Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Kissinger: Tüm suçun Putin’de olduğunu düşünmüyorum

Yayınlanma

Çeviren: Gülçin Akkoç

Almanya’nın en etkili gazetelerinden Die Zeit gazetesinin muhabirlerinden Matthias Naß ve Heinrich Wefing’in 24 Mayıs’ta Henry Kissinger ile yaptığı röportajın tamamını sizler için çevirdik.  

Devlet adamları akıllı olsaydı…

Eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, 27 Mayıs’ta 100 yaşına basacak. Röportajda Rusya Devlet Başkanı ile karşılaşmaları, Çin ile nükleer savaş tehlikesi, yapay zeka ve savaş suçlusu olduğu iddiaları üzerine konuşuyor.

New York, Madison Caddesi. Henry Kissinger, 33. kattaki ofisinde neredeyse mavi koltuğuna gömülmüş halde karşılıyor. Ama tamamen uyanık, kesinlikle konsantre olmuş durumda ve akıcı Franken İngilizcesiyle konuşuyor. Henry Kissinger’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı iki Başkan Richard Nixon ve Gerald Ford’un imzalanmış büyük fotoğrafları, hemen omzunun üstünde bulunuyor. Pencere kenarındaki başka bir fotoğrafta da 1972’de Pekin’de Mao Zedong ile ilk karşılaşmasının fotoğrafı bulunuyor. Burada iki saat bulunacağız. Sonunda doğum günü için yapılan kutlama planlarından bahsediyor, toplamda 4 kutlama yapılacak. Biri ailesiyle Connecticut’taki kır evinde, biri New York’ta, biri Londra’da ve son olarak da memleketi Fürth’te.

DIE ZEIT: Bay Kissinger, sizinle uzun yaşamınız hakkında konuşmak istiyoruz ancak güncel politikadan başlamak isteriz.

Henry Kissinger: Yalnızca bir saatim var. (Gülüyor)

ZEIT: Güzel. Bir yılı aşkın süredir Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’da başlattığı savaşa tanık oluyoruz. Putin’i tanıyorsunuz ve onunla sık sık görüştünüz. Putin nasıl biri?

Kissinger: Putin’i Gerhard Schröder’den daha farklı bir şekilde tanıyorum. Onların kişisel bir ilişkisi var…

ZEIT: … ve mali çıkarlar…

Kissinger: Schröder’in davranışını yargılamayacağım ama onunla konuşmalarımızdan Putin’e karşı kişisel bir sevgi beslediğini hatırlıyorum. Benim Putin ile ilişkilerim tamamen stratejik. Başlangıçta görüşmelerimiz Yugoslavya’daki duruma, 1999’da NATO’nun Kosova’ya müdahalesine ilişkindi ve bu görüşmelerin bir yönü her zaman Rusya’nın onurunun korunmasına ilişkindi. Sonrasında onu düzenli olarak yılda bir kez, çoğunlukla ofisinde, bir iki kez de kulübesinde gördüm. Ama asla akşam yemeği gibi sosyal bir ortamda görüşmedim, görüşmelerimiz her zaman sadece konuşma odaklıydı.

ZEIT: Özel olarak mı konuştunuz?

Kissinger: Evet, yalnızca ikimiz.

ZEIT: Saldırı başladığından beri görüştünüz mü?

Kissinger: Hayır. Bir fırsat oluşmuştu ancak hükümetimin tavsiyesiyle bunu değerlendirmedim.

ZEIT: Putin sizinle iletişime geçmeye mi çalıştı?

Kissinger: Bu şekilde yorumlamamıza sebep olacak ipuçları vardı.

ZEIT: Moskova ya da Kiev sizden aracılık etmenizi isteseler, yapar mıydınız?

Kissinger: ABD hükümeti kabul ederse, evet. Ama ben de bir zamanlar Dışişleri Bakanıydım ve o zamanlar dışarıdan biri sorunlarımı çözmeye çalışsaydı çok kızardım. Yani durum çok kritik olsaydı bunu düşünebilirdim ama bu olmayacak.

ZEIT: Sizce Putin’in Ukrayna’ya saldırısındaki stratejik hedefi neydi?

Kissinger: Bence kendini aştı. Sanırım ciddiye alınmadığı izlenimine kapıldı. Onun için Ukrayna, Rusya’nın aşağılanmasının bir simgesi. Yıllar önce Putin daha St. Petersburg Belediye Başkanı yardımcısıyken, onunla ilk tanıştığımda, bana Sovyetler Birliği’nin çöküşünün dünya tarihindeki en büyük trajedilerden biri olduğunu söylemişti. Bu arada bugünkü durumda tüm suçun Putin’de olduğunu düşünmüyorum. Savaşın kendisi ve savaşın gidişatı son derece acımasız ve saldırı püskürtülmeli. Ben de Ukrayna ve Batı direnişini destekliyorum, ancak 2014 gibi erken bir tarihte bir makalemde Ukrayna’yı NATO’ya katılmaya davet etme planı hakkında ciddi şüphelerimi dile getirmiştim. Savaşla sonuçlanan bir dizi olay bununla başladı. Bu savaşı haklı çıkarmaz ancak o zaman tüm eski Doğu Bloku ülkelerinin NATO’ya kabulü ile Ukrayna’nın NATO’ya katılma davetini birleştirmenin akıllıca olmadığına inanıyordum, hala da böyle düşünüyorum.

ZEIT: Ancak NATO, Angela Merkel’in baskısıyla da olsa Ukrayna’yı kabul etmeme kararı aldı.

Kissinger: Biliyorum ancak yine de seçenekler açık bırakılmıştı. O zamanki değerlendirmem, Ukrayna’nın Finlandiya’ya benzer şekilde tarafsız bırakılmasının en iyisi olacağı yönündeydi. Çünkü Avrupa ve Rusya’nın güvenlik bölgeleri arasındaki sınırın, Ukrayna’nın batı sınırında yani Varşova’dan üç yüz mil uzakta olması veya Ukrayna’nın doğu sınırında yani Moskova’dan üç yüz mil uzakta olması, önemli bir fark yaratıyor. O dönemde birçok makalemde de bahsettiğim gibi Ukrayna, Batı’nın veya Moskova’nın ileri karakolu konumunda değil, iki taraf arasında bir köprü konumunda bulunmalıydı. Bu daha iyi bir stratejik hedef olurdu.

ZEIT: Ukrayna 2014’teki Rus saldırısına kadar tarafsızdı. Peki sizce Ukrayna bugün NATO’ya kabul edilmeli mi?

Kissinger: Bugün savaş bittikten sonra kesinlikle Ukrayna’nın NATO’ya kabulünden yanayım. Ukrayna artık NATO ve Rusya arasında tarafsız bölge olmadığına göre, Batı açısından Ukrayna’nın NATO’ya kabul edilmesinin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Bu sayede savaş sona erdikten sonra çıkacak çatışmaların ya da barış anlaşmasından kaynaklanabilecek çatışmaların, Rusya ve Ukrayna tarafından tek taraflı saldırılarla çözülemeyeceği garanti edilmiş olur.

“Nükleer silah kullanılması, Rusya için son derece tehlikeli olur”

ZEIT: Putin defalarca nükleer silah kullanmakla tehdit etti. Bu tehditleri ciddiye alıyor musunuz?

Kissinger: Nükleer silah kullanılması, Rusya için son derece tehlikeli olur. Çünkü Batı, nükleer silahların bir savaşta belirleyici faktör olmasına izin veremez.

ZEIT: Putin, nükleer silah kullanmaya karar verirse, Batı nasıl tepki vermeli?

Kissinger: Batı’nın hangi spesifik karşı önlemleri alması gerektiğini önermeyi benim rolüm olarak görmüyorum. Ancak nükleer silahların siyasi sorunlara asla çözüm olamayacağını açıkça gösterecek kadar güçlü olmalılar. Bir kez bile kullanılmış olsalar bunun geri dönüşü olmaz. Bu, tüm devletlerin nükleer silah kuşanmasına yol açacaktır. O zaman nükleer silahlar konvansiyonel hale gelirdi. Putin’in nükleer silahları Ukrayna’da taktik amaçlarla kullanmayacağını varsayıyorum. Ama Rus toprakları tehdit edilir edilmez, ya da Sivastopol

ZEIT: … Rus Karadeniz Filosunun Kırım’daki ana limanı.

Kissinger: Bakın bu benim Rus tehditlerine karşı kişisel değerlendirmem. Putin’in Ukrayna’daki fetihlerini savunmak için nükleer silah kullanacağını düşünmüyorum. Ancak Rus kimliğinin özüne ne kadar inerse, bunu yapma olasılığı da o kadar artar.

ZEIT: Kırım’ın Rus kimliğinin merkezinde olduğunu söyleyebilir misiniz?

Kissinger: Sivastopol’ün Ukrayna’nın kimliğiyle şu anda tartışılan diğer birçok alandan daha az ilgisi olduğunu söyleyebilirim. Sivastopol Potemkin tarafından kurulduğundan beri Rusya ile ilişkilendirilmiştir…

ZEIT: … Çariçe Büyük Catherine’in sırdaşı ve sevgilisi…

Kissinger: … ve Sivastopol, Ukrayna bağımsızlığını kazandıktan sonra bile bir Rus deniz üssü olarak kaldı. Yani bariz farklar var. Ama ben Batı siyasetiyle ilgileniyorum, Rusya’nın bunlara tepkisiyle değil.

ZEIT: O zaman Batı’nın tutumu hakkında bir soru soralım. Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi, savaş suçlarından dolayı Devlet Başkanı Putin hakkında tutuklama emri çıkardı.

Kissinger: Putin mahkemede mi? Olmasa daha iyi!

ZEIT: Neden daha iyi?

Kissinger: Çünkü savaşın sonucunu bir siyasi liderin kişisel kaderine bağlarsanız savaşı kontrol altına almak imkânsız ve çok daha zor hale gelir. Putin’in yaptıkları yasa dışı ve yanlış ben onun eylemlerini haklı çıkarmak istemiyorum, ancak savaşın tırmanmasını önlemek için her şeyi yapmalıyız. Ve savaşın bitiminden sonra düşmanlıkların süresiz olarak devam etmemesi sağlanmalıdır. Batı’nın siyasi hedefi, Ukrayna’nın askeri güvenliğini sağladıktan sonra Avrupa ve Rusya arasındaki ilişkileri yeniden inşa etmek olmalıdır.

ZEIT: ABD Avrupa’da barış için hala belirleyici rolde. Ülke aşırı derecede kutuplaşmış durumda, Amerika’nın dünyadaki rolü konusunda ABD’de hala ortak bir fikir var mı?

Kissinger: Bu, önümüzdeki on yılın en büyük siyasi meselesi olacak. Yargılamak benim için zor çünkü entelektüel ve siyasi varlığım, ABD’nin tüm uluslararası gelişmelere derinden dahil olduğu bir zamanda oluştu. Zorluklar bugün, o zamankinden daha büyük. 1950’lerde Batı için tek bir zorluk vardı, Stalin. Bugün ise dünya çok kutuplu ve bazı Avrupalı olmayan devletler de güvenliğimize yönelik potansiyel tehditler oluşturuyor.

ZEIT: On yıllardır Cumhuriyetçi Parti ile iç içesiniz. Donald Trump partiyi bu şekilde rehin almayı nasıl başardı?

Kissinger: Ben o kelimeyi kullanmazdım. Donald Trump, ülkedeki iyi tanımlanmış azınlığa hitap etme konusunda büyük ve benzersiz bir yeteneğe sahip. Bunu daha önce kimse yapamamıştı. Bu nedenle de Trump’ın partide muazzam bir etkisi var. Asıl soru Amerika’nın, Trump ve destekçilerinin acil ulusal çıkar olarak görmediği, dünyadaki güvenlik risklerini umursayıp umursamadığı olacaktır.

“Askeri bir çatışma, korkunç bir felaket olur”

ZEIT: Ukrayna’daki gibi mi?

Kissinger: Evet. Bu konuda Trump’a katılmıyorum. Putin’in Ukrayna’ya saldırısı başarılı olsaydı, tüm NATO kavramı alt üst olurdu. Bu ABD’nin ulusal çıkarlarına uygun olmaz.

ZEIT: Donald Trump’ın Amerika’da yeniden seçilmesi durumunda, Ukrayna ve Avrupa’nın güvenliği için Biden hükümetinden daha azını yapacağına dair Avrupa’da büyük endişeler olduğunu farkında mısınız?

Kissinger: Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Henüz başlamamış bir seçim kampanyasında tercihlerimi bir Alman gazetesinde konuşmak istemiyorum. Trump da dahil olmak üzere herhangi bir Cumhuriyetçi başkan, Amerika’nın Avrupa’nın güvenliğini savunmadaki rolünden fiilen vazgeçmeye çalışırsa, hiç kimse buna müsamaha göstermez. Ne benim gibiler ne önceki Cumhuriyetçi yönetimlerden insanlar ne de Demokrat dış politika yetkilileri.

ZEIT: Yani Cumhuriyetçi Parti’de hala ılımlı bir kanat var mı?

Kissinger: Evet. Ama Trump’tan farklı konuşan insanlar için bile sorun Avrupa değil, Asya.

ZEIT: O halde Çin hakkında konuşalım. Çin ile ABD arasındaki ilişki, son elli yılın en kötü dönemini yaşıyor gibi görünüyor.

Kissinger: Şu anda Biden yönetimi Çin ile yeniden diyaloğa girmek için gerçek bir çaba harcıyor gibi görünüyor ve Çin de buna ılımlı bakıyor gibi görünüyor. Ben bu çabayı destekliyorum. Elbette bu girişimin hesaplaşma öncesi taktik bir mola mı yoksa kalıcı bir şey mi olduğunu söylemek çok zor.

ZEIT: Sizce Çin ve ABD arasındaki çatışma ne kadar tehlikeli?

Kissinger: İki güç arasındaki askeri çatışma Birinci Dünya Savaşı’ndan daha kötü, korkunç bir felaket olur. Her ikisi de ileri teknolojiye sahip güçler ve her ikisinin de sınırsız yıkıcı gücü olan silahları bulunuyor. Ve şimdi, anlamakta bile zorlandığımız olasılıklar sunan yeni teknolojiler ortaya çıkıyor. Bu yüzden her iki taraf da çok dikkatli hareket etmelidir.

ZEIT: Sizce artış riski var mı?

Kissinger: Tayvan üzerindeki çatışma kimsenin kontrol edemeyeceği düzeyde tırmanabilir. Bu tehlike mevcuttur.

ZEIT: En büyük siyasi başarılarınızdan biri, yaklaşık elli yıl önce Başkan Nixon ve sizin Pekin’e yaptığınız ziyaretler sayesinde Çin ile doğrudan görüşmelerin başlamasıydı. Washington’da, o dönemin açılış politikası tüm taraflarca bir hata olarak görülüyor.

Kissinger: Bu son derece dar görüşlü bir değerlendirme. O zamanlar ABD ve Çin birbirinden tamamen izole edilmişti. Amacımız barışçıl gelişmeler için yeni umutlar yaratmaktı. O zamanlar Çin hala fakir bir ülkeydi ve Mao, Çin’i dünyaya açmak için stratejik bir karar almıştı. Biz açılmaya çalışmasaydık, bunu diğerleri yani Avrupalı güçler veya Japonya yapacaktı. Bugün Washington’da bu konuda söylenenler yanlıştır.

ZEIT: Joe Biden, ABD’nin Çin ile stratejik rekabetini demokrasi ve otokrasi arasındaki bir çatışma olarak tanımladı.

Kissinger: Ben farklı görüyorum. Belki de demokrasi ve otokrasi arasındaki çatışma altta yatan sebeptir, ancak her iki taraf da yeni teknolojiler nedeniyle bu çelişkiyi en uç noktaya taşıyamaz. Bu, insanlık tarihinde yeni bir temadır. Birinci Dünya Savaşı öncesi gibi bir dünyada yaşıyoruz, ancak yeni teknolojilerin yıkıcı gücünün farkındayız, yeni teknolojiler derken sadece nükleer silahları kastetmiyorum.

“Yapay zekâ çok ilgimi çekiyor”

ZEIT: Yapay zekadan mı bahsediyorsunuz?

Kissinger: Evet, yapay zekâ çok ilgimi çekiyor. Bu konuda bir kitap yazdım ve şu anda da yapay zekanın insan bilinci üzerindeki etkisi üzerine daha kısa ikinci bir kitap üzerinde çalışıyorum. İnsanlık hiçbir zaman bu problemle uğraşmak zorunda kalmamıştır. Bilim, şimdiye kadar çoğunlukla tekrarlanabilir deneylere veya matematiksel olarak temsil edilebilen hipotezlere dayanıyordu. Bugün artık makinelerin bildiklerinden daha fazlasını bilmiyoruz. Bizimle nasıl akıcı bir dille konuşabildiklerini bilmiyoruz. Başka bir deyişle, yeni bir gizeme erişimimiz var. Bunun çok büyük siyasi sonuçları var.

ZEIT: Ne gibi sonuçlar?

Kissinger: Bu teknolojilere erişimi olan bütün devletler, yeni durumu yansıtmalılar. Savaşın nasıl olacağını bilselerdi, 1914’te hiçbir Avrupalı lider savaş başlatmazdı. Bugün ikisi de dünyayı tamamen yok etme yeteneğine sahip iki güç, tarihte ilk kez, doğrudan karşı karşıya geliyor. Peki bu güce sahip iki lider, “bu sorunu çözmeliyiz” diyebilecek kadar akıllılar mı? Ki iki tarafın da kesinlikle bunu demeye ihtiyacı var. İki devlet adamı da gerçekten akıllı olsalardı, “biz ikimiz, insanlığın geleceği için en büyük tehdidiz” derlerdi.

ZEIT: Joe Biden ve Xi Jinping bu bilgeliğe sahipler mi?

Kissinger: Joe Biden’ı kırk yılı aşkın süredir tanıyorum ve siyasi geleceği Çin’le ilişkilere bir çözüm bulup bulamayacağına veya bulmak için en azından çabalamasına bağlı. Xi bunu diyebilir, evet yapabilirdi, ama bu yapacağı anlamına gelmiyor. Ancak bir şeyler yapılması gerekiyor, çünkü kriz tırmanmaya devam ederse Birinci Dünya Savaşı öncesine benzer bir duruma geleceğiz. İşte o zaman bazı saçma olaylar krizin önü alınamaz şekilde tırmanmasına yol açacaktır.

ZEIT: Yapay zekâ üzerine kitabınız seneye mi basılacak?

Kissinger: Şu anda üzerinde çalışıyorum. Eski Google CEO’su Eric Schmidt ile birlikte çalışıyoruz, kendisi teknoloji alanında bilgi sahibidir. Bu arada süremiz doldu. (Gülüyor) Ama yine de birkaç soruya daha cevap vereceğim. (Kissinger hiç yorgun görünmüyor, belli ki sohbetten keyif alıyor)

ZEIT: Bay Kissinger, 1938’de ailenizle birlikte Nazilerden, Almanya’dan, kaçmak zorunda kaldınız. Bir keresinde ailenize yapılan onca şeye rağmen Almanya’ya karşı hiçbir kin beslemediğinizi söylemiştiniz. Nazi döneminden sonra mı Almanya ile barıştınız?

Kissinger: Evet. Haziran’da Avrupa’ya, Londra’ya gideceğim ve ardından büyükbabamın mezarını ziyaret etmek için doğduğum şehir olan Fürth’e (Almanya) gideceğim. Orada bir etkinlik olacak ve belki bu sorunuzun da cevabı olabilir.

ZEIT: Sizin de dostunuz olan Helmut Schmidt gibi bazı Almanlar, Nazi döneminden sonra bir daha Almanlara asla tam anlamıyla güvenmediler. Siz bugünkü Almanya’ya ve Alman demokrasisine güveniyor musunuz?

Kissinger: Alman demokrasisine ve kurumlarına güveniyorum. Ancak Almanya, Avrupalı komşularının aksine kırılmalarla dolu bir tarihe sahip. Almanya’da beraber çalıştığım insanların hepsi Birinci Dünya Savaşı sırasında doğdu. Bugün, farklı bir nesil iktidarda ve tamamen yeni zorluklarla karşı karşıyalar. Onlara güvenmediğimi söylemeyeceğim ama karşı karşıya oldukları zorluklar benzersiz.

ZEIT: Ne gibi zorlukları kastediyorsunuz?

Kissinger: Güvenliğimize yönelik yeni tehditlerle başa çıkmak için stratejiler geliştirmemiz gerektiğini daha önce söylemiştim.  Buna yönelik sorulardan biri Atlantik topluluğunun nasıl bir rol oynayacağı olacaktır. Avrupa ve ABD birlikte mi hareket edecekler yoksa farklı yaklaşımlar mı izleyecekler? Ben Avrupalılar için özerkliği savunuyorum.

ZEIT: Gerçekten mi? Neden?

Kissinger: Atlantik çerçevesinde özerklik, evet. Çünkü Avrupa ülkeleri ABD’nin ortağı olurlarsa, dünyadaki rolleri hakkında kendi konseptlerini ve fikirlerini geliştiremezler. Yalnızca böylesine samimi şekilde milli bir bakış açısına sahip olanlar fedakârlık yapmaya istekli olacaktır. Almanya savaş sonrası dönemde hiçbir zaman, Fransa ve İngiltere’nin aksine, böyle bir fedakârlık göreviyle karşı karşıya kalmadı. O yüzden de şu anda Almanya’daki gelişmeler son derece önemlidir.

ZEIT: Olaf Scholz’un bahsettiği “milat” hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kissinger: Eskiden Alman kabinesindeki bütün bakanları tanıyordum, hatta çoğunu şahsen tanıyordum. Bugün ise hepsi, benim için yeni insanlar.

ZEIT: Olaf Scholz ile tanıştınız mı?

Kissinger: Evet. O zamanlar Hamburg Belediye Başkanıydı. Ondan hoşlanıyordum ama o zamanlar bir gün şansölye olup olmayacağını düşünmemiştim. Onun hakkında iyi şeyler duyuyorum. Kendisi ve bakanları benzersiz bir görevle karşı karşıyalar, Atlantik birliğini tehlikeye atmadan Amerika ile ilişkilerinde daha fazla özerklik için çaba göstermeliler. Bu dengeyi bulmak son derece zordur.

“Gerçekleşmemiş hedeflerim yüzünden kendimi üzmüyorum”

ZEIT: Az önce Almanya’yla ve ZEIT ile, her zaman yakın temaslarınız olduğundan bahsettiniz.

Kissinger: ZEIT’in redaksiyon toplantısına davet edilmem ve alkışlarla karşılanmam çok etkileyiciydi. Hatırlıyor musunuz?

ZEIT: Evet, iyi hatırlıyorum. Temmuz 2006 tarihindeydi. Her şeyden önce ZEIT’in uzun süre boyunca baş editörü ve yayıncısı olan Marion Gräfin Dönhöff ile yakın arkadaştınız. Sizin için bu ne ifade ediyordu? Arkadaşlığınızın nasıl bir önemi vardı?

Kissinger: Marion olağanüstü biriydi, nadiren karşılaşabileceğiniz bir insandı. Prensiplerine, Prusya değerlerine olan bağlılığına hayrandım. Ancak bu Prusya değerlerini, demokratik inançlarıyla birleştirmeyi başardı. Bu olağanüstüydü.

ZEIT: Hamburg’da Dönhöff’ü ziyaret ettiğinizde Helmut Schmidt de sık sık bulunuyordu.

Kissinger: Doğru.

ZEIT: Schmidt’le ilişkiniz nasıldı?

Kissinger: İkimiz de birbirimizden bağımsız şekilde nükleer savaşın dünya için yeni bir gerçeklik olacağı ve dayanılmaz sonuçları olacağı kanısına çok erken vardık. O sırada Harvard’daydım ve Foreign Affairs dergisine bununla ilgili bir makale yazmıştım. Schmidt ile bundan kısa bir süre sonra Hamburg’da savaşın bitiminden hemen sonra, muhtemelen 1956 veya 1957’de, Almanya’ya yaptığım ilk ziyarette tanıştım.

ZEIT: Gräfin Dönhöff ve Schmidt ile ne hakkında konuştunuz? Her zaman siyaset mi konuştunuz yoksa kişisel meselelerle ilgili de konuştunuz mu?

Kissinger: Ölümünden kısa bir süre önce Dönhöff’ün evinde küçük bir grup yemeğine davet edildim. Öleceğini biliyorduk ve tabii kendisi de biliyordu… (çok uzun bir sessizlik. Kissinger yutkundu ve boğazını temizledi sonrasında sesini yeniden buldu, öncesine göre sesi biraz daha boğuk geliyor.) Ama ölümü hakkında hiç konuşmadı, her şey her zamanki gibi olmalıydı.

ZEIT: Henry Kissinger, uzun yaşamınıza dönüp baktığınızda neyi farklı yapmak isterdiniz?

Kissinger: Gerçekleşmemiş hedeflerim yüzünden kendimi üzmüyorum. (Gülüyor) Elimden geleni yaptım ve şimdi yapılması gerekenleri de anlattım. Daha fazla katkıda bulunamam, yine de çözümlerin başlangıcına katkıda bulunabilirim.

ZEIT: Hala eskisi kadar çalışıyor musunuz?

Kissinger: Evet, günde on beş saat çalışıyorum. Buradaki asistanlarım da size anlatabilir. (Gülüyor)

ZEIT: 2015’de Hamburg’da St. Michael Kilisesi’nde Helmut Schmidt için Almanca bir ağıt okudunuz. Orada Schmidt’in suçlu olduğundan bahsetmiştiniz. Ne demek istediniz?

Kissinger: Helmut Schmidt savaşın içindeydi, Nazi rejimi sırasında Almanya’da yaşıyordu ve o dönemde herhangi bir şekilde destek vermeden bu düzende hayatta kalamazdınız. Ama Schmidt’e yalnızca büyük saygı duyuyorum.

ZEIT: Onun bir politikacı, şansölye olarak bulunduğu zamanı kastetmemiş miydiniz?

Kissinger: Hayır! İç siyasetini detaylı olarak takip etmedim ancak bu bağlamda asla suçluluktan bahsetmem.

ZEIT: Onu suçladınız mı?

Kissinger: Bakın, yalnızca ahlak ve insan eylemleri üzerine uzun bir konuşma yapabiliriz. Sınırlı bir süre içinde uzun vadeli çözümler üzerinde çalışmak zorunda olmak, her devlet adamının ikilemidir. Mutlak prensiplerinde sürekli ısrar ederse toplumun imkanlarını alt üst eder, toplumu radikalleştirir. Toplumu destekleyemiyorsa, geleceğe de hazırlayamayacaktır. Bu ikilemle başa çıkmak ve dengeyi bulmak zordur.

“Dünya çok çalkantılı olacak”

ZEIT: Görevde olduğunuz süre boyunca Amerika’nın ulusal çıkarları ile demokratik bir toplumun değerleri arasındaki dengeyi bulabildiniz mi?

Kissinger: O zamanki şartlar altında, evet.

ZEIT: Örneğin insan hakları gibi ABD’nin demokratik değerleri için daha fazlasını yapmalı mıydınız?

Kissinger: Bunu yargılayacak olan ben değilim. Ama sonuç olarak söyleyebilirim ki, insan haklarını savunmanın diğer zorunluluklarla uyumlu olduğu fırsatları değerlendirdim. Ama elbette insanlar geçmiş hakkında istediklerini söyleyebilirler.

ZEIT: Pek çok eleştirmen, Vietnam Savaşı sırasında Kamboçya’nın bombalanmasındaki rolünüz nedeniyle sizi savaş suçlusu olarak görüyorlar. Bu sizi hala rahatsız ediyor mu?

Kissinger: Evet, ama bu her şeyden önce medya çalışanlarını rahatsız etmeli…

ZEIT: Neden?

Kissinger: Böyle bir propaganda nasıl olabilir… (lafını keserek) Bunun hakkında konuşmak istemiyorum, kendimi savunmak zorunda değilim. Ve bu konuşmamız Kamboçya konusuyla biterse çok üzülürüm…

ZEIT: Başka sorularımız var…

Kissinger: Beni savaş suçlusu olarak görmek, konunun özüne inmeden tartışmanın kolay bir yoluydu. O yüzden bu soruya, bu suçlamaya genellikle hiç cevap vermedim. Beni rahatsız ediyor mu, evet tabii ki beni rahatsız ediyor.

ZEIT: Bugün Vietnam’daki savaşa ve Kamboçya’ya yapılan saldırılara dönüp baktığınızda, farklı yapmam gerekirdi diyeceğiniz bir şey görmüyor musunuz?

Kissinger: Komşu bir ülkenin sınırlarının hemen ötesinde gerilla üslerine müsamaha gösterilen bir gerilla savaşı söyleyin bana! Bir örnek verin! Hava saldırımızda neredeyse hiç sivil kaybı olmadı çünkü Kamboçya’da saldırdığımız bölgelerde neredeyse hiç insan yaşamıyordu.

ZEIT: Kamboçya o dönemde tarafsızdı. Tarafsız bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Kissinger: Özetle, tarafsız bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu düşünmüyorum. Ancak topraklarında Güney Vietnam’ın ve orada konuşlanmış ABD birliklerinin saldırıya uğradığı askeri üslerin bulunduğu bir ülkeye saldırmanın meşru olduğunu düşündüm ve hala da düşünüyorum. Durum bundan ibaretti, bunların hepsi iyi şekilde belgelendi.

ZEIT: Neredeyse bundan yüz yıl öncesine uzanıyorsunuz. Korkunç bir yüzyılda, 20.yüzyılda yaşadınız. İleriye, geleceğe baktığınızda her şeyden önce endişeli misiniz? Yoksa güven ve umut için sebep görüyor musunuz?

Kissinger: Uğraştığımız sorunların çözülebilir olduğu konusunda iyimserim. Ama bunlar acil sorunlar ve kendimize acımayı politikamızın yol gösterici ilkesi haline getirirsek onlarla ilgilenemeyiz. Yapay zekâ, tahmin ettiğim gibi, makineler ve insanlar arasında bir diyaloğa dönüşürse bu her şeyi değiştirir. Aydınlanma Çağı’nda da benzer sorunlarla uğraşıldı, ancak Kant ve Leibniz’in felsefi kavramlarını geliştirmeleri üç yüz yıl sürdü. Yaşayacak bir yüz yılım daha olsaydı, böyle insanlar bulmaya çalışırdım.

ZEIT: Yapay zekâ çağı için bir Immanuel Kant mı?

Kissinger: Kesinlikle.

ZEIT: Bu rolü doldurabilecek birini görüyor musunuz?

Kissinger: Şu anda değil. Ancak Aydınlanma öncesi dönem de karanlık bir dönemdi, Otuz Yıl Savaşlarını düşünün. Yani evet, dünya çok çalkantılı olacak.

DÜNYA BASINI

Üniversite eylemleri ABD seçimlerini nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

ABD genelinde 50’den fazla büyük üniversitede Filistin’e destek için öğrenci eylemleri devam ediyor ve polisin son iki haftada aralarında bazı öğretim görevlileri de dahil 1000’den fazla öğrenciyi gözaltına aldığı belirtiliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz bu eylemlerin kasım ayındaki ABD Başkanlık seçimlerini nasıl etkileyeceğine dair öngörüde bulunulurken eylemlerin 1968 Vietnam savaşı karşıtı eylemlerle benzerlik ve farklılıklarına mercek tutuyor.

***

ABD’deki Filistin yanlısı öğrenci protestoları Biden’ı yaralamadan bırakmayacak

Öğrenci göstericilere yönelik baskılar devam ederken, bu gösterilerin başkanlık seçimlerine etkisi de giderek belirginleşiyor.

James Zogby

ABD’deki üniversite öğrencilerinin, Amerika’nın İsrail’in Gazze’deki savaşına verdiği desteği protesto eden gösterileri hızla yayılıyor. 200’den fazla kampüste sürekli gösteriler yapılıyor. Son zamanlarda öğrenciler bazı kampüslerin merkezinde protesto çadırları kurmaya başladılar. Bu durum geçen hafta New York’taki Columbia Üniversitesi’nde başladı. On gün sonra neredeyse dört düzine üniversitede çadırlar kuruldu.

En çarpıcı olan sadece bu gösterilerin yayılma şekli değil, aynı zamanda gösterilere katılan öğrencilerin inanılmaz çeşitliliği oldu. Elbette Arap-Amerikalı öğrenciler de var ama onlara her ırktan ve inançtan öğrenciler de katıldı.

Protestocular barışçıl olmalarına rağmen kasıtlı olarak rahatsız ediciydiler. Zaman zaman kampüsün merkezi yerlerini işgal ettiler. Göstericilerin alışkın olduğu üzere slogan da attılar. Yine de protesto alanlarını ziyaret eden saygın gözlemcilerin de belirttiği gibi, protestolar barışçıl ve düzenli bir şekilde gerçekleşti.

Cumhuriyetçi kongre liderleri ve birkaç İsrail yanlısı Yahudi örgütünün kışkırtmasıyla, bu gösterileri antisemitik ve Yahudi öğrencilerin güvenliğine yönelik bir tehdit olarak gösterme çabası var. Kongre üyeleri bunu benimsediler, bunu bir ihtilaf konusu olarak kullandılar ve protestocu öğrencileri İsrail karşıtı grupların tutsağı olan liberal elitler olarak tasvir ettiler.

Protestocu öğrencilerin liderleri, ateşkes ve Gazze’deki soykırıma son verilmesi taleplerini disiplinli ve etkili bir şekilde dile getirdiler. Birçoğu ayrıca üniversitelerine İsrail’in savaş çabalarına katkıda bulunan kuruluşlardan fonlarını çekmeleri çağrısında bulundu.

Hem Cumhuriyetçi liderler hem de küçük ama etkili bir grup Yahudi lider, kendi platformlarını kullanarak bazı öğrencilerin kullandığı sloganların özünde Yahudi karşıtı olduğunu defalarca savundular. Örneğin, “nehirden denize, Filistin özgür olacak” sloganının aslında İsrail’deki Yahudilere karşı soykırım yapma çağrısı olduğunu söylediler. Yakın zamanda tam da bu noktaya değinen bir Kongre kararını kabul ettiler. Öğrencilerin Filistinlileri desteklemek için kullandıkları sloganların bu şekilde kasıtlı olarak çarpıtılmış yorumlarını kullanarak bazı üniversite rektörlerine istifa etmeleri için baskı yaptılar ve diğerlerinin hayatını zorlaştırdılar.

Göz ardı edilen şey, çadırların çoğunda protestocuların orantısız bir şekilde büyük bir kısmının Yahudi öğrencilerden olduğu. İronik bir şekilde, bir Yahudi lider Columbia Üniversitesi’ndeki Yahudi öğrencilere evlerinde kalmalarını ve kampüse gelmemelerini tavsiye ederken ve New York valisini kampüste düzeni sağlamak için Ulusal Muhafız birliklerini çağırmaya davet ederken, kamp yerindeki Yahudi öğrenciler arasında Hamursuz Bayramı kutlanıyordu.

Daha sonra New York polisine kampı dağıtması için kampüse girmesi emredildi. Bunu, barışçıl protestoculara karşı rahatsız edici düzeyde şiddetin (göz yaşartıcı gaz, plastik mermi, şok tabancası ve copla dayak) kullanıldığı Teksas, Kaliforniya ve Georgia’daki benzer polis müdahaleleri izledi.

Polisin, seçilmiş yetkililerin ve üniversite yöneticilerinin müdahaleleri, öğrencilerin protestoları sürdürme kararlılığını azaltmak yerine daha da körükledi. Böylece çadırların zorla dağıtılmasından bir gün sonra öğrenciler geri dönerek protesto alanlarını yeniden kurdular.

Gençlerin öfkesi sadece İsrail’in Gazze’deki tutumuna değil, aynı zamanda Biden yönetiminin bu savaşın devamına izin vermesine de yöneliyor ve üniversite kampüslerindeki bu protestoların gidişatı, seçim yılında Başkan için iyiye işaret değil.

Bu konuda 1968 Vietnam Savaşı karşıtı protestolarla ve bu protestoların Demokratların başkanlığa mal olmasında oynadığı rolle kıyaslamalar yapılıyor. Hem o dönemdeki hem de şimdiki protesto siyasetinin bir katılımcısı olarak benzerliklerin yanı sıra bazı önemli farklılıklara da tanıklık edebilirim.

Vietnam, televizyonda yayınlanan ve Amerikan evlerine giren ilk savaştı. Amerikalılar napalm bombasının siviller üzerindeki etkisini gördü ve mahkumlara işkence yapıldığını öğrendi. Savaşa karşı olanların ahlaki veya siyasi nedenlerle muhalefeti dışında, gençlerin askerlik hizmetine kayıt olmalarını gerektiren ulusal askerlik endişesi gibi daha kişisel ve rahatsız edici bir neden de vardı.

Vietnam dönemi aynı zamanda sivil haklar, çevresel kaygılar, kadın hakları ve benzeri birçok başka protesto hareketinin ortaya çıkışına tanıklık eden geniş bir ulusal mayalanma dönemiydi. Bu farklı hareketlere katılımda sınırlı bir örtüşme vardı.

Bugün durum farklı. Kadın hakları, siyahların güçlendirilmesi, çevresel adalet ve şimdi de İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı çıkan hareketler arasında önemli bir örtüşme var. Sosyal medyanın da etkisiyle, kardeşim John Zogby’nin “ilk küreseller” dediği bugünün gençleri Gazze’deki savaşı kesintisiz, yakından ve kişisel olarak deneyimliyor ve gördüklerinden derin rahatsızlık duyuyorlar.

1960’larda kampüslerde Vietnamlı öğrenciler yoktu, ancak bugün güçlenmiş ve örgütlenmiş Arap-Amerikalı ve ilerici Amerikalı-Yahudi öğrenciler İsrail’in Gazze savaşına karşı muhalefeti harekete geçirmede başı çekiyorlar: İlk grup “Bizim halkımıza değil” derken ikincisi de şöyle diyor: “Bizim adımıza değil.” Kendilerinin de içinde yer aldığı diğer hareketlerde müttefikler buldukları için savaş karşıtı çaba büyüdü.

Tüm bunlar olurken, Biden Beyaz Saray’ı çok endişeli gözükmüyor, kasım ayında Donald Trump’ı yenip bu fırtınayı atlatacaklarına ikna olmuş gibi duruyorlar. Başkan’ın genç ve “azınlık” seçmenler arasında destek kaybettiğini gösteren anketleri görmezden geliyorlar. Bu tehlikeli bir hesap hatası. Çeşitli eyaletlerdeki ön seçimlerin de gösterdiği gibi, Başkan’ın yeniden seçilmesi için ihtiyaç duyduğu destek kan kaybediyor. Ve eylemci öğrencilere yönelik baskılar devam ettikçe bu muhalefet daha da güçleniyor.

Eğer savaş birkaç ay daha sürerse ve bu yaz Chicago’da düzenlenecek Demokratik Kongre’deki sahne 1968’deki gibi kötü olursa, birçok genç seçmenin Biden’a oy vermekte zorlanacağı açık. Trump’a da oy vermeyecekler. Muhtemelen ya üçüncü partiye yönelecek ya da hiç oy kullanmayacaklar.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Orta Afrika’da ABD’nin elinden kaçırdığı suç örgütü liderinin peşine Wagner düştü

Yayınlanma

Rus özel güvenlik şirketi Wagner, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde ülkenin dört bir yanından on binlerce çocuğu kaçırarak asker ve seks köleleri olarak kullanan milis lideri Joseph Kony’nin peşine düştü.

Rolling Stone dergisine konuşan kaynaklar, Kony’ye nisan ayı başlarında Orta Afrika Cumhuriyeti’nin ücra bir köşesinde Wagner Grubu üyeleri tarafından operasyon düzenlendiğini anlattı.

Kony’yi yakalama çabalarına aşina olan Amerikalı bir kaynak, “Bu Afrika ormanlarında sıcak takip anlamına geliyor. ABD ordusu, Kony’ye 72 saat kadar yaklaştı. Wagner daha da yaklaşmış olabilir,” ifadelerini kullandı.

Operasyon, Rusya’nın Afrika’daki nüfuzunu artırma eğilimine işaret ederken ABD’nin kıtadaki yirmi yılı aşkın askeri stratejisinin zaafiyetlerini de ortaya koyuyor.

ABD tarafından finanse edilen bir araştırma enstitüsü olan Afrika Stratejik Araştırmalar Merkezi araştırmacılarına göre, ‘Küresel Terörle Mücadele’nin başlangıcından bu yana Afrika’da aşırılıkçı şiddet, eğitim ve altyapı için milyarlarca dolar harcanmasına rağmen tüm zamanların en yüksek seviyesinde.

Terör saldırılarından kaynaklanan ölümler 2021’den bu yana neredeyse iki katına çıkarken, bir dizi darbe ve iç savaş Washington’un ortaklıklarını çözdü ve kaotik güç boşlukları yarattı.

Lideri Yevgeniy Prigojin’in ölümünden sonra Wagner, doğrudan Rusya Savunma Bakanlığı’nın himayesine girdi. Operasyonlarının bir kısmı, Afrika Kolorduları olarak yeniden isimlendirildi, ancak Wagner adı yaygın olarak kullanılmaya devam ediyor.

Grup, özellikle Mali, Nijer, Sudan ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde aktif.

Kony, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından cinayet, tecavüz, adam kaçırma ve işkence dahil olmak üzere insanlığa karşı suçlar ve savaş suçlarıyla itham edilen, kendini Hıristiyan peygamber ilan eden bir şahıs olarak öne çıkıyor.

Kony, Uganda’nın kuzeyinde baskın bir etnik grup olan Acholi ahalisi arasında 1980’lerin sonunda lider seçilmişti.

Operasyon, Kony’nin ‘Lord’un Direniş Ordusu’ndan (LRA) 14 kişinin mart ayı sonunda kendini Orta Afrika Cumhuriyeti kolluk kuvveti olarak tanıtan bir ekibe teslim olmasıyla başladı.

Bu şahıslar, aslında Wagner’e bağlı Çadlı bir silahlı gruptu ve operasyonlarında genelde yerel milislerle ortaklık kuruyordu.

Olay, Orta Afrika Cumhuriyeti’nin Haute-Kotto vilayetinde meydana geldi. Kilometrelerce karelik ormanlık alana yayılan bölge, az sayıda yol ve çok sayıda izole köye sahip.

Sık çalılıkları ve karmaşık nehir, dere ve havuz ağıyla silahlı gruplar, fildişi kaçakçıları ve kaçak avcılar için bir sığınak olan bölge, uzun zamandır Kony’nin hayatta kalmasının anahtarı konumunda.

Çadlı grup, milisler, siviller ve iki çocuktan oluşan 14 LRA üyesini Sam Ouandjia adlı bir kasabaya getirdi ve burada kısa süre sonra kuvvetle gelen Wagner ile temasa geçti.

Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki bireylere yönelik güvenlik riskleri nedeniyle adının açıklanmasını istemeyen, bölge ve LRA konusunda uzman bir kaynak, Wagner güçlerinin söz konusu şahısları gözaltına aldığını ve bilinmeyen bir yere götürdüğünü söyledi.

Kaynak, şahsılar gözaltına aldıktan sadece birkaç gün sonra Wagner güçlerinin Kony’nin yakın zamanda bulunduğu ve bir dizi bölgesel militan grubu finanse eden büyük bir marihuana tarlasının bulunduğu Yemen köyüne saldırdığını söyledi.

Kaynağa göre yerli halk, Kony’nin kampının köyün 16 kilometre yakınında olduğunu dile getirdi.

Kaynak, “Yıllardır kaçak avcılar ve kaçakçılar için bir sığınak olarak çalılıklarda gizlenmiş efsanevi bir silah ve uyuşturucu pazarı hakkında bir şeyler duyuyoruz. Kony’nin oraya yakın kalmak istemesi mantıklı,” diye konuştu.

Kony’nin yakalanıp yakalanmadığı henüz gizemini koruyor. Rusya makamları ya da Wagner’den konuya ilişkin henüz resmi açıklama yapılmadı.

Rus Harp Akademisinin ‘Wagner’ raporu

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

NYT: Arap liderler sokakların İsrail öfkesinden korkuyor

Yayınlanma

ABD’de 22 eyalet ve 40’dan fazla üniversitede Filistin’le dayanışma eylemleri polis şiddeti, profesörlerin dahi kelepçelenerek gözaltına alınması ve okuldan atılma tehditlerine rağmen devam ediyor. Peki Arap ülkelerinde sokaklar sessiz mi?

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, 7 Ekim’den sonra Arap liderlerin ülkelerinde yaşanan protestolara yönelik tutumları ve bu tutumların altında yatan nedenleri ele alıyor:  

***

Gazze’ye yönelik öfke büyüdükçe Arap liderler protestoları bastırıyor

Savaşın hüznü ve İsrail’e duyulan öfke, Arap dünyasında gösterilere yol açtı. Gözaltılar, hükümetlerin öfkenin bumerang gibi kendilerine dönmesinden korktuğunu gösteriyor.

Vivian Yee, Vivian Nereim, Emad Mekay

Orta Doğu’daki diğer hükümetler gibi Mısır da İsrail-Filistin çatışması konusundaki tutumunu açıklamaktan çekinmiyor. Gazze’deki savaş nedeniyle İsrail’e yönelik kınamaları yüksek sesle ve sürekli. Devlet medyası Mısır’dan Gazze’ye geçmek için bekleyen yardım kamyonlarının oluşturduğu uzun kuyrukların görüntülerini yayınlayarak Mısır’ın kuşatma altındaki bölgeye giren sınırlı yardımın büyük bir kısmı için tek kanal olma rolünü ön plana çıkardı.

Ancak bu ayın başlarında Kahire’nin merkezinde Gazze’yle dayanışma gösterisi yapmak üzere toplanan yüzlerce kişiye Mısır güvenlik güçleri müdahale etti ve avukatlarına göre 14 protestocuyu tutukladı. Ekim ayında hükümet kendi Filistin yanlısı gösterilerini düzenlemişti. Ancak bu gösterilerde de protestocuların hükümeti eleştiren sloganlar atması üzerine onlarca kişiyi gözaltına almıştı. Avukatları, 50’den fazla kişinin halen parmaklıklar ardında olduğunu söylüyor.

Bu, Hamas’ın saldırısına karşılık veren İsrail’in Gazze’de altı aydır devam eden savaşı başlatmasından bu yana bölgede tekrarlanan bir modeldi: Arap vatandaşlarının Gazze’nin içinde bulunduğu kötü durum karşısında duydukları üzüntü ve öfke, kendi liderlerini hedef aldığında resmi baskıya dönüşüyor. Bazı ülkelerde sadece Filistin yanlısı duyguların açıkça gösterilmesi bile tutuklanma riskini göze almayı gerektiriyor.

Ekonomik fırsatlar ve siyasi özgürlükler konularında halklarıyla uyumsuz olan Arap dünyasındaki bazı hükümetler, İsrail ve onun baş destekçisi ABD ile olan bağları nedeniyle uzun süredir artan bir hoşnutsuzlukla karşı karşıya. Şimdi pek çok Arap’ın kendi hükümetlerinin suç ortağı olduğunu düşündüğü Gazze savaşı, yönetenler ile yönetilenler arasındaki eski farklılığı yeni bir güçle ortaya çıkardı.

Fas, Filistin yanlısı gösterilerde tutuklanan ya da krallığın İsrail ile yakınlaşmasını eleştiren sosyal medya paylaşımları nedeniyle gözaltına alınan onlarca kişi hakkında dava açıyor. İsrail ile normalleşme anlaşması peşinde koşan Suudi Arabistan’da ve halihazırda bir anlaşma yapmış olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde yetkililer en ufak bir muhalefete karşı öylesine aşırı duyarlılık gösteriyorlar ki pek çok kişi bu konuda konuşmaktan korkuyor.

Uluslararası Af Örgütü’ne göre, çoğunluğu Filistinli olan nüfusu ile İsrail ve ABD ile yakın işbirliği arasında sıkışan Ürdün hükümeti, Ekim başından bu yana en az bin 500 kişiyi tutukladı. Bu sayıya Amman’daki İsrail Büyükelçiliği önünde büyük protestoların düzenlendiği mart ayındaki yaklaşık 500 kişi de dahil.

Ürdün Senatosu Başkanı Faysal el Fayez, ülkesinin “gösteri ve protestoların anlaşmazlık platformlarına dönüşmesini kabul etmeyeceğini” söyledi.

Arap otokrasileri muhalefete nadiren tahammül eder. Ancak Filistin davası etrafındaki aktivizm özellikle çetrefilli.

On yıllardır Arap aktivistler, Marakeş’ten Bağdat’a farklı siyasi görüşlere sahip Arapları bir araya getiren Filistinliler için adalet mücadelesini, kendi ülkelerinde daha fazla hak ve özgürlük mücadelesine bağladılar. Onlar için İsrail, kendi toplumlarının gelişimini engelleyen otoriter ve sömürgeci güçlerin bir simgesiydi.

Savaşın başlamasından bu yana Filistin davasını desteklemek için oturma eylemlerine katılan 36 yaşındaki Kuveytli Abdurrahman Sultan, “Filistin halkının başına gelenler, tüm Araplar için sorunun temelini, yani sorunun tiranlık olduğunu açıklığa kavuşturuyor” dedi.

Kuveyt başlangıçta oturma eylemlerinin bazılarına müsamaha gösterdi. Ancak bazı Arap hükümetleri için bu bağlantı, tehlikeyi çağrıştırıyor. Filistin bayrakları 2011 yılında bölgeyi kasıp kavuran Arap Baharı protestolarında sıkça görülen bir manzaraydı. 2013’te iktidara geldiğinden beri protestoları bastıran ve çoğu eleştiriyi susturan Mısır’da yetkililer, aktivizmin hızla kendilerine karşı dönebileceğinin farkında.

Kahire’deki 3 Nisan protestosunda tutuklanan 14 aktivisti temsil eden insan hakları avukatı 30 yaşındaki Nabeh Ganady, “Bugün Filistin için protesto yapıyorlar; yarın kendisini, yani cumhurbaşkanını protesto edebilirler” dedi.

Gösteriye katılan insan hakları avukatı Mahienor El-Massry’ye göre mesaj, “insanların özgürlükler ya da demokrasi için herhangi bir marj olduğunu hayal bile etmemeleri ve asla güven kazanıp daha büyük taleplere yönelmemeleri gerektiği.”

Mısırlı tanınmış aktivist Ahmed Douma’ya göre El-Massry, geçen salı Kahire’deki Birleşmiş Milletler ofisi önünde düzenlenen daha küçük çaplı bir dayanışma protestosu sırasında diğer 10 protestocu ile birlikte gözaltına alındı. Daha sonra serbest bırakıldılar.

Mısır, Fas ve aralarında Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Umman ve Kuveyt’in de bulunduğu Basra Körfezi ülkelerinde yapılan mülakatlarda pek çok vatandaş, İsrail-Filistin çatışmasını keskin terimlerle tanımlıyor; Filistin davasını adalet mücadelesi, İsrail’i bir zulüm sembolü ve bazı durumlarda yöneticilerinin İsrail ile ilişkilerini ahlaki açıdan iflas etmiş olarak görüyor.

Bahreyn, Fas ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin İsrail ile ilişkilerini normalleştirme anlaşmaları ve Suudi Arabistan’ın da aynı yönde adımlar atmasının ardından gelen savaş, bu ülkelerde sadece İsrail’e değil, aynı zamanda İsrail ile çalışmak isteyen Arap liderlere karşı da öfkeyi artırdı.

20’li yaşlarındaki Emirlik vatandaşı Salem, ülkesinin muhalefete yönelik sicilini göz önüne alarak soyadını açıklamadan verdiği demeçte “Eğer bunu satmaya ve bu insanları satmaya- kendinizi satmaya – istekliyseniz, sırada ne var? Başka ne satılık?” diyor.

İsrail ile anlaşmalar imzalayan hükümetler bu kararı genellikle daha fazla bölgesel diyalog ve dinler arası hoşgörü yönünde atılmış bir adım olarak tanımladılar. Şubat ayında Emirlik hükümeti The New York Times’a yaptığı açıklamada İsrail ile diplomatik ilişkileri korumanın “zor zamanlarda önemli” olduğunu söyledi.

Ancak George Washington Üniversitesi’nde Orta Doğu üzerine çalışan siyaset bilimi profesörü Marc Lynch, Arap kamuoyunda İsrail’e yönelik düşmanlık ya da en iyi ihtimalle kayıtsızlık nedeniyle, otoriterlik ile bu tür anlaşmaların imzalanması arasında “doğrudan, gerekli bir bağlantı” olduğunu söyledi.

Bazı körfez Arap ülkelerinin muhalefeti izlemek için İsrail’in gözetim araçlarını kullanması da bu izlenimi güçlendiriyor.

Katarlı sosyolog ve normalleşme karşıtı aktivist Maryam AlHajri, “İnsanların demokratik olarak seçecekleri ya da ifade edecekleri bir alan olsaydı, İsrail ile normalleşmeyi seçmezlerdi” dedi.

Pek çok Arap hükümeti savaş nedeniyle İsrail’i kınayan ateşli söylemlerle halkın öfkesini yatıştırmaya ya da dizginlemeye çalıştı. Ancak analistler, İsrail ile ilişkilerin çok fazla pratik faydası olduğu için hükümetler barış anlaşmalarından vazgeçmek istemediğini düşünüyorlar.

İsrail’le barış yapan ilk Arap ülkesi olan Mısır, Kuzey Sina’daki militanlıkla ortak mücadele ettiği yıllar boyunca komşusuyla yakın bir güvenlik ortaklığı geliştirdi. Mısır ve İsrail, Mısır’ın tehdit olarak gördüğü militan siyasal İslamcı Hamas’ı kontrol altına almak amacıyla Gazze’yi abluka altına almak için de birlikte çalıştı. Ve Mısır’ın Gazze’den büyük bir Filistinli mülteci akınını önlemek için İsrail’in işbirliğine ihtiyacı var.

Yıllardır İran destekli grupların saldırılarına maruz kalan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez monarşileri, İran’ı en büyük tehdit olarak gören İsrail ile uzun zamandır arka kanallardan güvenlik bağlantılarını sürdürüyor. Bu “düşmanımın düşmanı” anlaşması daha sonra normalleşme görüşmelerinin önünü açtı ve birçok körfez monarşisi her türlü protesto ve siyasi örgütlenmeyi etkin bir şekilde yasakladığı için bu girişimlere yönelik eleştiriler nadir görülüyor.

Carnegie Endowment for International Peace’de Orta Doğu güvenliği uzmanı olan H.A. Hellyer, hükümetlerin “Arap toplumlarının tüm kesimlerinde gerçekten hissedildiğini düşündüğüm bu öfke ile bu devletlerin ulusal güvenlik mülahazaları olarak yorumladıkları şey arasında bir çizgi çekmeye çalıştıklarını” söyledi.

Geçmişte bölgedeki bazı liderler, hayal kırıklığına uğramış halklarının Filistin yanlısı ve İsrail karşıtı aktivizmle stres atmalarına izin veriyordu. Ancak şimdi Gazze’de yaşanan acılar Arap hükümetlerini vatandaşlarının çoğunun gözünde töhmet altında bıraktığından, sloganlar hassas bölgelere giriyor.

Bazı Mısırlılar hükümetlerini, diğer hususların yanı sıra, Mısır’daki sınır kapısından Gazze’ye umutsuzca ihtiyaç duyulan yardımların ulaştırılması konusunda İsrail’e söz hakkı tanıdığı için eleştirdi. Faslılar da Ekim ayından bu yana yaklaşık 40 şehirde solcuları ve İslamcıları, gençleri ve yaşlıları, kadınları ve erkekleri bir araya getiren, neredeyse her gün düzenlenen büyük dayanışma gösterilerinde bir araya geliyor.

Yetkililer çoğunlukla onları yalnız bıraktı. Ancak hak gruplarına ve tanıklara göre birkaç protesto bastırıldı ve Sale kentinde 13 kişilik bir grup ve Fas’ın İsrail ile normalleşme anlaşmasını Facebook’ta eleştiren Abdul Rahman Zankad adlı bir aktivist de dahil düzinelerce protestocu tutuklandı.

Zankad bu ay, beş yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Liman kenti Tanca’da avukatlık yapan ve İslamcı bir siyasi örgütün üyesi olan Serroukh Mohammed, “İnsanlar sadece fikirlerini dile getirdikleri için tutuklanıyor” dedi. Muhammed’e göre Faslılar, hükümetleri İsrail’le ilişkilerini sürdürmek için halkın duygularına meydan okuduğu sürece protestolarına devam edecek.

Mısır ve Fas hükümetlerinin temsilcileri yorum taleplerine yanıt vermedi.

Kuveytli Sultan gibi Araplar için İsrail ile ilişkilerde halk desteğinin olmaması, herhangi bir normalleşme anlaşmasının başarısız olmaya mahkûm olduğu anlamına geliyor.

“Barış yapmak için halkını temsil eden, seçilmiş rejimlere ve hükümetlere ihtiyacınız var” dedi.

-Aida Alami Rabat, Fas’tan bildirerek bu makaleye katkıda bulundu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English