Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Macron, milyonlara karşı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, London Review of Book’un Mayıs ayında çıkacak yeni sayısında yayınlandı. Makale, Fransa’da emeklilik reformu etrafında kopan fırtınanın geçmişine de atıflarda bulunuyor ve Sovyet Birliği’nin çözülüşünden itibaren Avrupa’da sosyal güvenlik sistemine yönelik liberal saldırıların bir bilançosunu sunuyor. Yazar, AB’nin ‘bütçe dengesi’ konusunda Emmanuel Macron’a güvendiğini, ama Macron’un tartışmalı reform planının başka emekçiler ve gençler olmak üzere, toplumun büyük kesiminin tepkisiyle karşılaştığına dikkat çekiyor. Fransa’da iktidar, çağdaş tüm kapitalist toplumlarda olduğu gibi, yasama yerine yürütmenin kararnameleri ile tartışmalı yasaları halktan kaçırmaktadır. Görünen o ki, Le Pen öcüsü ile iktidar olan Fransa Cumhurbaşkanı, şimdi kendisine oy veren milyonlara savaş açmış durumdadır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Macron, milyonlara karşı

Jeremy Harding
London Review of Books
Cilt 45, Sayı 9, 4 Mayıs 2023

​Emeklilik –ve ‘yaşlanmanın mali etkisi’ AB’yi uzun zamandır rahatsız ediyor. Avrupa Komisyonu’nun 2016 yılında yayınladığı bir raporda ‘çoğu AB üye ülkesinin’ emeklilik sistemlerini reforme etmekte olduğu rahatlıkla belirtilmişti. Fransa da bunlardan biri. Emmanuel Macron görevdeki ilk döneminde iddialı bir reform planı öngörmüş, fakat Covid-19 buna engel olmuştu. 2022’de yeniden seçilen Macron masaya farklı bir plan koydu; planın özünde emeklilik yaşının 62’den 64’e çıkarılması vardı. Bu plan tahmin edilebileceği gibi popüler olmadı. Emeklilik maaşları Fransız devlet harcamaları listesinde üst sıralarda yer alıyor. Fransa’nın kamu hizmetleri yapısının temel taşlarından biridir ve bu nedenle çekiç ve matkap sesleri çoğu yurttaşın tüylerini diken diken ediyor.

1993 yılında Elysée’de sosyalist bir başkanla birlikte yaşayan muhafazakâr bir hükümet, 60 yaşında emekli olan bir bireyin tam emekli maaşı almaya hak kazanması için çalışması gereken süreyi 37,5 yıldan 40 yıla çıkardı. Ayrıca emekli maaşının hesaplanma şeklini de değiştirdi: artık çalışan bir kişinin hayatının en kârlı on yılı değil, en kârlı 25 yılı esas alınıyordu. Édouard Balladur bu reformu gerçekleştiren başbakandı. Kısa bir süre sonra cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyduğunda, ilk turda kaybetti. Sonraki on beş yıl boyunca emeklilik ödemeleri yaklaşık yüzde 6 oranında azaldı. Fakat hakları güçlü sendika üyeliği ve kamu sektörünün cumhuriyetçi değerler için hayati önem taşıdığına dair süregelen bir his tarafından korunan kamu sektörü çalışanları için durum böyle değildi.

Herkes aynı fikirde değildi. Jacques Chirac 1995’te Mitterrand’ın yerine geçtikten sonra başbakan Alain Juppé ile birlikte memur maaşlarında reform yapmaya çalıştı ve Fransa’da 1968’den bu yana görülen en etkileyici grev dalgasını tetikledi. Yaklaşık üç hafta boyunca ülkenin büyük bir bölümü durma noktasına geldi. Özel sektör çalışanları endüstriyel eylemi destekledi çünkü hükümet diğer sosyal güvenlik yardımlarını da azaltmayı öneriyordu. Juppé emeklilik reformundan vazgeçmek zorunda kaldı ama diğer sosyal yardımlarla ilgili yaptığı düzenlemelerin çoğu yasalaştı.

Tam emekli maaşı ile emekli olabilmek için sisteme ödeme yapılması gereken yıl sayısının 41’e çıkarıldığı 2003 yılına kadar bir durgunluk yaşandı (Birleşik Krallık’ta tam emekli maaşı 35 yıl prim ödendikten sonra, şu anda 66 yaşında alınabiliyor). Her zamanki protestolar başladı ama Chirac istediğini elde etti. Macron gibi o da reformu, Fransa’daki sistemin temel prensibini (çalışan insanların, işverenlerin –devlet de dahil olmak üzere– ek ödemeleriyle emeklilikteki insanlar için ödeme yapması) korumanın ve yönetilen emeklilik fonlarıyla büyük ölçüde özel bir sisteme sürüklenmeyi önlemenin tek yolunun bu olduğu temelinde gerekçelendirdi. 2010 yılında Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı döneminde emeklilik yaşı 62’ye yükseltildi. Grev ve iş bırakma eylemlerine ve altı ay boyunca ülke çapında düzenlenen bir düzine gösteriye rağmen, üye sayıları zaten düşmekte olan sendikalar geçişi engelleyemedi. 1993’ten bu yana her hükümet, yaptığı değişikliklerin emeklilik açığını on yıllar boyunca çözeceğini öne sürdü, fakat yaşlanmanın mali etkisi geniş çapta anlaşılmış olsa da, emeklilik haklarıyla uğraşmak nefret edilen bir şey idi: servet ve üst düzey gelirler üzerindeki daha yüksek vergiler sendikalar ve halkın çoğu için tercih edilebilir görünüyordu. Ama 2014 yılında Sarkozy’nin sosyalist halefi François Hollande hükümeti, tam emeklilik maaşı için gereken ödeme süresini kademeli olarak arttırdı: 41 yıldan 2035 yılına kadar her yıl artarak 43 yıla çıkacaktı. Bir bireyin katkı payları da marjinal olarak daha pahalı hale geldi. Yine protestolar ve kesintiler oldu ama savaş yorgunluğu baş göstermişti.

Macron’un Ocak ayında sunduğu proje, halkın mücadele azmini yeniden uyandırdı. Emeklilik yaşının iki yıl yükseltilmesinin yanı sıra, Hollande döneminde öngörülen 41’den 43’e aşamalı geçiş hızlandırılacak ve daha fazla sayıda vatandaşa (1972 yerine 1964’ten sonra doğanlar) uygulanacaktı. Artık kamu hizmetinde çalışanlar ya da devletle sözleşme yapanlar için -çoğu zor durum gerekçesiyle- çok az istisna vardı. İşe erken giren kişiler için kolaylıklar sağlanmıştır: 16-20 yaşları arasında işe başlayan herkes 64 yaşından önce emekli olabilecektir, ama paradoksal bir şekilde 16 yaşında işe başlayan ve yeni tekliflerin verdiği 58 yaşında emekli olma hakkına sahip olan bir kişi 43 yıl boyunca sisteme ödeme yapmak zorunda kalacaktır. Fakat aritmetik (16 artı 43) bunun emeklilik hakkını 59 yaşına kadar geciktireceğini göstermektedir. Bu, Ulusal Meclis’te sol ittifak ve Marine Le Pen’in aşırı sağ partisinin muhalefet çığlıklarıyla karşılanan yasa taslağındaki pek çok anomaliden biriydi. Merkez sağ –Gaullizm’in acınası kalıntıları– ikiye bölünmüş durumdaydı. Bir yandan Macron’un göreceli çoğunluğunu zayıflatmak istiyorlardı; diğer yandan sosyal yardımları keserek Fransa’nın bütçe açığını azaltmaya ideolojik olarak bağlıydılar. Tüm partiler değişiklik önergeleri ve yeni maddeler sunmaya başladılar: çocuk yetiştirme nedeniyle ödenmeyen katkılar için kadınlara tazminat ödenmesi; 21 yaşında iş piyasasına giren insanlar için yeni bir erken emeklilik dilimi; belirli iş türlerini yapan insanlar için özel bir fon (gece vardiyaları, fiziksel ve zihinsel yıpranma ve aşınma içeren işler) – liste uzayıp gitti.

Kamuoyu ve basının büyük bir kısmı, emeklilik sisteminin gizemli labirentinin yeniden gözden geçirilmesi anlamına geldiği için başından beri reforma şüpheyle yaklaştı. Basın için bu ekstra ev ödevi meselesiydi (buraya kadar takip ettiyseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız). Çalışan insanlar içinse değişikliklerin kendilerini nasıl etkileyebileceğini anlama meselesiydi. Sendika uzmanları ve Fransız medyasında yayınlanan emeklilik hesaplayıcıları çok iyi çalışmalar yaptılar, ama sadece birçoğunun kaybetme olasılığı haricinde kimse neyin beklediğini kesin olarak söyleyemez. Muhalif iktisatçılar Macron’un yeni emekliler için aylık brüt 1200 avro emekli maaşı vaadini incelediklerinde, diğer sosyal güvenlik yardımlarını dengeleyen indirimlerle birlikte uygunluk koşulları, çok sayıda katılımcıyı dışlıyor gibi görünüyordu. Thomas Piketty, vatandaşların yüzde 3’ünden daha azının hak kazanabileceğini öne sürdü.

Çok geçmeden, kendi emeklilik haklarınız ve diğer herkesin emeklilik haklarıyla ilgili hesaplamalarınızın bir hataya ya da hükümet ve kamu hizmetlerinin kötü bilgilendirmesine dayanıyor olabileceğinden endişelenmeye başlıyorsunuz. Bu durum, zarif ve yenilenmiş Gare St-Lazare’dan geçerek sizi doğuya giden Ligne 3’e bindirecek metro platformuna ulaşmaya çalışmaktan farklı değil: merdivenlerden bir kez inin, merdiven boşluğundan dönün, tekrar merdivenlerden çıkın, doğru koridoru bulana kadar son kez inin. Daha eski, daha inatçı düzenlemeleri müzakere etmek daha kolaydır. Macron’un en büyük hedeflerinden biri karanlığa ışık tutmaktı, fakat aldığı önlemlerin yaptığı gibi, siyasi tozu dumana katmak sadece daha fazla bulanıklık yaratıyor.

Bu sadece emeklilik sisteminin ana bileşeni olan ve Fransız emekli maaşlarının büyük çoğunluğunu işleyen ‘genel rejim’ için değil, aynı zamanda birçoğu (enerji işçileri, noter katipleri, Paris ulaşım personeli gibi) birleşik bir sistem adına ortadan kaldırılan düzinelerce ‘özel rejim’ için de geçerlidir. Macron’un adamları bile reform projelerinin ayrıntılı sonuçlarını kavramakta zorlanıyor. Ulusal Meclis’te tasarı üzerinde yirmi bin kadar şaşırtıcı değişiklik yapıldı. Bunların çoğu sol blok tarafından sunuldu ve yasayı doğarken boğmak üzere tasarlandı. Fakat bazıları –örneğin kadınları etkileyen emeklilik eşitsizlikleri hakkında– hükümetin varsayımlarında önemli düzeltmeler yaptı. Ayrıntıları takip etmek zorlaştıkça, savaş hatları da keskinleşti: Macron tasarının sistemi iflastan kurtaracağını iddia etti; bir dizi muhalifi ise koruyucu devleti parçaladığını iddia etti. Sendikaların üyelerine ve kamuoyuna verdiği mesaj son derece basitti: Bu, çalışan insanların haklarına vurulan bir başka darbedir. Kimsenin ikna edilmesine gerek yoktu. Opéra de Paris ve Comédie Française çalışanları bile öfkeliydi.

Fransa’daki yorumcular reform sürecini bir darbe ya da en iyi ihtimalle bir el çabukluğu olarak nitelendirdi. Plan ‘sosyal güvenlik bütçe düzenlemesi’ olarak ortaya kondu ve bu da parlamentodaki tartışmalar için bir zaman sınırı olmasını sağladı. Eğer süre kesin bir oylama yapılmadan dolarsa, önlemler kararname ile geçirilebilecekti. İşte tam da böyle oldu. Mart ayının üçüncü haftasında, iki güvensizlik oylamasını atlatan hükümet, 49.3 sayılı maddeyi devreye sokarak tartışmaları sonlandırdı ve tedbirleri kanun haline getirdi. On gün önce reformlara karşı düzenlenen bir protesto milyonlarca kişiyi sokaklara dökmüştü. Bu, Ocak ayından bu yana toplu taşıma, kimya endüstrisi ve petrol rafinerilerindeki grevlerle birlikte altıncı eylem günüydü; bunu daha fazlası izledi. Paris sokaklarında binlerce ton çöp yığıldı.

Anayasa Konseyi yasayı onaylamaya hazırlanırken, muhalifler protestoları sürdürmek zorunda kaldı. Bunu birkaç gün daha süren eylemler izledi. Hem kararnameden önce hem de kararnamenin yayınlanmasından bu yana gösteriler büyük polis yığınaklarıyla karşılaştı. Baskıcı şiddet, tıpkı gilets jaunes [sarı yelekliler] için olduğu gibi katılımcılar için de endişe kaynağı. Dört yıl önce polisin yol açtığı yaralanmaların büyüklüğü tekrarlanmadı, ama birkaç ciddi olay yaşandı; bunlardan birinde bir göstericinin kafasına isabet eden bilye testislerinden birini kaybetmesine neden oldu. Çevik kuvvetin sayısı –ve giderek daha tehditkar bir hal alan kitlesi– İçişleri Bakanlığı’nın hükümet politikalarına karşı çıkan toplumsal hareketlere yaklaşımı hakkında kabaca bir fikir veriyor.

İçişleri Bakanı olarak selefi Christophe Castaner gibi Gérald Darmanin de yönetimin otoriter eğilimini talep üzerine artırmaktan mutluluk duyuyor. Kısa bir süre önce ‘islamo-goşistler’ olarak adlandırılan istenmeyen insanlar kategorisine –Fransız tarih müfredatı, sömürgeciliğin erdemleri, göçmen politikası, dış politika ya da Charlie Hebdo’nun yerel azınlıkları rencide etme konusundaki tartışılmaz hakkı hakkında çekinceleri olan herkes– daha sinsi bir başka düşman tanımlayarak ekledi. Buna ‘entelektüel terörist’ adını verdi: Parti Socialiste’in [Sosyalist Parti] solunda siyasi görüşleri olan herkes.

Soldaki pek çok kişi, radikal bir Fransız yayıncı olan Ernest Moret’nin geçen ay Londra Kitap Fuarı’na giderken St Pancras istasyonunda tutuklanmasının arkasında Darmanin’in olduğundan şüpheleniyor. La Fabrique’de yabancı haklar müdürü olan Moret, Andreas Malm’in How to Blow Up a Pipeline [Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır] adlı kitabını satın almıştı. Macron’un cumhurbaşkanlığına ilişkin görüşleri de dahil olmak üzere diğer olası düşünce suçları hakkında sorgulandı. Moret’nin tutuklanmasından her kim sorumluysa –ki Darmanin de olabilir– doğru düğmeye basmıştır: düşünce de eylem kadar iyidir.

Mitinglerde ve yürüyüşlerde, Darmanin’in fiziksel polisliği, kolluk kuvvetlerinden oluşan kalabalık saflarıyla, düşünce polisliğinden daha korkutucu geliyor. Darmanin, sağ popülist ideoloji ile materyalist bir düzen vizyonunu sokaklarda, okullarda ve üniversitelerde, toplumsal cinsiyet çalışmalarında ve hatta futbol sahalarında sentezlemek için uzun vadeli hedefleri olan 40 yaşında bir dahi: 2012’de FIFA’nın Müslüman kadın oyuncuların maçlar sırasında başörtüsü takmalarına izin verilmesi önerisine karşı çıkmıştı.

Darmanin’in entelektüel teröristleri arasında çevre aktivistleri de bulunuyor. Reform karşıtı protestoların ortasında, Mart ayının üçüncü haftasında, İçişleri Bakanlığı La Rochelle’in doğusunda entansif tarım çiftlikleri için yapılacak mega rezervuara karşı bir gösteriyi yasakladı. Organizatörler yasağın kaldırılmasını sağlayamadı ama gösteri yine de devam etti. Atv motorları üzerinde gezici jandarma ekipleri göstericileri göz yaşartıcı gaz bulutlarıyla kuşattı. Bunu izleyen çatışmalarda çevik kuvvet polisi ambulans görevlilerinin yaralı göstericilere ulaşmasını engelledi. Darmanin, Macron’un ikinci dönemi kötü hisler ve çekişme dalgaları arasında ilerlerken izlenmesi gereken bir figür.

13 Nisan’da, Anayasa Konseyi’nin emeklilik reformlarına ilişkin kararının açıklanmasından bir gün önce, bir başka kitlesel hareketlilik yaşandı. Madde 49.3’ün yürürlüğe girmesinin ardından azalmakta olan saflara katılan öğrencilere rağmen katılım düşmüştü. Gençler, solun sağdan daha sık başvurduğu bir araç olan kararnamenin hükümet tarafından kullanılmasından rahatsız. Mitterrand’ın ikinci döneminde başbakanlar Michel Rocard ve Edith Cresson yirmiden fazla kez kararnameyi kullanmıştır. Liseliler ve üniversite öğrencileri bunun anayasaya aykırı olmadığını anlıyorlar ama demokratik olduğuna ikna olmuş değiller. SOAS’a eşdeğer olan Inalco’dan öğrenciler düzinelerce farklı dilde ‘Hayır’ yazılı bir pankart taşıdı. Yürüyüşçüler, Opéra caddesinin yakınındaki Montpensier sokağında bulunan Anayasa Konseyi binasının önünden geçtiler. Protestocular günün erken saatlerinde giriş yolunu çöp kutularıyla kapatmışlardı. Bunlar kaldırılmıştı; bunun yerine konsey görüşmeye devam ederken kapıları koruyan çevik kuvvet polisleri vardı.

Öğrencilere, emekli büyükleri için para harcama ihtimalini neden umursamadıklarını sorduğunuzda şaşırıyorlar. “Benim yaşımdaki insanlar mı?” Onlara kuşkulu bir bakış atarak ısrar ettim. Bir liseli bunun ‘kuşaklar arası dayanışma’ olduğunu savundu; genç kuşağın da zamanı geldiğinde kendi yaşıtları için aynı şeyi yapacağını umuyordu. Panthéon-Sorbonne’da tarih ve sanat tarihi okuyan Yohan da aynı fikirdeydi, ama emekli maaşlarının, Fransa’nın dezavantajlı vatandaşları için oluşturduğu düzensiz güvenlik ağına zorunlu katkılar da dahil olmak üzere başka tür dayanışmaları temsil ettiğini düşünüyordu. Hükümetin iklim krizine göz yumması (Macron neden uçak yakıtına Avrupa vergisi getirilmesi için bastırmıyor?) ve süper zenginlerin ayrıcalıkları (Macron neden emeklilik açığını azaltmaya yardımcı olabilecek finansal portföyler üzerindeki varlık vergisini kaldırdı?) gibi öğrencileri rahatsız eden pek çok sorun var. Reform karşıtlığı aynı zamanda iklim adaleti, mütevazı yaşam tarzları, servetin yeniden dağıtımı, Macron’un Fransızlardan enerji tüketimlerinde uygulamalarını istediği ‘itidal’ ve elbette ‘demokrasi’ için yüceltilmiş bir savunma. Yohan, Madde 49.3’ün kullanılmasının kendi yaşındaki insanlar için bardağı taşıran son damla olduğunu söyledi. Ortalama ya da düşük gelirli ailelerde doğan gençlerin yaşlılarla ölümcül bir dansa kilitlendiği ve küçük ortak için bedelin yüksek olduğu endişesinden kurtulmakta zorlanıyorum. Palmiye avlusu orkestrası(*) çalmaya devam ettikçe, sadece varlıklı ebeveynlerin çocukları başarılı olmaya devam ediyor.

14 Nisan’da Anayasa Konseyi, herkesin beklediği gibi Macron’a yeşil ışık yaktı. Konseyin görüşüne göre, ‘bütçe düzenlemesi’ yasasının bir parçası olarak nitelendirilemeyecek bağımsız önlemler olan, işletmeleri yaşlı çalışanları tutmaya teşvik etme planı da dahil olmak üzere sadece bir avuç madde iptal edildi. Bu küçük bir yenilgiydi. Ancak emeklilik yaşının 64’e uzatılması Macron için bir zaferdir. Fransa’daki toplu yenilgi iç çekişini keskin bir nefes alış takip etti. Macron yasayı birkaç saat içinde, konseyin lehte karar verdiği gün akşam saat 8 sularında (ya da düşmanlarının deyimiyle gecenin köründe) yayınladı. Yoluna devam etmek için acele ediyordu ama bu o kadar kolay olmayabilir. Sendikaların ve sosyal hareketlerin 1 Mayıs’ta yasaya karşı bir ‘tsunami dalgası’ ile ortaya çıkma çağrısı, 20 Nisan’da tren seferlerinde kesintiler ve Euronext borsasının Paris şubesinde üç yüz grevcinin kendiliğinden ortaya çıkmasıyla bir kostümlü prova ile karşılandı.

Madde 49.3 ile ilgili için için yanan öfkenin yanı sıra, reformun tasarruf erdemleri ve Macron’un siyasi muhakemesi hakkında şüpheler var. Örneğin, gerçek emeklilik yaşı zaten artarken, neden eşiği iki yıl yükseltmek istesin ki? Fransa’da teknik eğitim öğrencileri de dahil olmak üzere ileri eğitim görenlerin sayısı 2000 yılında iki milyon civarındayken üç milyona yükseldi: hepsi yirmili yaşlarında iş hayatına atılacak ve bazıları 67 yaşından önce emekli olmayabilir. Görünüşe bakılırsa reform, daha az maaş alan ve daha kısa yaşam beklentisi olan çalışanların haklarına zarar veriyor: 35 yaşında yönetici konumundaki bir erkek, işçi sınıfındaki meslektaşından altı yıl daha fazla yaşamayı bekleyebilir; kadınlar için fark üç yıldır; işçi sınıfı emeklilerinin yüzde 30’undan fazlası emekli olduklarında zaten bir tür iş göremezlikten muzdariptir.

Macron’un hesapları denkleştirme arzusu da mercek altına alındı. Başbakan Élisabeth Borne, önümüzdeki on yıl içinde 150 milyon avroluk bir emekli maaşı açığı olasılığından bahsetti. 2020 yılında sistem 10 milyar avrodan fazla açık verdi. Korkunç yıllar olan 2021 ve 2022’de ise fazla vermişti. Fakat bu yıl ve önümüzdeki on yıl için tahminler daha az pembe. 2032 yılına kadar 20 milyar avroluk bir açık öngörülüyor. Borne’un en kötü senaryosundan muhtemelen daha güvenilir olan bu tahminler, sistemin performansını ve beklentilerini izleyen bağımsız bir organ olan Conseil d’orientation des retraites’in çalışmalarıdır. Uzun vadeli tahminlerine göre fon, belki 2040’ın eşiğinde ya da her halükarda 2070’e kadar, sağlık ve sosyal bakanlıklar için resmi istatistikler sağlayan DREES’e göre her emekli için çalışan katılımcı sayısı 1,2’ye düşmüş olsa bile, neredeyse dengeye dönecektir. Avrupa Komisyonu, muazzam 2021 Yaşlanma Raporu’nda 2030’dan sonra Fransa’nın emeklilik harcamalarının GSYİH’ye oranında yavaş ama istikrarlı bir düşüş öngörmektedir.

Enflasyon 2022’nin son çeyreğinde yüzde 7’ye, gıda enflasyonu ise bu yıl yüzde 15’e yaklaşmışken Macron’un neden bu siyasi riski almak istediğini merak ediyor insan. Covid krizinin zirvesinde dağıtılan cömert kamu finansmanı için geri ödeme zamanının geldiğine ve akabinde ikinci sırada, Putin’in savaşının yol açtığı ve hükümeti iç piyasalara müdahale etmeye zorlayan enerji fiyatlarındaki artışlara yanıt vermeye mi karar verdi? Elbette Brüksel, altın çocuğu Macron’un Fransa’yı 1992 Maastricht Antlaşması kurallarına geri getireceğini umuyor: kamu açığı GSYİH’nin yüzde 3’ünü geçmeyecek. AB Macron’un seleflerine geniş bir hareket alanı bıraktı. Otuz yıl sonra Fransa, Maastricht eşiğinin üzerinde açık veren tek ülke değil. Fakat uyumluluğa geri dönülmesine öncülük edebilecek biri varsa onun da Macron olacağı düşünülüyordu. Macron bu zorluğun üstesinden geldi ve Marine Le Pen’i Elysee’den uzak tutmak için onun cumhurbaşkanlığına oy veren Fransız seçmenlerin gözünde kendini mahvetti.

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English