Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Macron, milyonlara karşı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, London Review of Book’un Mayıs ayında çıkacak yeni sayısında yayınlandı. Makale, Fransa’da emeklilik reformu etrafında kopan fırtınanın geçmişine de atıflarda bulunuyor ve Sovyet Birliği’nin çözülüşünden itibaren Avrupa’da sosyal güvenlik sistemine yönelik liberal saldırıların bir bilançosunu sunuyor. Yazar, AB’nin ‘bütçe dengesi’ konusunda Emmanuel Macron’a güvendiğini, ama Macron’un tartışmalı reform planının başka emekçiler ve gençler olmak üzere, toplumun büyük kesiminin tepkisiyle karşılaştığına dikkat çekiyor. Fransa’da iktidar, çağdaş tüm kapitalist toplumlarda olduğu gibi, yasama yerine yürütmenin kararnameleri ile tartışmalı yasaları halktan kaçırmaktadır. Görünen o ki, Le Pen öcüsü ile iktidar olan Fransa Cumhurbaşkanı, şimdi kendisine oy veren milyonlara savaş açmış durumdadır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Macron, milyonlara karşı

Jeremy Harding
London Review of Books
Cilt 45, Sayı 9, 4 Mayıs 2023

​Emeklilik –ve ‘yaşlanmanın mali etkisi’ AB’yi uzun zamandır rahatsız ediyor. Avrupa Komisyonu’nun 2016 yılında yayınladığı bir raporda ‘çoğu AB üye ülkesinin’ emeklilik sistemlerini reforme etmekte olduğu rahatlıkla belirtilmişti. Fransa da bunlardan biri. Emmanuel Macron görevdeki ilk döneminde iddialı bir reform planı öngörmüş, fakat Covid-19 buna engel olmuştu. 2022’de yeniden seçilen Macron masaya farklı bir plan koydu; planın özünde emeklilik yaşının 62’den 64’e çıkarılması vardı. Bu plan tahmin edilebileceği gibi popüler olmadı. Emeklilik maaşları Fransız devlet harcamaları listesinde üst sıralarda yer alıyor. Fransa’nın kamu hizmetleri yapısının temel taşlarından biridir ve bu nedenle çekiç ve matkap sesleri çoğu yurttaşın tüylerini diken diken ediyor.

1993 yılında Elysée’de sosyalist bir başkanla birlikte yaşayan muhafazakâr bir hükümet, 60 yaşında emekli olan bir bireyin tam emekli maaşı almaya hak kazanması için çalışması gereken süreyi 37,5 yıldan 40 yıla çıkardı. Ayrıca emekli maaşının hesaplanma şeklini de değiştirdi: artık çalışan bir kişinin hayatının en kârlı on yılı değil, en kârlı 25 yılı esas alınıyordu. Édouard Balladur bu reformu gerçekleştiren başbakandı. Kısa bir süre sonra cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyduğunda, ilk turda kaybetti. Sonraki on beş yıl boyunca emeklilik ödemeleri yaklaşık yüzde 6 oranında azaldı. Fakat hakları güçlü sendika üyeliği ve kamu sektörünün cumhuriyetçi değerler için hayati önem taşıdığına dair süregelen bir his tarafından korunan kamu sektörü çalışanları için durum böyle değildi.

Herkes aynı fikirde değildi. Jacques Chirac 1995’te Mitterrand’ın yerine geçtikten sonra başbakan Alain Juppé ile birlikte memur maaşlarında reform yapmaya çalıştı ve Fransa’da 1968’den bu yana görülen en etkileyici grev dalgasını tetikledi. Yaklaşık üç hafta boyunca ülkenin büyük bir bölümü durma noktasına geldi. Özel sektör çalışanları endüstriyel eylemi destekledi çünkü hükümet diğer sosyal güvenlik yardımlarını da azaltmayı öneriyordu. Juppé emeklilik reformundan vazgeçmek zorunda kaldı ama diğer sosyal yardımlarla ilgili yaptığı düzenlemelerin çoğu yasalaştı.

Tam emekli maaşı ile emekli olabilmek için sisteme ödeme yapılması gereken yıl sayısının 41’e çıkarıldığı 2003 yılına kadar bir durgunluk yaşandı (Birleşik Krallık’ta tam emekli maaşı 35 yıl prim ödendikten sonra, şu anda 66 yaşında alınabiliyor). Her zamanki protestolar başladı ama Chirac istediğini elde etti. Macron gibi o da reformu, Fransa’daki sistemin temel prensibini (çalışan insanların, işverenlerin –devlet de dahil olmak üzere– ek ödemeleriyle emeklilikteki insanlar için ödeme yapması) korumanın ve yönetilen emeklilik fonlarıyla büyük ölçüde özel bir sisteme sürüklenmeyi önlemenin tek yolunun bu olduğu temelinde gerekçelendirdi. 2010 yılında Sarkozy’nin cumhurbaşkanlığı döneminde emeklilik yaşı 62’ye yükseltildi. Grev ve iş bırakma eylemlerine ve altı ay boyunca ülke çapında düzenlenen bir düzine gösteriye rağmen, üye sayıları zaten düşmekte olan sendikalar geçişi engelleyemedi. 1993’ten bu yana her hükümet, yaptığı değişikliklerin emeklilik açığını on yıllar boyunca çözeceğini öne sürdü, fakat yaşlanmanın mali etkisi geniş çapta anlaşılmış olsa da, emeklilik haklarıyla uğraşmak nefret edilen bir şey idi: servet ve üst düzey gelirler üzerindeki daha yüksek vergiler sendikalar ve halkın çoğu için tercih edilebilir görünüyordu. Ama 2014 yılında Sarkozy’nin sosyalist halefi François Hollande hükümeti, tam emeklilik maaşı için gereken ödeme süresini kademeli olarak arttırdı: 41 yıldan 2035 yılına kadar her yıl artarak 43 yıla çıkacaktı. Bir bireyin katkı payları da marjinal olarak daha pahalı hale geldi. Yine protestolar ve kesintiler oldu ama savaş yorgunluğu baş göstermişti.

Macron’un Ocak ayında sunduğu proje, halkın mücadele azmini yeniden uyandırdı. Emeklilik yaşının iki yıl yükseltilmesinin yanı sıra, Hollande döneminde öngörülen 41’den 43’e aşamalı geçiş hızlandırılacak ve daha fazla sayıda vatandaşa (1972 yerine 1964’ten sonra doğanlar) uygulanacaktı. Artık kamu hizmetinde çalışanlar ya da devletle sözleşme yapanlar için -çoğu zor durum gerekçesiyle- çok az istisna vardı. İşe erken giren kişiler için kolaylıklar sağlanmıştır: 16-20 yaşları arasında işe başlayan herkes 64 yaşından önce emekli olabilecektir, ama paradoksal bir şekilde 16 yaşında işe başlayan ve yeni tekliflerin verdiği 58 yaşında emekli olma hakkına sahip olan bir kişi 43 yıl boyunca sisteme ödeme yapmak zorunda kalacaktır. Fakat aritmetik (16 artı 43) bunun emeklilik hakkını 59 yaşına kadar geciktireceğini göstermektedir. Bu, Ulusal Meclis’te sol ittifak ve Marine Le Pen’in aşırı sağ partisinin muhalefet çığlıklarıyla karşılanan yasa taslağındaki pek çok anomaliden biriydi. Merkez sağ –Gaullizm’in acınası kalıntıları– ikiye bölünmüş durumdaydı. Bir yandan Macron’un göreceli çoğunluğunu zayıflatmak istiyorlardı; diğer yandan sosyal yardımları keserek Fransa’nın bütçe açığını azaltmaya ideolojik olarak bağlıydılar. Tüm partiler değişiklik önergeleri ve yeni maddeler sunmaya başladılar: çocuk yetiştirme nedeniyle ödenmeyen katkılar için kadınlara tazminat ödenmesi; 21 yaşında iş piyasasına giren insanlar için yeni bir erken emeklilik dilimi; belirli iş türlerini yapan insanlar için özel bir fon (gece vardiyaları, fiziksel ve zihinsel yıpranma ve aşınma içeren işler) – liste uzayıp gitti.

Kamuoyu ve basının büyük bir kısmı, emeklilik sisteminin gizemli labirentinin yeniden gözden geçirilmesi anlamına geldiği için başından beri reforma şüpheyle yaklaştı. Basın için bu ekstra ev ödevi meselesiydi (buraya kadar takip ettiyseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız). Çalışan insanlar içinse değişikliklerin kendilerini nasıl etkileyebileceğini anlama meselesiydi. Sendika uzmanları ve Fransız medyasında yayınlanan emeklilik hesaplayıcıları çok iyi çalışmalar yaptılar, ama sadece birçoğunun kaybetme olasılığı haricinde kimse neyin beklediğini kesin olarak söyleyemez. Muhalif iktisatçılar Macron’un yeni emekliler için aylık brüt 1200 avro emekli maaşı vaadini incelediklerinde, diğer sosyal güvenlik yardımlarını dengeleyen indirimlerle birlikte uygunluk koşulları, çok sayıda katılımcıyı dışlıyor gibi görünüyordu. Thomas Piketty, vatandaşların yüzde 3’ünden daha azının hak kazanabileceğini öne sürdü.

Çok geçmeden, kendi emeklilik haklarınız ve diğer herkesin emeklilik haklarıyla ilgili hesaplamalarınızın bir hataya ya da hükümet ve kamu hizmetlerinin kötü bilgilendirmesine dayanıyor olabileceğinden endişelenmeye başlıyorsunuz. Bu durum, zarif ve yenilenmiş Gare St-Lazare’dan geçerek sizi doğuya giden Ligne 3’e bindirecek metro platformuna ulaşmaya çalışmaktan farklı değil: merdivenlerden bir kez inin, merdiven boşluğundan dönün, tekrar merdivenlerden çıkın, doğru koridoru bulana kadar son kez inin. Daha eski, daha inatçı düzenlemeleri müzakere etmek daha kolaydır. Macron’un en büyük hedeflerinden biri karanlığa ışık tutmaktı, fakat aldığı önlemlerin yaptığı gibi, siyasi tozu dumana katmak sadece daha fazla bulanıklık yaratıyor.

Bu sadece emeklilik sisteminin ana bileşeni olan ve Fransız emekli maaşlarının büyük çoğunluğunu işleyen ‘genel rejim’ için değil, aynı zamanda birçoğu (enerji işçileri, noter katipleri, Paris ulaşım personeli gibi) birleşik bir sistem adına ortadan kaldırılan düzinelerce ‘özel rejim’ için de geçerlidir. Macron’un adamları bile reform projelerinin ayrıntılı sonuçlarını kavramakta zorlanıyor. Ulusal Meclis’te tasarı üzerinde yirmi bin kadar şaşırtıcı değişiklik yapıldı. Bunların çoğu sol blok tarafından sunuldu ve yasayı doğarken boğmak üzere tasarlandı. Fakat bazıları –örneğin kadınları etkileyen emeklilik eşitsizlikleri hakkında– hükümetin varsayımlarında önemli düzeltmeler yaptı. Ayrıntıları takip etmek zorlaştıkça, savaş hatları da keskinleşti: Macron tasarının sistemi iflastan kurtaracağını iddia etti; bir dizi muhalifi ise koruyucu devleti parçaladığını iddia etti. Sendikaların üyelerine ve kamuoyuna verdiği mesaj son derece basitti: Bu, çalışan insanların haklarına vurulan bir başka darbedir. Kimsenin ikna edilmesine gerek yoktu. Opéra de Paris ve Comédie Française çalışanları bile öfkeliydi.

Fransa’daki yorumcular reform sürecini bir darbe ya da en iyi ihtimalle bir el çabukluğu olarak nitelendirdi. Plan ‘sosyal güvenlik bütçe düzenlemesi’ olarak ortaya kondu ve bu da parlamentodaki tartışmalar için bir zaman sınırı olmasını sağladı. Eğer süre kesin bir oylama yapılmadan dolarsa, önlemler kararname ile geçirilebilecekti. İşte tam da böyle oldu. Mart ayının üçüncü haftasında, iki güvensizlik oylamasını atlatan hükümet, 49.3 sayılı maddeyi devreye sokarak tartışmaları sonlandırdı ve tedbirleri kanun haline getirdi. On gün önce reformlara karşı düzenlenen bir protesto milyonlarca kişiyi sokaklara dökmüştü. Bu, Ocak ayından bu yana toplu taşıma, kimya endüstrisi ve petrol rafinerilerindeki grevlerle birlikte altıncı eylem günüydü; bunu daha fazlası izledi. Paris sokaklarında binlerce ton çöp yığıldı.

Anayasa Konseyi yasayı onaylamaya hazırlanırken, muhalifler protestoları sürdürmek zorunda kaldı. Bunu birkaç gün daha süren eylemler izledi. Hem kararnameden önce hem de kararnamenin yayınlanmasından bu yana gösteriler büyük polis yığınaklarıyla karşılaştı. Baskıcı şiddet, tıpkı gilets jaunes [sarı yelekliler] için olduğu gibi katılımcılar için de endişe kaynağı. Dört yıl önce polisin yol açtığı yaralanmaların büyüklüğü tekrarlanmadı, ama birkaç ciddi olay yaşandı; bunlardan birinde bir göstericinin kafasına isabet eden bilye testislerinden birini kaybetmesine neden oldu. Çevik kuvvetin sayısı –ve giderek daha tehditkar bir hal alan kitlesi– İçişleri Bakanlığı’nın hükümet politikalarına karşı çıkan toplumsal hareketlere yaklaşımı hakkında kabaca bir fikir veriyor.

İçişleri Bakanı olarak selefi Christophe Castaner gibi Gérald Darmanin de yönetimin otoriter eğilimini talep üzerine artırmaktan mutluluk duyuyor. Kısa bir süre önce ‘islamo-goşistler’ olarak adlandırılan istenmeyen insanlar kategorisine –Fransız tarih müfredatı, sömürgeciliğin erdemleri, göçmen politikası, dış politika ya da Charlie Hebdo’nun yerel azınlıkları rencide etme konusundaki tartışılmaz hakkı hakkında çekinceleri olan herkes– daha sinsi bir başka düşman tanımlayarak ekledi. Buna ‘entelektüel terörist’ adını verdi: Parti Socialiste’in [Sosyalist Parti] solunda siyasi görüşleri olan herkes.

Soldaki pek çok kişi, radikal bir Fransız yayıncı olan Ernest Moret’nin geçen ay Londra Kitap Fuarı’na giderken St Pancras istasyonunda tutuklanmasının arkasında Darmanin’in olduğundan şüpheleniyor. La Fabrique’de yabancı haklar müdürü olan Moret, Andreas Malm’in How to Blow Up a Pipeline [Bir Boru Hattı Nasıl Patlatılır] adlı kitabını satın almıştı. Macron’un cumhurbaşkanlığına ilişkin görüşleri de dahil olmak üzere diğer olası düşünce suçları hakkında sorgulandı. Moret’nin tutuklanmasından her kim sorumluysa –ki Darmanin de olabilir– doğru düğmeye basmıştır: düşünce de eylem kadar iyidir.

Mitinglerde ve yürüyüşlerde, Darmanin’in fiziksel polisliği, kolluk kuvvetlerinden oluşan kalabalık saflarıyla, düşünce polisliğinden daha korkutucu geliyor. Darmanin, sağ popülist ideoloji ile materyalist bir düzen vizyonunu sokaklarda, okullarda ve üniversitelerde, toplumsal cinsiyet çalışmalarında ve hatta futbol sahalarında sentezlemek için uzun vadeli hedefleri olan 40 yaşında bir dahi: 2012’de FIFA’nın Müslüman kadın oyuncuların maçlar sırasında başörtüsü takmalarına izin verilmesi önerisine karşı çıkmıştı.

Darmanin’in entelektüel teröristleri arasında çevre aktivistleri de bulunuyor. Reform karşıtı protestoların ortasında, Mart ayının üçüncü haftasında, İçişleri Bakanlığı La Rochelle’in doğusunda entansif tarım çiftlikleri için yapılacak mega rezervuara karşı bir gösteriyi yasakladı. Organizatörler yasağın kaldırılmasını sağlayamadı ama gösteri yine de devam etti. Atv motorları üzerinde gezici jandarma ekipleri göstericileri göz yaşartıcı gaz bulutlarıyla kuşattı. Bunu izleyen çatışmalarda çevik kuvvet polisi ambulans görevlilerinin yaralı göstericilere ulaşmasını engelledi. Darmanin, Macron’un ikinci dönemi kötü hisler ve çekişme dalgaları arasında ilerlerken izlenmesi gereken bir figür.

13 Nisan’da, Anayasa Konseyi’nin emeklilik reformlarına ilişkin kararının açıklanmasından bir gün önce, bir başka kitlesel hareketlilik yaşandı. Madde 49.3’ün yürürlüğe girmesinin ardından azalmakta olan saflara katılan öğrencilere rağmen katılım düşmüştü. Gençler, solun sağdan daha sık başvurduğu bir araç olan kararnamenin hükümet tarafından kullanılmasından rahatsız. Mitterrand’ın ikinci döneminde başbakanlar Michel Rocard ve Edith Cresson yirmiden fazla kez kararnameyi kullanmıştır. Liseliler ve üniversite öğrencileri bunun anayasaya aykırı olmadığını anlıyorlar ama demokratik olduğuna ikna olmuş değiller. SOAS’a eşdeğer olan Inalco’dan öğrenciler düzinelerce farklı dilde ‘Hayır’ yazılı bir pankart taşıdı. Yürüyüşçüler, Opéra caddesinin yakınındaki Montpensier sokağında bulunan Anayasa Konseyi binasının önünden geçtiler. Protestocular günün erken saatlerinde giriş yolunu çöp kutularıyla kapatmışlardı. Bunlar kaldırılmıştı; bunun yerine konsey görüşmeye devam ederken kapıları koruyan çevik kuvvet polisleri vardı.

Öğrencilere, emekli büyükleri için para harcama ihtimalini neden umursamadıklarını sorduğunuzda şaşırıyorlar. “Benim yaşımdaki insanlar mı?” Onlara kuşkulu bir bakış atarak ısrar ettim. Bir liseli bunun ‘kuşaklar arası dayanışma’ olduğunu savundu; genç kuşağın da zamanı geldiğinde kendi yaşıtları için aynı şeyi yapacağını umuyordu. Panthéon-Sorbonne’da tarih ve sanat tarihi okuyan Yohan da aynı fikirdeydi, ama emekli maaşlarının, Fransa’nın dezavantajlı vatandaşları için oluşturduğu düzensiz güvenlik ağına zorunlu katkılar da dahil olmak üzere başka tür dayanışmaları temsil ettiğini düşünüyordu. Hükümetin iklim krizine göz yumması (Macron neden uçak yakıtına Avrupa vergisi getirilmesi için bastırmıyor?) ve süper zenginlerin ayrıcalıkları (Macron neden emeklilik açığını azaltmaya yardımcı olabilecek finansal portföyler üzerindeki varlık vergisini kaldırdı?) gibi öğrencileri rahatsız eden pek çok sorun var. Reform karşıtlığı aynı zamanda iklim adaleti, mütevazı yaşam tarzları, servetin yeniden dağıtımı, Macron’un Fransızlardan enerji tüketimlerinde uygulamalarını istediği ‘itidal’ ve elbette ‘demokrasi’ için yüceltilmiş bir savunma. Yohan, Madde 49.3’ün kullanılmasının kendi yaşındaki insanlar için bardağı taşıran son damla olduğunu söyledi. Ortalama ya da düşük gelirli ailelerde doğan gençlerin yaşlılarla ölümcül bir dansa kilitlendiği ve küçük ortak için bedelin yüksek olduğu endişesinden kurtulmakta zorlanıyorum. Palmiye avlusu orkestrası(*) çalmaya devam ettikçe, sadece varlıklı ebeveynlerin çocukları başarılı olmaya devam ediyor.

14 Nisan’da Anayasa Konseyi, herkesin beklediği gibi Macron’a yeşil ışık yaktı. Konseyin görüşüne göre, ‘bütçe düzenlemesi’ yasasının bir parçası olarak nitelendirilemeyecek bağımsız önlemler olan, işletmeleri yaşlı çalışanları tutmaya teşvik etme planı da dahil olmak üzere sadece bir avuç madde iptal edildi. Bu küçük bir yenilgiydi. Ancak emeklilik yaşının 64’e uzatılması Macron için bir zaferdir. Fransa’daki toplu yenilgi iç çekişini keskin bir nefes alış takip etti. Macron yasayı birkaç saat içinde, konseyin lehte karar verdiği gün akşam saat 8 sularında (ya da düşmanlarının deyimiyle gecenin köründe) yayınladı. Yoluna devam etmek için acele ediyordu ama bu o kadar kolay olmayabilir. Sendikaların ve sosyal hareketlerin 1 Mayıs’ta yasaya karşı bir ‘tsunami dalgası’ ile ortaya çıkma çağrısı, 20 Nisan’da tren seferlerinde kesintiler ve Euronext borsasının Paris şubesinde üç yüz grevcinin kendiliğinden ortaya çıkmasıyla bir kostümlü prova ile karşılandı.

Madde 49.3 ile ilgili için için yanan öfkenin yanı sıra, reformun tasarruf erdemleri ve Macron’un siyasi muhakemesi hakkında şüpheler var. Örneğin, gerçek emeklilik yaşı zaten artarken, neden eşiği iki yıl yükseltmek istesin ki? Fransa’da teknik eğitim öğrencileri de dahil olmak üzere ileri eğitim görenlerin sayısı 2000 yılında iki milyon civarındayken üç milyona yükseldi: hepsi yirmili yaşlarında iş hayatına atılacak ve bazıları 67 yaşından önce emekli olmayabilir. Görünüşe bakılırsa reform, daha az maaş alan ve daha kısa yaşam beklentisi olan çalışanların haklarına zarar veriyor: 35 yaşında yönetici konumundaki bir erkek, işçi sınıfındaki meslektaşından altı yıl daha fazla yaşamayı bekleyebilir; kadınlar için fark üç yıldır; işçi sınıfı emeklilerinin yüzde 30’undan fazlası emekli olduklarında zaten bir tür iş göremezlikten muzdariptir.

Macron’un hesapları denkleştirme arzusu da mercek altına alındı. Başbakan Élisabeth Borne, önümüzdeki on yıl içinde 150 milyon avroluk bir emekli maaşı açığı olasılığından bahsetti. 2020 yılında sistem 10 milyar avrodan fazla açık verdi. Korkunç yıllar olan 2021 ve 2022’de ise fazla vermişti. Fakat bu yıl ve önümüzdeki on yıl için tahminler daha az pembe. 2032 yılına kadar 20 milyar avroluk bir açık öngörülüyor. Borne’un en kötü senaryosundan muhtemelen daha güvenilir olan bu tahminler, sistemin performansını ve beklentilerini izleyen bağımsız bir organ olan Conseil d’orientation des retraites’in çalışmalarıdır. Uzun vadeli tahminlerine göre fon, belki 2040’ın eşiğinde ya da her halükarda 2070’e kadar, sağlık ve sosyal bakanlıklar için resmi istatistikler sağlayan DREES’e göre her emekli için çalışan katılımcı sayısı 1,2’ye düşmüş olsa bile, neredeyse dengeye dönecektir. Avrupa Komisyonu, muazzam 2021 Yaşlanma Raporu’nda 2030’dan sonra Fransa’nın emeklilik harcamalarının GSYİH’ye oranında yavaş ama istikrarlı bir düşüş öngörmektedir.

Enflasyon 2022’nin son çeyreğinde yüzde 7’ye, gıda enflasyonu ise bu yıl yüzde 15’e yaklaşmışken Macron’un neden bu siyasi riski almak istediğini merak ediyor insan. Covid krizinin zirvesinde dağıtılan cömert kamu finansmanı için geri ödeme zamanının geldiğine ve akabinde ikinci sırada, Putin’in savaşının yol açtığı ve hükümeti iç piyasalara müdahale etmeye zorlayan enerji fiyatlarındaki artışlara yanıt vermeye mi karar verdi? Elbette Brüksel, altın çocuğu Macron’un Fransa’yı 1992 Maastricht Antlaşması kurallarına geri getireceğini umuyor: kamu açığı GSYİH’nin yüzde 3’ünü geçmeyecek. AB Macron’un seleflerine geniş bir hareket alanı bıraktı. Otuz yıl sonra Fransa, Maastricht eşiğinin üzerinde açık veren tek ülke değil. Fakat uyumluluğa geri dönülmesine öncülük edebilecek biri varsa onun da Macron olacağı düşünülüyordu. Macron bu zorluğun üstesinden geldi ve Marine Le Pen’i Elysee’den uzak tutmak için onun cumhurbaşkanlığına oy veren Fransız seçmenlerin gözünde kendini mahvetti.

Dünya Basını

İran-İsrail savaşı ve Orta Asya

Yayınlanma

Editörün notu: Orta Doğu’da tırmanan İran-İsrail savaşı, Rusya için jeopolitik açıdan hayati önem taşıyan Orta Asya’nın istikrarına yönelik yeni bir tehdit oluşturuyor. Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşu Valday Kulübü’nün program direktörü Timofey Bordaçev’in değerlendirmesine göre bu tehlike iki şekilde ortaya çıkabilir: Birincisi, İran’ın olası bir iç kaosa sürüklenmesiyle bölgenin Rusya ve Çin’e karşı Batı nüfuzuna açık hâle gelmesi. İkincisi ise İsrail’in politikalarının, adalete duyarlı Orta Asya halkları arasında radikalleşmeyi ve aşırılıkçılığı körüklemesi potansiyeli. Orta Asya ülkeleri bu riskleri bölgesel işbirliğiyle yönetmeye çalışsa da Bordaçev, Rusya’nın destekleyici bir komşu olarak kalması gerektiğini ancak bu ülkelerin güvenliğinin nihai sorumluluğunu üstlenmemesi gerektiğini vurguluyor.


Orta Doğu’daki savaş Orta Asya’yı tehdit ediyor

Timofey Bordaçev
Vzglyad

Uluslararası ilişkilere nispeten profesyonel bir gözle bakan herkes, Rusya’nın jeopolitik konumunun en önemli özelliğinin doğal sınırlardan yoksun olması olduğunu bilir. Hatta Kafkasya gibi bu tür engellerin görünüşte var olduğu yerlerde bile, bu sınırlar olmadan yaşama alışkanlığı algımızda belirleyici bir rol oynuyor.

Orta Asya, Rusya ile tamamen bütünleşik bir jeopolitik alan oluşturuyor. Bölgenin barışçıl gelişimine yönelik dış tehditler, otomatik olarak Rusya’nın kendisine yönelik tehditler olarak görülüyor. Bu tür tehditleri önleme çabasında ne kadar ileri gidilebileceğini anlamak, önümüzdeki yıllarda Rus dış politikasının önemli görevlerinden biri.

Şu anda Orta Asya, en yıkıcı güçlerin eylemlerine açık hâle geleceği bir durumla karşı karşıya kalabilir. Bu durum, SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden bağımsızlığını kazanmasından bu yana ilk kez yaşanıyor. Orta Asyalı dostlarımız Avrupa’dan oldukça uzaktalar; Avrupa, Suriye, Irak ve Ermenistan için komşuluğu sorun teşkil eden Türkiye de onlara epey uzak. Komşularını cezasız bir şekilde bombalamayı seven İsrail de yakınlarında değil. Tüm Avrasya’da coğrafi açıdan daha şanslı sayılabilecek tek ülke Moğolistan: Araları iyi olan iki ülkeyle, Rusya ve Çin ile komşu.

Son 34 yıldır tek endişe kaynağı Afganistan’dı. Aslında Afganistan’ın kendisinden ziyade, bizzat Orta Asya ülkelerinden gelen dinci aşırılık yanlıları için bir üs olması nedeniyle endişe kaynağıydı. Afganların kendileri ise 19. yüzyılın sonlarından bu yana komşu topraklara pek tecavüz etmedi. Başlıca komşuları olan Rusya ve Çin, aralarındaki bu alanda barış ve huzurun hâkim olmasında hayati bir çıkara sahiptir. Bu durum öncelikle kendi çıkarlarından kaynaklanıyor; zira her iki büyük gücün de nüfusunun önemli bir kısmı Müslüman. Fakat uluslararası ilişkilerde iyi davranışın en güvenilir garantisi de tam olarak bu tür çıkar odaklı mülahazalar.

Ancak bu günlerde Orta Doğu’da yaşananlar neticesinde bu rahat konum biraz daha kötüye gidebilir. İsrail hükümetinin önümüzdeki yıllara yönelik stratejisinin, komşularıyla sürekli savaş hâli yaratarak elitlerin iktidarda kalmasını sağlamaktan ibaret olduğu izlenimi doğuyor. Ekim 2023 olayları bir başlangıç noktası oldu ve şimdi İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışma yaşanıyor.

İsrail elitleri arasındaki pek çok “öfkeli baş”, bir sonraki hedefin bölgede liderlik rolü üstlenmeye çalışan bir diğer iddialı güç olan Türkiye olacağını söylüyor. İsrail’in diğer Arap komşularının da bu durumdan kaçamayacağına şüphe yok; mademki sürekli savaş yolunu seçti, bu yoldan dönmesi için hiçbir neden bulunmuyor. Başka bir deyişle, İsrail’in dış politikası tüm Orta Doğu’yu ve komşularını yavaş yavaş bir askeri çatışma girdabına çekiyor. Üstelik İsrail, ABD’nin kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen Washington’un desteğini sürekli arkasında hissediyor.

Orta Doğu’nun sürekli bir çatışma alanına dönüşmesi, Avrasya’nın en sakin bölgelerindeki komşuları için bile iyi bir anlam taşımıyor. Bu nedenle Rusya’nın dikkatini ve burada uzun vadeli, hesaplı bir politika oluşturmasını gerektiriyor.

Birincisi, İran’ın şu anda karşılaştığı sorunlar Orta Asya’nın istikrarını ciddi şekilde tehdit edebilir. İsrail ve şimdi de ABD ile doğrudan askeri bir çatışmanın sonuçlarının ne olacağını henüz tahmin edemiyoruz. Şimdilik İran yönetimi durum üzerinde yüksek bir kontrol sergiliyor ve halkı vatanseverliğiyle öne çıkıyor. Ancak en dramatik senaryolar da göz ardı edilemez.

Eğer İran gerçekten de hasımlarının arzuladığı gibi bir iç kaosa sürüklenirse, Orta Asya ciddi tehlikelerle yüzleşecektir. Bunun basit sebebi, İsrail, ABD veya Avrupa için oradaki güvenlik durumunun kendi askeri ya da ekonomik güvenlikleriyle değil, Rusya ve Çin ile olan diplomatik ilişkileriyle ilgili bir mesele olmasıdır.

Orta Asya’yı düşündüğümüzde, coğrafi büyüklüğüne rağmen modern dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Beş ülkenin toplam nüfusu 90 milyona ulaşmıyor ki bu da İran veya Pakistan gibi ülkelerden daha az. Her birinin nüfusu çok daha fazla olan Vietnam, Bangladeş veya Endonezya gibi modern dünya ekonomisinin “fabrikalarından” bahsetmiyoruz bile.

Diğer bir deyişle, Orta Asya, Rusya ve Çin için önemli olsa da ABD veya Avrupa’nın gözünde, kaynak sağlamaya çalıştıkları dünyanın çok önemsiz bir parçası. Moskova veya Pekin’e zarar verme fırsatı söz konusu olduğunda Washington, Brüksel veya Londra’daki hiç kimse bu bölgeyi korumayacaktır. Ve eğer İran’da siyasi sistem kökten değişir veya ülke bir iç kargaşaya sürüklenirse, toprakları Orta Asya’ya yönelik yabancı nüfuzunun kaynağı hâline gelecektir.

İkincisi, bu bölgedeki iç sorunların nedeni bizzat İsrail’in saldırgan politikası olabilir. Daha somut bir ifadeyle, halkın, hükümetlerinin bu duruma karşı koyamamasından duyduğu hoşnutsuzluktur. Orta Asya cumhuriyetlerinin pek çok sakininin Sovyet geçmişine sahip olduğunu ve Rus kültürüyle bağları bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu da onların adaletsizliği, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin vatandaşlarına göre çok daha keskin bir şekilde algıladıkları anlamına gelir. Bu nedenle, İsrail’in tüm komşularına karşı yürüttüğü savaş politikasının, bize en yakın Doğu parçasındaki Müslümanların kamuoyu üzerindeki potansiyel etkisini küçümsememek gerekir. Bu durum, en azından daha fazla Orta Asya ülkesi vatandaşının aşırılık yanlısı dinci hareketlerin saflarına katılmasına yol açabilir.

Orta Asya ülkeleri, dünya meselelerindeki konumlarını güçlendirmek ve büyük jeopolitikanın “pazarlık kozu” hâline gelmekten korunmak için çok şey yapıyor. Son yıllardaki önemli çalışmalarından biri, iç ve dış politikanın ana hatlarını koordine etmek ve çevre dünyayla diyalog kurmak için liderlerin sürekli bir araya geldiği Orta Asya Beşlisinin oluşturulmasıdır. Rusya bunu her şekilde desteklemektedir.

Ana komşularıyla işbirliğini güçlendiriyorlar ancak Rusya ve Çin’in hasımlarıyla çatışmaktan kaçınıyorlar. Türkiye’nin konumunun zayıflığını ve kaynak yetersizliğini anladıkları için, “Büyük Turan” gibi jeopolitik hayaller kurma girişimlerine karşı temkinli davranıyorlar. Genel olarak, Orta Asya ülkelerinin dış politikası hem esnekliğin hem de Rusya’ya karşı olan yükümlülüklerine bağlılığın bir örneği: Bu konuda ciddi şekilde gücenecek bir durumumuz yok.

Fakat en makul dış politikanın bile Orta Asya’daki dostlarımız için modern dünyada huzurun garantisi olacağından tam olarak emin olamayız. Gördüğümüz gibi bu dünyada artık uluslararası hukuk ve teamüller neredeyse işlemiyor, kaba kuvvete dayalı politika zafer kazanıyor. Bu, Rusya’nın onların kaderi için tam sorumluluk alması gerektiği anlamına gelmez. Bu tür yaklaşımlar daha önce de Rusya’nın kısıtlı kaynaklarının kendi güvenliğimiz ve gelişimimiz için hiçbir fayda sağlamadan harcanmasına yol açtı.

Rusya’nın müttefiklik yükümlülükleri nedeniyle çatışmalara müdahale etme konusunda çok kötü bir deneyimi var: Bu tür örneklerin en trajiği 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’dır. Ve şimdi Orta Asya’daki komşularımızla, devletlerinin bekasının kendi egemenlik meseleleri olduğunu açıkça konuşmakta fayda var. Ve Rusya bu noktada, komşularının kendi güvenliklerini sağlayabileceklerine inanan bir dost, güvenilir bir komşu ve dikkatli bir gözlemci.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi

Yayınlanma

İsrail gazetesi Jerusalem Post’ta Çin’in Orta Doğu stratejisini tartışan bir makale yayınlandı: “Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’da varlığını genişletmesi için alan açtı.”

***

Mordechai Chaziza
Jerusalem Post, 26 Haziran 2025

Ukrayna’daki savaş, küresel düzeni sarsarak Soğuk Savaş dönemindeki bölünmeleri yeniden canlandırdı ve ülkeleri stratejik ittifaklarını yeniden değerlendirmeye itti.

Avrupa, çatışmanın merkez üssü olsa da, jeopolitik şok dalgaları Orta Doğu’ya da yansıdı ve tarihsel olarak ABD ve Rusya’nın etkisi altında olan bölgede Çin’in önemli bir aktör olarak ortaya çıkışını hızlandırdı.

Çin’in bu değişen küresel düzene verdiği yanıt, yeniden ayarlanan bir stratejiyi ortaya koyuyor: Artık geleneksel müdahale etmeme yaklaşımıyla sınırlı kalmayan Pekin, ekonomik bağlarını derinleştiriyor, stratejik altyapı projelerini ilerletiyor ve kendisini diplomatik bir alternatif olarak konumlandırıyor.

Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’daki varlığını genişletmesi için alan açtı. Çin, artık bu bölgede sadece enerji güvenliği değil, aynı zamanda uzun vadeli nüfuz da arıyor.

Bugün Orta Doğu, stratejik riskten kaçınma ile karakterize ediliyor. Bölgedeki ülkeler tek bir güce sadakat göstermeyi kaçınıyor ve ABD, Çin ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurmayı tercih ediyor. Ukrayna krizi, bu dengeleme çabalarına aciliyet katarak enerji, gıda güvenliği ve siyasi istikrarsızlık konusundaki endişeleri yoğunlaştırdı.

Çin’in cazibesi, altyapı, kredi ve siyasi koşullar içermeyen ticaret gibi angajman modelinde yatmaktadır. Yalnızca 2024 yılında, Orta Doğu ülkeleri Çin’den 39 milyar dolarlık yatırım ve inşaat anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaların en büyük alıcıları Suudi Arabistan, Irak ve BAE oldu. Bu müdahaleci olmayan yaklaşım, bölgesel öncelikler, egemenlik, ekonomik kalkınma ve çeşitlendirme ile uyumludur.

Önce enerji, ama sadece enerji değil

Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerinin kökleri enerji güvenliğine dayanmaktadır. 2023 yılında Çin’in petrol ithalatının %36’sından fazlası Körfez ülkelerinden geldi. Pekin, Rusya’dan petrol ithalatını artırsa da, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle uzun vadeli LNG anlaşmaları imzalayarak aşırı bağımlılıktan kaçındı.

Ancak enerji sadece başlangıç noktasıdır. Enerji, daha geniş bir ekonomik entegrasyonun önünü açmaktadır. Bugün, Çin’in yatırımları yenilenebilir enerji, dijital altyapı ve yapay zekaya da uzanıyor. Bu stratejik çeşitlilik, Çin’i sadece bir enerji tüketicisinden bölgenin merkezi bir kalkınma ortağına dönüştürüyor.

Kuşak ve Yol Girişimi

Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Çin’i Orta Doğu’nun en önemli altyapı ortağı haline getirdi. 2023 yılına kadar, bölge, liman ve demiryollarından akıllı şehirlere ve 5G ağlarına kadar uzanan projelerle küresel Kuşak ve Yol Girişimi inşaat harcamalarının üçte birinden fazlasını oluşturdu. Çin ile bölge arasındaki ticaret hacmi 2019’da 294 milyar dolardan 2022’de 480 milyar dolara yükseldi.

Bu ekonomik yerleşme, tedarik zincirlerini güvence altına almak ve Çin standartlarını ve teknolojilerini bölgenin geleceğine yerleştirmek gibi iki amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan tek başına 2024’te BRI anlaşmalarında 19 milyar dolarlık pay aldı. Bu anlaşmalar arasında Riyad metrosu gibi yüksek profilli projeler de yer alıyor.

Çok kutupluluk ve küresel yönetişim

Ticaretin ötesinde, Çin kendisini çok kutuplu bir dünya düzeninin lideri olarak konumlandırıyor. Orta Doğu, bu vizyonun merkezinde yer alıyor. 2024 yılında Mısır, İran ve BAE BRICS+’ya katılırken, Suudi Arabistan da katılmaya davet edildi. Bu hamleler, Batı merkezli ittifaklardan kopuşu ve alternatif kurumlara yönelmeyi işaret ediyor.

Çin ayrıca Orta Doğu’nun Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılımını teşvik etti ve Küresel Kalkınma ve Küresel Medeniyet Girişimleri gibi yeni çok taraflı çerçeveler oluşturdu. Kuzey-Güney ayrışmasının derinleştiği bir ortamda, Pekin’in “Güney-Güney dayanışması”na verdiği önem Orta Doğu’da yankı buluyor.

Arabulucu mu, fırsatçı mı?

Çin’in Orta Doğu’daki giderek daha fazla dikkat çeken diplomatik faaliyetleri, özellikle uzun süredir bölgede rakip olan ülkeler arasında arabuluculuk rolüyle küresel ilgiyi üzerine çekti. Mart 2023’te Pekin, İran ile Suudi Arabistan arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan tarihi bir anlaşmaya aracılık etti. Bu anlaşma, gerilimin yatışmasına ve bölgesel diyaloğun ilerlemesine katkıda bulundu.

Bunu, Çin’in Hamas ve El Fetih dahil 14 Filistinli grup arasında uzlaşma görüşmelerini kolaylaştırması izledi ve Temmuz 2024’te Filistin’in birliği ve geçici ulusal hükümet planlarına ilişkin Pekin Deklarasyonu ile sonuçlandı.

Bu çabalar, Çin’in geleneksel olarak çekingen diplomatik tutumundan önemli bir sapma anlamına geliyor. Orta Doğu’da genellikle askeri müdahale ve güvenlik taahhütlerine güvenen ABD’nin aksine, Çin riskten kaçınan bir yaklaşımı benimsemiş ve doğrudan müdahale yerine arabuluculuk ve diyalogu tercih etmiştir.

Çin’in arabulucu rolü, yapıcı bir küresel aktör ve Batı yöntemlerine alternatif olarak imajını güçlendirerek önemli sembolik kazanımlar sağlarken, daha derin güvenlik angajmanının getireceği maliyet ve riskleri üstlenmek istememesi nedeniyle etkisi sınırlı kalmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in arabuluculuğunun sembolik önemi büyüktür. Kendisini barış arabulucusu olarak konumlandıran Pekin, yeni diplomatik modeller sunan bir küresel güç olarak kendini gösterir. Bu söylem, Batı liderliğindeki çatışma çözümüne alternatif arayan Küresel Güney’deki birçok ülkede yankı bulur.

Kısıtlamalar ve çelişkiler

Artan nüfuzuna rağmen, Çin’in Orta Doğu’daki etkisi sınırlamalara sahiptir. Pekin, ABD’nin bölgedeki stratejisini belirleyen siyasi veya askeri müdahaleye kendini adamamıştır. Ayrıca, çıkarlarını savunmak için önemli maliyetleri üstlenmeye istekli olduğunu da kanıtlamamıştır.

Gazze’de devam eden savaş sırasında Çin’in İsrail’e yönelik eleştirileri, Washington ile rekabetine paraleldi, ancak olayların seyrini etkilemedi. Bu arada, ABD diplomasisi İsrail ile Hizbullah arasında gerginliğin tırmanmasını önledi ve bölgesel güvenlik konusunda Washington’un şimdilik vazgeçilmez bir güç olduğunu gösterdi.

Dahası, Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından ABD’nin etkisinin yeniden artması, kriz zamanlarında Çin’in yumuşak gücünün kırılganlığını ortaya koydu. Örneğin, Pekin’in İran’a Husi saldırılarını durdurması için baskı yapma konusundaki çekingenliği, retorik ile etki gücü arasındaki uçurumu ortaya çıkardı.

Rusya’nın vekili değil

Rusya-Ukrayna savaşı, Çin’in Orta Doğu stratejisinin bazı yönlerini şekillendirmiş olsa da, bu stratejinin arkasındaki ana güç değildir. Çin’in bölgeyle ilişkileri, çatışmadan önceye dayanır ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, ekonomik fırsatları genişletmek ve küresel etkisini artırmak gibi uzun vadeli stratejik önceliklere dayanır.

Çin’in yaklaşımı uzun süredir Orta Doğu’nun kilit devletleriyle ikili ilişkiler kurmaya, Kuşak ve Yol Girişimi gibi kurumsal çerçeveler geliştirmeye ve bölgeyi BRICS ve ŞİÖ gibi çok taraflı gruplara entegre etmeye odaklanmıştır.

Ancak Ukrayna’daki savaş, mevcut eğilimleri hızlandırmıştır. Orta Doğu ülkeleri, jeopolitik istikrarsızlık ve Batı politikalarının öngörülemezliğinden korunmak için Çin’in girişimlerine daha açık hale gelmiştir.

Pekin ise enerji arzını güvence altına almak ve ticarette renminbi kullanımını teşvik etmek için çabalarını yoğunlaştırırken, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik ayrışmayı da kendi lehine kullanarak kendisini Küresel Güney’in savunucusu olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in Orta Doğu stratejisinin temelleri değişmemiştir. Bölgenin karmaşıklığı, istikrarsızlığı ve stratejik önemi, Çin dahil hiçbir gücün bölgeyi tek başına domine edemeyeceği anlamına gelmektedir.

Çin’in etkisi, hegemonya kurmak veya ABD’nin güvenlik liderliğine doğrudan meydan okumaktan ziyade, pragmatik ekonomik angajman ve ihtiyatlı diplomasi ile tanımlanmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı, değişimin hızını artırarak gölge düşürdü, ancak Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerinin mimarı değil.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English