Dünya Basını
SCMP: Çin’in ihracatı için en kötüsü henüz gelmedi

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale South China Morning Post’ta (SCMP) yayınlandı. ABD’nin Çin ile ticaretinin tarihsel diplere doğru gittiği bu aylarda, Çin’in ihracatı için henüz en kötüsünün gelmediği iddia ediliyor. AB ile ABD’nin Çin’den ayrışma hamlesinin ‘gerçek’ olduğunu düşünen iktisatçılar, bir yan unsur olarak, Asya’nın diğer ihracat devlerinde de benzer bir gerileme olduğuna dikkat çekiyorlar. Çin için durum pek iyiye gitmese de, Asya-Pasifik’teki Amerikan müttefikleri ve ABD’nin kendisi için de gelecekte her şey iyi gitmeyebilir. Nitekim, Çin’deki iktisadi yavaşlamanın ABD’li şirketler ve tüketiciler için de iyi haber olmadığına dair makaleler yayınlanmaya başladı.
Çin ticareti: ABD ve AB’nin riskten arınması devam ediyor, ihracat için ‘en kötüsü henüz gelmedi’
Ji Siqi
South China Morning Post
3 Ağustos 2023
Küresel ekonomik yavaşlamanın yaygınlaşması Çin’in ihracatındaki keskin düşüşün başlıca nedeni olarak görülürken, ekonomistler ve ticaret uzmanları gelişmiş ülkelerin ‘riski azaltma’ çabalarının etkisinin küçümsenemeyeceği, zira ‘en kötüsünün henüz gelmediği’ uyarısında bulunuyor.
Çin’in ihracatı Mayıs ayında negatif büyümeye geçerek yüzde 7,5 oranında azaldıktan sonra Haziran ayında bir önceki yıla kıyasla yüzde 12,4 oranında gerileyerek 2020’nin ilk aylarından bu yana en sert düşüşünü yaşadı.
Haziran ayındaki düşüş, Çin’in ihracatının bir önceki yıla göre yüzde 91 oranında arttığı Rusya hariç, gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler de dahil olmak üzere Çin’in ticaret ortaklarının çoğunda meydana geldi. Fakat Rusya’nın Çin’in toplam ihracatı içindeki payı sadece yüzde 3,4.
Bu tür ticari sancılar Asya’nın diğer ihracat merkezlerinde de hissediliyor. Haziran ayında Güney Kore’nin ihracatı yıllık bazda yüzde 6 oranında düşerek dokuz ay üst üste geriledi. Tayvan’ın ihracatı yüzde 23,4 düşerek üst üste 10. ayında da geriledi ve neredeyse 14 yılın en sert düşüşünü yaşadı. Vietnam’dan yapılan sevkiyatlar da üst üste dördüncü ayda da yüzde 10,25 oranında azaldı.
Economist Intelligence Unit (EIU) küresel ticaret baş analisti Nick Marro, “Küresel faaliyetlerde gerçek bir yavaşlama var ve bu da çoğu Asya ekonomisini oldukça sert vuruyor,” dedi.
Marro, özellikle elektronik sektöründeki yavaşlamanın, elektronik talebine büyük ölçüde bağımlı olan Tayvan ve Güney Kore’nin ihracat sektörlerini en sert şekilde etkilediğini söyledi.
Marro “Çin’in ihracat faaliyeti, ticaret sepetindeki daha fazla çeşitlilik göz önüne alındığında biraz daha dirençli oldu,” diye ekledi. “Ancak Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nde talebin zayıfladığına dair işaretler göz önüne alındığında, Çin de ticaret faaliyetlerindeki bu gerilemeden kaçamadı.”
Çin gümrük verilerine göre ABD ve AB’ye yapılan sevkiyatlar Çin’in toplam ihracatının yaklaşık dörtte birini oluşturuyor. Fakat Batı’da yavaşlayan ekonomiler ve yükselen enflasyon, geçen yılın sonlarından bu yana Çin mallarına yönelik tüketici talebini baskıladı.
Çin’in bu iki bölgeye ihracatı, pandemi sırasında evde kullanılan mallara ve tıbbi ürünlere yönelik talep nedeniyle genel olarak güçlü seyretmişti. Ve daha dirençli bir imalat sektörü 2020-21’de pandeminin gölgesinden çok daha hızlı bir şekilde çıkarak Çin’in ihracat büyümesi açısından dünyanın geri kalanından çok daha iyi bir performans sergilemesini sağladı.
Marro, “Ekonomiler yeniden açıldıkça ve tüketim salgın öncesi eğilimlere geri döndükçe, bu da sonuç olarak talepte bir düzeltmeye neden oldu,” dedi.
Dünya Ticaret Örgütü istatistiklerine göre, Çin’in küresel mal ihracatındaki payı 2021’de yüzde 15,03 ile zirveye ulaştıktan sonra 2022’de yüzde 14,43’e geriledi. Bu oran 2015-19 yılları arasında yüzde 13 civarında seyretti.
New York Üniversitesi Stern School of Business’ta kıdemli araştırma görevlisi ve DHL Küreselleşme Girişimi Direktörü Steven Altman’a göre, bu payın 2028 yılına kadar salgın öncesi seviyelere doğru mütevazı bir düşüş göstermeye devam etmesi muhtemel.
Altman, “Çin’in payında son tahminlerin ima ettiği mütevazı düşüşler olsa bile, Çin büyük bir farkla dünyanın en büyük ihracatçısı olmaya devam edecek ve son birkaç on yılda ihracat payında elde ettiği artışın çoğunu koruyacak gibi görünüyor,” dedi.
Altman, yine de hem ekonomik hem de jeopolitik faktörlerin Çin’in azalan rekabet gücüne katkıda bulunması nedeniyle endişelenmek için nedenler olduğunu sözlerine ekledi.
Altman, Çin’in sadece ekonomik faktörlere bağlı olarak değişen rekabet gücüne ilişkin kanıtların karışık olduğunu, çünkü Çin’in elektrikli araçlar gibi daha gelişmiş ürünler yetiştirmede de başarılı olduğunu ve artan maliyetlerin doğal olarak bazı düşük kaliteli üretimi diğer ülkelere ittiğini söyledi.
Altman’a göre jeopolitik faktörlerin önümüzdeki yıllarda daha da ağır basması muhtemel.
Altman, “Tedarik zincirlerinde yapılan değişikliklerin şirketler tarafından hayata geçirilmesi zaman alıyor, bu nedenle son zamanlarda şirketlerin ve hükümetlerin Çin merkezli tedarik zincirlerini çeşitlendirmeye yönelik vurguları, Çin’in ihracatı için ileriye dönük artan rüzgarlara işaret ediyor,” dedi.
Çin’in ABD’ye ihracatı art arda 11 ay boyunca düşerken, ABD’nin Meksika ve Vietnam gibi ülkelerden yaptığı ithalatta eskiden ağırlıklı olarak ‘Çin Malı’ olan geniş bir ürün yelpazesinin payının artması, Washington’un yeniden üretim çabalarını şimdiden somutlaştırdı.
Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre, Çin anakarasının ABD ithalatındaki payı 2017 yılında –ABD-Çin ticaret savaşından önce– yüzde 21,58 ile zirveye ulaştı. Bu oran 2020’de hafif bir toparlanma gösterse de genel eğilimi tersine çeviremedi ve geçen yıl yüzde 16,53’e geriledi.
Bu eğilim özellikle tekstil ve hazır giyim alanında dikkat çekicidir. ABD Ticaret Bakanlığına bağlı Tekstil ve Hazır Giyim Ofisinin rakamlarına göre, bu yılın ilk dört ayında ABD’nin ithal ettiği tekstil ve hazır giyimin yüzde 20,9’u Çin’den geldi – 2022’ye kıyasla yaklaşık yüzde 4 puanlık bir düşüş ve 10 yıl önceki toplamın neredeyse yarısına gerileme.
Delaware Üniversitesi Moda ve Hazır Giyim Çalışmaları Bölümünde doçent Sheng Lu, ‘riski azaltma’ hareketinin Çin’in ihracatı üzerindeki etkisinin küçümsenmemesi gerektiğini, zira ABD’deki moda şirketleri arasında, tedarik zincirindeki zorla çalıştırma riskleri ve tırmanan ABD-Çin gerilimleri konusundaki endişeler nedeniyle ‘Çin’e olan maruziyeti azaltma’ yönünde güçlü ve artan bir eğilim olduğunu söyledi.
Lu, “AB’deki ve dünyanın diğer yerlerindeki pek çok şirket aynı endişeleri paylaşıyor. Korkarım ki en kötüsü henüz gelmedi,” dedi.
Çin’in son dönemdeki ticaret modeli, gelişmekte olan ekonomilere yönelik artan sevkiyatların zayıflayan Batı talebinden kaynaklanan ivme kaybını kısmen telafi etmesiyle ülkenin çeşitlendirme çabalarını destekledi.
Ticaret Bakanlığına göre, Çin’den yapılan ihracat ilk çeyrekte küresel toplamın yüzde 14’ünü oluşturdu; bu, bir önceki yıla kıyasla yüzde 0,3 puanlık bir artış.
Bakanlık, yılın ilk yarısında Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (Asean), Latin Amerika ve Afrika ile ticaretin sırasıyla yüzde 5,4, yüzde 7 ve yüzde 10,5 oranında arttığını, buna karşılık AB ile yüzde 1,9 oranında artış ve ABD ile yüzde 8,4 oranında düşüş kaydedildiğini belirtti.
Bu değişim aynı zamanda, Çin’in Meksika ve Asean ülkeleri gibi ülkeler için kritik bir ara tedarikçi olarak hizmet vermesi nedeniyle, küresel tedarik zincirinin yeniden düzenlenmesi eğiliminin bir yansıması.
EIU’dan Marro, “Ticaretin çeşitlenmesi farklı pazarlar arasında Çin mallarına olan talebin değişmesine neden oluyor, ancak Çin’in bu bölgesel tedarik zincirlerinin ayrılmaz bir parçası olmaya devam ettiği göz önüne alındığında, Çin ürünlerine olan talebi ortadan kaldırması gerekmiyor,” dedi.
Birçok şirket Çin’in son derece rekabetçi üretim ve lojistik ekosistemlerinden kurtulmanın ne kadar zor olduğunun farkına varırken, diğer Asya hükümetlerinin de Çin sanayi parklarının ölçeğini veya gelişmişliğini tam olarak taklit etmesinin zor olduğunu sözlerine ekledi.
Yine de Çinli politika yapıcıların Asean veya Kuşak ve Yol Girişimi ülkelerini Batı talebindeki herhangi bir düşüşü telafi etmek için ne kadar konumlandırabileceklerinin bir sınırı var, çünkü ABD ve AB nihai tüketim için inanılmaz derecede önemli küresel varış noktaları olmaya devam ediyor.
Marro, “ABD veya AB nihai talebi zayıflarsa, bu tüm değer zincirini etkiler,” dedi.
NYU’dan Altman, Çin’in Meksika ve Asean bölgesi gibi ABD ithalatında giderek artan paya sahip ülkelere ihracatının güçlü olmasının Çin için faydalı olabileceğini, ancak bunun Çin’in orta ve uzun vadede büyüyecek olan ihracatına artan bir maliyet getirdiğini söyledi.
Altman, “Zaman içinde, tıpkı Çin’in yaptığı gibi, bu ülkeler de yerel ve bölgesel tedarik üsleri oluşturmaya çalışacak ve Çin’deki tedarikçileri üzerindeki baskıyı kademeli olarak artıracaklardır,” dedi.
Eski bir Çinli döviz yetkilisi ve Bank of China International’da küresel baş ekonomist Guan Tao, Çin’in dış faktörleri kontrol edemese de ticaretin çeşitlendirilmesi için bastırmaya devam etmesi, üst düzey açılımı teşvik etmesi ve dış ticaret ve yatırımı daha da kolaylaştırması gerektiğini söyledi.
Guan, “[Çin] ülkenin yeni rekabet avantajını oluşturmak için küresel sanayi ve tedarik zincirlerinin yeniden şekillendirilmesi sürecine daha aktif bir tutumla katılmalıdır,” dedi.
Dünya Basını
Trump’ın anti-sosyal devleti

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, yalnızca bir yönetim değişikliğinin ya da partizan yönetişim tercihlerinin değil, devlet biçiminde yaşanan yapısal bir dönüşümün izlerini sürüyor. Trump döneminde ivme kazanan bu dönüşüm, toplumsal yeniden üretim süreçlerinden giderek çekilen, kamusal kaynakları sermaye lehine seferber eden ve idari aygıtı seçkinci bir patrimonyal hiyerarşiye indirgeyen bir devlet tasavvurunu resmediyor. Bu yeni konfigürasyon, klasik refah devleti kurumlarını tasfiye ederken aynı zamanda devletin cezalandırıcı kapasitesini merkezileştirmeye yöneliyor. Makale, bu dönüşümün yalnızca neoliberalizmin geç evresi olarak değil, otoriter bir yeniden inşa sürecinin organik bileşeni olarak da okunması gerektiğini savunuyor.
Türkiye bağlamından bakıldığında, bu çözümleme, yalnızca Amerikan siyasetinin güncel yönelimlerine dair fikir vermekle kalmıyor; aynı zamanda bizdeki siyasal ve kurumsal gelişmeleri de yeni bir mercekten değerlendirme olanağı sunuyor. İdari kapasitenin tasfiyesi, yürütme erkinin kişiselleşmesi ve kamu kaynaklarının dar bir sermaye çevresine tahsisi gibi eğilimler, Türkiye’de de farklı tarihsel dinamikler içinde vücut bulmuş durumda. Bu nedenle makale, yalnızca bir başka ülkenin krizine tanıklık etmeyi değil, içeriye dönük eleştirel bir gözle yeniden düşünmeyi teşvik ediyor.
Okuyucu, bu metinde yalnızca bir teşhis değil, aynı zamanda bir strateji tartışması da bulacaktır. Zira yazar, bugünün devletiyle girilecek her mücadelede, “devlet içinde ve devlete karşı” yürütülecek kolektif pratiklerin taşıdığı tarihsel ve siyasal imkânlara dikkat çekiyor. Bu bağlamda makale, günümüzün karmaşık hegemonik biçimlerine karşı geliştirilecek direniş stratejilerinin zeminini kurarken, eleştirel devlet kuramına katkı sunan önemli bir müdahale niteliği taşıyor.
Trump’ın anti-sosyal devleti
Melinda Cooper
Dissent
18 Mart 2025
Çev. Leman Meal Ünal
Henüz ikinci ayında, Trump’ın ikinci başkanlık döneminin karakteri hakkındaki tüm şüpheler ortadan kalkmış durumda. Heritage Foundation’ın Mandate for Leadership: Project 2025 [Liderlik için Yetki: Proje 2025] başlıklı çalışması, bize ilk dönemdeki dağınık Trump’a kıyasla çok daha odaklı bir Trump portresi sunuyor. Bu proje, başkanın öfke patlamalarını sürekli bir enerji kaynağına dönüştürmenin ve düşünce baloncuklarını ardışık bir anlatıya dönüştürmenin yolunu bulmuş. Project 2025 olarak bilinen bu rapor, aslında Amerikan devletinin temelden yeniden inşası için bir plan ortaya koyuyor. Ancak bu hedefe ulaşmak için öncelikle mevcut devletin ve onun kamu görevlilerinden oluşan işgücünün yarattığı engellerin aşılması gerekiyor. Raporda devamlı tekrarlanan bir nakarat var: İdari devletin ortadan kaldırılması. Rapor, başkana her adımda fısıldayarak, yürütme erki sayesinde nasıl “sözde ‘işten atılamaz’” federal bürokratları tasfiye edebileceğini; israfa ve yolsuzluğa batmış daireleri kapatabileceğini; devletin her kademesindeki “woke” propagandasını susturabileceğini; Amerikan halkının idari devlet üzerindeki anayasal yetkisini yeniden tesis edebileceğini; ve bu süreçte sayısız vergi dolarını kurtarabileceğini” anlatıyor.
Project 2025, Trump’ın kabine üyelerinin her türlü fantezisini besliyor: Fosil yakıt endüstrisi, gayrimenkul ve Silikon Vadisi ile ayrıcalıklı bağları olan özel sermaye yatırımcıları ve girişimcilerden oluşan bu klik için rapor, başkanın federal arazileri fosil yakıt sermayesine nasıl açabileceğini ve iklim değişikliğiyle mücadeleye dair her türlü ilerlemeyi nasıl engelleyebileceğini gösteriyor. Aynı zamanda, Federal Rezerv’in son kredi mercii olma işlevinden vazgeçerek altın ya da başka bir emtia karşılığına (belki de kripto paraya) serbest bankacılığa geri dönüşü nasıl sağlayabileceğini de ortaya koyuyor. Yine, Konut ve Kentsel Gelişim Bakanlığı’nın ülkedeki kalan kamu konut stokunu nasıl satabileceğini ve düşük gelirli borçlulara yönelik desteği nasıl kesebileceğini de detaylandırıyor. Bu arada, başkandan Banka Mevduat Sigorta Kurumu’nun (bankaların iflasını önlemekle yükümlü bağımsız devlet kurumu) ve Tüketici Finansal Koruma Bürosu’nu (yakın zamanda dijital finans sektörünü dolandırıcılığa karşı düzenlemeye başlayan) feshetmesi isteniyor. Özetle, Project 2025, anti-sosyal devletin zirve noktasını temsil ediyor: Sosyal hak ve güvence sağlama görevinden tamamen çekilmiş ve tüm idari aygıtını aşırı zengin iş ortaklarından oluşan dar bir gruba teslim etmiş bir devlet biçimi bu.
Mandate for Leadership, Heritage Foundation’ın 1981’den beri yayınladığı “başkanlık kılavuzu” niteliğindeki el kitaplarının dokuzuncusu. Aslında bu serinin temel temaları hep aynıdır: Devleti küçült, düzenleyici tedbirleri azalt, ve solun kaynaklarını kes. 900 sayfayı aşan Project 2025, 1981 yılında Reagan’a sunulan belgenin kalınlığıyla yarışır. Ancak bu versiyonu öncekilerden asıl ayıran, güçlü yargı desteği varsayımı. Trump, ilk döneminde Federalist Society’nin onayını almış üç yargıcı Yüksek Mahkeme’ye atamıştı. Şimdi ise, başkanlık makamının “görev alanının dış sınırlarına” kadar uzanan eylemler için ona ceza kovuşturmasından muafiyet tanıyan 6’ya 3’lük bir muhafazakâr çoğunlukla çalışıyor. Project 2025’in sayfaları, halkın anlaması muhtemelen imkânsız olan karmaşık anayasa hukuku yorum ve değerlendirmeleriyle dolu. Ancak bu satırlar, idari devlete yönelik Federalist Society’nin yargısal eleştirisine ve onunla yakından bağlantılı olan “tekçi yürütme yetkisi” (unitary executive power) doktrinine aşina olanlar için gayet anlaşılır nitelikte.
Amerikan bağlamında 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan “idari devlet” terimi, ilk kez hukuki gerçekçiler tarafından modern, sanayileşmiş bir toplumun ihtiyaç duyduğu türdeki bürokratik yönetimi tanımlamak için kullanılan teknik tınılı bir kavramdır. İlericiler, Yeni Düzen’i (New Deal) modern idare hukukunun zirve noktası olarak gördüler. Hukuki muhafazakârlar ve liberteryenler açısından ise bu terim, çağdaş devlette yanlış olan ne varsa onu temsil eden bir kısaltma niteliğinde.
Son yıllarda idari devlete yönelik yargısal saldırı vites arttırmış durumda. Columbia Üniversitesi’nden liberteryen hukukçu Philip Hamburger, bu tırmanışta kritik bir rol oynadı. 2014 tarihli, idari tiranlığa dönük bir iddianame niteliği taşıyan, İdare Hukuku Hukuka Aykırı mı? (Is Administrative Law Unlawful) başlıklı çalışmasında modern devlet düzenleyicilerinin gücünü 17. yüzyıl İngiltere’sindeki kraliyet yetkileriyle kıyaslar. Trump’ın görevdeki ilk yılında Hamburger, “anayasal özgürlükleri idari devletin ihlallerinden korumak” iddiasındaki Yeni Medeni Özgürlükler İttifakı (NCLA) adlı bir kamu yararı hukuk firmasını kurdu. NCLA, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu (SEC) ile Çevre Koruma Ajansı (EPA) gibi devlet kurumlarına karşı davalar açmakta; bu çerçevede, Kongre’nin kural koyma yetkisini idari kurumlara devretmesine ilişkin yerleşik içtihatlara (sözde yetki devri doktrini – non-delegation doctrine) ve mahkemeler ile idare arasındaki hiyerarşik ilişkiye dair kurallara (yargısal takdir – judicial deference meselesi) meydan okumaktadır.
Başında bir üniversite profesörünün bulunduğu NCLA, kendisini yüksek bir “partilerüstü” imajı ile çizse de dava dosyalarına bakıldığında Koch tarafından fonlanan Americans for Prosperity ile bağlantısı ve açıkça partizan Cause of Action Institute ile koordineli hareket ettiği görülüyor. 2024 yılında, bu iki firma Loper Bright Enterprises v. Raimondo ve Relentless, Inc. v. Department of Commerce davalarını yürüterek mahkemelerin idari kurumların federal yasa yorumlama konusunda mahkemelerce esas alınmasını zorunlu kılan Chevron takdiri doktrininin tarihsel bir yenilgiye uğramasını sağladı. Sonuçta, iklim değişikliği veya finansal dolandırıcılık gibi konulardaki yorum çatışmalarında nihai yetki artık federal mahkemelere geçmiş oldu. Bu da demek oluyor ki, artık memnuniyetsiz bir petrol arayıcısı ya da bir hedge fon yöneticisi, faaliyet alanlarındaki kurumsal yetkiyi sorgulayarak doğrudan nihai hakem konumundaki Yüksek Mahkeme’ye başvurabilecek.
NCLA, gerici hukuk kurumsallığının seçkin isimlerini bünyesinde barındıran bir vitrin. Başkanı ve baş hukuk müşaviri Mark Chenoweth, daha önce Koch Industries’de şirket içi hukuk müşaviri olarak görev yapmıştı. Yönetim kurulunda ise, idari devlete yönelik ilk liberteryen eleştirilerden birini getirmiş olan ve Federalist Society’nin kurucu üyelerinden Gary Lawson, bir diğer önde gelen liberteryen hukukçu ve Federalist Society destekçisi Eugene Volokh gibi isimler yer alıyor. Bu kadro, Reagan devrimini “tamamlanamamış bir proje” olarak görerek nihayete erdirmeyi umuyorlar. Özellikle, Reagan’ın ilk döneminde baş hukuk danışmanı, ikinci döneminde ise adalet bakanı olarak görev yapan Edwin Meese III’ün mirasına derin bir saygı duyuyorlar. (Nitekim Lawson yakın bir zamanda Meese ile Trump tarafından atanan günümüz Yüksek Mahkeme yargıçları arasında doğrudan bir soybağı kuran bir övgü yazısına ortak yazar olarak imza atmıştı.)
Meese, Reagan’ın devlet düzenlemelerine yönelik saldırısının hem kilit destekleyicisi hem de Federalist Society’nin erken dönem hamilerinden biriydi. Adalet Bakanı olarak, Reagan dönemi yetkilileriyle iş birliği içinde EPA ve İş Güvenliği ve Sağlığı İdaresi gibi kurumların faaliyetlerini engellemeye çalıştı ve liberal kamu yararı hukukçularından gelen davaları savuşturdu. Reagan’ın atadığı bürokratlar, kendi sorumluluk alanlarındaki kurumlara yönelik usule ilişkin bir savaş yürütürken, Meese Adalet Bakanı sıfatıyla idari yetkiye dair radikal bir anayasa eleştirisi geliştirdi. 1985’e gelindiğinde, Federal Baro Birliği’ne hitaben yaptığı bir konuşmada, idari kurumların federal yasaları serbestçe yorumlama ve uygulama hakkını öne sürerek yasama ve yürütme erklerinin yetkilerini gasp ettiğinden yakınıyordu. Bu idari yetki genişlemesini, Anayasa’daki “kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali” olarak nitelendirmekteydi. Federal kurumlar, onun ifadesiyle, “ne ‘yarı’ bir şu ne de ‘bağımsız’ bir bu olabilirdi. Katı bir kuvvetler ayrılığı anlayışının şekillendirdiği doğrultuda, federal kurumlar yalnızca “yürütme erkine bağlı temsilciler” olabilirdi ve yürütme yetkisi de yalnızca başkana aitti. Meese’in yönetimindeki Adalet Bakanlığı tam da bu nedenle, anayasanın II. maddesindeki yetki verme (vesting clause) ifadesini abartarak başkana kralvari, mutlak bir yürütme yetkisi atfeden “tekçi yürütme” (unitary executive) teorisyenlerinin bir sığınağına dönüştü.
Meese’in anayasa hukukunu yeniden biçimlendirme arzularına rağmen, “Reagan devrimi” nihayetinde yargı cephesinde başarısızlığa uğradı. Reagan kabinesindeki üst düzey isimler, EPA gibi gözden düşmüş federal kurumları felç etmek için ellerindeki tüm usul hilelerini kullandılar, ancak idari devlete yönelik sağ kanattan gelen bu saldırılar, mahkeme duvarlarına tosladı. Bir muhafazakâr hukuk kuramcısının sitemle belirttiği üzere, mahkemeler “modern idari devletin yönetici ortağı” haline gelmişti.
Neredeyse yarım yüzyıl sonra, Federalist Society artık fiilen Yüksek Mahkeme’yi ele geçirmiş durumda. Mahkemedeki muhafazakar çoğunluk, idari devletin anayasal eleştirisine vakıf olup sağcı kamu yararı avukatlarının önüne serdiği neredeyse her davaya onay mührü basıyor. Yakın tarihli üç davada—Lucia v. SEC, SEC v. Jarkesy ve Loper Bright—mahkeme, kurumların tüketici haklarını düzenleme, karara bağlama ve uygulama konusundaki bağımsız yetkilerini büyük ölçüde budadı. Bu kararlar, tüm federal düzenleyici kurumları ileride açılacak davalar için içi mayın dolu bir tarlanın ortasına bırakmak demek aslında.
Bu arada, sağcı hukuk kuramcıları “tekçi yürütme” teorisinin dayanaklarını daha da incelikli hale getirip kapsamını genişleterek başkana yalnızca idari değil, yasama organı tarafından da itaat edilmesini zorunlu kılan bir noktaya kadar getirdiler. En son olarak, Project 2025’in ortak yazarı Russell Vought tarafından 2021’de kurulan Center for Renewing America adlı düşünce kuruluşundaki akademisyenler, Anayasa’nın II. Maddesi’nin başkana Kongre tarafından ayrılan bütçeleri askıya alma veya iptal etme hakkı verdiğini öne süren bir görüş ortaya atmışlardı -yani başkanın, herhangi bir devlet kurumu veya programının fonlarını istediği zaman kesebilmesini savunuyorlar. Trump geçmişte Kongre tarafından onaylanmış bütçeleri harcamayı reddetmişti. Elon Musk, bu kez Trump’ın aynı şeyi yeniden yapmasını ve bunu yeni icat edilen “bütçe iptali” (impoundment) yetkisi sayesinde bunu daha büyük ölçekte gerçekleştirmesini umuyor. Oysa Trump’ın bunu yasal olarak gerçekleştirebilmesi için 1974 tarihli Tasarruf Kontrol Yasası’nı baştan aşağı yeniden düzenlenmesi gerekir; muhafazakâr hukukçular, bunun için gerekli anayasal argümanlara sahip olduklarına inanıyorlar. Clarence Thomas, Neil Gorsuch, Brett Kavanaugh ve Amy Coney Barrett, hepsi de “tekçi yürütme” teorisinin çeşitli versiyonlarını destekleyen görüşler kaleme aldılar. Bu yargıçların, Trump’ın yürütme erkine dair fantezilerini ne ölçüde meşrulaştıracakları ise hâlâ merak konusu.
Trump’ın ikinci döneminin tek gerçek sürprizi ise Elon Musk’ın her yerde oluşudur. Bu defa Trump, teslis biçimini almıştır: öngörülemez baba, kutsadığı oğlu Musk’ı yeryüzündeki işlerini denetlemek üzere gönderirken bu esnada, sosyal medya platformu X, Trumpçı ruhunu takipçilerinin bedenine üflemektedir. Sonuç, ne yazık ki, çok daha güçlü bir Trumpçılıktır.
Tüm yıkıcılığına rağmen Project 2025, yalnızca devleti imha etmeye yönelik bir kılavuzdan ibaret değil. En az yapıbozuma uğratmak kadar, devleti yeniden inşa etme arzusunu da içinde taşıyor. Nitekim sayfalarında, ekonomik liberteryenliğin yakılmış yıkıntıları arasından, en “paleo” [ilkel] kişisel ve otokratik yönetim biçimlerinin yükseldiği aşırı sağ bir devlet kuramının ana hatları beliriyor. Trumpçılık, dünyayı dönüştürmeyi hedeflerken, bunu en arkaik toplumsal yapıların, yani ırksal, cinsel ve sınıfsal tahakküm ilişkilerinin yeniden tesisi için yapmaktadır. Her devrimci muhafazakârlık projesinde olduğu gibi, yeni bir anayasa ve yeni bir epistemoloji gerektiriyor. Anayasal yorum, doğrudan uydurma ve masalsı anlatılar lehine bir kenara itiliyor. Deneysel bilgiye gelince, iktidar için varoluşsal bir tehdit olarak görülüyor ve mümkün olan her yerde teokratik dogma ve başkanlık kararnameleriyle ikame edilmeye çalışılıyor (Trump’ın fen bilimlerine karşı yürüttüğü olağanüstü saldırı buna örnektir).
Project 2025, devletin yeniden dağıtımcı ve sosyal koruma işlevlerini felç etmeyi ne kadar istiyorsa, onun geniş bürokratik yetkilerini susturma, tehdit etme ve sınır dışı etme amacıyla kullanmayı da o denli arzuluyor. Ve dahası bu yetkileri başkanın kişisel yetkisi altında toplamayı hedefliyor. Raporda kürtaj ilaçlarının yasaklanması ve kürtaj klinikleri önündeki protestoların suç olmaktan çıkarılması da öneriliyor. Sınırların askerileştirilmesi ve göçmen gözaltı merkezlerinin genişletilmesi savunuluyor. ICE’ın, ülkedeki tüm kağıtsız göçmenlere karşı “hızlandırılmış sınır dışı” prosedürünü kullanabilmesi talep ediliyor. Columbia Üniversitesi öğrencisi ve green card sahibi Mahmoud Khalil’in gözaltına alınması ve sınır dışı edilme girişimi, Trump’ın bu konuda çok daha ileri gitmeye hazır olduğunu teyit ediyor nitekim.
Trump’ın federal güvenlik aygıtına yönelik saldırısı, onun otoriter niyetlerinin şimdiye kadarki en ürkütücü işareti. Pentagon ve FBI’ın üst düzey yetkililerini tasfiye edip yerlerine sadık çevrelerden oluşan yeni isimler atayarak, devletin şiddet tekeli üzerinde kişisel bir kontrol kurmayı hedefliyor. Böylece, bu gücü istediği herkese karşı serbestçe kullanabilecek. Kısacası, gerçekten “derin devlet” diyebileceğimiz bir yapı inşa etmeye çalışıyor—penceresiz, yankıyla ve gizli belgelerle dolu “Mar-a-Lago tuvaleti” kadar ıssız ve bir deli tarafından mesken tutulmuş.
Peki bu ezici kuşatma dalgası karşısında direnişin rotası nereye gider? Demokratlar, Yüksek Mahkeme’nin sağcı teyakkuzuna karşı bir dizi yasal karşılık üzerine düşündüler; bunlar arasında mahkeme üye sayısının artırılması, görev süresi sınırlamaları, bağlayıcı etik denetimi ve yargı atamalarında bağımsız iki partili bir inceleme yer alıyor. Bu önerilerin değerleri ne olursa olsun, öngörülebilir gelecekte rafa kalkmış durumdalar. Biden, alt federal mahkemeleri Demokrat atamalarla doldurmayı başardı; ne var ki bu önlem nihai kararı Yüksek Mahkeme’de sonuçlanacak davalarda ancak zaman kazandırabilir.
Bu arada, Demokratlar eyalet düzeyinde toparlanıyorlar. Project 2025, halk sağlığı ve acil durum yönetimi sorumluluğunun büyük kısmını eyalet hükümetlerine devrediyor; bu durum, mavi eyaletleri ve başsavcılarını Trumpçı saldırıya karşı bariz bir savunma hattına dönüştürüyor. Ancak meselenin aslı, Demokratların bu görevle başa çıkıp çıkamayacaklarıdır. Cumhuriyetçilerin hiper-aktivizmi, liberalleri çoğunlukla savunma pozisyonuna itme konusunda bir beceriye sahip; bu da onlara statükoyu boş sözlerle meşrulaştırmaktan başka seçenek bırakmıyor. Teknik uzmanlık ve usule ilişkin normların savunusu elbette gerekli. Ancak, onlarca yıl süren ve devletin sosyal ve yeniden dağıtıcı işlevlerini aşındıran, cezalandırıcı kolunu ise güçlendiren bir yıpratma sürecine karşılık olarak bu savunular hiç de yeterli değil. Kaldı ki devrimci aşırı sağa karşı etkili bir yanıt ise hiç değil. Olduğumuz yerde durmak, sürekli olarak ayaklarımızın altındaki zemini kaydıran bir düşmana karşı kaybetmeye mahkûm bir strateji çünkü.
Bu noktada, idari devlete yönelik saldırının soldan geldiği bir anı hatırlamak faydalı olacaktır. Uzun 1970’ler boyunca, sol görüşlü aktivistler ve liberal kamu yararı avukatları, idari devleti kenarlardan ele geçirip dönüştürmek amacıyla alabildiğine saldırgan bir kampanya yürüttüler. Yeni Sol’un azınlık siyaseti tarafından şekillenen bu aktivistler, Yeni Düzen’in (New Deal) başlangıç vaatlerinden uzaklaşılmasından rahatsızdılar: büyük şirketleri denetlemek üzere kurulan federal kurumlar, Soğuk Savaş sanayi kompleksinin sadece birer destekçisine dönüşmüş, çevrenin tahribatına tam anlamıyla ortak olmuşlardı; ülke genelindeki sosyal yardım daireleri, Güney’in ırkçı uygulamalarını ithal ederek siyah kent yoksullarını dışlamak ve denetim altında tutmak amacıyla kullanılmıştı. Bu eğilimlere karşı koymak için, Yeni Sol aktivistler “devlet içinde ve devlete karşı” bir strateji benimsediler: yani, devletin sosyal refah ve korumacı ufkunu genişletmeye çalışırken aynı anda yoksullara yönelik disiplin gücünü zayıflatmayı hedeflemek. Bu hareketin liberal kanadı, devlet yöneticilerinin elini zorlamak için mahkemelere başvurdular. Kamu yararı avukatları, sosyal yardım ve çevre hukuku alanlarında emsal teşkil eden davalar kazandılar. Daha solda yer alan, sosyal yardım hakkı ve siyah adalet hareketi içindeki aktivistler ise hukukun gücüne daha pragmatik ve çatışmacı bir anlayışla yaklaştılar ve kamu yararı avukatlarının seçkin bağışçılarla olan samimi ilişkilerine karşı temkinli bir yol tutturdular. Her iki durumda da, bu birleşik çabalar idari eylemin kapsamını köklü biçimde yeniden şekillendirmeyi başardı ve devletin çevre, gündelik tüketiciler, sosyal yardım alan yoksullar ve etnik azınlıklar karşısındaki sorumluluklarını üstlenmeye zorladı.
Bu tarih, sağcı hukuk hareketinin kendi kendini anlatımında rutin olarak görünmez kılınan bir şeyi açığa çıkarıyor. Siyaset bilimci Steven Teles’in de belirttiği gibi, “Yeni Düzen” sonrası idari devlete yönelik saldırıyı ilk başlatan soldu; bu da hukuk alanındaki muhafazakârları harekete geçiren kıvılcımdır. Sağcı revizyonizm idari devleti ve “wokeism”i aynı şey gibi gösterse de, daha yakından bakıldığında hükümet bürokrasisini işgal etme ve dönüştürme mücadelesine öncülük edenin sol olduğu bir dönemi yakalamak mümkündür. Yeni Sol, idari devleti demokratik arabuluculuğun tarafsız bir zemini olarak değil, bir çatışma alanı olarak görüyordu. Bir süreliğine de olsa, sosyal dağıtıma dair mücadele hattını devletin içine taşımayı başardılar. Hukuki karşı-devrimcilerin o zamandan beri savaşmakta olduğu işgal tam olarak budur, her ne kadar etkin bir muhalefet cephesi çoktan ortadan kalkmış olsa bile.
Bugün artık çok başka bir devlet formuyla karşı karşıyayız. Tüm çelişkileriyle birlikte geç Keynesgil sosyal devletin yerini, yeniden dağıtımcı işlevlerini küçülten, refah aygıtının büyük kısmını cezalandırıcı ve hapsedici işlevlere dönüştüren, hizmetlerinin mümkün olduğunca çoğunu özelleştiren veya taşeronlaştıran ve özel operatörlere garantilerini katlayan neoliberal anti-sosyal devlet aldı. Bu, düşük ya da hiç ücret almayanları kendi kaderlerine terk eden ancak onları hâlâ daimî borçlular ve gelir üreticileri -geçiş ücretleri, kira, fatura ve öğrenci borcu faizleri gibi- olarak ağları içine dahil eden bir devlet formudur. En kapsayıcı “üçüncü yol” formunda dahi neoliberal devlet, sosyal sigortanın yerine “sosyal piyasalar” yaratır. Diğer bir deyişle, yurttaşların üstlendiği riskleri güvence altına almak ve eşitlemek yerine, bu hizmetleri kâr amacıyla işletmeleri için özel sigortacıları ya da varlık yöneticilerini teşvik eder. Obama’nın Uygun Fiyatlı Sağlık Hizmeti Yasası ya da Biden’ın altyapı ve enerji yasaları bu yoksullaştırılmış sosyal politika modelinden besinini almıştır (her iki gündemin de gerçekten ilerici unsurlarını unutmamak kaydıyla). Özel sağlık sigortacıları ve BlackRock gibi mega yatırım fonu yöneticileri, bu neoliberal kapitalizm biçiminin doğal müttefikleriydi.
Liberteryenler, neoliberal devletin anti-sosyal eğilimlerini radikalleştirirler. Sadece “Yeni Düzen” sosyal refahının son kalıntılarını değil, aynı zamanda devlet sübvansiyonlu sosyal piyasaların neoliberal modelini yıkmakta dahi kararlıdırlar. Obamalı yıllarda, Tea Party hareketi, ACA’nın özel sigorta piyasasına “sosyalizmin tecessüm etmiş hali”ymiş gibi saldırmıştı. Trump dönemindeyse öfke, sözde woke BlackRock’a, dünyanın en büyük varlık yöneticisine ve Demokratların risk azaltma devletinin büyük bir yararlanıcısına kaydı. Trump artık Biden’ın Enflasyon Azaltma Yasası’nı ve bu yasayla bağlantılı tüm özel sektör yüklenicilerini terk etmekle tehdit ediyor. Tüm bunlar içerisinde belki de en şaşırtıcı olanı, Reagan döneminden beri biyofarma inovasyon hattını besleyen Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) fonlarını kesmiş olması. “Woke kapitalizme” karşı savaşın yalnızca bir piyesten ibaret olmadığı her geçen gün daha da net hale geliyor. Trump’ın adamları, neoliberal kapitalizmin zirvesindeki tüm ekonomik sektörleri çökertmeye -kendi yatırım ortaklarını, şirket kurucularını ve hâkim hissedarlarını yüceltmek uğruna- gerçekten de hiç olmadıkları kadar hazırlar.
“Woke kapitalizm” savaşının, kapsamlı bir resesyonu (veya kapitalist sınıf içi bir isyanı) tetiklemeden ne kadar ileri götürülebileceği ise hâlâ belirsiz. Ancak kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da Trump’ın iş dünyasındaki müttefiklerinin kemer sıkma politikalarından muaf tutulacağıdır. Musk’ın Hazine’yi yağmalaması ve Trump’ın Federal Rezerv’e müdahale girişimleri açıkça gösteriyor ki, liberteryenler aslında devleti ortadan kaldırmak istemiyorlar; ABD Hazinesi ve Federal Rezerv’in bünyesindeki devasa mali ve parasal yetkilerle en ufak bir dertleri yok. Onların arzusu daha ziyade, yararlanıcıların kapsamını radikal biçimde daraltarak, yalnızca ultra zengin özel sermayedarlar (şirket kurucuları ya da hâkim sahipler) ve kripto, güvenlik, emlak ve fosil yakıtlar alanındaki özel fon yöneticilerinden oluşan küçük bir grubu kapsamak. Bu grup öylesine küçük ki isimlerini dahi biliyoruz; yüzleri, kendi bastıkları özel madeni paralara işlenmiş durumda ve bu paraların Federal Rezerv tarafından desteklenmesi de kaçınılmaz görünüyor. Kapitalist iktidarın bu denli kişiselleştiği fakat kamu kaynaklarıyla bu denli şişirildiği başka bir dönem ender görülmüştür herhalde.
Bugün, çok sayıda insan yalnızca dolaylı biçimde dâhil edilirken –kamu sübvansiyonlarıyla desteklenen özel çıkarlar için gelir üretenler olarak– “devlet içinde ve devlete karşı” çalışmanın ne anlama gelebileceği üzerine biraz düşünmek gerekir. Sırf cezalandırıcı hizmetler söz konusu olduğunda, örneğin polislik ve hapishaneler gibi, “devlet içinde ve devlete karşı” çalışmanın bir anlamı var mıdır? Musk misyonunu tamamladığında geriye direnilecek bir devlet kalacak mıdır sahiden? Öyle görünüyor ki, muazzam servet yoğunlaşmasının pasif kolaylaştırıcıları veya kurbanları olarak ağlarına takıldığımız sürece devleti kendi haline bırakma lüksümüz yok. Musk bir şeyi kesin olarak açığa çıkardı: Liberteryenizm gerçekte kimseyi devletten özgürleştirmez. Sadece sosyal devletin son kalıntılarını yok eder ve onun yerine, toplumun her aşamasında kişisel boyun eğmenin dayatıldığı, yoğun biçimde otokratik, patrimonyal bir devlet yönetimi biçimini ikame eder. Dolayısıyla, devlet içinde ve devlete karşı yürütülen sosyal dağıtım mücadelesi her zamanki kadar acildir; güncel iktidar ilişkilerinin melez doğası strateji meselesini karmaşıklaştırsa dahi… Müdahalenin odağına bağlı olarak, devlet içinde ve devlete karşı yürütülen çabalar, neoliberal, liberteryen ya da artık haline gelmiş sosyal demokratik devlet biçimleriyle uğraşabilir. Hükümetin farklı seviyelerinde farklı politika ve parti rejimleri yürürlükte olabilir; bu da ölçek ve hedef tercihini her sol strateji açısından önemli bir unsur hâline getirir.
Şimdilik federal çalışanlar Trumpçı saldırının ön cephesinde yer alıyor. Yalnızca Cumhuriyetçilerin nefret ettiği programları idare etmeleri değil, aynı zamanda federal hükümetin kalbinde kamu sektörü çalışanları olmaları onları doğrudan hedef hâline getiriyor. Federal sendikaların karşı karşıya olduğu zorluklar ise muazzam bir düzeyde. Ancak Amerikan kamu sektörünün sinir merkezindeki konumları onlara eşsiz fırsatlar da sunuyor. İdari devlete dönük uzun süreli sağcı saldırılar, kamu harcamalarının ayrıntılarına yönelik yaygın kayıtsızlığa dayanmıştır. Bu saldırı, insanlar “kendi” vergilerinin devletin hak etmeyen kesimlerine harcanmadığına ikna oldukları sürece sürdürülebilir. Sayısız araştırmanın gösterdiği üzere, alt ve orta gelirli Cumhuriyetçi seçmenler bilişsel bir çelişki hâlindeler: Sosyal Güvenlik, Medicaid ve gazilere yönelik yardımlar gibi haklarını kazanılmış gelir olarak görüyorlar; federal bütçede önemli bir kesintinin özellikle bu kalemleri hedef alması gerekeceğinin farkında bile değiller. Bu bağlamda, Musk’ın Trump’ın başkanlığının daha ilk ayında Sosyal Güvenlik İdaresi’ne saldırmaya yönelik hevesi, taktiksel bir öngörüden yoksunluğa işaret ediyor. Bu proje, ortalama Trump seçmeni de dâhil, çok fazla insan için işleri hızlı şekilde çok kişisel hale getirerek ters tepilmesine yol açabilir.
Kamuoyundaki bu tür bir duygusal dönüşüm için çok uzağa gitmemize gerek yok. Eric Blanc’ın hatırlattığı gibi, 2018’de başlayan devlet okulu öğretmenlerinin uzun süren militan eylemleri benzer şekildeki elverişsizlikler altında gelişmişti. Bu eylem döngüsü, kamu emekçilerinin grevlerinin yasa dışı olduğu ve katı bir “çalışma hakkı” eyaleti olan Batı Virginia’da başlamıştı. Bu kampanya, büyük ölçüde, eyaletin mali yetersizlik anlatısını reddettiği için başarılı oldu. Öğretmenler, kamu hizmetlerinin “kullanıcıları” olan veli ve öğrencilerle dayanışma ağları kurarak, kemer sıkma politikalarının çalışanlar kadar onları da mağdur edeceğini gösterdi ve böylelikle devletin böl ve yönet taktiklerini boşa düşmüş oldu ve grev yasağı fiilen etkisizleştirildi. Kampanyanın kilit unsurlarından biri, eyaletin petrol ve doğalgaz şirketlerine tanıdığı son derece cömert vergi ayrıcalıklarına son verilmesini öneren alternatif bir eyalet bütçesi tasarısı hazırlamalarıydı. Kampanyaya en başında devletin bütçe siyasetini hedef alarak başlayan öğretmenler, endüstriyel eylemin anlamını müzakere edilmiş bir krizden, harcama öncelikleri üzerine gerçek bir mücadeleye dönüştürmeyi başarmışlardı.
“Ortak iyilik için pazarlık” kavramı, işçilerin doğrudan ücret taleplerini devletin harcama ve vergilendirme politikalarındaki daha büyük dağıtım meseleleriyle ilişkilendirdiği bir stratejiyi tanımlar. Bu strateji, kamu sendikacılığı hareketinde ve eyalet hükümetleri düzeyinde kayda değer başarılar elde etmiştir. Ancak henüz, hâlâ devlet bağımsızlığı yanılsamasının sürdüğü özel sektöre ya da federal kamu sektörüne yayılmış değiller. Bu ölçekte bir genişleme son derece zorlu görünüyor. Ne var ki, biraz da ironik biçimde, Musk bu çeşitli çalışma alanlarını aynı örgütsel şemsiye altında toplayarak faydalı bir iş yapmış oldu.
Örneğin, şu anda federal çalışanlara uygulanan türden yakıp yıkma taktiklerinin, son birkaç yılda Silikon Vadisi teknoloji çalışanlarının maruz kaldığı kitlesel işten çıkarma deneyimleriyle birebir aynı olduğu açık. Ama bundan da öte, bugün Tesla ya da X çalışanları Tesla veya X çalışanları bugün federal çalışanlardan ne kadar farklıdır? X kullanıcıları, patrimonyal devletin propaganda kolu olan bir kamu altyapısının müşterilerinden başka nedir ki? Şirket yöneticisi Hazine’nin kontrol kollarını elinde tutuyorsa, teknoloji sektörünün devletten bağımsız özel girişim kaynağı olduğu iddiasını sürdürmek güçtür. Musk, maksatlı olmasa da, özel ve kamu sektörü çalışanları arasındaki ortaklıkları son dönemdeki hiçbir işçi örgütleyicisinin başaramadığı kadar görünür kıldı. Bu imkânların, yeni ortaya çıkan büyük teknoloji ve federal işçi sendikası hareketi tarafından nasıl değerlendirileceği ise belirsizliğini koruyor.
“Ortak iyilik için pazarlık” çerçevesinin bir önemli sonucu da, sosyal dağıtım mücadelesinin, devlet harcamalarının belirleyici rol oynadığı günlük yaşamımızın herhangi bir alanından doğabileceğidir. Son birkaç on yıldır, para ve maliye politikaları mülk fiyatlarını şişirmeyi ve ücretleri baskılamayı hedeflemiştir. Bu baskılar, özellikle koronavirüs pandemisinden bu yana daha da şiddetlenmiş, kiracılar ipotek krizlerinin ve yükselen faiz oranlarının bedelini ödemek zorunda kalmıştır. Konut sahipliği, sınıfsal tabakalaşmada giderek daha belirleyici bir etken hâline gelmiş, ücret talepleri, ücretlerin büyüyen bir kısmı ev sahiplerine aktarılıyorsa anlamını yitirmiştir. Tam da bu nedenle, son birkaç yılda ülke genelinde hızla yayılan kiracı sendikaları, yeniden canlanan sendika hareketinin mantıksal bir uzantısı olarak görülebilir.
Bu alanda özellikle umut vaat eden bir gelişme ise, bireysel ev sahiplerinin ötesine geçerek ipoteklerini teminat altına alan veya risklerini sigortalayan devlet düzenleyicilerini hedef alan taktiklerin benimsenmesidir. Ekim 2024’te Kansas City’deki iki apartman bloğunda yaşayanlar hem ev sahiplerine hem de Federal Konut Finansmanı Ajansı’na (FHFA) talepler yönelten tarihi bir kira grevi başlattılar. Yeni kurulan Kiracı Birliği Federasyonu tarafından koordine edilen grevciler, FHFA’nın Fannie Mae veya Freddie Mac aracılığıyla federal kredi garantisi alan tüm ev sahiplerine kira talep sınırlaması ve düzenli bakım yükümlülüğü getirmesini talep ediyor.
Normal şartlar altında, ev sahipleri, kiracıların topluca gönderdiği kira ödemelerine güvenerek kredilerini öder. Kiracıların itaatkâr davranacağına yönelik beklenti (kiracı uyum beklentisi), bir tür sosyal teminat işlevi görür; ev sahibinin mülkü satın almasını ve faiz oranları yükseldiğinde kiraları artırmasını sağlayan da budur. Ancak aynı mantıkla, kiracılar da toplu şekilde kiralarını ödemeyerek ev sahibini iflasın eşiğine getirebilir. Eğer kredi bir devlet kurumu tarafından garanti altına alınmışsa, nihayetinde devlet bu borcun sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Devlet ya kiracılarla müzakereye oturup krediyi yeniden yapılandırır ya da ödenmeyen ipoteği bilançosuna aktararak ilgili mülkün fiilen kamusal mülkiyetini üstlenir. Bu noktada kiracılar, binanın süresiz biçimde sosyal konut olarak korunmasını talep etmek için çok daha güçlü bir konumda olur. Kiracı Sendikası Federasyonu direktörü Tara Raghuveer’in altını çizdiği gibi, amaç, federal düzenleyicileri, kurtarma ve düzenleme müdahalelerini emlak geliştiricilerinin değil, kiracıların hizmetine yönlendirmeye zorlamaktır: “Federal düzenleyicinin ya da kamu destekli kuruluşların ev sahiplerini ve yatırımlarını korumak için yapabileceği her müdahale, bizim için ‘Kiracıları koruyun’ diyerek müdahale etme fırsatı anlamına geliyor.”
Biden yönetiminin koşullarına mükemmel şekilde uyarlanmış olsa da, federal düzeyde kalıcı mevziler kurma girişiminin, Hükümet Verimliliği Bakanlığı (DOGE) çağında uygulamaya konulması daha zor bir çaba haline gelebilir. Ancak başka yerlerde, özellikle kiracı koruma yasalarının hala yürürlükte olduğu eski kentlerde, eyalet ve belediye düzeyinde benzer stratejiler izlemiştir. 2019 yılında, New Yorklu kiracı aktivistlerden oluşan bir koalisyon, ev sahiplerinin kira dengeleme yasalarından kaçınmak amacıyla kiracıları ardı ardına tahliye etmesini engelleyen New York Eyaleti Konut İstikrarı ve Kiracı Koruma Yasası’nın geçmesini sağlamışlardı. Kaliforniya’nın çeşitli kentlerinde, kiracı birlikleri, ev sahiplerinin kiracıları tahliye etmek üzere stratejik biçimde “işletmeden çekilmesine” olanak tanıyan eyaletin Ellis Yasası’na karşı da benzer bir kampanya yürütüldü. Nisan 2024’te, Los Angeles’ta yer alan Hillside Villa Kiracıları Derneği üyeleri, binalarının uygun fiyatlı konut statüsünü on yıl boyunca yenilemelerinin ardından dört yıllık kira grevlerini sonlandırdılar. Bu yalnızca kısmi bir zaferdi: Hillside Villa Kiracıları, Los Angeles Şehir Konseyi’nin, binayı kamu yararı kapsamında geri almasını talep ediyordu ve bu hedefe ulaşmaya neredeyse çok yaklaşmışlardı. Nihayetinde, kira artışlarını sınırlayan ve kiracı tahliyelerini engelleyen yasama zaferleri, ancak kamusal para yaratma ve borç ihraç etme yetkilerinin yeniden sakinlerin eline geçmesini hedefleyen daha geniş bir stratejinin ilk adımları olabilir. Konut krizinin gerçekten hafifletilebilmesi için, kentler ve eyaletler, Donald Trump gibi emlak geliştiricilerine sübvansiyon sağlamak yerine, kamu konutu yaratmak ve bunu sürdürebilmek amacıyla belediye ya da eyalet borç ihraç etme yetkilerini kullanmaya zorlanmalıdır.
Elbette Trump’ın sendikalara ve diğer örgütlülüklere sert şekilde saldıracağını biliyoruz, bu da “aşağıdan” ceza adalet sistemini hedef alan aktivizm türlerine yeniden aciliyet kazandırıyor. Yüksek Mahkeme’nin sağcılar tarafından ele geçirilişinin sonuçlarını değerlendiren yakın tarihli bir makalesinde Amna A. Akbar, dikkati gündelik hayatlarında hukukun sert yüzüyle karşılaşan sayısız insanın muhatap olduğu alt mahkemelere yeniden odaklamaya çağırıyor. Yüksek Mahkeme’nin koronavirüs tahliye moratoryumunu veya Biden’ın öğrenci borcu affı planını iptal etmesi hakkında yapabileceğimiz pek bir şey yok, ancak insanların her gün sınır dışı edildiği, tahliye edildiği ve ödenmemiş borçlar nedeniyle suçlandığı alt mahkemelere müdahale etmek için imkanlar fazlasıyla mevcut. Akbar, ırkçı polis şiddetine karşı protestoların ardından “mahkemeler içinde ve mahkemelere karşı” gerçekleşen yeni bir aktivizm türünün ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor. Bu aktivizm, yargısal gücün mekaniğine en somut şekillerde müdahale etmek için hukuki formalciliği reddediyor. Öyle ki taktikleri, görünüşte pasif gibi olan mahkeme ve polis gözlemciliği eylemlerinden, tahliye işlemlerini durdurmak veya kağıtsız göçmenlerin tutuklanmasını engellemek için koordine eylemlere kadar uzanıyor. Toplu kefalet fonları gibi karşılıklı yardımın silahlandırılmış biçimlerini de içeriyor ki bu fonlar mahkemelerin yoksul sanıkları duruşma öncesi gözaltına almalarının önüne geçmeyi amaçlıyor. Akbar’ın kaydettiği gibi, “mahkemelerde ve mahkemelere karşı gerçekleşen protestolar, sıradan insanlar için hukuki sürecin ve yasal eşitliğin değeri üzerine büyüyen bir mücadelenin parçası olarak stratejik kırılma noktaları olarak birbirine bağlı görünüyor- fakat kimi zaman bu burjuva demokrasisinde hukukun üstünlüğünün reddi olarak okunabilir.
Kuşkusuz, kamu savunucuları devlet, mahkemeler ve sanıklar arasında kritik bir bağlantı noktasında yer alıyor. Devlet tarafından istihdam edilmeleri, 1963 Gideon kararında belirtildiği gibi, anayasal bir hak olan avukatlık hizmetini garanti altına almayı amaçlar. Ancak kronik kaynak yetersizliği ve aşırı iş yükü, onları çoğunlukla sistemin dişlileri hâline getirir; müvekkillerine gerçek bir temsil sunmaktan ziyade, savunma anlaşmalarını onaylayan birer mühür gibi çalışırlar. Bu nedenle, ilerici kamu savunucuları arasında son dönemde artan sendikalaşma, cezalandırma [hapsetme olarak da okunabilir] temelli devlet aygıtına karşı sol mücadeleler için paha biçilmez yeni bir baskı aracı sunar. Los Angeles County kamu savunucuları, 2018’de ilk adımı atarak Amerikan Eyalet, İl ve Belediye Çalışanları Federasyonu (AFSCME) aracılığıyla örgütlenen sendikalarının eyalet tarafından tanınmasını sağladılar Sonrasında Connecticut, Pennsylvania, Colorado ve New York’taki savunucular da benzer adımlar attılar. Bu sendikalaşma çabalarını yürütenlerin büyük kısmı, daha geniş çaplı bir ırksal adalet hareketiyle aynı çizgide yer alıyorlar. Yani aslında hem ceza adaleti sisteminde yapısal reformlar için hem de daha iyi ücret ve çalışma koşulları için mücadele ediyorlar.
Bu açıdan, onlar, ülkedeki ilk (ve yakın zamana kadar ki tek) sendikalı kamu savunucuları bürosu olan New York Hukuki Yardım Avukatları Derneği’nin (ALAA) ortaya koyduğu yol haritasını izlemekteler. ALAA, 1970 ile 1994 yılları arasında şehrin mahkeme sistemini durdurma yeteneğini kullanarak daha iyi fonlama ve müvekkiller için gelişmiş temsil koşulları pazarlığı yapmak amacıyla beş büyük grev gerçekleştirdi. Fakat sendika, 1990’ların sonlarında Belediye Başkanı Giuliani’nin, ALAA’nın sunduğu hizmetlere rakip olacak kâr amacı gütmeyen savunuculuk ofisleri kurmasıyla pazarlık gücünün büyük kısmını kaybetti. Bu nedenle, Giuliani’nin ALAA’yı zayıflatmak için görevlendirdiği söz konusu STK’lardan biri olan Bronx Defenders’tan türeyen yeni sendikalı girişim Bail Project’in ortaya çıkması dikkat çekicidir. Sendikal yoğunluk kritik bir eşiğe ulaştığında, kamu savunucuları başka hiçbir emekçi sınıfının sahip olmadığı eşsiz bir silaha sahip olacaklar: Emeklerini topluca geri çekerek tüm mahkeme sistemini durdurabilirler! Bu silah, daha geniş sendika hareketiyle dayanışma içinde kullanıldığında, kamu fonlarının nasıl ve nereye tahsis edileceği (cezalandırıcı kurumlara mı yoksa daha iyi okullar, sağlık hizmetleri ve sosyal konutlara mı) konusundaki kararları şekillendirmek için bir araç olarak geliştirilebilir.
Patrimonyalizm, anti-sosyallik temelli devletin yol açtığı yıkıma verilen yanıtlardan biridir. Bu yapı, astlara güvenliklerinin ancak patronun ya da ev sahibinin himayesinde mümkün olduğunu öğretir. Tüm sadakat yukarıya doğru yönlendirilir; tüm yükümlülükler bireysel ya da ailevi hane halkı borcu biçimine indirgenir. Bu, yalnızca bir tür yatay dayanışmaya tahammülü olan bir devlet biçimidir: Başkanın gözüne girmeye çalışan kardeşler arasındaki dayanışma. Trump, bu iktidar tarzını herkesten daha iyi somutlaştırıyor. Cumhuriyetçi Parti’yi, her sözüne bağlı birbirine rakip kardeşliklerden oluşan bir sürüye indirgemekteki başarısı, tarihsel karşılaştırmalara meydan okuyor. Ancak Trump’ın hipnotize edici kişiselciliği, bu projenin taşıdığı kırılganlığı da gölgeleme potansiyeli taşıyor. Trumpçılığın popüler bir hareket olarak kendisini sürdürebilmesi için, hiyerarşi ve bağımlılığa dayalı patrimonyal ilişkilerin, hane halkından işyerine kadar toplumun her düzeyinde yeniden üretilmesi gerekiyor.
İşyeri grevleri, kira grevleri ve kefalet fonları gibi yatay dayanışma biçimleri bu projeye varoluşsal bir tehdit oluşturuyor; zira bu tür pratikler, müşteri-patron ilişkisinin dışında başka bir güvenlik alanı sunar. Bireysel yükümlülüğü kolektif krediye dönüştürerek her türden borç grevi, kişisel bağımlılığın şantajından en azından geçici bir kurtuluş sağlar. Bu eylemler, yalnızca kendi başlarına- ücretlerin artırılması ve kiraların düşürülmesi gibi- anlamlı olmalarının yanında yeni bir toplumsal ilişkinin kuluçka merkezleri olarak da değerlidir. Aşırı sağa karşı verilen mücadele, bundan daha azını kabul edemez.
Dünya Basını
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’

Rusya’nın Berlin Büyükelçisi Sergey Neçayev, Ukrayna’daki savaş ve Almanya ile ilişkiler üzerine yaptığı açıklamalarda, Ukrayna’ya yabancı asker konuşlandırılmasının Rusya açısından kabul edilemez olduğunu söylüyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 80. yıl dönümü nedeniyle yapılan anma törenlerine Rus temsilcilerin davet edilmemesini büyük bir hayal kırıklığı olarak değerlendiren büyükelçi, ABD ile ilişkileri yeniden inşa etme sürecinde olduklarını belirterek Büyükelçi, Almanya’nın silahlanma politikalarını da eleştiriyor. Neçayev, Rusya’nın Avrupa ile barış ve güvenlik içinde yaşamak istediğini vurgularken, NATO’nun doğuya genişlemesini geçmişteki tarihi hatalardan biri olarak gördüğünü dile getiriyor.
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi ile mülakat: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması bizim için kabul edilemez’
Nicolas Butylin, Daniel Cremer, Moritz Eichhorn
Berliner Zeitung
Dünya, Almanya’nın yetişemeyeceği bir hızla dönüyor. Donald Trump’ın göreve başlamasıyla ABD’nin politikası ve dolayısıyla dünya durumu temelden değişti, özellikle de Ukrayna meselesinde. Moskova ve Washington birbirleriyle görüşüyor, Avrupa ise dünya siyaseti sahnesinde figüran konumuna düşüyor. Amerikalılar, Rusya’ya geniş kapsamlı tavizler vermeye hazır. Ancak Devlet Başkanı Vladimir Putin, Trump’ın yakınlaşma çabalarına pek karşılık vermiyor. Hâlâ gerçek anlamda bir ateşkes yok. Amerikalının seçim kampanyasında vaat ettiği 24 saatte savaşın sona ermesi vaadinden eser yok.
Avrupa hükümetleri Rusya konusunda kararsız görünüyor. Biden yönetiminin çizgisini sürdürmek istiyor gibiler. Savunma Bakanı’nın isteği doğrultusunda Almanya savaşa hazır hâle getirilecek, Alman ordusu için 500 milyar avro ayrılacak, televizyonlarda Alman acemi askerler hakkında belgeseller yayınlanıyor. En nihayetinde, Almanya’nın Rusya ile çok özel bir ilişkisi var. Sadece halklar arasındaki 1000 yıllık ilişkiler nedeniyle değil. İkinci Dünya Savaşı sonrası uzlaşma uzun süre günlük siyasetten etkilenmezken, Putin’in Ukrayna’ya yönelik saldırı savaşından bu yana anma etkinlikleri yeni bir boyut kazandı. Bu günlerde Nazi Almanyası’nın kayıtsız şartsız teslimiyetinin 80. yıl dönümü. Ancak Alman hükümeti, Seelow ve başka yerlerdeki törenlerde Rusları görmek istemiyor.
Berliner Zeitung tüm bu soruları Rusya Büyükelçisi Sergey Neçayev ile ele aldı. Kendisiyle Rusya Federasyonu Büyükelçiliğinde bir araya geldik. Öğle vakti olmasına rağmen, 9 Mayıs’taki Dünya Savaşı anma törenleri için hazırlıkların yapıldığı devasa salonlara sahip, labirent gibi yapının içi karanlık. Havada bir ara dönem atmosferi hissediliyor.
Soru: Sayın Büyükelçi, bu haftalarda İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 80. yıl dönümü. Alman hükümeti, özellikle de Dışişleri Bakanlığı, Almanya’daki törenlerde Rus ve Belaruslu temsilcilerin yer almasını istemiyor. Buna nasıl tepki veriyorsunuz?
Nazizm’e karşı kazanılan zaferin 80. yıl dönümü, halkım için —sadece Rusya için değil, birlikte acı çeken ve zafer kazanan eski Sovyetler Birliği’nin tüm halkları için— kutsal bir gündür. Talimatla ilgili haberler doğruysa, bu acı bir hayal kırıklığı. Geleneksel olarak Alman mezarlıklarında askerlerimizi, savaş esirlerimizi ve zorunlu işçilerimizi anarız. Bunu Almanya ile birlikte yapmak, uzlaşma yolumuzun bir parçasıydı. Bu tür sinyaller bunu tehlikeye atıyor.
Soru: Anma etkinlikleri konusunda Büyükelçiliğiniz ile Alman hükümeti arasında herhangi bir temas var mı?
Maalesef derinlemesine bir diyaloğumuz yok, ancak biz diyaloğu kesmedik. 80. yıl dönümü programımız, diğer BDT ülkelerinin büyükelçilikleriyle birlikte birkaç eyalete ziyaretleri içeriyor. Bu anma kültürünü paylaşan vatandaşlarımızın ve Alman vatandaşlarının katılımını bekliyoruz,
Soru: Bahsettiğiniz Dışişleri Bakanlığı’nın talimatında, yabancı temsilcilerin giriş yasağı yetkisi kullanılarak anma etkinliklerine girişlerinin engellenebileceği belirtiliyor. Bunun olacağını düşünüyor musunuz ve eğer olursa nasıl davranırsınız?
Yerel makamların makul davranacağını umuyorum. İyimserim, zira bu günler sadece Rusya Büyükelçiliği için değil, Alman kamuoyu için de önemli. Bu savaşta 27 milyon insanımızı kaybettik, çoğu sivildi. Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen bu savaş, soykırıma eşdeğer bir imha savaşıydı. Fakat uzlaşma yolunu Almanya ile birlikte açtık. Savaş mezarları başında birbirimize ellerimizi uzattık, karşılıklı anlayış ve güven muazzam ölçüde arttı. Bu tarihi uzlaşma yolunun Almanya’da hâlâ geçerli olduğunu umuyorum. Yoksa yanılıyor muyum? Çünkü kısa süre önce Rusya Federasyonu’na ve Belarus Cumhuriyeti’ne, savaş sonrası uzlaşmanın bir başka sembolü olan Alman Anma, Sorumluluk ve Gelecek Vakfı’nın mütevelli heyeti için aday gösterme hakkının reddedildiği haberi ulaştı.
Soru: Brandenburg eyaletindeki Seelow’da önümüzdeki günlerde bir anma töreni düzenlenecek, şahsen oraya gidecek misiniz?
Kesinlikle. 16 Nisan’da küçük bir heyetle —askeri ataşeler ve birkaç vatandaşımız dahil— çelenk bırakacağım. Orada her yıl bir anma töreni düzenliyoruz. Bunun için Märkisch-Oderland’daki yerel makamlara minnettarım.
Soru: Üç yılı aşkın süredir devam eden, Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı saldırı savaşı göz önüne alındığında, pek çok Alman’ın, sadece hükümette değil, bu anmaya karışık duygularla baktığını anlıyor musunuz?
Saldırı savaşı terimini kesinlikle reddetmeliyim. Bu savaşı biz başlatmadık, Ukrayna’da Şubat 2014’teki kanlı, uluslararası hukuka aykırı darbe sonrası başlayan süreçlere tepki verdik. Zira Ukrayna’da darbeyi ve sloganlarını desteklemeyen insanların peşine düşülmesi ve öldürülmesini, Donbass’ın sürekli saldırıya uğraması ve bombalanmasını ve Kiev rejiminin NATO’ya girme isteği ve topyekûn silahlanmasıyla Rusya açısından giderek daha büyük bir tehdit hâline gelmesini görmezden gelemezdik.
Soru: Biz farklı görüyoruz, böyle bir işgalin hiçbir gerekçesi olamaz. Çünkü önceden ne yaşanmış olursa olsun, geniş çaplı bir istila uluslararası hukuka aykırı bir saldırıdır. Gerçek şu ki, Almanya’daki pek çok insan, böyle bir saldırı yürüten bir ülkeyle anma törenleri düzenlemekte zorlanıyor.
Anma konusuna gelince, ikisini tamamen ayırmak elbette mümkün değil. Çünkü her iki durumda da —o zaman da bugün de— konu Nazizm’e, daha doğrusu neo-Nazizme karşı mücadeledir. Ukrayna’daki bu tür eğilimleri örneğin Bandera gibi Nazi işbirlikçilerine tapınmada, Azov Taburu gibi militan oluşumlar aracılığıyla Nazi ideolojisinin yayılmasında, Rusçaya, Rus kültürüne, tarihine, hatta Rus Ortodoks Kilisesi’ne karşı çıkarılan yasalarda görüyoruz. Bu bizi gerçekten son derece endişelendiriyor. İkinci Dünya Savaşı ve günümüz elbette farklı dönemler, fakat bu kez de karşımızda bizimle askeri olarak savaşmak isteyen büyük bir Batılı devletler grubu var.
Soru: Bu doğru değil, Kiev hükümeti ile faşist Nazi rejimi arasında hiçbir paralellik yok. Naziler Doğu’da bir imha savaşı başlattı ve Holokost’ta altı milyon Yahudi’nin öldürülmesinden sorumlu. Devlet Başkanı Zelenskiy’nin kendisi de Yahudi. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz: Rusya’nın, Ukrayna’nın Krivoy Rog kentine düzenlediği saldırısında en az 14 kişi öldü, aralarında altı çocuk da vardı. Rusya bir yandan Kızıl Ordu’nun manevi mirasını sahipleniyor ama aynı zamanda komşu bir ülkeye, eski bir Sovyet müttefikine karşı acımasız bir saldırı savaşı yürütüyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.
Öncelikle, Krivoy Rog’daki olaylarla ilgili hangi kaynaklardan bilgi aldığınızı bilmiyorum. Savunma Bakanlığımızın açıklamalarına göre, ki ben sadece resmi bilgilerle hareket edebilirim, biz prensip olarak sivil hedefleri, ne okulları ne de hastaneleri bombalamıyoruz. Bu bizim için kabul edilemez. Askeri hedeflere, ordu mensuplarına ve paralı askerlere karşı operasyon yürütüyoruz. Ayrıca, Devlet Başkanı Putin söz verdi ve bunu ABD Başkanı Trump’a da iletti, enerji altyapısı tesislerine saldırmayacağız. Biz buna, enerji tesislerimizi gece gündüz bombalayan Ukrayna ordusunun aksine sadık kalıyoruz. Rusya’da da Ukrayna saldırıları nedeniyle yüzlerce insan ölüyor ve yaralanıyor. Lütfen bunu da dikkate alın.
Soru: Elimizde farklı bilgile var, gözlemcilere göre Rusya sivil altyapıya saldırıyor, bu bir gerçek. Ama Donald Trump’tan bahsettiniz: Yeni Amerikan yönetimi göreve geldiğinden beri Rusya politikasını temelden değiştirdi. Fakat son zamanlarda Trump’ın veya Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun üslubu değişti. Amerikalılar sabrını yitiriyor gibi görünüyor. Rusya zaman mı kazanmaya çalışıyor?
Bu bağlamda 80. yıl dönümü hakkında bir şey daha söylememe izin verirseniz: Devlet Başkanı Trump’ın Nazilere karşı ortak mücadelemize büyük saygı duyduğunu hatırlatmak isterim. Ayrıca, ABD Başkan Yardımcısı Münih gezisi sırasında Dachau toplama kampını ziyaret etti. Bunlar ilişkilerimizin değer verdiğimiz tarihi yönleri. Amerika Birleşik Devletleri ile ikili ilişkilere gelince, henüz yolun başındayız.
Soru: 9 Mayıs’ta Amerikalılarla birlikte mi kutlayacaksınız?
Bu henüz belli değil. Her halükârda herkesi bu günü bizimle birlikte kutlamak için Moskova’ya davet ediyoruz. Resmi teyitler hakkında bilgim yok, daha zaman var.
Soru: Moskova hangi somut alanlarda Washington ile tekrar daha yakın işbirliği yapacak?
Önceki ABD yönetimi ilişkiyi neredeyse sıfıra indirmişti. Çok şeyi yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Gerek diplomatik alanda gerekse iktisadi alanda, şu anda ilgili görüşmeler yapılıyor. Temsilcilerimiz kısa süre önce Amerika Birleşik Devletleri’ndeydi. Rusya’ya karşı uygulanan kendi yaptırımları nedeniyle ABD ekonomisinin uğradığı zarar çok büyük. 300 milyar dolarlık kayıptan bahsediyoruz. Mevcut Amerikalı meslektaşlarımız bu kayıpları telafi etmekle ilgileniyorlar. Ayrıca, ABD’lilerle küresel bir gündemimiz var: gelecek yıl şubat ayında sona erecek olan Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması’ndan (START), Orta Doğu’daki küresel sorunlara ve Ukrayna’ya kadar. Ancak şimdi öncelikli olarak ikili meseleler ve güvenin yeniden inşası söz konusu.
Soru: Ukrayna’da neden ciddi bir ateşkes sağlanamıyor?
Enerji altyapısına yönelik saldırılardan vazgeçme girişimini başından beri memnuniyetle karşıladık. Fakat sadece bir ateşkese değil, Ukrayna ile kalıcı, istikrarlı bir barışa ihtiyacımız var. Ve bu barışı sağlamak için bu çatışmanın nedenlerini ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bu sadece bizim arzumuz değil. Çinli, Brezilyalı ve Afrikalı ortaklarımız da böyle görüyor. Ukrayna NATO üyesi olmamalı, tarafsız, askerden arındırılmış bir Ukrayna talep ediyoruz ve NATO üyesi ülkelerin askeri altyapısı da burada konuşlandırılmamalıdır. Bu, kalıcı bir barışın temelidir. Bu anlaşmanın uluslararası hukuk açısından meşru olması gerekiyor. Kiev’in bu yönde adımlar atması lazım. Bizim açımızdan, Devlet Başkanı Zelenskiy’nin görev süresi geçen mayıs ayında dolduğu için meşru bir başkan olup olmadığı konusunda hâlâ bazı şüpheler var.
Soru: Ukrayna liderliği, seçimlerin neden yapılamayacağına dair çok sayıda gerekçe sundu. Bunlardan biri de Rus kuvvetlerinin Ukrayna topraklarında bulunması. Peki Rusya, NATO değilse, Ukrayna için herhangi bir tür garantör gücü kabul etmeye hazır mı? Çinliler teklifte bulundu, AB de hazır görünüyor. Moskova için kim kabul edilebilir?
Ben Delfi kâhini değilim, Tanrı korusun. Herhangi bir anlaşma, ki son zamanlarda sıkça duyduğumuz güzel bir kelime, mevcut müzakerelerin konusudur. Ancak kesin olan şu ki, Ukrayna’da nereden gelirse gelsin yabancı birliklerin konuşlandırılması bizim için kabul edilemez.
Soru: Ukrayna halkı on yıllarca süper güçler arasında müzakere kozu olmak istemiyor. Kiev’in güvenlik garantilerine ihtiyacı olduğu yönündeki Ukrayna perspektifini anlıyor musunuz?
Bu yüzden her şeyin yer alacağı meşru, uzun vadeli, kalıcı ve sağlam bir barış anlaşmasından bahsediyoruz. Oraya çok şey yazılabilir. Önemli olan bizim varoluşsal çıkarlarımızın dikkate alınması. Halihazorda 2022 baharında İstanbul’dan taslaklar vardı. Bu, imzaya hazır bir anlaşma için iyi bir temeldi. Ancak sonra Batılı ülkelerden bazı temsilciler geldi ve her şeyi mahvetti.
Soru: Az önce bir anlaşmadan bahsettiniz. Yani Rusya prensipte bir anlaşmaya hazır mı?
Evet, hazırlık var, ama dediğim gibi, şeytan ayrıntıda gizlidir. Bu yüzden bu olası barış anlaşmasını ayrıntılı olarak görüşmeli ve ilgili tanımları sabitlemeliyiz. Aksi takdirde olmaz. Tarihimizde sabitlenmesi gereken bazı şeyleri sabitlemediğimiz oldu. Bunun bedelini NATO’nun doğuya doğru genişlemesiyle ödedik.
Soru: Az önce Amerikalılarla küresel bir gündeminiz olduğunu söylediniz. Bu, Ukrayna’da olası barış anlaşmasının, dünyanın geri kalanında Amerikalılar ve Ruslar arasında kararlaştırılacaklara da bağlı olduğu anlamına mı geliyor?
Başkan Trump yönetimindeki yeni ABD yönetimi Ukrayna’da bir barış düzenlemesi sağlamak istiyor. Aynı zamanda Trump, anladığım kadarıyla, Amerikan şirketlerinin lehine bazı ekonomik sorunları çözmek istiyor. Ve Avrupa’daki barış düzeni de elbette Ukrayna’daki durumla alakalı. Bazı Batı Avrupa başkentlerindeki, Avrupa’da Rusya olmadan veya Rusya’ya karşı iyi bir güvenlik düzeni kurulabileceği yönündeki hüsnükuruntu bana bilim kurgu gibi geliyor.
Soru: Kısa süre önce ARD kanalından Anne Will’e mülakat verdiniz. Orada Sayın Will, Almanların yüzde 56’sının Rusya’ya karşı büyük bir savaştan korktuğundan bahsetti. Almanya’nın Rusya’dan korkması gerekip gerekmediği sorusuna, “şimdilik” birbirleriyle savaş durumunda olmadığınızı söylediniz. Tekrar sormak istiyoruz: Rusya, Almanya’ya saldırmak ve savaşmak istiyor mu?
Öncelikle, Alman halkı, bana göre pek de objektif olmayan bu bilgi dalgasıyla oldukça güçlü bir şekilde etkilenmiş ve enfekte olmuş durumda. Farklı görüşler maalesef duyulmuyor. İkincisi: Alman makamlarının, Avrupa’daki mevcut militarizasyon atmosferi göz önüne alındığında, Rusya’nın bir tehlike olarak algılanması için ne kadar çok şey yaptığını siz de hissetmiyor musunuz? Resmi düzeyde sürekli olarak Rusya ile yakında bir savaş çıkacağından, silahlardan, zorunlu askerlikten bahsediliyor. Biz Almanya’yı hiç tehdit etmedik. Etmiyoruz da. Bizi yüzyıllara dayanan kültürel ve ekonomik ilişkiler bağlıyor. 6 bin 300 Alman firması Rusya’da aktifti, her alanda ortaklıklar vardı. Bu köprüler bizim tarafımızdan yıkılmadı. Bu gelişmeden esef duyuyoruz. Almanya ile bir daha asla savaş durumunda olacağımıza inanmıyorum ve ummuyorum. Ancak son üç yılda Zeitenwende (dönüm noktası) adına yapılanlar, halkımız için de Almanya’nın nereye doğru gittiğini tam olarak netleştirmiyor.
Soru: Kuzey Akım-2 üzerinden tekrar Rus doğalgazı satmak için ABD temsilcileriyle görüşmeler yapıyor musunuz?
Çok şükür, bu benim işim değil. Bu bir ekonomi projesi, Gazprom bu konuda doğru muhataptır. Şu anda görüşmeler olup olmadığını bilmiyorum. Şimdiye kadar sadece Amerikan iş dünyasının ilgisi hakkındaki basın bültenlerini okuyorum. Aynı zamanda Batı Avrupa’dan buna izin vermek istemeyen görüşler de duyuyorum. Fakat genel olarak Almanya’dan, durumu makul ve pragmatik bir şekilde değerlendiren ve Alman-Rus ilişkilerinin normalleşmesini arzulayan birçok ses duyuyorum. Bana göre, buradaki toplumda Rusya ile tekrar daha iyi ilişkilere sahip olma isteği artıyor. Kuzey Akım ve Kuzey Akım-2’ye yönelik sabotaj eylemlerine gelince, Almanya tarafından yürütülen soruşturmanın bir gün sona ereceğini umuyorum.
Soru: Rus temsilcilerinin Washington’da Amerikalılara ayna tuttuğunu ve ABD’nin Rusya yaptırımlarından Rusya’dan daha fazla zarar gördüğünü söylediğinizi belirtmiştiniz. Tersinden bakarsak, henüz muaf olduğunuz gümrük vergilerinden de korkmuyor musunuz?
Kısa süre önce Devlet Başkanı Putin Moskova’daki bir etkinlikte yaptırımlarla ilgili güncel rakamları açıkladı. Tüm bu yıllar boyunca toplamda yaklaşık 29 bin bu tür önlem alındı. Ve buna rağmen hâlâ hayattayız. Ekonomimiz uyum sağladı, büyüyor, girişimciliğimiz aktif. Elbette sorunlar var, bunu gizlemeyeceğiz. Ayrıca, dost ülkelerden firmalar, Batılı ortaklarımızın bıraktığı boşlukları hemen doldurdu.
Soru: Donald Trump’ın, Richard Nixon’ın 1972’de Çin’e giderek Çinlileri Sovyetler Birliği’nden uzaklaştırma stratejisine benzer bir hamle yapmak istediği yönünde bir tez var. Yani, Rusya’yı yeniden Batı’ya, Avrupalı bir ulus olarak çekmeye çalıştığı; böylece Rusya ile Çin arasındaki yakınlaşmanın, ABD’ye karşı bir blok oluşturmasının önüne geçmeyi hedeflediği söyleniyor. Sizce bu görüşte doğruluk payı var mı? Batılı komşularınıza yeniden yakınlaşmak mı istiyorsunuz, yoksa Çin’le kurduğunuz ilişkilerden daha mı rahatsınız?
Çinlilerle rahatız. Karşılıklı çıkarlarımız var, birbirimizi anlıyoruz, iktisadi çıkarlarımız var. Ayrıca, Çin ile stratejik ortaklığımız ve dostluğumuz üçüncü devletlere karşı yönelik değil.
Soru: Geçtiğimiz üç yıl boyunca Rusya Büyükelçiliği ile Alman hükümeti arasında neredeyse bir durgunluk yaşandı. Başbakan Friedrich Merz ile tekrar daha yoğun bir temas bekliyor musunuz?
Alman halkının seçtiği Federal Hükümet ile işbirliği yapacağız ama elbette sadece seçim programlarına değil, somut eylemlere göre hareket edeceğiz. Yeni hükümetin Rusya’ya karşı nasıl davranacağı konusundaki en önemli kriter budur.
Soru: Friedrich Merz seçim kampanyasında defalarca Ukrayna’ya Taurus füzelerinin teslim edilmesini talep etti. Bu gerçekleşirse ne anlama gelir?
Bu gerilimin tırmanması olur. Kursk’taki Alman tankları bile vatandaşlarımız arasında öfkeye neden oldu. Bu, oldukça acı veren belli tarihsel anımsatmalar yaratıyor. Şimdi bir de daha uzun menzilli Taurus ortaya çıkarsa, bu yeni bir nitelik demek. Ukrayna ordusu bu füzeleri kullanamaz. O zaman Alman uzmanların bu füzeleri yönlendirmesi gerekir. Bunu yeni bir durum olarak değerlendirecek ve ilgili kararları alacağız. Fakat Taurus füzeleri de cephe hattındaki durumu temelden değiştirmez.
Soru: Alman Federal Meclisi’ndeki en büyük ikinci parti AfD, oldukça Rusya dostu bir parti. AfD temsilcileri ile Rusya Büyükelçiliği arasında görüşmeler var mı?
Almanya’daki tüm partilerle, tüm meşru siyasi güçlerle —ister kırmızı, ister yeşil, ister siyah olsun— konuşuyoruz. On iki milyon Alman AfD’yi seçiyorsa, bu onların meşru kararıdır. Ancak Almanya’da Rusya yanlısı partiler görmüyorum,
Soru: Yaptırımlar konusuna dönersek: Önce Moskova’dan New York’a direkt uçuş imkânı mı olacak, yoksa daha ziyade Moskova-Berlin güzergâhı mı?
Berlin’e seferleri biz durdurmadık. Uçuş bağlantılarının çalışmasından her zaman yanaydık. Ve sadece Berlin’e değil, Köln, Düsseldorf, Münih veya Dresden’e de çok sayıda bağlantımız vardı. Amerikalıların bu tür direkt uçuş bağlantılarına gerçek bir ilgisi varsa, ben de bunu destekliyorum. Almanya’ya uçuş güzergâhlarına gelince: Elbette bundan yanayım. Ancak Alman tarafının bunu gerçekleştirmek isteyip istemediği bana sorulacak bir soru değil. Hâlâ birkaç bin Alman şirketi Rusya pazarında aktif ve hepsi iyi rakamlar yazıyor. İnanın bana, bu arada bazı Alman iş insanlarıyla konuştum. Hepsi kalmaya devam etmek istiyor ve memnunlar. Size bir sır daha vereyim: Kalan firmaların çoğu Rusya’daki işlerini daha da genişletmek istiyor.
Dünya Basını
Beyaz Saray’da “İran” çekişmesi

ABD bu hafta sonu İran’la anlaşmaya varacak mı?
“Mayıs sonuna kadar ya İran’la ciddi müzakerelere başlarız ya da askeri bir müdahale olasılığı ortaya çıkar.”
Jay Solomon / The Free Press
Donald Trump geçen ay Oval Ofis’teki masasına oturdu ve geçen yıl Trump’ı öldürmeyi planladığı iddia edilen İran’ın Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney’e yazdığı mektubun son taslağını bizzat düzenledi.
Trump, İran’ın ilerleyen nükleer programı konusunda doğrudan müzakere isteğini dile getiren mektup üzerinde yardımcılarıyla fikir alışverişi yaptı, bazı satırları ve ifadeleri bizzat çizip çıkardı. Ardından mektup, Birleşik Arap Emirlikleri’nden diplomatik aracılarla Tahran’a gönderildi.
The Free Press‘e konuşan üst düzey yönetim yetkilileri, Trump’ın 85 yaşındaki Şii din adamı Hamaney’e mektubunda bir de uyarıda bulunduğunu söyledi.
Mektupta, Trump, mart ayında başlayan iki aylık ciddi bir müzakere süreci için fırsat sundu. Aksi takdirde, ABD’nin İsrail’in İran’daki nükleer tesislerine saldırısını destekleyebileceği veya bu saldırıyı tek başına gerçekleştirebileceği belirtildi. Bir yetkili, “Mayıs sonuna kadar ya İran’la ciddi görüşmeler yaparız ya da askeri bir müdahale gündeme gelebilir” dedi.
Trump’ın mektuptaki doğrudan rolü, ilk dönemindeki İran politikasına göre büyük bir değişim anlamına geliyor. İlk döneminde, Obama döneminde imzalanan ve İran’ın nükleer programını sınırlandırmayı ve ekonomisini iyileştirmeyi hedefleyen anlaşmadan çekildi.
O dönemde Trump’ın ekibi, İran konusunda şahin olan eski generallerden oluşuyordu. Bu ekip, İslam Cumhuriyeti’ne karşı şimdiye kadar atılmış en cesur adımlardan birini destekledi: 2020 ‘de üst düzey general Kasım Süleymani’yi Bağdat’taki bir havaalanında öldüren insansız hava aracı saldırısı.
Trump’ın yeni Beyaz Saray’ı ise daha güvercin bir tonda konuşuyor. Başkan ve üst düzey yardımcıları son haftalarda, özellikle de finansal piyasalar dalgalanırken, İran’la doğrudan bir askeri çatışmadan kaçınma isteklerini defalarca vurguladılar. İran’a yönelik bir saldırının, küresel petrol fiyatlarını ciddi şekilde artırabileceği vurgulanıyor.
Ancak The Free Press‘e konuşan yetkililer, Trump’ın ikinci yönetimi içinde ulusal güvenlik ve dış politika konularında giderek gerginleşen bir bölünme olduğunu söyledi.
Bir yanda, ABD’nin askeri müdahalelerine karşı temkinli olanlar var. Bunların arasında Başkan Yardımcısı J.D. Vance ve Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff yer alıyor. Tucker Carlson gibi dışarıdan MAGA’nın önde gelen isimleri de olası bir İran saldırısına karşı çıkıyorlar.
Carlson bu hafta X platformunda, “Binlerce Amerikalı ölür. Peşinden gelecek savaşı kaybederiz. Ülkemiz için daha yıkıcı bir şey olamaz” diye yazdı.
Diğer tarafta ise, İran’a karşı daha sert tutum takınan isimler var: Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio. Waltz son haftalarda, İran’ın kapsamlı şekilde silahsızlandırılması gerektiğini açıkça savunuyor.
Yetkililere göre Trump’ın mektubu, bu iki yaklaşımı da yansıtıyor: uzlaşı ve savaş. Başkanın şahsi katılımı, İran politikasını doğrudan yönetmek istediğini gösteriyor.
Bu hafta sonu Umman’da yapılması planlanan görüşme, hangi yaklaşımın ağır basacağının ilk göstergesi olacak. ABD’yi temsil eden Witkoff ile İran Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi’nin yapacağı görüşme, Trump’ın iki aylık mühletini fiilen başlatmış olacak.
Görüşmenin detayları hâlâ netleşmemiş olsa da Beyaz Saray diplomasinin tıkanması durumunda Tahran’ı askeri güçle tehdit ediyor. Beyaz Saray sözcüsü Karoline Leavitt salı günü yaptığı açıklamada, İran’ın “Başkan’la bir anlaşma yapabileceğini” ya da “bunun bedelini cehennemde ödeyeceğini” söyledi.
Trump’ın İran politikası üzerindeki iç mücadele, tekrar seçilmesinden hemen sonra başladı. Eski Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve eski İran özel temsilcisi Brian Hook gibi ilk dönem ulusal güvenlik stratejistlerinin geri dönmesi bekleniyordu. Ancak Trump, sosyal medya üzerinden bu isimleri alenen aşağıladı ve görev almayacaklarını duyurdu.
The Free Press’e konuşan yetkililere göre, Carlson ve Trump’ın oğlu Donald Trump Jr., Pompeo ve Hook’un geri dönmesine karşı çıktı. Bu iki isim, 2020’de Süleymani suikastını desteklemişti ve bu olayın ardından İran, ABD üslerine misilleme saldırıları düzenlemişti. Bu yıl Trump, Pompeo ve Hook’un güvenlik izinlerini iptal etti. İran devlet medyası bu kararı memnuniyetle karşıladı.
Geçen hafta, Trump, görünüşe göre komplo teorisyeni ve MAGA fenomeni Laura Loomer’ın tavsiyesi üzerine Ulusal Güvenlik Konseyi’nden dört personeli görevden aldı. Bu kişilerden üçü Waltz, Rubio ve Pompeo ile çalışmıştı. Bir Cumhuriyetçi yetkiliye göre, “Bunu Waltz’ı zayıflatmak için yaptılar.”
İran konusundaki anlaşmazlıklar İsrail’e de sıçradı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun uluslararası ilişkiler danışmanı Caroline Glick, Tucker Carlson’ın İsrail’in ABD’yi savaşa sürüklemeye çalıştığı yönündeki iddialarına sosyal medyadan tepki gösterdi. Glick, “İsrail’in hiçbir zaman Amerikan askerinin sahaya inmesini istemediğini hatırlatmak isterim” dedi.
ABD adına müzakereleri yürütecek olan Witkoff, şimdiye kadar somut bir çözüm önerisi sunmadı. Ancak önceliği, İran’ın nükleer tesislerine daha fazla denetim getirmek gibi görünüyor. Bu tutum, Obama’nın 2015’te imzaladığı Kapsamlı Ortak Eylem Planı’na (KOEP) benziyor.
Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan, İran’a yönelik olası bir askeri saldırıya açıkça karşı çıkmasalar da endişelerini özel olarak dile getirdiler. Bunun nedeni, İran’ın saldırıyı destekleyen ülkelere tehditlerde bulunması ve bu üç ülkenin yatırım çekebilmek için bölgesel istikrara ihtiyaç duyması.
Bu direnişe karşılık olarak, ABD Savunma Bakanlığı geçen ay içinde Britanya’ya ait Diego Garcia adasındaki ortak üsse en az altı B-2 bombardıman uçağı konuşlandırdı. Bu uçaklar, İran’ın nükleer tesislerine yönelik bir saldırıda gerekli olan devasa sığınak delici bombaları taşıyabilecek kapasitede. ABD ve İsrailli yetkililere göre, İran’ın nükleer tesisleri, geçen yıl İsrail tarafından düzenlenen saldırılar sonrası daha savunmasız hale geldi.
ABD’li bir yetkili The Free Press’e, bu bombardıman uçaklarının İran’a, diplomasinin başarısız olması durumunda karşılaşabileceği askeri tehdit konusunda açık bir uyarı olduğunu söyledi.
ABD’li yetkililere göre Trump yönetimi İsrail ya da ABD için İran içindeki potansiyel hedefleri tartışmaya başladı bile. Mevcut ve eski ABD yönetimi yetkililerine göre potansiyel hedefler arasında İran’ın ana nükleer tesisleri ve uranyum zenginleştirme tesisleri, balistik füze ve insansız hava aracı üretim tesisleri de yer alıyor.
Ancak asıl stratejik soru şu: Trump yönetimi, İran rejiminin istikrarını tehdit edebilecek hedefleri vurmayı göze alacak mı? Eğer böyle bir yol izlenirse, hedeflerden biri Basra Körfezi’ndeki Hark Adası’nda yer alan İran’ın petrol ihracat tesisi olabilir. Diğer hedef ise İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) karargâh ve komuta merkezleri olabilir.
İran son yıllarda ekonomik sorunlardan kadınlara yönelik muameleye kadar her konuda protesto gösterileriyle çalkalanıyor. Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin DMO’yu hedef alması halinde, halkın rejime karşı öfkesi daha da artabilir.
Bu hafta sonu Umman’daki görüşme öncesinde, İranlı yetkililer Trump yönetiminin ılımlı kanadıyla iletişim kurmaya ve başkanın iş yapma arzusunu kullanmaya kararlı görünüyor. İran Dışişleri Bakanı Irakçi, ABD ile yapılacak herhangi bir anlaşmanın sadece nükleer değil, ekonomik boyutunun da olacağını belirtti.
Irakçi, The Washington Post’a yazdığı yazıda şunları söyledi: “Gerçek şu ki, dünyanın dört bir yanından gelen şirketlere kapılarımızı açmaya hazırız. Bunun önündeki engel İran değil, Amerikan yönetimleri ve Kongre’dir. ABDli şirketler trilyon dolarlık fırsatı kaçırıyor.”
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’daki Porsche fabrikaları tank üretmeye başlayacak
-
Görüş2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 3
-
Görüş2 hafta önce
Hindistan’ın Trump stratejisi işe yarıyor mu?
-
Dünya Basını2 hafta önce
‘Sonluluklar’ kapitalizmi: Ne savaş, ne barış
-
Ortadoğu2 hafta önce
İsrail’den Türkiye’ye “bombalı” mesaj
-
Görüş1 hafta önce
Yemen’de 48 saatlik Husi karargâhı ziyareti…
-
Dünya Basını2 hafta önce
HTŞ katliamlarından kurtulan Suriyeliler ölüm ve yıkımı anlatıyor
-
Görüş1 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 4