabul ettiğini belirtti.

Kısacası, Trump bu Orta Doğu gezisinden çok önemli kazanımlarla döndü. Beklenmedik gelişmeler, onun güç temelli ve “anlaşma odaklı” diplomasisinin Orta Doğu jeopolitiğini dönüştürdüğünü ve şekillendirdiğini ortaya koydu. İç ve dış sorunlara rağmen, ABD’nin stratejik temeli hâlâ güçlü ve istikrarlı. Egemen varlık fonlarının büyük bölümünü zaten ABD pazarına yatırmış olan Körfez’in başlıca petrol üreten ülkeleri, gelecekteki servetlerini korumak, artırmak ve yüksek teknolojiye yönelmek için stratejik müttefik olarak yine ABD’ye güveniyor. Buna karşın, bu ülkelerin diğer büyük ekonomilere yaptığı yatırımlar yok denecek kadar az — “karabiber serpiştirmek” ya da “çiseleyen yağmur” gibi — bu da ABD’nin hâlâ sarsılamaz tek süper güç konumunu açıkça ortaya koyuyor.

Aynı zamanda, “Şii Hilali”nin giderek çökmesi, “Direniş Ekseni”nin dağılması, ABD’nin Arap ülkeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin güçlenmesi, Arap ülkeleri ile İsrail arasında imzalanan “İbrahim Anlaşmaları”nın genişlemeye devam etmesi ve bu yıl ABD-İran ilişkilerinde büyük bir değişim ihtimalinin belirmesi, yepyeni bir Orta Doğu’nun şekillenmekte olduğunu gösteriyor.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

Görüş

Rusya ve Ukrayna’nın başarısız barış görüşmeleri: Savaş devam edecek

Yayınlanma

Nikola Mikovic, gazeteci

Dağ fare doğurdu. Rusya ile Ukrayna arasında uzun zamandır beklenen barış görüşmeleri nihayet 16 Mayıs’ta İstanbul’da yapıldı, ancak ateşkes veya barış anlaşması sağlanamadı. Şimdi soru şu: Bundan sonra ne olacak?

Başlangıçta, Rus ve Ukraynalı temsilcilerin 15 Mayıs’ta Türkiye’nin en büyük şehrinde buluşması planlanmıştı. Ukrayna heyeti gelmeyince barış görüşmeleri ertesi güne ertelendi. Rus yetkililerin bütün gün Ukraynalı muhataplarını boşuna beklediği göz önüne alındığında, böyle bir hamle Moskova için diplomatik aşağılama olarak yorumlanabilir. Kiev, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in önemli diplomatik toplantılara kötü şöhretli bir şekilde geç kalma stratejisini benimsemiş görünüyor. Fakat Ukrayna için sorun, bu yaklaşımın herhangi olumlu sonuç vermemiş olması.

Haberlere göre, Rus heyeti, ateşkes karşılığında Kiev’in Kremlin tarafından ilhak edilen dört Ukrayna oblastından (Donetsk, Luhansk, Herson ve Zaporijya) askerlerini çekmesini bekleyerek maksimalist taleplerde bulundu. Rusya’nın ayrıca Ukrayna’nın Harkiv ve Sumı oblastlarını ele geçirmekle tehdit ettiği bildiriliyor. Ancak gerçekte Moskova, Rusya sınırına sadece 5 kilometre (3 mil) uzaklıkta bulunan Harkiv oblastındaki Vovçansk kasabasını bile ele geçirecek kapasiteye sahip değilken, tüm oblastı ele geçirmesi söz konusu bile olamaz. Bu nedenle söylemi bir blöf gibi görünüyor. Bunun tamamen farkında olan Kiev, Rusya’ya herhangi toprak tavizini reddetti.

Görüşmelerden önce, Avrupalı güçler tarafından sıkıca desteklenen Ukrayna, koşulsuz 30 günlük ateşkes konusunda ısrar ederken, Moskova olası ateşkesin müzakereler sonucunda ortaya çıkmasını talep etti. Başka bir deyişle, iki taraf ilk adımlar üzerinde bile anlaşamadı, bu da anlaşmaya varmanın söylemekten daha zor olacağının açık göstergesiydi. Yine de, her biri 1000 savaş esirini takas etme konusunda anlaşmayı başardılar ki bu, İstanbul barış görüşmelerinin tek olumlu sonucu.

Rus ve Ukrayna heyetlerinin müzakerelere devam etmesi beklenmesine rağmen, yakın zamanda barış (veya en azından ateşkes) anlaşmasına varacaklarının garantisi yok. Pozisyonları taban tabana zıt. Daha da önemlisi, iki taraf da savaş alanında stratejik hedeflerinden hiçbirine ulaşamadı, bu da barış için acil fırsatı etkili bir şekilde ortadan kaldırıyor. Fakat bu, barış görüşmelerinin ilk başarısızlığı değil.

Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya yönelik topyekun işgalini başlatmasından günler sonra, Rus birlikleri Kiev’in dış mahallelerindeyken, Rus ve Ukraynalı temsilciler Moskova’nın “özel askeri operasyonunu” sona erdirmek amacıyla Belarus’ta bir araya geldi. Ukraynalı yetkililer, Rusya’nın yakın müttefiki olmasına ve Rus güçlerinin ülkelerine yönelik saldırılar için Belarus topraklarını kullanmasına izin vermiş olmasına rağmen komşu ülkeye gitmeyi kabul etti. Ancak görüşmeler sonuçsuz kaldı.

Daha sonraki görüşme turları Mart 2022’de Belarus-Ukrayna sınırında ve Türkiye’nin Antalya şehrinde gerçekleşti. O zamandan beri İstanbul, sadece barış zirveleri için değil, aynı zamanda Temmuz 2022’de imzalanan ve Kremlin’in rakibinin Karadeniz rotası üzerinden serbestçe tahıl ihraç etmesine fiilen izin verdiği tahıl anlaşmasıyla ilgili tartışmalar için de ana platform haline geldi. Türkiye, Moskova ve Kiev’in Karadeniz Tahıl Girişimi’ni imzalamasına yardımcı olmada şüphesiz önemli rol oynamasına rağmen, 2022’deki İstanbul barış görüşmeleri çatışmayı sona erdiremedi.

2025’teki İstanbul görüşmeleri, 2022’de yapılanlardan kayda değer ölçüde farklı. O zamanlar Rusya, Ukrayna birliklerinin yalnızca Luhansk ve Donetsk oblastlarından çekilmesini ve Moskova’nın Kırım’ı ilhakının fiili olarak tanınmasını talep etmişti. Şimdi Kremlin’in talepleri arttı; Rusya ayrıca Ukrayna güçlerinin Zaporijya ve Herson oblastlarından çekilmesini istiyor. Daha da önemlisi, 2022 İstanbul görüşmeleri sonucunda Rusya, birliklerini Kiev’in yanı sıra Ukrayna’nın Sumı ve Çernihiv oblastlarından çekerek “iyi niyet göstergesinde” bulunmuştu. Ancak bu kez Kremlin, en azından şimdilik Kiev’e ciddi tavizler verme niyetinde olmadığını gösterdi.

Moskova, ayrıca müzakerelerin Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy olmadan da yürütülebileceğini gösterdi. Rus lider Vladimir Putin, “gayri meşru” Zelenskiy ile müzakere etmek istemediğini defalarca belirtti. Bu nedenle, Ukrayna Devlet Başkanı ile yapılacak herhangi görüşme, Putin’in ne pahasına olursa olsun kaçınmak istediği bir şey olan güvenilirliğini sarsacaktır.

Öte yandan Zelenskiy, 2022’de Putin ile müzakerelerin “imkansız” olduğunu resmen ilan eden kararnameyi imzalamasına rağmen, Rusya Devlet Başkanı ile görüşmek istediğini açıkça söyledi. Muhtemelen çatışmayı sona erdirme isteğini göstermeyi ve aynı zamanda Putin’i “müzakere etmek istemeyen” biri olarak göstermeyi amaçladı.

İstanbul’daki Ukrayna heyeti, iki lider arasında görüşme bile talep etti. Rusya, Kiev’in bu isteğini “not ettiğini” belirtti. Ancak bu, Putin’in Zelenskiy ile görüşmeyi kabul edeceği anlamına gelmiyor, en azından ABD Başkanı Donald Trump ile olası görüşmesinden önce değil.

Bu arada Ukrayna savaşı devam edecek. Medinskiy’nin Napolyon’dan alıntı yaparak söylediği gibi, “Savaş ve müzakereler her zaman aynı anda yürütülür”. Bu nedenle her iki taraf da, rakibini yenmeden kalıcı barış anlaşmasına varmanın mümkün olduğu yanılsamasını yaratmaya devam etmeleri beklense de, yaz askeri harekatına hazırlanacak.

Son olarak, iki taraftan biri galip gelene kadar, ev sahibi ülke olarak Türkiye barış görüşmelerinin kazananı olmaya devam edecek. 8 Mayıs’ta Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile yaptığı telefon görüşmesinde Trump, ona Ukrayna ile Rusya arasında arabulucu olmayı teklif etti. Üç gün sonra Putin, Trump’ın çabalarından bahsetmeden, Türkiye’nin ve cumhurbaşkanının Rus-Ukrayna müzakerelerinin düzenlenmesindeki rolünü kabul etti.

Bu nedenle Türkiye, barış müzakerelerine ev sahipliği yapabilecek etkili aktör konumunu bir kez daha pekiştirdi. Bu yüzden yeni Rus-Ukrayna görüşmeleri turu neredeyse kesinlikle, er ya da geç İstanbul’da gerçekleşecek.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English