DÜNYA BASINI
Ukrayna’yı lanetleyen propaganda
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Ukrayna’daki savaş önümüzdeki ay üçüncü yılına girecek ve müzakereye dair basında ve bazı siyasi çevrelerde çağrılar artsa da somut bir adım henüz ufukta görünmüyor. Ateşkes ya da barışa giden yolun uzun ve sarp olacağı aşikâr ve savaşın yaşattığı yıkımından sonra Ukrayna’nın bir devlet olarak varlığının sürüp sürmeyeceği şüpheli. Emekli Amerikalı diplomat ve 1972’de Çin’e yaptığı tarihi ziyaret sırasında dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ın baş tercümanlığını yapmış olan Chas W. Freeman, barış çağrısı yapan isimler kervanına katılmış.
Ukrayna’yı lanetleyen propaganda
Moskova, Kiev ve Washington yanlış hesaplama sisine yakalandı
Chas W. Freeman
4 Ocak 2024
Amerikan basınının Ukrayna savaşını ele alış biçimi, Mark Twain’e atfedilen şu sözü akla getiriyor: “Pek çok yorumcunun araştırmaları bu konuyu şimdiden karanlığa gömdü ve muhtemelen böyle devam ederlerse yakında hakkında hiçbir şey bilmeyeceğiz.”
Bu, daha iyi bilinen bir özdeyişin [savaşta ilk kayıp hakikattir] daha detaylı bir ifadesi. Buna tipik olarak resmi yalanlardan oluşan bir sis eşlik eder. Ve bu türden bir sis hiçbir zaman Ukrayna savaşındaki kadar yoğun olmamıştı. Ukrayna’da yüz binlerce insan savaşıp ölürken Brüksel, Kiev, Londra, Moskova ve Washington’daki propaganda makineleri tutkulu taraftarlar olmamızı, onların inanmak istediklerimize inanmamızı ve içselleştirdiğimiz anlatıyı sorgulayan herkesi kınamamızı sağlamak adına fazla mesai yaptılar. Bunun sonuçları herkes açısından korkunç oldu. Ukrayna içinse felaket oldu. Yeni bir yıla girerken, ilgili tüm tarafların politikalarını radikal bir şekilde yeniden gözden geçirmelerinin zamanı çoktan geldi.
Bu, savaşın tüm tarafların yanlış hesaplamaları nedeniyle doğduğu ve devam ettiği hakikatinin bir neticesi. ABD, Rusya’nın Ukrayna’nın tarafsızlığı konusunda savaşa girme tehditlerinin blöf olduğu ve planlarının açıklanması ve karalanmasıyla caydırılabileceği hesabını yaptı. Rusya, ABD’nin müzakereleri savaşa tercih edeceğini ve Avrupa’nın düşman bloklara bölünmesinden kaçınmak isteyeceğini varsaydı. Ukraynalılar Batı’nın ülkelerini koruyacağına güveniyordu. Rusya’nın savaşın ilk aylarındaki performansı yetersiz kalınca Batı, Ukrayna’nın Moskova’yı mağlup edebileceği kanaatine vardı. Bu hesaplamaların hiçbiri doğru çıkmadı.
Bununla beraber, itaatkâr ana akım ve sosyal medya tarafından tahkim edilen resmi propaganda, Batı’daki çoğu insanı işgalden önce bir barış anlaşması taslağını reddetmenin ve Ukrayna’yı Rusya ile savaşmaya teşvik etmenin bir şekilde “Ukrayna yanlısı” olduğuna ikna etti. Ukrayna’nın savaş çabalarına sempati duymak tamamen anlaşılabilir bir durum, ancak Vietnam Savaşı’nın bize öğretmiş olması gerektiği üzere, amigoluk habercilikte objektifliğin yerini aldığında ve hükümetler kendi propagandalarını savaş alanında olup bitenlere tercih ettiklerinde demokrasiler kaybeder. Peki, savaş alanında neler oluyor? Ve Ukrayna savaşına katılanlar hedeflerine ulaşma konusunda ne yapıyor?
Ukrayna ile başlayalım. 2014’ten 2022’ye kadar Donbass’taki iç savaş yaklaşık 15 bin can aldı. ABD/NATO-Rusya vekalet savaşının başladığı Şubat 2022’den bu yana çatışmalarda kaç insanın öldüğü bilinmiyor ama bu sayının birkaç yüz bin olduğu kesin. Kayıp sayıları, eşi benzeri görülmemiş yoğunluktaki enformasyon savaşıyla gizlendi. Batı’da ölü ve yaralılarla ilgili tek bilgi, Kiev’in çok sayıda Rus ölüsü olduğunu iddia ederken Ukrayna’nın kayıpları hakkında çok az şey açıklayan propagandası oldu. Oysa daha geçen yaz Ukraynalıların yüzde 10’unun silahlı kuvvetlerle ilişkisi olduğu, yüzde 78’inin ise öldürülmüş ya da yaralanmış akrabaları ya da arkadaşları olduğu biliniyordu. Şu anda 20 bin ila 50 bin arasında Ukraynalının sakat kaldığı tahmin ediliyor [Bağlam açısından, Birinci Dünya Savaşı’nda 41 bin Britanyalı sakat kalmıştı].
Savaş başladığında Ukrayna’nın nüfusu yaklaşık 31 milyondu. Ülke o zamandan bu yana halkının en az üçte birini kaybetti. Altı milyondan fazla insan Batı’ya sığındı. İki milyon insan da Rusya’ya gitti. Sekiz milyon Ukraynalı daha evlerinden sürüldü ama ülkede kalmaya devam ediyor. Ukrayna’nın altyapısı, sanayisi ve kentleri harap oldu ve ekonomisi yıkıma uğradı. Savaşlarda her zaman olduğu gibi uzun zamandır Ukrayna siyasetinin önemli niteliklerinden biri olan yolsuzluk yaygınlaştı. Muhalefet partileri, kontrolsüz medya kuruluşları ve muhalefetin gayri meşru ilan edilmesiyle Ukrayna’nın yeni doğmakta olan demokrasisi artık yok. Öte yandan Rusya’nın saldırganlığı, Rusça konuşanlar da dahil Ukraynalıları daha önce hiç görülmemiş ölçüde bir araya getirdi. Moskova böylece hem Rus mitolojisinin hem de Devlet Başkanı Putin’in inkâr etmeye çalıştığı ayrı Ukrayna kimliğini istemeden de olsa pekiştirmiş oldu. Ukrayna’nın toprak olarak kaybettiği şey, Moskova’ya karşı tutkulu bir muhalefete dayanan vatansever bir bütünlük olarak kazanıldı.
Bunun tersi ise Ukrayna’nın Rusça konuşan ayrılıkçılarının da Rus kimliklerinin pekiştirilmiş olması. Artık Rusça konuşanların, Minsk Anlaşmalarında olduğu gibi, birleşik bir Ukrayna’da bir statüyü kabul etmeleri ihtimali yok denecek kadar az. Ukrayna’nın “karşı taarruzunun” başarısız olmasıyla birlikte Donbass ya da Kırım’ın Ukrayna egemenliğine geri dönmesi de pek muhtemel görünmüyor. Savaş devam ettikçe Ukrayna, Karadeniz’e erişimi de dahil olmak üzere daha fazla toprak kaybedebilir. Savaş alanında ve insanların kalplerinde kaybedilenler müzakere masasında geri kazanılamaz. Ukrayna bu savaştan yaralanmış, sakat bırakılmış ve hem toprak hem de nüfus olarak çok azalmış olarak çıkacaktır.
Dahası, Ukrayna’nın NATO üyeliğine ilişkin gerçekçi bir ihtimal de kalmadı. Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın dediği üzere herkes Ukrayna’nın NATO’ya katılmasına izin vermenin bu noktada “Rusya ile savaş anlamına geldiği” hakikatine “doğrudan bakmalı”. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ise Ukrayna’nın NATO üyeliğinin ön koşulunun Rusya ile bir barış anlaşması imzalaması olduğunu belirtti. Fakat görünürde böyle bir anlaşma yok. Batı, savaş sona erdiğinde Ukrayna’nın NATO üyesi olacağı konusunda ısrar etmeye devam ederek, Rusya’yı savaşı sona erdirmeyi kabul etmemeye teşvik ediyor. Nihayetinde Ukrayna, Rusya ile barış yapmak zorunda kalacak ve bu barışı da büyük ölçüde Rusya’nın koşullarına göre yapmak zorunda kalacak.
O halde, savaşın başka ne gibi kazanımları olursa olsun, Ukrayna açısından iyi olmadı. Rusya karşısındaki pazarlık pozisyonu büyük ölçüde zayıfladı. Ancak Kiev’in kaderi ABD politika çevrelerinde her zaman sonradan düşünülen bir konu oldu. Washington bunun yerine Ukrayna’nın cesaretinden faydalanarak Rusya’ya haddini bildirmeye, NATO’yu yeniden canlandırmaya ve ABD’nin Avrupa’daki üstünlüğünü pekiştirmeye çalıştı. Avrupa’ya barışın nasıl geri getirilebileceğini düşünmek için ise hiç zaman harcamadı.
Fakat Rusya, savaş hedefleri doğrultusunda ABD’nin nüfuzunu Ukrayna’dan silmeyi, Kiev’i tarafsızlığını ilan etmeye zorlamayı ya da ülkede Rusça konuşanların haklarını iade etmeyi başaramadı. Esasında, savaşın sonucu ne olursa olsun karşılıklı düşmanlık Rusya’nın Kivan Rusya’sında ortak bir kökene dayanan Rus-Ukrayna kardeşliği mitini sildi. Rusya üç asırdır sürdürdüğü Avrupa ile özdeşleşme çabalarını terk etmek ve bunun yerine Çin, Hindistan, İslam dünyası ve Afrika’ya yönelmek zorunda kaldı. Ciddi şekilde yabancılaşmış Avrupa Birliği ile uzlaşmak hiç de kolay olmayacaktır. Rusya savaş alanında kaybetmemiş, zayıflamamış ya da stratejik anlamda tecrit olmamış olabilir ama büyük fırsat maliyetlerini göğüsledi.
Ancak savaş Rusya’yı dezavantajlı duruma düşürmüş olsa bile, ABD’ye fayda sağlayıp sağlamadığı çok da açık değil. ABD, yalnızca 2022 yılında Ukrayna’ya 113 milyar dolar yardım yapılmasını onayladı. Rusya’nın savunma bütçesi o zamanlar bunun yarısı kadardı ve o zamandan bu yana yaklaşık iki katına çıktı. Rus savunma sanayii yeniden canlandı ve ülkenin kısa süre önce Almanya’yı geçerek satın alma gücü paritesi açısından dünyanın en zengin beşinci ve Avrupa’nın en büyük ekonomisi haline gelmesine yardımcı oldu. Batı’nın Rusya’nın cephanesinin tükenmekte olduğu ve Ukrayna’daki yıpratma savaşını kaybetmekte olduğu yönündeki iddialarına rağmen böyle bir durum söz konusu değil. Bu arada, bir zamanlar NATO’nun birliği için güçlü bir argüman olan Batı’ya yönelik sözüm ona Rus tehdidi inandırıcılığını yitirdi. Rusya’nın silahlı kuvvetleri Ukrayna’yı fethedemediğini kanıtladı.
Savaş aynı zamanda NATO üyeleri arasındaki bariz ayrılıkları da ortaya çıkardı. Geçen yıl Vilnius’ta düzenlenen zirvenin de gösterdiği gibi, üye ülkeler Ukrayna’yı kabul etme konusunda farklı görüşlere sahip. Şu anki kırılgan birlikteliğin savaşa kadar sürmesi pek mümkün görünmüyor. Bu gerçekler aynı zamanda Amerika’nın Avrupalı ortaklarının çoğunun neden savaşı bir an önce sona erdirmek istediğini de açıklamaya yardımcı oluyor. Ukrayna savaşı Avrupa’da Sovyet sonrası dönemin sonunu getirmiş olsa da kıtayı daha güvenli hale getirmedi. Amerika’nın uluslararası itibarını artırmadı ya da ABD’nin üstünlüğünü pekiştirmedi. Savaş bunun yerine Amerikan sonrası çok kutuplu bir dünya düzeninin ortaya çıkışını hızlandırdı. Bunun bir yanı da Rusya ile Çin arasındaki Amerikan karşıtı eksen.
ABD, Rusya’yı zayıflatmak için Ukrayna ya da oradaki savaşla hiçbir ilgisi olmayan ülkeler arasındaki ticareti aktif bir şekilde engelliyor, zira bu ülkeler ABD’nin kervanına katılmayacaklar. Diğer ülkeleri Rusya ve Çin karşıtı politikalarına uymaya zorlamak için siyasi ve iktisadi baskıyı kullanması açıkça geri tepti. ABD’nin eski müşterisi olan ülkeleri bile Ukrayna’da olduğu gibi, desteklemedikleri gelecekteki Amerikan çatışmalarına ve vekalet savaşlarına karışmaktan kaçınmanın yollarını aramaya teşvik etti. Amerika’nın zorlayıcı diplomasisi Rusya ya da Çin’i tecrit etmek bir yana hem Moskova hem de Pekin’in Afrika, Asya ve Latin Amerika’da ABD nüfuzunu kendi lehlerine azaltacak ilişkiler geliştirmelerine ön ayak oldu.
Kısacası, ABD’nin politikası Ukrayna’da büyük acılara ve burada ve Avrupa’da savunma bütçelerinin artmasına neden oldu ama Rusya’yı zayıflatmayı ya da tecrit etmeyi başaramadı. Aynısının devamı, Amerika’nın sık sık dile getirdiği bu hedeflerin hiçbirini gerçekleştirmeyecektir. Bu arada Rusya, Amerikan silah sistemleriyle nasıl mücadele edeceği konusunda eğitildi ve bunlara karşı etkili karşı koyma yöntemleri geliştirdi. Askerî anlamda güçlendi, zayıflamadı.
Eğer savaşın maksadı daha iyi bir barış tesis etmekse, bu savaş bu işlevi yerine getirmiyor. Ukrayna’nın içi Rus düşmanlığı uğruna boşaltılıyor. Bu noktada hiç kimse savaş durduğunda Ukrayna’nın ne kadarının ya da kaç Ukraynalının kalacağını ya da savaşın ne zaman ve nasıl durdurulacağını güvenle tahmin edemiyor. Kiev şimdiden asker toplama hedeflerine ulaşmakta zorlanıyor. Rusya ile son Ukraynalıya kadar mücadele etmek her zaman iğrenç bir stratejiydi. Fakat NATO’nun Ukraynalıları tükenmek üzereyken, bu yalnızca alaycı bir yaklaşım değil, aynı zamanda artık uygulanabilir bir alternatif de değil.
Bu yıl, bu savaşın kendileri açısından varoluşsal hale geldiği Ukrayna’yı mümkün olduğunca kurtarmaya öncelik vermenin zamanı geldi. Askeri fedakarlıklarının boşa gitmemesi için Ukrayna’nın Rusya ile barış yapmak üzere diplomatik desteğe ihtiyacı var. Ülke yok ediliyor. Yeniden inşa edilmeli. Geriye kalanları korumanın anahtarı, Kiev’i savaşı elde edebileceği en iyi şartlarda sona erdirmesi, mültecilerin geri dönüşünü kolaylaştırması ve AB katılım sürecini liberal reformları ilerletmek ve tarafsız bir Ukrayna’da temiz bir hükümet kurmak üzere kullanması için güçlendirmek ve desteklemektir.
Ne yazık ki mevcut durumda hem Moskova hem de Washington, Ukrayna’nın süregelen yıkımında ısrarcı olmaya kararlı görünüyor. Ancak savaşın sonucu ne olursa olsun, Kiev ile Moskova eninde sonunda bir arada yaşamak için bir temel bulmak zorunda kalacaktır. Washington, Rusya’yı Ukrayna’nın tarafsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı göstermenin hem bilgeliğini hem de zaruretini kabul etmeye zorlaması konusunda Kiev’i desteklemeli.
Son olarak, bu savaş hem Washington’da hem de Moskova’da diplomasiden uzak, militarize edilmiş dış politikanın sonuçları hakkında ciddi bir şekilde yeniden düşünmeyi beraberinde getirmeli. ABD Moskova ile müzakere etmeyi kabul etseydi, Moskova’nın talep ettiklerinin çoğunu reddetmeye devam etse bile, Rusya Ukrayna’yı bu şekilde işgal edemezdi. Batı, Ukrayna’nın savaşın başlangıcında Rusya ile anlaşmasına yardımcı olan anlaşmayı onaylamasını engellemek için müdahale etmemiş olsaydı, Ukrayna şimdi sağlam ve barış içinde olacaktı. Bu savaşın yaşanmasına gerek yoktu. Ve savaşın her bir tarafı kazandığından çok daha fazlasını kaybetti.
Bu yazı Chas Freeman’ın East Bay Citizens for Peacet’e yaptığı konuşmanın düzenlenmiş bir bölümüdür.
İlginizi Çekebilir
-
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
Avrupalılar Esad’ın düşüşünden memnun
-
SMO Münbiç’e, İsrail Şeyh Dağı’na girdi
-
Alman Rheinmetall, savaş dronu geliştirmek için ABD’li yazılım şirketi ile güç birliğine gidiyor
-
Rus basını değerlendirdi: Beşar Esad sonrası Suriye nasıl olacak?
DÜNYA BASINI
ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Yayınlanma
6 saat önce09/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.
ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.
Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı
Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.
Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.
Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.
Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.
Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.
Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.
1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.
“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.
Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.
1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.
Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.
¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)
DÜNYA BASINI
Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?
Yayınlanma
22 saat önce08/12/2024
Yazar
Harici.com.trSeyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024
Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.
Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.
Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ) (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.
Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.
Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.
Filistin esas mesele
Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.
Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.
Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.
İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.
Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.
Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.
Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.
Hızlı çöküşün sebepleri
Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.
Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.
İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.
Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.
Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.
Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.
ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.
Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.
Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.
Taliban benzetmesi
Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.
Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.
Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.
Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.
Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.
DÜNYA BASINI
Üç adımda ‘Çin’in borç tuzağı’ anlatısını çürütmek
Yayınlanma
2 gün önce07/12/2024
Yazar
Emre KöseEditörün notu: İsveç’teki Kuşak ve Yol Enstitüsü’nün başkan yardımcısı Hussein Askary, Li Xing Yunshan Lider Akademisyeni ve Çin’deki Guangdong Uluslararası Stratejiler Enstitüsü’nde profesör olan Li Xing’in başkanlığında, 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu 2024 Uluslararası Düşünce Kuruluşu Forumu’nda düzenlenen “Kuşak ve Yol Girişimi ve Küresel Güney” başlıklı konferans oturumunda yaptığı sunumda, “Çin’in borç tuzağı” anlatısını çürütmek için üç temel soruya odaklanan bir araştırma yöntemi öneriyor. Arkasy’nin ortaya koyduğu verilere göre “Çin’in borç tuzağı” iddiası somut verilere dayanmayan bir propaganda aracı. Bilakis, Çin’in altyapı odaklı kredileri, borç yükü altındaki ülkelerin üretkenliğini artırma potansiyeline sahip. Ancak, bu ülkelerin tüm sorunlarını çözmek için daha geniş kapsamlı finansman stratejilerine ihtiyaç var.
“Çin’in borç tuzağı” anlatısını çürütmek: Üç adımlık yeni bir araştırma yöntemi
Hussein Askary, Li Xing
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Mayıs 2018’den bu yana geniş çaplı finansman ve medya desteğiyle yoğun şekilde desteklediği Çin’in “borç tuzağı” anlatısına dair araştırmamız, bu iddiayı destekleyecek hiçbir somut kanıt olmadığını ortaya koyuyor.
Bu anlatı, esas olarak, Çin’in önerdiği Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) ilerlemesini engellemek ve Çin’in uluslararası itibarına zarar vermek amacıyla kullanılan bir jeopolitik propaganda aracı olarak hizmet ediyor.
Sri Lanka, Pakistan, Zambiya, Kenya ve Karadağ gibi ülkelerdeki son on yıllık mali ve iktisadi gelişmeleri incelediğimizde tutarlı bir model gözlemledik.
Bu model, bu ülkelerin yaşadığı mali sıkıntıların, hiçbir şekilde doğrudan Çin veya KYG ile ilişkilendirilemeyen, iç ve dış etkenlerin bir kombinasyonundan kaynaklandığını gösteriyor. Bu inceleme sayesinde, bu anlatının içerdiği ana yanlışları ortaya koymayı sağlayan sistematik bir yöntem geliştirdik.
Bu araştırma yöntemi, “Çin’in borç tuzağı” iddiasıyla gündeme gelen herhangi bir ülkenin durumunu incelemek ve böylelikle gerçekle efsaneyi ayırmak için kullanılabilir. Ayrıca, bu araştırma, karar mercilerinin önümüzdeki on yılda altyapı geliştirme kredilerine dair sağlam politikalar belirlemesine yardımcı olacak ve bu da ülkelerinin iktisadi kalkınmasının temel taşını oluşturacaktır.
Bu yöntem, borç tuzağı anlatısını kabul edenlerin şu üç temel soruya yanıt vermesi gerektiğini öne sürüyor:
1- Ülkenin borç yapısı ne?
2- Borçların niteliği nasıl?
3- Ülkenin mali sıkıntılarının kaynağı ne?
***
1. Borç yapısı
Borç yapısından kastedilen, bir ülkenin toplam dış borcunun farklı alacaklılara olan dağılımıdır ve bu dağılım genellikle yüzdelerle ifade edilir [bkz. Şekil 1]. Yaptığımız incelemede, Çin’e olan borcun toplam borcun yalnızca küçük bir kısmını oluşturduğunu hemen fark ettik (2022 yılında Sri Lanka için yüzde 10, 2024 yılında Kenya için yüzde 15,5).
Şekil 1. Kenya’nın 2024 ve Sri Lanka’nın 2022 yılı toplam dış borç dağılımı
Bununla birlikte, Batılı düşünce kuruluşları ve medya, semantik manipülasyon yaparak toplam dış borç yerine “ikili borç” (bilateral debt) kavramına odaklanıyor. Bu, sık sık şu şekilde sunuluyor: “Çin, Ülke X’in en büyük ikili alacaklısıdır” [bkz. Şekil 2]. Bu seçici çerçeveleme, Çin’in bu ülkelerin finansal sorunlarındaki rolünü orantısız bir şekilde büyüten yanıltıcı bir algı yaratıyor.
Şekil 2. Kenya’nın toplam dış borcu yerine Çin ile olan ikili borcunun vurgulanması
Bu nedenle, araştırmacılar yalnızca medya veya düşünce kuruluşlarının sağladığı bilgilerle yetinmemeli. Bunun yerine, her ülkenin maliye bakanlığı veya merkez bankası gibi kamuya açık resmi verilerini kullanmalı. Şekil 2’de, Kenya Ulusal Hazinesi’nin Ocak 2024 Aylık Bülteni’nden elde edilen bilgiler kullanılıyor.
Toplam borç kompozisyonu grafiklerine baktığımızda, Sri Lanka’nın borcunun yalnızca yüzde 10’unun Çin’e ait olduğunu; buna karşılık, borcun yüzde 80 ila yüzde 90’ının Batılı kurumlara veya Batılı devletlerle bağlantılı kuruluşlara ait olduğunu görüyoruz. Daha da önemlisi, veriler “gözden kaçan asıl gerçeği” ortaya koyuyor: Sri Lanka’nın borcunun yüzde 47’si ticari kredilerden oluşuyor ve bu borcun çoğu Amerikan BlackRock ve İngiliz Ashmore gibi Batılı özel tahvil sahiplerine ait. Bu tahvil sahiplerinin elinde, Çin’in Sri Lanka’ya verdiği kredinin dört katı borç bulunuyor. Kenya’da ise ticari krediler Çin’e olan borç miktarını aşıyor ve çoğunluğu Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’na (IMF) ait olan çok taraflı krediler (multilateral loans), Çin’e olan borcun üç katını buluyor.
2. Borç niteliği
KYG kapsamındaki Çin kredileri neredeyse tamamen ulaşım, enerji, su, eğitim ve sağlık gibi sektörlerde modern altyapı inşasına yönelik. Bu projeler, alıcı ülkelerin üretkenliğini artıran verimli yatırımlar. Altyapıyı geliştiren bu krediler, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerini destekleyerek ekonomilerin gelir elde etmesini ve borçları geri ödeyebilme kapasitesi kazanmasını sağlıyor. Buna karşın, ticari ve çok taraflı kredilerle sağlanan finansal kaynakların büyük kısmı, genelde mali ve ticaret açıklarını kapatmaya yöneliktir. Bahsi geçen ülkeler gibi ciddi iktisadi sıkıntılarla karşılaşan ülkeler, ani ekonomik krizleri çözmek için uluslararası tahvil piyasalarından ağır şekilde borçlanmak zorunda kalıyor.
Ülkeler, eski tahvilleri ödemek için tahvil piyasalarından yeni borçlar alır; ancak bu borçlar genelde çok daha yüksek faiz oranlarıyla yapılır. Örneğin, bu yılın şubat ayında Kenya hükümeti, haziran ayında vadesi dolacak olan 2 milyar dolarlık eurobond’larını geri almak için yeterli nakde sahip değildi. Bunun yerine, 7 yıl vadeli yeni bir tahvil çıkararak 1,5 milyar dolar topladı; ancak bu borç yüzde 6 faiz oranıyla alınan eski tahvillerin aksine, yüzde 10 gibi yüksek bir faiz oranına sahipti. Bu tür yeni borçlarla eski borçları daha yüksek faiz oranlarıyla kapatma döngüsü, tam anlamıyla bir “zehirli hap” etkisi yaratıyor. Hatta borçlanma altyapı projelerinde kullanılacak olsa bile, uzun vadede gelir sağlayacak projeler için kısa vadeli borçlanma yapmak, klasik bir hata olarak öne çıkıyor. İşte bu, gerçek borç tuzağının temel nedenlerinden biri.
Çin kredilerinin bir diğer önemli farkı, daha uzun geri ödeme süreleri ve daha düşük faiz oranları sunması. Örneğin, Çin İhracat-İthalat Bankası’nın Karadağ’daki Bar-Boljare otoyolu için sağladığı kredi, 20 yıl geri ödeme süresi, 6 yıl geri ödemesiz dönem ve yalnızca yüzde 2 faiz oranı gibi avantajlara sahip. Benzer oranlar ve koşullar, Kenya’daki Mombasa-Nairobi Demiryolu ve diğer projelerde de geçerli. Buna karşın, ticari krediler genellikle 5 ila 7 yıl gibi kısa vadeli olup, faiz oranları yüzde 6 ile yüzde 12 arasında değişiyor.
Çin, mali sıkıntı yaşayan ülkelere genellikle borç yapılandırma veya borç hafifletme imkânı sunarken, Batılı tahvil sahipleri Batı mahkemeleri aracılığıyla tam ve zamanında ödeme yapılmasını hukuki yollardan zorluyor.
Ayrıca, Çin kredileri herhangi bir siyasi veya iktisadi ön koşul içermezken, Batılı çok taraflı krediler genelde kur devalüasyonu, kamu altyapı yatırımlarında kesinti, belirli politik değişimlerin uygulanması, devlet işletmelerinin ve doğal kaynakların özelleştirilmesi gibi koşullara sahip. Bu tür koşullar, toplamda ekonomik üretkenliği düşürüyor. Örneğin, IMF’nin talimatıyla Zambiya’daki bakır madenciliğinin özelleştirilmesi sonucunda bu sektör, Batılı çok uluslu şirketlerin kontrolüne geçti ve Zambiya, doğal zenginliğinden ulusal ekonomiye çok az bir katkı alabiliyor. Bu nedenle, farklı borç türlerinin niteliksel farkları göz önünde bulundurularak her vaka incelenmeli.
Bu ülkelerin çoğu, KYG 2013 yılında başlatılmadan önce bile halihazırda mali sıkıntı içerisindeydi. Daha sonra, çeşitli iç ve dış gelişmeler bu sorunları arttı. İç savaşlar, terör, salgın hastalıklar, pandemiler, finansal yönetim eksiklikleri, yolsuzluk ve küresel finansal/para sistemindeki değişiklikler gibi nedenler, bu sıkıntıların kaynağını oluşturuyor ve bunların hiçbiri Çin ile doğrudan ilişkili değil. Başlıca nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
a. Birçok ülke, yalnızca bir veya iki ana gelir kaynağına bağımlı ve bu durum, fiyat dalgalanmalarına veya faaliyet kesintilerine karşı onları savunmasız hale getiriyor. Örneğin hem Sri Lanka hem de Karadağ, büyük ölçüde turizme bağımlı. Sri Lanka, 2019’da terör saldırılarından etkilendi ve turizmde büyük bir düşüş yaşadı. 2020’de toparlanmaya çalışırken, bu kez Kovid-19 pandemisi ülke ekonomisini vurdu. Aynı şekilde, Karadağ ekonomisi 2021 ve 2022 yıllarında pandemiden ciddi şekilde etkilendi.
b. Sri Lanka ekonomisi düşük üretkenlik sorunlarıyla karşı karşıya. Örneğin, tekstil endüstrisi ithal edilen makineler, yakıt ve pamuk gibi girdilere dayanıyor ve yalnızca düşük maliyetli iş gücüyle katma değer sağlıyor. 2022’de Ukrayna krizi sonrası küresel yakıt fiyatlarının yükselmesi, bu sektördeki kâr marjlarını tamamen erozyona uğrattı.
c. Pek çok ülke, tarımda petrol, doğalgaz ve gübre ithalatına bağımlı. Bazı ülkeler, gıda ithalatı için yabancı kaynaklardan borç alıyor. Küresel fiyatlar arttığında, bu ülkeler ağır darbe alıyor.
d. Kur değer kaybı, borç yükünü kayda değer ölçüde artırıyor. Zira Çin kredileri dahil tüm dış borçlar Amerikan doları cinsinden ve kur değer kaybı, aynı dolar miktarını ödemek için ulusal zenginlikten daha fazla ödeme yapılmasına yol açıyor. Örneğin, ABD’nin 2022 yılında Enflasyon Azaltma Yasası’nı (Inflation Reduction Act) geçirmesiyle Amerikan doları, neredeyse tüm küresel para birimlerine karşı değer kazanmıştı. Bu durum, borçlu ülkeleri ciddi şekilde etkiledi.
Sonuç
Bu üç temel sorunun incelenmesi ve ele alınması, bu ülkelerin borç krizlerinin daha doğru ve nesnel bir şekilde değerlendirilmesini sağlayabilir. Çin, bu sorunların sebebi değil. Esasen, Çin’in bu ülkelere üretken kredi sağlama yaklaşımı, uzun süredir bu borç tuzağına hapsolmuş olan ülkelerin bu durumdan kurtulmalarına yardımcı olacaktır. Altyapı için sağlanan uygun finansman sayesinde, bu ülkeler üretkenliklerini artırabilir, mali dengelerini yeniden kurabilir ve hem Çin’e hem de diğer alacaklılara olan borçlarını daha kolay geri ödeyebilir.
Bu anlamda, Çin ve Kuşak ve Yol Girişimi, borç sorunlarının sebebi değil, çözümünün parçası. Fakat, Çin tek başına bu ülkelerin karşılaştığı tüm sorunları çözemez. Altyapı ve kalkınma projelerinin finansmanı için yeni yöntemler geliştirilmesine ihtiyaç var. Bu konu, ayrı bir makalede ele alınacak.
Suriye’nin yeni başbakanı Muhammed el-Beşir
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
Almanya, Suriyelilerin iltica başvurularına ilişkin tüm kararları askıya aldı
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
Avrupalılar Esad’ın düşüşünden memnun
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ24 saat önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Glazyev’den Rusya Merkez Bankası’na sert eleştiriler
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
Alman gazeteci Thomas Fasbender: Kralsız bir interregnum içindeyiz
-
DİPLOMASİ6 gün önce
Halep’te atılan taşın Avrupa’da vurduğu kuş
-
RUSYA2 hafta önce
Rus uzman: “Kremlin, Trump’ın dönüşünü dört gözle bekliyor”
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya, Ukrayna’da güç gösterisi olarak hipersonik füze Oreşnik’i test etti
-
ORTADOĞU2 hafta önce
“Anlaşma şartları uygulanmasa da ateşkes devam edecek”