Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Macron, milyonlara karşı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, London Review of Book’un Mayıs ayında çıkacak yeni sayısında yayınlandı. Makale, Fransa’da emeklilik reformu etrafında kopan fırtınanın geçmişine de atıflarda bulunuyor ve Sovyet Birliği’nin çözülüşünden itibaren Avrupa’da sosyal güvenlik sistemine yönelik liberal saldırıların bir bilançosunu sunuyor. Yazar, AB’nin ‘bütçe dengesi’ konusunda Emmanuel Macron’a güvendiğini, ama Macron’un tartışmalı reform planının başka emekçiler ve gençler olmak üzere, toplumun büyük kesiminin tepkisiyle karşılaştığına dikkat çekiyor. Fransa’da iktidar, çağdaş tüm kapitalist toplumlarda olduğu gibi, yasama yerine yürütmenin kararnameleri ile tartışmalı yasaları halktan kaçırmaktadır. Görünen o ki, Le Pen öcüsü ile iktidar olan Fransa Cumhurbaşkanı, şimdi kendisine oy veren milyonlara savaş açmış durumdadır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Macron, milyonlara karşı

Jeremy Harding
London Review of Books
Cilt 45, Sayı 9, 4 Mayıs 2023

​Emeklilik –ve ‘yaşlanmanın mali etkisi’ AB’yi uzun zamandır rahatsız ediyor. Avrupa Komisyonu’nun 2016 yılında yayınladığı bir raporda ‘çoğu AB üye ülkesinin’ emeklilik sistemlerini reforme etmekte olduğu rahatlıkla belirtilmişti. Fransa da bunlardan biri. Emmanuel Macron görevdeki ilk döneminde iddialı bir reform planı öngörmüş, fakat Covid-19 buna engel olmuştu. 2022’de yeniden seçilen Macron masaya farklı bir plan koydu; planın özünde emeklilik yaşının 62’den 64’e çıkarılması vardı. Bu plan tahmin edilebileceği gibi popüler olmadı. Emeklilik maaşları Fransız devlet harcamaları listesinde üst sıralarda yer alıyor. Fransa’nın kamu hizmetleri yapısının temel taşlarından biridir ve bu nedenle çekiç ve matkap sesleri çoğu yurttaşın tüylerini diken diken ediyor.

1993 yılında Elysée’de sosyalist bir başkanla birlikte yaşayan muhafazakâr bir hükümet, 60 yaşında emekli olan bir bireyin tam emekli maaşı almaya hak kazanması için çalışması gereken süreyi 37,5 yıldan 40 yıla çıkardı. Ayrıca emekli maaşının hesaplanma şeklini de değiştirdi: artık çalışan bir kişinin hayatının en kârlı on yılı değil, en kârlı 25 yılı esas alınıyordu. Édouard Balladur bu reformu gerçekleştiren başbakandı. Kısa bir süre sonra cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyduğunda, ilk turda kaybetti. Sonraki on beş yıl boyunca emeklilik ödemeleri yaklaşık yüzde 6 oranında azaldı. Fakat hakları güçlü sendika üyeliği ve kamu sektörünün cumhuriyetçi değerler için hayati önem taşıdığına dair süregelen bir his tarafından korunan kamu sektörü çalışanları için durum böyle değildi.

Herkes aynı fikirde değildi. Jacques Chirac 1995’te Mitterrand’ın yerine geçtikten sonra başbakan Alain Juppé ile birlikte memur maaşlarında reform yapmaya çalıştı ve Fransa’da 1968’den bu yana görülen en etkileyici grev dalgasını tetikledi. Yaklaşık üç hafta boyunca ülkenin büyük bir bölümü durma noktasına geldi. Özel sektör çalışanları endüstriyel eylemi destekledi çünkü hükümet diğer sosyal güvenlik yardımlarını da azaltmayı öneriyordu. Juppé emeklilik reformundan vazgeçmek zorunda kaldı ama diğer sosyal yardımlarla ilgili yaptığı düzenlemelerin çoğu yasalaştı.

Tam emekli maaşı ile emekli olabilmek için sisteme ödeme yapılması gereken yıl sayısının 41’e çıkarıldığı 2003 yılına kadar bir durgunluk yaşandı (Birleşik Krallık’ta tam emekli maaşı 35 yıl prim ödendikten sonra, şu anda 66 yaşında alınabiliyor). Her zamanki protestolar başladı ama Chirac istediğini elde etti. Macron gibi o da reformu, Fransa’daki sistemin temel prensibini (çalışan insanların, işverenlerin –devlet de dahil olmak üzere– ek ödemeleriyle emeklilikteki insanlar için ödeme yapması) korumanın ve yönetilen emeklilik fonlarıyla büyük ölçüde özel bir sisteme sürüklenmeyi önlemenin tek yolunun bu olduğu temelinde gerekçelendirdi. 2010 yılında Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı döneminde emeklilik yaşı 62’ye yükseltildi. Grev ve iş bırakma eylemlerine ve altı ay boyunca ülke çapında düzenlenen bir düzine gösteriye rağmen, üye sayıları zaten düşmekte olan sendikalar geçişi engelleyemedi. 1993’ten bu yana her hükümet, yaptığı değişikliklerin emeklilik açığını on yıllar boyunca çözeceğini öne sürdü, fakat yaşlanmanın mali etkisi geniş çapta anlaşılmış olsa da, emeklilik haklarıyla uğraşmak nefret edilen bir şey idi: servet ve üst düzey gelirler üzerindeki daha yüksek vergiler sendikalar ve halkın çoğu için tercih edilebilir görünüyordu. Ama 2014 yılında Sarkozy’nin sosyalist halefi François Hollande hükümeti, tam emeklilik maaşı için gereken ödeme süresini kademeli olarak arttırdı: 41 yıldan 2035 yılına kadar her yıl artarak 43 yıla çıkacaktı. Bir bireyin katkı payları da marjinal olarak daha pahalı hale geldi. Yine protestolar ve kesintiler oldu ama savaş yorgunluğu baş göstermişti.

Macron’un Ocak ayında sunduğu proje, halkın mücadele azmini yeniden uyandırdı. Emeklilik yaşının iki yıl yükseltilmesinin yanı sıra, Hollande döneminde öngörülen 41’den 43’e aşamalı geçiş hızlandırılacak ve daha fazla sayıda vatandaşa (1972 yerine 1964’ten sonra doğanlar) uygulanacaktı. Artık kamu hizmetinde çalışanlar ya da devletle sözleşme yapanlar için -çoğu zor durum gerekçesiyle- çok az istisna vardı. İşe erken giren kişiler için kolaylıklar sağlanmıştır: 16-20 yaşları arasında işe başlayan herkes 64 yaşından önce emekli olabilecektir, ama paradoksal bir şekilde 16 yaşında işe başlayan ve yeni tekliflerin verdiği 58 yaşında emekli olma hakkına sahip olan bir kişi 43 yıl boyunca sisteme ödeme yapmak zorunda kalacaktır. Fakat aritmetik (16 artı 43) bunun emeklilik hakkını 59 yaşına kadar geciktireceğini göstermektedir. Bu, Ulusal Meclis’te sol ittifak ve Marine Le Pen’in aşırı sağ partisinin muhalefet çığlıklarıyla karşılanan yasa taslağındaki pek çok anomaliden biriydi. Merkez sağ –Gaullizm’in acınası kalıntıları– ikiye bölünmüş durumdaydı. Bir yandan Macron’un göreceli çoğunluğunu zayıflatmak istiyorlardı; diğer yandan sosyal yardımları keserek Fransa’nın bütçe açığını azaltmaya ideolojik olarak bağlıydılar. Tüm partiler değişiklik önergeleri ve yeni maddeler sunmaya başladılar: çocuk yetiştirme nedeniyle ödenmeyen katkılar için kadınlara tazminat ödenmesi; 21 yaşında iş piyasasına giren insanlar için yeni bir erken emeklilik dilimi; belirli iş türlerini yapan insanlar için özel bir fon (gece vardiyaları, fiziksel ve zihinsel yıpranma ve aşınma içeren işler) – liste uzayıp gitti.

Kamuoyu ve basının büyük bir kısmı, emeklilik sisteminin gizemli labirentinin yeniden gözden geçirilmesi anlamına geldiği için başından beri reforma şüpheyle yaklaştı. Basın için bu ekstra ev ödevi meselesiydi (buraya kadar takip ettiyseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız). Çalışan insanlar içinse değişikliklerin kendilerini nasıl etkileyebileceğini anlama meselesiydi. Sendika uzmanları ve Fransız medyasında yayınlanan emeklilik hesaplayıcıları çok iyi çalışmalar yaptılar, ama sadece birçoğunun kaybetme olasılığı haricinde kimse neyin beklediğini kesin olarak söyleyemez. Muhalif iktisatçılar Macron’un yeni emekliler için aylık brüt 1200 avro emekli maaşı vaadini incelediklerinde, diğer sosyal güvenlik yardımlarını dengeleyen indirimlerle birlikte uygunluk koşulları, çok sayıda katılımcıyı dışlıyor gibi görünüyordu. Thomas Piketty, vatandaşların yüzde 3’ünden daha azının hak kazanabileceğini öne sürdü.

Çok geçmeden, kendi emeklilik haklarınız ve diğer herkesin emeklilik haklarıyla ilgili hesaplamalarınızın bir hataya ya da hükümet ve kamu hizmetlerinin kötü bilgilendirmesine dayanıyor olabileceğinden endişelenmeye başlıyorsunuz. Bu durum, zarif ve yenilenmiş Gare St-Lazare’dan geçerek sizi doğuya giden Ligne 3’e bindirecek metro platformuna ulaşmaya çalışmaktan farklı değil: merdivenlerden bir kez inin, merdiven boşluğundan dönün, tekrar merdivenlerden çıkın, doğru koridoru bulana kadar son kez inin. Daha eski, daha inatçı düzenlemeleri müzakere etmek daha kolaydır. Macron’un en büyük hedeflerinden biri karanlığa ışık tutmaktı, fakat aldığı önlemlerin yaptığı gibi, siyasi tozu dumana katmak sadece daha fazla bulanıklık yaratıyor.

Bu sadece emeklilik sisteminin ana bileşeni olan ve Fransız emekli maaşlarının büyük çoğunluğunu işleyen ‘genel rejim’ için değil, aynı zamanda birçoğu (enerji işçileri, noter katipleri, Paris ulaşım personeli gibi) birleşik bir sistem adına ortadan kaldırılan düzinelerce ‘özel rejim’ için de geçerlidir. Macron’un adamları bile reform projelerinin ayrıntılı sonuçlarını kavramakta zorlanıyor. Ulusal Meclis’te tasarı üzerinde yirmi bin kadar şaşırtıcı değişiklik yapıldı. Bunların çoğu sol blok tarafından sunuldu ve yasayı doğarken boğmak üzere tasarlandı. Fakat bazıları –örneğin kadınları etkileyen emeklilik eşitsizlikleri hakkında– hükümetin varsayımlarında önemli düzeltmeler yaptı. Ayrıntıları takip etmek zorlaştıkça, savaş hatları da keskinleşti: Macron tasarının sistemi iflastan kurtaracağını iddia etti; bir dizi muhalifi ise koruyucu devleti parçaladığını iddia etti. Sendikaların üyelerine ve kamuoyuna verdiği mesaj son derece basitti: Bu, çalışan insanların haklarına vurulan bir başka darbedir. Kimsenin ikna edilmesine gerek yoktu. Opéra de Paris ve Comédie Française çalışanları bile öfkeliydi.

Fransa’daki yorumcular reform sürecini bir darbe ya da en iyi ihtimalle bir el çabukluğu olarak nitelendirdi. Plan ‘sosyal güvenlik bütçe düzenlemesi’ olarak ortaya kondu ve bu da parlamentodaki tartışmalar için bir zaman sınırı olmasını sağladı. Eğer süre kesin bir oylama yapılmadan dolarsa, önlemler kararname ile geçirilebilecekti. İşte tam da böyle oldu. Mart ayının üçüncü haftasında, iki güvensizlik oylamasını atlatan hükümet, 49.3 sayılı maddeyi devreye sokarak tartışmaları sonlandırdı ve tedbirleri kanun haline getirdi. On gün önce reformlara karşı düzenlenen bir protesto milyonlarca kişiyi sokaklara dökmüştü. Bu, Ocak ayından bu yana toplu taşıma, kimya endüstrisi ve petrol rafinerilerindeki grevlerle birlikte altıncı eylem günüydü; bunu daha fazlası izledi. Paris sokaklarında binlerce ton çöp yığıldı.

Anayasa Konseyi yasayı onaylamaya hazırlanırken, muhalifler protestoları sürdürmek zorunda kaldı. Bunu birkaç gün daha süren eylemler izledi. Hem kararnameden önce hem de kararnamenin yayınlanmasından bu yana gösteriler büyük polis yığınaklarıyla karşılaştı. Baskıcı şiddet, tıpkı gilets jaunes [sarı yelekliler] için olduğu gibi katılımcılar için de endişe kaynağı. Dört yıl önce polisin yol açtığı yaralanmaların büyüklüğü tekrarlanmadı, ama birkaç ciddi olay yaşandı; bunlardan birinde bir göstericinin kafasına isabet eden bilye testislerinden birini kaybetmesine neden oldu. Çevik kuvvetin sayısı –ve giderek daha tehditkar bir hal alan kitlesi– İçişleri Bakanlığı’nın hükümet politikalarına karşı çıkan toplumsal hareketlere yaklaşımı hakkında kabaca bir fikir veriyor.

İçişleri Bakanı olarak selefi Christophe Castaner gibi Gérald Darmanin de yönetimin otoriter eğilimini talep üzerine artırmaktan mutluluk duyuyor. Kısa bir süre önce ‘islamo-goşistler’ olarak adlandırılan istenmeyen insanlar kategorisine –Fransız tarih müfredatı, sömürgeciliğin erdemleri, göçmen politikası, dış politika ya da Charlie Hebdo’nun yerel azınlıkları rencide etme konusundaki tartışılmaz hakkı hakkında çekinceleri olan herkes– daha sinsi bir başka düşman tanımlayarak ekledi. Buna ‘entelektüel terörist’ adını verdi: Parti Socialiste’in [Sosyalist Parti] solunda siyasi görüşleri olan herkes.

Soldaki pek çok kişi, radikal bir Fransız yayıncı olan Ernest Moret’nin geçen ay Londra Kitap Fuarı’na giderken St Pancras istasyonunda tutuklanmasının arkasında Darmanin’in olduğundan şüpheleniyor. La Fabrique’de yabancı haklar müdürü olan Moret, Andreas Malm’in How to Blow Up a Pipeline [Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır] adlı kitabını satın almıştı. Macron’un cumhurbaşkanlığına ilişkin görüşleri de dahil olmak üzere diğer olası düşünce suçları hakkında sorgulandı. Moret’nin tutuklanmasından her kim sorumluysa –ki Darmanin de olabilir– doğru düğmeye basmıştır: düşünce de eylem kadar iyidir.

Mitinglerde ve yürüyüşlerde, Darmanin’in fiziksel polisliği, kolluk kuvvetlerinden oluşan kalabalık saflarıyla, düşünce polisliğinden daha korkutucu geliyor. Darmanin, sağ popülist ideoloji ile materyalist bir düzen vizyonunu sokaklarda, okullarda ve üniversitelerde, toplumsal cinsiyet çalışmalarında ve hatta futbol sahalarında sentezlemek için uzun vadeli hedefleri olan 40 yaşında bir dahi: 2012’de FIFA’nın Müslüman kadın oyuncuların maçlar sırasında başörtüsü takmalarına izin verilmesi önerisine karşı çıkmıştı.

Darmanin’in entelektüel teröristleri arasında çevre aktivistleri de bulunuyor. Reform karşıtı protestoların ortasında, Mart ayının üçüncü haftasında, İçişleri Bakanlığı La Rochelle’in doğusunda entansif tarım çiftlikleri için yapılacak mega rezervuara karşı bir gösteriyi yasakladı. Organizatörler yasağın kaldırılmasını sağlayamadı ama gösteri yine de devam etti. Atv motorları üzerinde gezici jandarma ekipleri göstericileri göz yaşartıcı gaz bulutlarıyla kuşattı. Bunu izleyen çatışmalarda çevik kuvvet polisi ambulans görevlilerinin yaralı göstericilere ulaşmasını engelledi. Darmanin, Macron’un ikinci dönemi kötü hisler ve çekişme dalgaları arasında ilerlerken izlenmesi gereken bir figür.

13 Nisan’da, Anayasa Konseyi’nin emeklilik reformlarına ilişkin kararının açıklanmasından bir gün önce, bir başka kitlesel hareketlilik yaşandı. Madde 49.3’ün yürürlüğe girmesinin ardından azalmakta olan saflara katılan öğrencilere rağmen katılım düşmüştü. Gençler, solun sağdan daha sık başvurduğu bir araç olan kararnamenin hükümet tarafından kullanılmasından rahatsız. Mitterrand’ın ikinci döneminde başbakanlar Michel Rocard ve Edith Cresson yirmiden fazla kez kararnameyi kullanmıştır. Liseliler ve üniversite öğrencileri bunun anayasaya aykırı olmadığını anlıyorlar ama demokratik olduğuna ikna olmuş değiller. SOAS’a eşdeğer olan Inalco’dan öğrenciler düzinelerce farklı dilde ‘Hayır’ yazılı bir pankart taşıdı. Yürüyüşçüler, Opéra caddesinin yakınındaki Montpensier sokağında bulunan Anayasa Konseyi binasının önünden geçtiler. Protestocular günün erken saatlerinde giriş yolunu çöp kutularıyla kapatmışlardı. Bunlar kaldırılmıştı; bunun yerine konsey görüşmeye devam ederken kapıları koruyan çevik kuvvet polisleri vardı.

Öğrencilere, emekli büyükleri için para harcama ihtimalini neden umursamadıklarını sorduğunuzda şaşırıyorlar. “Benim yaşımdaki insanlar mı?” Onlara kuşkulu bir bakış atarak ısrar ettim. Bir liseli bunun ‘kuşaklar arası dayanışma’ olduğunu savundu; genç kuşağın da zamanı geldiğinde kendi yaşıtları için aynı şeyi yapacağını umuyordu. Panthéon-Sorbonne’da tarih ve sanat tarihi okuyan Yohan da aynı fikirdeydi, ama emekli maaşlarının, Fransa’nın dezavantajlı vatandaşları için oluşturduğu düzensiz güvenlik ağına zorunlu katkılar da dahil olmak üzere başka tür dayanışmaları temsil ettiğini düşünüyordu. Hükümetin iklim krizine göz yumması (Macron neden uçak yakıtına Avrupa vergisi getirilmesi için bastırmıyor?) ve süper zenginlerin ayrıcalıkları (Macron neden emeklilik açığını azaltmaya yardımcı olabilecek finansal portföyler üzerindeki varlık vergisini kaldırdı?) gibi öğrencileri rahatsız eden pek çok sorun var. Reform karşıtlığı aynı zamanda iklim adaleti, mütevazı yaşam tarzları, servetin yeniden dağıtımı, Macron’un Fransızlardan enerji tüketimlerinde uygulamalarını istediği ‘itidal’ ve elbette ‘demokrasi’ için yüceltilmiş bir savunma. Yohan, Madde 49.3’ün kullanılmasının kendi yaşındaki insanlar için bardağı taşıran son damla olduğunu söyledi. Ortalama ya da düşük gelirli ailelerde doğan gençlerin yaşlılarla ölümcül bir dansa kilitlendiği ve küçük ortak için bedelin yüksek olduğu endişesinden kurtulmakta zorlanıyorum. Palmiye avlusu orkestrası(*) çalmaya devam ettikçe, sadece varlıklı ebeveynlerin çocukları başarılı olmaya devam ediyor.

14 Nisan’da Anayasa Konseyi, herkesin beklediği gibi Macron’a yeşil ışık yaktı. Konseyin görüşüne göre, ‘bütçe düzenlemesi’ yasasının bir parçası olarak nitelendirilemeyecek bağımsız önlemler olan, işletmeleri yaşlı çalışanları tutmaya teşvik etme planı da dahil olmak üzere sadece bir avuç madde iptal edildi. Bu küçük bir yenilgiydi. Ancak emeklilik yaşının 64’e uzatılması Macron için bir zaferdir. Fransa’daki toplu yenilgi iç çekişini keskin bir nefes alış takip etti. Macron yasayı birkaç saat içinde, konseyin lehte karar verdiği gün akşam saat 8 sularında (ya da düşmanlarının deyimiyle gecenin köründe) yayınladı. Yoluna devam etmek için acele ediyordu ama bu o kadar kolay olmayabilir. Sendikaların ve sosyal hareketlerin 1 Mayıs’ta yasaya karşı bir ‘tsunami dalgası’ ile ortaya çıkma çağrısı, 20 Nisan’da tren seferlerinde kesintiler ve Euronext borsasının Paris şubesinde üç yüz grevcinin kendiliğinden ortaya çıkmasıyla bir kostümlü prova ile karşılandı.

Madde 49.3 ile ilgili için için yanan öfkenin yanı sıra, reformun tasarruf erdemleri ve Macron’un siyasi muhakemesi hakkında şüpheler var. Örneğin, gerçek emeklilik yaşı zaten artarken, neden eşiği iki yıl yükseltmek istesin ki? Fransa’da teknik eğitim öğrencileri de dahil olmak üzere ileri eğitim görenlerin sayısı 2000 yılında iki milyon civarındayken üç milyona yükseldi: hepsi yirmili yaşlarında iş hayatına atılacak ve bazıları 67 yaşından önce emekli olmayabilir. Görünüşe bakılırsa reform, daha az maaş alan ve daha kısa yaşam beklentisi olan çalışanların haklarına zarar veriyor: 35 yaşında yönetici konumundaki bir erkek, işçi sınıfındaki meslektaşından altı yıl daha fazla yaşamayı bekleyebilir; kadınlar için fark üç yıldır; işçi sınıfı emeklilerinin yüzde 30’undan fazlası emekli olduklarında zaten bir tür iş göremezlikten muzdariptir.

Macron’un hesapları denkleştirme arzusu da mercek altına alındı. Başbakan Élisabeth Borne, önümüzdeki on yıl içinde 150 milyon avroluk bir emekli maaşı açığı olasılığından bahsetti. 2020 yılında sistem 10 milyar avrodan fazla açık verdi. Korkunç yıllar olan 2021 ve 2022’de ise fazla vermişti. Fakat bu yıl ve önümüzdeki on yıl için tahminler daha az pembe. 2032 yılına kadar 20 milyar avroluk bir açık öngörülüyor. Borne’un en kötü senaryosundan muhtemelen daha güvenilir olan bu tahminler, sistemin performansını ve beklentilerini izleyen bağımsız bir organ olan Conseil d’orientation des retraites’in çalışmalarıdır. Uzun vadeli tahminlerine göre fon, belki 2040’ın eşiğinde ya da her halükarda 2070’e kadar, sağlık ve sosyal bakanlıklar için resmi istatistikler sağlayan DREES’e göre her emekli için çalışan katılımcı sayısı 1,2’ye düşmüş olsa bile, neredeyse dengeye dönecektir. Avrupa Komisyonu, muazzam 2021 Yaşlanma Raporu’nda 2030’dan sonra Fransa’nın emeklilik harcamalarının GSYİH’ye oranında yavaş ama istikrarlı bir düşüş öngörmektedir.

Enflasyon 2022’nin son çeyreğinde yüzde 7’ye, gıda enflasyonu ise bu yıl yüzde 15’e yaklaşmışken Macron’un neden bu siyasi riski almak istediğini merak ediyor insan. Covid krizinin zirvesinde dağıtılan cömert kamu finansmanı için geri ödeme zamanının geldiğine ve akabinde ikinci sırada, Putin’in savaşının yol açtığı ve hükümeti iç piyasalara müdahale etmeye zorlayan enerji fiyatlarındaki artışlara yanıt vermeye mi karar verdi? Elbette Brüksel, altın çocuğu Macron’un Fransa’yı 1992 Maastricht Antlaşması kurallarına geri getireceğini umuyor: kamu açığı GSYİH’nin yüzde 3’ünü geçmeyecek. AB Macron’un seleflerine geniş bir hareket alanı bıraktı. Otuz yıl sonra Fransa, Maastricht eşiğinin üzerinde açık veren tek ülke değil. Fakat uyumluluğa geri dönülmesine öncülük edebilecek biri varsa onun da Macron olacağı düşünülüyordu. Macron bu zorluğun üstesinden geldi ve Marine Le Pen’i Elysee’den uzak tutmak için onun cumhurbaşkanlığına oy veren Fransız seçmenlerin gözünde kendini mahvetti.

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna

Yayınlanma

Editörün notu: Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü’nde Moszkvater dergisine verdiği mülakatta, Rusya’nın Ukrayna savaşına ilişkin duruşunu ve Batı ile olan gerilimli ilişkilerini değerlendirdi. Ayrıca, Donald Trump’ın olası seçim zaferinin Avrupa ve küresel siyaset üzerindeki etkilerine dair görüşlerini paylaştı. Peskov, Trump’ın seçim kampanyasında barış çabalarına vurgu yapmasına rağmen, bu vaatlerin nasıl hayata geçirileceğine dair belirsizliklerin sürdüğünü ifade ediyor. Trump’ın önceki döneminde ABD ve Rusya arasında gergin de olsa bir diyalog olduğunu belirten Peskov, mevcut Biden yönetiminde bu diyaloğun tamamen kopmuş olduğuna dikkat çekiyor.


Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Rusya ile diyalog fırsatları, Trump’ın seçilmesi ve Ukrayna savaşı

Gábor Stier, Moszkvater (Macarcadan Almancaya çeviren: Éva Péli, NachDenkSeiten)

“Donald Trump’ın barışı nasıl tesis edeceği henüz net değil. Ancak Batı ittifakı, bu savaşı başlatmak bile istemeyen Rusya’yı stratejik bir yenilgiye uğratmayı hedefliyor.”

Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Soçi’de düzenlenen Valday Kulübü toplantısında Moszkvater’e verdiği mülakatta bu sözleri dile getirdi. Peskov, Rusya ile AB arasındaki ilişkilerin geleceği ve Viktor Orbán’ın barış çabaları hakkında da soruları yanıtladı.

Gábor Stier: Donald Trump’ın zaferi, dolaylı olarak Viktor Orbán için de bir zafer anlamına geliyor. Zira muhtemelen AB liderleri arasında Trump’ı en çok destekleyen isim Macaristan Başbakanıydı. Ayrıca Orbán, Trump’ın vaatlerinden biri olan Ukrayna’da barış için de kararlı bir şekilde çalışıyor. Sizce Trump’ın zaferi, barışa ya da en azından müzakerelere bir adım daha yaklaştırır mı? Bu sonuç herhangi bir fark yaratır mı?

Dmitriy Peskov: Şu anki durum belirsiz ve bu konuda bir şey söylemek için henüz erken. Orbán’ın pragmatizmini biliyoruz ve bu krizden bir çıkış yolu bulma konusundaki kararlılığını görüyoruz. Aynı zamanda, Macaristan Başbakanının bu çatışmada Avrupa Birliği liderlerinin görüşlerini paylaşmadığını da gözlemliyoruz. Diyaloğu reddediyorlar. Fakat bir sorun bu şekilde nasıl çözülebilir? Bu mümkün değil. Trump da seçim kampanyası sırasında barış için çaba göstereceğini söyledi. Fakat bunu gerçekten yapacak mı? Bu fikri nasıl hayata geçirmeyi planlıyor? Bu kesinlikle belirsiz.

Henüz kimse barışın formülünü bilmiyor…

Evet, aynen öyle. Trump, önceki başkanlık döneminde de pek çok şey söyledi. Ancak Rusya bağlamında bunların hiçbirini görmedik. Yine de iki ülke arasında bir diyalog süreci olması onun lehine bir durumdu. Bu görüşmeler oldukça gergindi ama yine de bir diyalogdan söz edebiliriz. Trump’ın başkanlığı, bu anlamda Biden yönetiminden temel bir fark taşıyor.

Trump’ın zaferinin AB üzerindeki etkileri ne olacak sizce? AB elitleri bu sonucu çaresizlikle karşıladı…

Bakın, bu konuda da yalnızca Trump’ın geçmişte ya da seçim kampanyası sırasında söylediklerine dayanarak bir şey söyleyebiliriz. Trump bariz anlamda bir izolasyonist, bu yüzden Avrupa mallarının ABD’ye ihracatını kısıtlayacağı kesin. Gümrük vergilerini artıracak ve böylece Avrupalı üreticiler açısından işleri zorlaştıracak. Avrupa halihazırda Rusya’nın ucuz doğalgazı olmadan zor durumda. Onun yerine, pahalı ABD LNG’sine mahkûm oldular. Böylece Avrupalılar ABD’ye iki kat bedel ödüyor: Önce Rus gazının iki katı fiyatına LNG’yi ithal ediyorlar, sonra da mallarını ABD pazarında satmaya çalışırken zorlanıyorlar. Bu açıkça görülebiliyor.

Gábor Stier: Sizce bu durum AB için bir fırsat oluşturabilir mi? Trump’ın Avrupa’dan biraz uzaklaşması, ABD’nin sunduğu güvenlik garantisinin maliyetini artıracaktır…

Dmitriy Peskov: Evet, Trump zaten ilk başkanlık döneminde NATO üyelerinden savunma harcamalarını gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 2’sine çıkarmalarını talep etmişti. Şimdi ise bu koruma kalkanının maliyeti yüzde 3 ila 4 arasında olabilir.

Gábor Stier: Bu, ihtimal dışı değil. Fakat AB, stratejik özerkliğini güçlendirmek ve kendi savunma kapasitesini oluşturmak zorunda kalacak. Bu nedenle, Trump’ın zaferinin AB için bir fırsat da olabileceğini düşünüyorum.

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Avrupa öncelikle kendi kimliğiyle ilgilenmeli. Bağımsız bir yapıya kavuşmalı ki kendi güvenliğini düşünmeye ve korumaya başlayabilsin. Şu anda Avrupa, Rusya’dan korkuyor. Ancak korkuyorsa, neden diyalog kurmuyor? Bunu anlamıyorum.

Gábor Stier: AB-Rusya-ABD üçgeninden baktığımızda mevcut durum, bu çatışma ve bölünme hem AB’yi hem de Rusya’yı etkiliyor. Ancak üçüncü taraf olan ABD, bu durumdan kazançlı çıkıyor. Siz de öyle düşünmüyor musunuz?

Dmitriy Peskov: Evet, AB ve Rusya kaynaklarını tüketirken, ABD bu durumdan ciddi paralar kazanıyor. Yaklaşık iki yılda bir buçuk trilyon dolarlık bir kazanç söz konusu.

Gábor Stier: Ayrıca Washington, stratejik hedeflerine de ulaşıyor…

Dmitriy Peskov: Kesinlikle. Bu durum AB’yi ABD’ye daha da bağımlı hale getiriyor…

Gábor Stier: […] ve hem Avrupa’yı hem de Rusya’yı zayıflatıyor.

Dmitriy Peskov: ABD bu stratejik hedefi bir asırdır izliyor ve şimdi istediklerini aldılar. Çünkü Rusya ile AB arasındaki ilişkiler neredeyse tamamen bozulmuş durumda ve taraflar arasında artık neredeyse hiçbir diyalog yok.

Gábor Stier: Evet, bu oldukça mantıksız ve kesinlikle iyi bir şey değil. Peki sizce “askerî özel harekâtı” sona ermesinin ardından, savaşın bitiminden sonra, diyaloğu yeniden başlatmak ve ilişkileri yeniden şekillendirmek mümkün olacak mı?

Dmitriy Peskov: Tabii ki, ancak yeni bir temelde. Çünkü Rusya değişti. Neden bu özel askerî harekâtı başlattı? Çünkü kimse onun çıkarlarını dikkate almaya yanaşmadı. Daha önce de söylediğim gibi, Rusya değişti. Fakat yine de mantıklı bir diyaloğa açık kalmaya devam ediyor.

Gábor Stier: Eğer bu çatışmadan çıkış yolu bulma ve bir barış formülü geliştirme gerekliliğinden bahsedecek olursak, Ukrayna’nın silahsızlandırılması meselesinin müzakerelerde NATO üyeliği meselesinden daha önemli olabileceğini düşünüyorum. Zira NATO’ya katılmasa bile Kiev, Batı tarafından silahlandırılmaya devam ediyor. Bu durum Rusya için kabul edilemez bir senaryo ama Avrupa’daki istikrarı da güçlendirmiyor, aksine gerilimi sürdürmeye devam ediyor. Sizce Ukrayna’nın silahsızlandırılması için bir şans var mı?

Dmitriy Peskov: Şu an için böyle bir şans yok. Şu anda neredeyse herkes, savaşın devam etmesi gerektiğini ve Rusya’ya stratejik bir yenilgi yaşatmayı hedeflediklerini söylüyor. Washington’dan Paris’e, Londra’dan Berlin’e kadar bu söylem tekrarlanıyor.

Gábor Stier: Son bir soru: Eğer bu savaş çok uzun sürerse, diyelim ki beş yıl daha devam ederse, Rusya hayatta kalabilir. Ancak bu senaryo, ABD’nin çıkarlarına daha uygun görünüyor; zira Rusya’yı zayıflatmak onların stratejik amacı. Bu durum, nihayetinde Sovyetler Birliği’ni çökerten sürece oldukça benziyor. Sizce bu nedenle, savaşın bir an önce sona ermesi Rusya’nın çıkarına mı?

Dmitriy Peskov:

Evet, bu doğru. Rusya’nın bu savaşı istemediği aşikâr. Böyle bir niyeti yoktu. Savaş, her zaman çıkarların korunmasında başvurulacak son çaredir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English