Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Viktor Orban: Donald Trump kazansaydı Ukrayna savaşı olmazdı

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda tam çevirisini verdiğimiz röportaj, 1 Mart 2023 tarihinde İsviçre’den yayın yapan Die Weltwoche gazetesinde yayınlandı. Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın Avrupa ve dünya siyaseti ile Ukrayna savaşına ilişkin söyledikleri önemli sayılmalıdır; elbette, Orban ve partisi Fidesz uzunca bir süredir batı siyasetinde ‘ayrıksı’ bir yerde durmaktadır. Rusya ile ilişkilere özel önem veren Orban, Brüksel mahfillerinde ‘illiberal demokrasi’ olarak adlandırılan bir siyasi sisteme liderlik etmektedir. Özel olarak ‘milli egemenlik’ ve Hıristiyanlık vurgusu yapagelen Orban, Rusya karşıtı yaptırımların Macar ve Avrupa sanayisine vurduğu darbenin de ülkesinin gelişmesine ket vurduğu düşüncesindedir. Orban, Macarların ‘denge’ arayışında bir millet olduğunu söylerken, Rusya’nın da ‘her zaman tehlikeli’ ve ‘yalnızca çarların yönetebileceği bir ülke’, Rusların ‘askeri mir millet’ olduğunu düşünmektedir. Die Weltwoche muhabirinin, “Avrupa için tehdit AB midir?” sorusuna kaçamak bir cevap verse de benzer bir fikirde olduğu anlaşılmaktadır. Orban, açık konuşup Donald Trump liderliğindeki bir Cumhuriyetçi iktidarın kendisi, partisi ve Avrupa için daha iyi olacağını düşünmektedir. Dizginlenmemiş bir serbest ticaret ve ihracata dayalı kalkınma modeline tehdit, Orban’a göre, Biden’dan ve Ukrayna savaşından kaynaklanmaktadır. Orban’ın bu politikasında yalnız olduğunu düşünmek ise pek mümkün değil. Bu konuda daha fazla çatlak sesin yükselmesini beklemek yanlış olmaz.


Macaristan Başbakanı Viktor Orbán savaş, barışa giden yollar, Putin’le görüşmesi, Avrupa’nın dramatik zayıflığı ve kendi siyasi başarıları hakkında konuşuyor.

Viktor Orbán, son zamanlarda barışı ve müzakereleri desteklediği ve batının savaş çabalarını eleştirdiği için ‘Putin dostu’ söylemleriyle iftiraya uğradı. Ancak hikaye göz önüne alındığında bu iddialar gerçeklerden uzak görünüyor. Çünkü Macaristan, başka hiçbir ülkenin Rusya yüzünden çekmediği kadar acı çekti. Orbán daha genç bir adamken, Moskova komünist boyunduruğuna karşı savaştı. Onu Rusya ile ilişkilerinde saflıkla suçlamak neredeyse körlüktür.

‘Allah’a dua ediyor ve güveniyoruz’

Weltwoche: Sayın Başbakan, Macaristan Ukrayna savaşıyla nasıl başa çıkıyor? Ülkeniz için başlıca zorluklar nelerdir?

Viktor Orbán: Bizim için en büyük zorluk Avrupa Birliği’nin Rusya’ya yönelik yaptırımları. Petrol ve gaz fiyatları çok yükseldi. Son zamanlarda Macaristan’da endüstriyi büyük ölçüde geliştirdik ve bunun için de ihtiyacımız olan enerjiyi ithal etmemiz gerekiyor. 2021 yılında bu bize 7 milyar avroya mal olurken 2022 yılında 17 milyar avroya mal oldu.

Weltwoche: Başka hangi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Orbán: Ukraynalılar için ilk güvenli devlet biziz. Biz Hristiyan bir ülkeyiz ve herkesi ülkeye alıyoruz. Şubat 2022’den beri toplam bir buçuk milyondan fazla Ukraynalı Macaristan’a geldi. Bu bize herhangi bir sorun çıkarmıyor, çünkü gelen çok sayıda kişi göç etmeye devam ediyor. Ancak savaş, psikolojimizi ve ruhumuzu zorluyor. Ukrayna, Macarların da yaşadığı komşu ülkemizdir. Macarlar da askere alınıyor ve cephede ölüyor. Bu savaş bizden uzakta değil, hayatımızın bir parçası. Bu bizim ruh halimizi kötüleştiriyor. Bu yüzden Macaristan’da herkes barış istiyor.

Weltwoche: Macarlar Ukrayna’da zorla mı askere alınıyor?

Orbán: Artık Ukrayna’daki herkes, ister Ukraynalı ister Macar olsun, orduya katılmak zorunda. Macarlar da Ukraynalılar gibi ölüyorlar. Macarlara olumsuz davranıldığı söylenemez.

‘Macaristan’ın siyasi seçkinleri, ülkemizi savaşın dışında tutacak güçtedir.’

Weltwoche: Macaristan’daki ruh halinizin kötüye gittiğini söylediniz. Bu, bir Başbakan olarak sizin için ne anlama geliyor? Bununla nasıl başa çıkıyorsunuz? Umudunuzu neye borçlusunuz?

Orbán: Savaşan tarafların akıllarını başlarına getirmesi için Allah’a dua ediyoruz ve güveniyoruz. Üzerimizde sürekli bir baskı var. Bizi savaşa zorlamak istiyorlar. Şimdiye kadar direnmeyi başardık ve bu bana güven veriyor. Macaristan’ın siyasi seçkinleri, ülkemizi savaşın dışında tutacak güçtedir. Bunu gereken alçakgönüllülükle ama aynı zamanda güvenle söylüyorum.

‘Kaybeden bir ülkeyi, kazanan bir ülkeye dönüştürmeme izin verildi.’

Weltwoche: Kişisel olarak Macaristan için en büyük başarınızı ne olarak görüyorsunuz?

Orbán: 2010 gibi yakın bir tarihte, kaybeden bir ülkeyi kazanan bir ülkeye dönüştürmeme izin verildiğinde, Macarlar bizim her zaman tarihin kaybeden tarafında olduğumuzu düşünüyorlardı. İşler daha kötüye gitmezse mutluyduk. Ama ben Macarları daha hırslı olmaya ikna edebildim. Dedim ki: “Herkesin işi olacak, herkes kendi hayatının efendisi olacak. Ve dünya ne derse desin: Başaracağız.” Ve başardık.

Weltwoche: Bir cümleyle siyaset felsefeniz nedir?

Orbán: Genç olsam muhtemelen özgürlükten bahsederdim. Ama bugün söyleyebilirim ki, denge. Değişmesi gerekenleri değiştirin, korunması gerekenleri koruyun. Denge arayışı Macarlarda çok önemlidir. Bizim için itaat de direniş de aynı önemdedir. Siyasi tartışmayı bu kadar ilginç yapan da budur.

Weltwoche: 2014’te başlayan Ukrayna savaşı bir yıl önce kızıştı. Sizin için en önemli bulgu nedir?

Orbán: 2014 yılında, başta Merkel olmak üzere, Avrupa ülkelerinin başında önemli isimler vardı. Merkel’le sık sık aynı fikirde olmasam da inkar edilemez bir siyasi ağırlığı vardı. O zamanlar bu anlaşmazlığın Avrupa tarafından çözülmesi gerektiği söyleniyordu. Bugün Avrupa tartışmayı bıraktı ve Brüksel’de alınan kararlarda Avrupa’nın çıkarlarından çok Amerikan çıkarlarının olduğunu görüyorum. Avrupa sınırlarındaki bir savaşta, bugün son sözü Amerika söylüyor. Aslan etini yiyor diye Amerikalıları suçlamıyorum tabi, ondan otlamasını isteyemezsiniz.

Weltwoche: Avrupa kayboldu, artık savaş konusunda tartışmalarda yoklar diyorsunuz. Bunun nedeni nedir?

Orbán: Bu tamamen şanssızlık ama bunun daha derin sebepleri var. Daha derin sebepler şunlar: Biz ne duygusal ne de akılcı olarak Avrupalı kimliğini tanımıyoruz. Bu er ya da geç özgüveni sarsacak bir şey. Avrupa’nın geleceğini ciddi bir şekilde, tabular olmadan tartışsaydık, temel anlaşmaların revizyonunu yapmak bile mümkün olabilirdi ve savaşın başında sağlam bir kimliğimiz olurdu. Onun dışında kötü şans da var. Donald Trump ABD başkanlık seçimlerini kazansaydı, şu anda böyle bir savaş olmazdı. Almanya’nın iktidar değişikliği de devamını getirdi.

Weltwoche: Yorumlamada bir adım daha ileri gidilebilir. Avrupa’nın zayıflığının daha derin sebebi Avrupa Birliği’dir. Ulus-devletleri, yerlerine işlevsel bir şey kurulmadan parçalandı.

Orbán: Bunu ben de böyle görüyorum. AB ‘daha yakın bir birlik’ (ever closer union) istiyor ama hedef konusunda onlarla anlaşmıyoruz, süreçte anlaşıyoruz. Avrupa’nın hasta olmasının nedeni de budur.

Weltwoche: Bugün AB, Avrupa için bir tehdit mi?

Orbán: “Cehenneme giden yol, iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.” Brüksel’deki politikacıların iyi niyetli olduğundan hiç şüphem yok, bir şeyler inşa ettiklerine inanıyorlar. Gerçekte ise, sonrasında ne olacağını bilmeden işlevsel bir şeyi parçalıyorlar. Ben 26 yıl sosyalizmle yaşadım. ‘Ever closer union’ cümlesini ilk duyduğumda, aklıma Marx çalışmalarım geldi. Marx, komünizmin nasıl gerçekleştirileceği hakkında koca bir kütüphane yazdı ama komünizm kurulduktan sonra hayatın nasıl olacağıyla ilgili tek bir kelime yok. Entelektüel olarak aynı yoldayız.

Weltwoche: Bu savaşı kim kazanır?

Orbán: Kimse kazanamaz. Ukraynalılar 140 milyon nüfuslu bir nükleer güce karşı savaşıyorlar, Ruslar ise tüm NATO’ya karşı. Bu, olayı çok tehlikeli bir hale getiriyor. Kolayca bir dünya savaşına yol açabilecek bir çıkmazdayız.

Weltwoche: Nükleer savaş çıkacağı konusunda ne kadar endişelisiniz?

Orbán: İnsani olarak konuşursak, bu mümkün değil. Ancak çaresizlik, savaşın doğasının bir parçasıdır. Orada, normal zamana kıyasla daha başka zihinsel ve ruhsal güçler hakimdir. Her zaman yanlış anlaşılma ve kaza olasılığı vardır.

Weltwoche: Benim görüşüm; Rusya, varoluşsal sebeplerle bu savaşı kaybedemez, kaybetmemeli. Batı, savaşın varoluşsal olduğuna inandırmaya çalışıyor ama buna kimse inanmıyor. Ruslar için tehlikede olan çok daha fazla şey var ve bu yüzden de kaybetmeyecekler.

Orbán: Mantıklı. Benim en tuhaf bulduğum şey, bu savaşta hedeflerin net olmamasıdır. Tarafların ikisi de bu konuda tutarlı değiller. Ruslar için neyin yeterli olacağını bilmiyoruz, bunu hiçbir zaman açıkça ifade etmediler. Peki Avrupa’nın savaş amacı ne? Rusya’da sistem değişikliği çağrıları dahil olmak üzere çok tehlikeli şeyler duyuyoruz. Tarafların amaçlarını belirlemediği bir savaş, en tehlikelisidir. Eğer tanımlanmazsa, sonsuz hale gelebilir.

Weltwoche: Peki Amerikalılar? Onların amacı ne?

Orbán: Bu bir muamma. Başkan her ay farklı şeyler söylüyor.

Weltwoche: Sayın Orbán, siz AB’de en uzun süre boyunca görev yapan hükümet başkanısınız ve uzun süredir Ukrayna çatışmasını takip ediyorsunuz. Gerginliğin tırmanmasının sorumlusu kim?

Orbán: Gerçek şu ki: Rusya Ukrayna’ya saldırdı ve bu ilk kez olmuyor, zaten Kırım’a saldırdılar. Ancak Rusların komşularına saldırması, mutlaka Avrupa savaşıyla sonuçlanmaz. Bu savaşın Avrupa boyutlarına ulaşmasından Avrupalılar sorumludur.

‘’Putin’in ne dediğini anlıyorum ama yaptığını kabul etmiyorum.’’

Weltwoche: Ruslar, on beş yıldır NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’a kadar genişlemesinin kırmızı çizgileri olduğunu söylüyorlar. Amerikalılar ve Avrupalılar, Rusya’nın bu açıklamalarını görmezden gelmekten başka bir şey yapmadılar. Putin’i şahsen tanıyorsunuz. Yorumuna ne diyorsunuz? Putin’in işgaliyle yaktığı odunları, Batı ve Amerikalılar mı yığdı?

Orbán: Savaş başlamadan 2 hafta önce Moskova’da Başkan Putin’i son görüşümde ona, “Macaristan’ın NATO üyeliği sizin için bir sorun mu? Macaristan’ın NATO’dan çıkmasını mı istiyorsunuz?” diye sordum. Bunu en başından netleştirmemiz gerektiğini söyledim. Macaristan’ın NATO üyeliğinin onun için bir problem olmadığını, yalnızca Ukraynalıların ve Gürcülerin sorun yarattığını söyledi. Probleminin, Romanya ve Polonya’da zaten kurulu olan ABD füze üsleri olduğunu ve NATO’nun silah yerleştirmek için Ukrayna ile Gürcistan’a olası bir teşebbüsünün sorun teşkil ettiğini söyledi. Ayrıca, Amerikalılar önemli silahsızlanma anlaşmalarından çekilmişti, bu yüzden de geceleri rahat uyuyamıyordu. Alman FDP politikacısı Otto Graf Lambsdorff dış politika danışmanımdı, anlamak ve kabul etmek arasındaki farkı fark etmemi sağlamıştır. Putin’in ne dediğini anlıyorum ama yaptığını kabul etmiyorum.

Weltwoche: Putin hakkındaki izleniminiz nedir? Bugün nasıl bir adam? Hayatının neresinde?

Orbán: Putin’i 10 yılı aşkın süredir tanırım. Bu savaş patlak verene kadar her yıl buluşurduk. O, Rusya’yı nükleer silahlarıyla, milyonlarca nüfusuyla, uçsuz bucaksız genişliğiyle yöneten adamdır. Patron o, bu devasa ülkeyi 11 yıldır olabildiğince kontrol ediyor.

Weltwoche: Putin yıllar içinde değişti mi?

Orbán: Kötüye giden bir değişiklik görmedim. Putin her zaman istediğini söylerdi ve ben isteklerine katılmadığım zaman asla memnun olmazdı. Her zaman Macar bakış açımız için mücadele etmek zorunda kaldım ama onunla makul çözümler bulabilirdiniz. Bir konuda anlaşma sağladığınızda da buna bağlı kalırdı.

Weltwoche: Putin tehlikeli mi?

Orbán: Rusya her zaman tehlikeli olmuştur ve yalnızca bir çar tarafından yönetilebilir. Rusya, farklı bir medeniyettir, Avrupa siyasi standartları orada işe yaramaz. 15. yüzyıldan beri tüm Rus hükümdarları bunu biliyordu. Beğensek de beğenmesek de Rusya gibi büyük ve tehlikeli bir komşumuz var ve bununla yaşamanın bir yolunu bulmak zorundayız.

Weltwoche: Putin, bu savaşla ülkesini çöküşe mi sürüklüyor?

Orbán: Sanmıyorum. Putin ülkesini sefalete sürüklemiyor. Önümüzdeki iki üç yıl Rusya için zor olabilir ama sonrasında yeniden yükselişe geçecekler. Ruslar öğrenme yeteneğine sahiptir, en olumsuz koşullara bile uyum sağlayabilirler. Onları asla küçümsememelisiniz.

Weltwoche: Rusya bu savaşı kaybederse ne olur?

Orbán: Bunu düşünmek bile istemiyorum. Rusya nükleer bir güçtür. Jeopolitik bir sarsıntı, küresel boyutlarda korkunç ve Yugoslavya’nın çöküşünden çok daha kötü olan bir sarsıntı olurdu. Artık bu tür senaryoların Batı’da hafife alınıyor olması gerçeği, gerçeklikten endişe verici ve korkutucu derecedeki uzaklık; kendi siyasetlerinin risklerine karşı körlüğe yol açıyor.

Weltwoche: Rusları nasıl tanımlarsınız?

Orbán: Ruslar, askeri bir halktır. İtaat emri, kültürel olarak Ortodokslukla güçlendirilmiş olan her Rus’a doğumdan itibaren eşlik eder. Batılı bir politikacı, ülkesinin vatandaşlarının özgürce yaşayabilmeleri için politika yaptığını söylüyor. Rus politikacı ise, ülkesini bir arada tutma görevi olduğunu söylüyor. Bu farklı bakış açılarını kabul etmek zorundayız, ancak o zaman barış içinde yaşamak mümkün olur. Bu aynı zamanda güçlü yönlerinizi vurgulamaktır. Askeri halk, asla zayıf bir ülkeye saygı duymaz.

Weltwoche: Bu Avrupa için ne anlama geliyor?

Orbán: Kendimizi savunabilmeliyiz, yani Avrupa olarak. Avrupa NATO’su bunun çözümü olacaktır. Bunu 2012’de önermiştim.

Weltwoche: Ukrayna’da barışı nasıl sağlarız?

Orbán: Barış, kalpte başlar. Sonradan hareketlerimizi yönlendirecek beynimize ulaşır. İşlerin sırası budur. Barışı dilemek zorundasın, sonra istemek zorundasın ve sonra da başarmak zorundasın. Bugün bu istek yok, en azından Batı’da yok.

Weltwoche: Peki dünyanın geri kalanında nasıl?

Orbán: Çinliler, Hintliler, Araplar, Türkler, Brezilyalılar barış istiyor. Batı, dünyayı belli bir şeyin etrafında birleştirme yeteneğini kaybetti. Felsefi öncüleri, mekansal açıdan sınırlıdır. Bu yeni bir deneyim.

Weltwoche: Macaristan hükümet başkanı olarak barışı sağlamak için neler yapabilirsiniz?

Orbán: Benim için en önemli soru şudur: Macaristan’ı bu çatışmanın dışında tutmak için ne yapmalıyım? Sonraki soru şudur: Civarda barışı sağlamak için ne yapabilirim? Dostlarımız ve müttefiklerimiz savaş tutumlarından vazgeçmek istiyorlarsa, o zaman bir alternatif görmeliler. On milyon nüfuslu bir ülke daha fazlasını karşılayamaz?

Weltwoche: ABD’de ne olmalı? Politikalarını değiştirecekler mi?

Orbán: Macarların deneyimi açık. Washington’da demokratlar iktidara geldiğinde, siper alıyoruz. Brüksel’deki politikacılar gibi, hep bizi değiştirmek istiyorlar. Göçle nasıl baş edeceğimizi ve çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimizi buyuruyorlar. Bu saygısızlık. Biz başka bir ülkeyiz ve Avrupa için üzerimize düşeni yapıyoruz. Kıtanın kenarındaki kalelerdeki sınır birlikleriyiz ve bu çalışma kabul görmeyecek. Cumhuriyetçi arkadaşlarımızın yeniden iktidara gelmesini bekliyoruz.

Weltwoche: ‘Anlaşmacı’ Donald Trump, Putin ile bir ‘anlaşma’ sağlayabilir mi? Donald Trump barış için dünyanın son umudu mu?

Orbán: Son umudu değil ama evet, bir umut.

Weltwoche: Ukrayna savaşındaki kördüğümü çözebilir mi?

Orbán: Bunu muhtemelen birkaç hafta içinde çözer.

Weltwoche: ABD, görece gerilemede olan bir imparatorluk. Tek kutuplu dünya hakimiyetinin zamanları sona erdi. Çin de dahil olmak üzere yeni güçler ortaya çıkıyor. Bu ne anlama geliyor?

Orbán: Sanırım Harvard’da bir çalışma yayınlandı. Bu çalışma, bir zamanlar dünyaya hakim olan imparatorlukların, bir numaradan iki numaraya gerilemesi ile güç kayıplarını nasıl hallettikleri sorusuna cevap vermeye çalışıyor. Son 500 yılda on altı vakadan on ikisinde savaş olmuştur. İmparatorluklar ikinci sıraya geri adım atmaya isteksizlerdir.

Weltwoche: Serbest ticaretin sonunun geldiği yeni bir Ortaçağa doğru mu ilerliyoruz?

Orbán: Bu Macaristan için ciddi bir tehlike. İhracata yönelik bir ülkeyiz ve gayri safi yurtiçi hasılamızın yüzde 85’ini ihracat oluşturuyor. Doğu ile kültürel ve ekonomik olarak önemli bağlarımız var. Ayrılma Macaristan için ölüm olur. Almanya için de öyle.

Weltwoche: Sizce kontrolsüz göçün en büyük tehlikesi nedir?

Orbán: Kısa vadede, kamu güvenliği ve terörizm. Orta vadede, ekonomik kayıplar. Uzun vadede, kendi ülkenizin tanınmaz hale gelmesi ve kendi ülkenizi kaybetmeniz.

Weltwoche: En önemli önlem ne olurdu?

Orbán: AB, üye devletlerden vekalet almadan gasp ettiği tüm yetkileri üye devletlere iade etmelidir.

Çeviren: Gülçin Akkoç

DÜNYA BASINI

Economist: Afrika’nın dünya ile arasındaki ekonomik uçurum derinleşiyor

Yayınlanma

Economist dergisinin analizine göre, Afrika’nın ekonomik gelişimi dünya ortalamasının oldukça gerisinde kalıyor. Kıtanın kişi başına düşen GSYİH’sı Doğu Asya’nın yedide birine gerilemiş durumda ve 2030 yılına kadar dünya yoksullarının yüzde 80’inin Afrika’da yaşaması bekleniyor.

İngiliz Economist dergisi, Afrika’nın ekonomik ilerlemesinin dünyanın geri kalanından önemli ölçüde geride kaldığını bildirdi.

Bir zamanlar kişi başına düşen gayri safi yurtiçi hasıla açısından Doğu Asya ile aynı seviyede olan Afrika’nın gelir düzeyi, bugün Doğu Asya’nın sadece yedide biri seviyesinde bulunuyor.

Dergi, Afrika’nın 21. yüzyılda sunduğu ilk vaadin -hammadde talebindeki artış ve borç affı ile güçlenen- sürdürülebilir bir büyümeye dönüşemediğini belirtti.

2000’den 2014’e kadar kişi başına düşen GSYİH’nın yıllık yüzde 2,4 gibi mütevazı bir oranda büyüdüğüne dikkat çeken dergi, diğer gelişmekte olan bölgelerin bu oranı aşarak daha fazla istihdam yarattığını ve daha kapsamlı bir ekonomik dönüşümü teşvik ettiğini vurguladı.

Uluslararası Para Fonu Afrika Bölümü Başkanı Abebe Selassie, Nijerya, Mısır ve Güney Afrika gibi büyük ekonomilerin özellikle yavaş ilerlediğini, büyüklüklerini dönüşümsel büyüme için kullanmakta başarısız olduklarını ifade etti.

Economist analizinde, ekonomik durgunluk nedeniyle 2030 yılına kadar dünya yoksullarının yüzde 80’inin Afrika’da yaşamasının beklendiğini belirtti.

Dergi, Afrika’nın iklim değişikliği karşısındaki kırılganlığının zorluklarını daha da artırdığını da ekledi.

Birleşmiş Milletler Afrika Ekonomik Komisyonu’na göre, iklim değişikliği nedeniyle risk altında olan ilk 20 ülkenin 17’si Afrika’da bulunuyor. Büyük ölçekli uyum sağlanamaması durumunda, yükselen küresel sıcaklıkların Afrika’daki mahsul verimini yüzde 30 oranında düşürebileceği öngörülüyor.

Dergi, bu zorlukların üstesinden gelme çabalarının kırılgan ekonomik temeller nedeniyle engellendiğini, Afrika ülkelerinin yarısının yüksek enflasyon, mali açık ve artan borç servisi maliyetleri dahil olmak üzere önemli makroekonomik dengesizliklerle karşı karşıya olduğunu belirtiyor.

Economist‘e göre, Afrika kıtası yatırım çekmek, üretkenliği artırmak ve ekonomik dönüşümü güçlendirmek için “cesur reformlara” ihtiyaç duyuyor.

Üç adımda ‘Çin’in borç tuzağı’ anlatısını çürütmek

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FP: ABD’nin Husileri caydırma misyonu işe yaramıyor

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin Husilerin İsrail ve Kızıldeniz’deki ticari gemilere yönelik saldırılarını durdurmak için izlediği stratejinin başarısız olduğu ve artık bu strateji yerine liderliğini bölge ülkelerinin üstleneceği yeni bir strateji belirlemesi gerektiğini ileri sürüyor:

***

Husiler Yılmıyor

Askeri tırmanış örgütün terör saldırılarını sona erdirmeyecek.

Beth Sanner ve Jennifer Kavanagh

ABD’nin Husileri caydırma ve geriletme misyonu işe yaramıyor. Militan grup 2024’ün son haftasında İsrail’e ve Kızıldeniz’deki nakliye yollarına yeni bir füze ve İHA saldırı dalgası başlattı ve bu da ABD’nin Yemen kıyılarındaki askeri hedefleri vurmasına yol açtı. Husiler sadece aralık ayında çok sayıda ABD donanma ve ticari gemisini hedef aldı ve İsrail’e on İHA ve füze saldırısı düzenledi. İsrail ve ABD toplamda beş kez misilleme yaparak liman ve enerji altyapısı ile Husi askeri mevzilerini vurdu ancak Husiler karşılık vermeye devam etti. Bu süreçte dost ateşi bir ABD FA-18 savaş uçağını düşürdü, neyse ki mürettebatı kurtuldu. Bu fayda-maliyet oranı sürdürülebilir değildir. Husi operasyonları ve emelleri ciddi şekilde zarar görmedi ama ABD’nin askeri hazırlık seviyesi ve itibarı zarar gördü. Washington’ın, yalnızca Kızıldeniz’de sergilenen belirtilerine değil Husilerin artan gücünün kökenlerine odaklanan tamamen yeni bir stratejiye ihtiyacı var.

Bir yıldan biraz daha uzun bir süre önce, Aralık 2023’te Washington, Husi saldırılarının tehdit ettiği ve dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 12’sinin geçtiği Bab el-Mandeb Boğazı’ndaki gemileri korumak ve seyrüsefer özgürlüğünü yeniden sağlamak amacıyla çok uluslu bir operasyon başlattı. Husiler, amaçlarının İsrail’i Gazze’deki savaşını sonlandırmaya zorlamak olduğunu iddia ediyor, ancak uluslararası deniz taşımacılığını ayrım gözetmeksizin hedef alıyorlar.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin geçen ocak ayında kabul ettiği ancak Çin ve Rusya’nın çekimser kaldığı kararın Husilerin harekâtını durdurmakta başarısız olmasının ardından Washington ve Londra, Husilerin askeri kabiliyetlerini zayıflatmak için Poseidon Archer Operasyonu adlı bir saldırı başlattı. Ancak ABD öncülüğündeki bu operasyonlar bölge içindeki ve dışındaki ortaklardan -en çok zarar görenlerden bile- fazla destek görmedi. Bu arada Rus ve Çin bandıralı gemiler, bu ülkelere hizmet eden yasadışı tüccarlar ve İran, güvenli geçiş için ödeme ya da pazarlık yaptıktan sonra büyük ölçüde rahatsız edilmeden yelken açtılar.

Ağustos ayında, ABD’nin askeri harekatının dokuzuncu ayında, ABD’nin Orta Doğu’daki Deniz Kuvvetleri Komutanı Koramiral George Wikoff, ABD’nin savunma ve saldırılarının Husileri caydırmayacağını açıkça ilan etti. “Çözüm silahla gelmeyecek” dedi. O günden bugüne pek bir şey değişmedi. Deniz taşımacılığına yönelik saldırılar büyük ölçüde azaldı çünkü hedefler azaldı -deniz taşımacılığı yaklaşık üçte iki oranında düştü- ancak seyrüsefer özgürlüğü geri kazanılmadı. Aralarında 27 Aralık’ta Umman Denizi’nde bir Maersk konteyner gemisine yapılan saldırı ve 31 Aralık ‘ta USS Harry S. Truman’a yapıldığı iddia edilen saldırının da bulunduğu tek tük saldırılar, Batı gemilerinin çoğunu Afrika’nın güney ucunda daha uzun, daha pahalı ama daha güvenli rotalar izlemeye zorlamaya devam ediyor.

Bu arada Husiler son haftalarda İsrail’e yönelik doğrudan füze ve İHA saldırılarını artırdı. Bunlar Kızıldeniz saldırılarından daha az dikkat çekti ancak Husiler Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısından bu yana İsrail’e 200’den fazla füze ve 170 İHA fırlattı. İsrail’e yönelik saldırıların neredeyse tamamı engellendi, ancak bir İsrailli hayatını kaybetti, çoğu düşen enkaz ve sığınaklara sık sık yapılan kaçışlar nedeniyle onlarca kişi yaralandı. Neredeyse her gün gerçekleşen saldırılar İsrail’in koordineli bir çokuluslu müdahale çağrısında bulunmasına ve Husileri Hamas ve Hizbullah’la aynı kaderi paylaşacakları konusunda uyarmasına neden oldu; her iki örgütün de operasyonel kapasitesi İsrail’in hava saldırılarıyla yok edildi.

Ancak bu tür korkunç tehditler ve askeri tırmanış Husilerin saldırılarını sona erdirmeyecek çünkü Husiler kazandıklarına inanıyor. Tahran’daki rejimin ya da Hizbullah’ın aksine Husilerin maddi ya da itibar olarak kaybedecek bir şey yok. Yemenliler Husilerden gıda, tıbbi bakım ya da eğitim gibi hizmetler almıyor ya da beklemiyor. Her halükârda, Suudi Arabistan’ın yaklaşık on yıldır süren bombardımanlarının ardından Husiler iyice mevzilenmiş durumda ve yoğun saldırıları göğüsleyebiliyorlar; bu arada önemleri ve popülariteleri de her darbede daha da artıyor.

Husiler, İran’ın Direniş Ekseni’nin 7 Ekim’den daha güçlü, daha zengin ve daha cesaretli çıkan tek üyesi. Artık sadece Yemen’e odaklanmakla yetinmeyen Husiler, İran’ın zayıflayan ekseninin bıraktığı boşluğu doldurma konusundaki büyüyen hırslarıyla göz ardı edilemeyecek bir tehdit oluşturuyor. Yeni askerler, dolup taşan kasalar ve Rusya’dan yardım da dahil artan bağlantılarla bu genişlemeci Husi direniş hareketi, ABD güçleri ve bölgedeki ortaklar ve muhtemelen daha da ötesi için riskler yaratan yeni çatışmaları körükleme potansiyeli bulunuyor.

Husiler halihazırda Somali merkezli El-Kaide’ye bağlı Eş-Şebab ile bağlantı kurmuş ve Doğu Afrika’daki ana mühimmat kaynağı haline gelerek zaten şiddet sarmalından mustarip bir bölgedeki istikrarsızlaştırıcı etkilerini derinleştirmiş durumda. Husiler ayrıca Suudi petrol ve liman altyapısına yönelik, küresel petrol piyasalarını altüst edebilecek saldırıları yeniden başlatma tehdidinde bulundular ve daha önce Birleşik Arap Emirlikleri’ne çok sayıda balistik füze ve insansız hava aracı saldırısı düzenlediler.

Husiler, nispeten ucuz insansız hava araçları ve füzelerle saldırılarını sürdürebilir ve karşı saldırılara süresiz olarak dayanabilirken, ABD, Pasifik’te bir savaş için gereken kıt mühimmatın üretimini ve milyarlarca dolarlık kaynaklarını tüketiyor. Washington, tehdidi ortadan kaldırmakta başarısız olan bir görev için ayda 570 milyon dolar kadar harcama yapıyor olabilir. Bu operasyonlar, ABD Donanma ve uçak gemilerinin görev sürelerini uzatarak, zaman alan onarımlara yol açarak, mevcut filoyu küçülterek ve gemi ömürlerini kısaltarak savaşa hazırlık durumunu olumsuz etkiliyor. Personelin tükenmişliği de hata riskini beraberinde getiriyor.

ABD’nin Husilere karşı yürüttüğü askeri faaliyetlerin faydaları belirsiz. ABD ticareti, Basra Körfezi güzergâhlarına büyük ölçüde bağımlı değil ve ABD bandralı gemiler, son üç istisna dışında Ocak 2024’ten bu yana bu bölgeden tamamen uzak durdu. Bir yıl boyunca ticaretin büyük kısmı başka yönlere kaydırılmış olsa da Kızıldeniz’deki kesintiler ABD petrol fiyatları veya enflasyon üzerinde kalıcı bir etki yaratmadı. Dahası, müttefik ve ortaklarının çoğundan destek alamayan ve seyrüsefer özgürlüğünü koruma hedefine ulaşamayan çok uluslu bir kampanyayı sürdürmek, Washington’ın en iyi ihtimalle etkisiz görünmesine neden oluyor.

ABD’nin göreve gelecek yeni yönetimi, mevcut askerî harekâtın yerine Husi gelir kaynaklarını boğan, grubun ana sponsoru İran’ı sorumlu tutan ve müttefik ve ortakların bu çabalarda ve bölgesel deniz taşımacılığının korunmasında daha büyük ve nihayetinde lider bir rol üstlenmelerini talep eden kalıcı bir çözüm bulmalı. Bu ne hızlı ne de kolay olacak, ancak yeniden odaklanmış bir strateji olmadan Husi sorunu daha da büyüyecektir.

En önemlisi, bir sonraki yönetimin Husilerin askeri ikmalini, yerel silah üretimini ve diğer girişimleri finanse etmek için kullandıkları gelirlerini hedef alması gerekecek. Bazılarının önerdiği gibi bir ABD deniz karantinası gerçekçi değil; 2015-2024 yılları arasında sadece 20 civarında kaçakçılık yapan İran gemisi yakalandı. ABD’nin daha fazla yaptırım uygulaması da işe yaramayacak çünkü Husilerin yasadışı ticaret ve acımasız vergilendirme gibi gelir kaynakları büyük ölçüde uluslararası finans sisteminin dışında kalmaya devam ediyor.

Daha uygulanabilir bir yaklaşım, Husi finansmanına, hizmet sağlayıcılarına (aracılar, bayrak devletleri, gemi sahipleri ve sınıflandırma kuruluşları) ve bölgesel, Avrupa ve Asya’daki transit noktalarına odaklanmalı. ABD Başkanı seçilen Donald Trump, Umman, BAE, Suudi Arabistan ve Hindistan’ı Husilerin mali destekçilerine ve lojistik düğüm noktalarına baskı yapmaya zorlamak için bölgesel liderlerle olan güçlü kişisel bağlantılarını kullanabilir. Husileri çevreleme politikası, Avrupa ve diğer kıyı devletlerinin, deniz güvenliğini tehdit eden ve yaptırımlardan kaçan Rus ve İran petrol tankeri gölge filolarının büyüyen ağına ilişkin endişeleriyle de örtüşüyor. Bu yasadışı nakliyat kapsamının daraltılması Husilerin önemli bir gelir akışını keserken Moskova ile Tahran’ın bağımlı olduğu petrol gelirini de azaltacaktır.

Washington, Husi ikmal hatlarını kesmek ve seyir özgürlüğünü savunma yükünü paylaşmak için daha iyi tasarlanmış, gerçek anlamda çok uluslu bir deniz varlığı oluşturmalı. Bu, ABD liderliğindeki 46 ülkeden oluşan ve korsanlıkla ve kaçakçılıkla mücadeleye odaklanan Birleşik Deniz Kuvvetleri’ne dayandırılırsa ayrı bir Husi odaklı misyondan daha kabul edilebilir ve uygulanabilir olacaktır. Bölgesel ortaklarla müzakere ederek onların da katılımını ve katılım şartlarını sağlamak gerekecektir. Atılacak adımlardan biri, Riyad’ın korsanlık ve kaçakçılıkla mücadele için 2020’de kurulan ve işlevsiz kalan bölgesel konseyini yeniden canlandırmasına yardımcı olmak olabilir. Diğer adımlar arasında, Brüksel ve Yeni Delhi ile iş birliğini güçlendirmek, onların bölgedeki mevcut ve yakın zamanda gerçekleşen deniz güvenliği operasyonlarını desteklemek ve Afrika Boynuzu’ndaki artan etkisi göz önüne alındığında Türkiye’nin rolünü daha merkezi hale getirmek yer alabilir.

Bu çok taraflı çabaları hızlandırırken ABD kendi deniz varlığını doğru boyutlandırmalı, uçak gemisi saldırı gruplarını kaldırmalı, ancak daha küçük devriye gemileri ve bol miktarda deniz ve hava insansız hava aracı ile desteklenen birkaç güdümlü füze destroyeri gibi amaca uygun daha küçük bir gücü muhafaza etmeli.

Ayrıca, Husilere karşı olan, özellikle uluslararası tanınırlığa sahip Yemen hükümeti gibi Yemenli gruplar desteklenmelidir. Bölge devletleri Husilerin Yemen’in petrol ve gaz sahalarını ele geçirmesini engellemek için savunma sistemlerini geliştirmeye yardımcı olabilirler ki bu da grubun bölgesel hedeflerine kaynak sağlayacaktır. Washington, Yemen hükümetinin Husilerin uluslararası bankacılık sistemine erişimini kesme çabalarını desteklemek gibi bir katalizör bir rol üstlenebilir. Ancak nihayetinde liderliği bölge hükümetleri öncülük etmeli.

En önemlisi, ABD’nin rolü İran’ın bölgesel etkisini zayıflatmaya yönelik daha geniş bir stratejinin uzantısı olmalı. Bu da Husi eylemlerinin başlıca destekçisi olan İran’ın ekonomik ve diplomatik yaptırımlarla grubun saldırılarından sorumlu tutulması anlamına gelecek. ABD ve İsrail, Husi kabiliyetlerine yönelik yeni askeri saldırıları koordine etmeli ve askeri eylemler sivillere zarar vermeden Husi operasyonlarını azami ölçüde sekteye uğratacak şekilde hassas hedeflere yöneltilmeli. Örneğin İran istihbarat gemilerine ve kilit Husi liderleri ile finansörlerine yönelik gizli operasyonlar tercih edilebilir. Bu, Husileri, hava saldırılarına dayanarak elde ettikleri meşruiyetten mahrum bırakırken potansiyel olarak benzer etkiler yaratacaktır. ABD ve ortakları arasında bu tür operasyonları bilgilendirmek için istihbarat paylaşımı genişletilmeli ve yaygınlaştırılmalı. Bu tür bağlantılar Washington’un erişim alanını düşük maliyetle genişletebilir ve İsrail ile Arap ortakları arasındakiler de dahil, Husi saldırıları sona erdikten sonra da uzun süre dayanacak şekilde tasarlanmış bölgesel bağlar kurabilir.

ABD ordusunun Kızıldeniz harekâtını sona erdirmenin zamanı geldi ama Husi tehdidini tamamen görmezden gelmek stratejik açıdan aptallık olur. Husiler kontrolsüz bırakılırsa, Trump’ın İbrahim Anlaşması’nı genişletmek ve İran’ı kontrol altına almak gibi diğer Orta Doğu önceliklerini kolayca raydan çıkarabilir. Nihayetinde, Yemen’deki zorlukları ciddiye almak ve bunları yönetmek için bir rota çizmek Trump’ın çıkarına olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kara para, kara bayraklar

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), İdlib’de bir proto-devlet kurarken, ABD’nin dolaylı destekleri dikkat çekiyor. ABD, terör örgütü olarak tanımladığı HTŞ’nin yönetimindeki bölgelere USAID aracılığıyla büyük miktarlarda fon aktardı. Bu yardımlar, STK’lar üzerinden ulaştırılarak HTŞ’nin güçlenmesine olanak sağladı. Özellikle, ABD’nin 18 milyar dolardan fazla harcama yaptığı insani yardım projelerinde, yolsuzluk ve dolandırıcılık iddiaları sıkça gündeme geldi. HTŞ, lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin stratejik hamleleriyle “iyi yönetişim” söylemini öne çıkarıp uluslararası meşruiyet kazanmaya çalıştı. Kurumların güçlendirilmesi, azınlıklarla işbirliği ve temel hizmetlerin sağlanması gibi adımlarla proto-devlet statüsünü pekiştirdi. Örgütün geçmişteki insan hakları ihlalleri, işkence ve infaz videoları bu süreçte unutuldu.


Kara para, kara bayraklar: USAID, Suriye’deki militanlara nasıl tedarik sağladı?

Alexander Rubinstein, MintPress News

Terör örgütü olarak tanımlanan Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), İdlib’de kendi proto-devletini kurarken, kötü bir şöhrete sahip bazı sivil toplum kuruluşları kamu hizmetlerindeki boşlukları doldurmak için devreye girdi. Bazıları ise örgütle birlikte çalışmaya başladı.

El-Kaide’ye, düşman hükümetleri devirmek için 20 yıl boyunca 5,4 trilyon dolar harcayan ABD, şimdi çelişkili bir konumda bulunuyor. Modern el-Kaide, Suriye’de kendi proto-devletini kurmuş durumda, fakat hâlâ ABD’nin Yabancı Terör Örgütleri Listesinde yer alıyor. Bu durumu sadece bir dış politika hatası olarak görmek yüzeysel bir yaklaşım olur; ABD, HTŞ’nin Suriye’nin bazı bölgelerini ele geçirmesini aktif olarak kolaylaştırırken, örgütü resmi olarak terörist olarak nitelendirmeye devam ediyor.

Son beş yıldır el-Kaide’nin bir uzantısı olan HTŞ, imajını düzeltmeye çalışıyor. Örgütün lideri Ebu Muhammed el-Colani, IŞİD ve el-Kaide’nin eski üst düzey üyelerinden biri olarak, örgütü şiddet ve azınlık düşmanlığına dayalı bir yapıyken, daha kabul edilebilir bir yerel yönetim organı gibi göstermeye çalışıyor.

HTŞ ve Suriye Kurtuluş Hükümeti (SKH) adı verilen bir proto-devlet kurduktan sonra el-Colani, el-Kaide’nin devletleşmesini normalleştirme çabalarına yoğunlaştı. “Kurumlar” ve “yapılar” gibi konulara odaklanan el-Colani, Suriye’nin farklı azınlık gruplarına yönelik beklenmedik bir yakınlık göstererek örgütün yeniden markalaşmasının temel unsurlarını oluşturdu. El-Colani, proto-devlet yapılarının oluşturulmasını, örgütün Suriye’yi ele geçirme başarısının anahtarı olarak görüyor.

Şiddet yerine “iyi yönetişim” vurgusuna odaklanma çabası, Telegraph gazetesinde yayımlanan “Suriye’nin ‘çeşitliliğe dost’ cihatçıları nasıl bir devlet inşa etmeyi planlıyor?” başlıklı makalede ele alındı. Bu makale, Cumhurbaşkanı Esad’ın ülkeden kaçmasından beş gün önce yayımlandı ve HTŞ’nin tamamen kontrolü ele geçirmesini kaçınılmaz bir durum olarak gördü:

“Bu yılın mart ayında, el-Colani İdlib Üniversitesinde üst düzey öğrencilere hitap ederek, muhaliflerin savaş sona ermeden hükümetler kurmaları gerektiğini söyledi. ‘Kurtarılmış bölgelerde konulan her tuğla, Allah’ın izniyle, bizi temel hedefimiz olan Şam’ın kurtuluşuna yüzlerce kilometre daha yaklaştırıyor’ ifadelerini kullandı.

Şimdi bu ilkeyi hayata geçiriyor ve Halep’te pek çok sıradan isimli bürokratik kurum faaliyete geçiyor.

Çöp toplama işlemleri başlamış durumda, elektrik ve su hizmetleri yeniden bağlandı. HTŞ, yerli halkın idari hizmetlerle ilgili bilgi alabilmesi için telefon numaraları dağıttı. İslami bir vergi toplama ajansı olan Genel Zekât Komisyonu, ihtiyaç sahiplerine yönelik acil yardım paketleri dağıtmaya başladı. Aynı zamanda HTŞ’nin Genel Tahıl Ticareti ve İşleme Kurumu, fırınların üretime devam edebilmesi için yakıt temin etti.

Günün sonunda, Kalkınma ve İnsani İşler Bakanlığı, ‘Birlikte Dönüyoruz’ adını verdikleri bir kampanya kapsamında yerli halka 65 bin somun ekmek ulaştırdıklarını iddia ediyor.

Proto-devletlerinin yalnızca yerli halkın desteğini değil, uluslararası meşruiyeti de hedeflediğinin bir göstergesi olarak, HTŞ’nin siyasi bürosu, şehirden ayrılmak isteyen yabancı ve diplomatlar için telefon numaraları sağladı. Ayrıca, Suriye’nin kültürel çeşitliliğini ve mirasını vurgulamak amacıyla, ‘Halep, tüm Suriyeliler için medeniyetin, kültürel ve dini çeşitliliğin buluşma noktasıdır’ ifadelerini kullanıyorlar.”

Şam’a giden yolda, el-Colani, Biden yönetiminin “Çeşitlilik gücümüzdür” sloganını ödünç aldı. CNN’e verdiği mülakatta, kendisine şu soru yöneltildi: “Birkaç gün içinde büyük şehirleri ele geçirdiniz. Ne değişti? Bunu şimdi nasıl başardınız?” El-Colani şu yanıtı verdi:

“Son yıllarda, iç görüşlerin birleştirilmesi ve Suriye’nin kurtarılmış bölgelerinde kurumsal yapıların tesis edilmesi sağlandı. Bu kurumsallaşma, askeri fraksiyonlar arasında yeniden yapılandırmayı da içerdi… Devrim, kaos ve rastgelelikten hem sivil hem de kurumsal meselelerde hem de askeri operasyonlarda bir düzen hâline geçti.”

CNN’in uluslararası muhabiri Jomana Karadsheh, el-Colani’ye “Hâlâ katı İslami yönetim uygulamayı planlıyor musunuz?” sorusunu yöneltti. Ancak el-Colani, bir kez daha odağı kurumlara kaydırdı:

“Biz, bölgenin gelenekleri ve doğasıyla uyumlu bir şeyden bahsediyoruz. En önemli şey kurumlar inşa etmektir. Şahısların veya şahsi heveslerin yönetiminden bahsetmiyoruz. Kurumsal yönetişimden bahsediyoruz. Suriye, kurumsal bir yönetişim sistemini hak ediyor…”

Ebu Muhammed el-Colani, mülakatın büyük bir kısmını kapsayıcı bir yapı inşa etme konusundaki propaganda konuşmasını yapmak için bir fırsat olarak değerlendirdi. Ancak, HTŞ’nin kontrolü ele geçirmesinin hemen ardından, sosyal medyada Suriye’nin Alevi toplumuna yönelik işkence ve infaz görüntülerinin yayıldığı vahşet dolu videolar, terör örgütünün ilerici söylemini boşa çıkardı. HTŞ’nin intihar saldırıları düzenlediği dönemden bu yana sadece birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen, el-Colani’nin saldırısına destek veren diğer örgütler Batı medyasında neredeyse hiç yer bulmadı.

Bu örgütler arasında, savaş suçları, adam kaçırma, işkence ve kimyasal silah kullanımına dair iddialar nedeniyle Uluslararası Af Örgütü tarafından suçlanan Ahrar eş-Şam da yer alıyor. Ayrıca saldırıya, ABD’nin 2017 yılına kadar destek verdiği “ılımlı muhalif” bir grup olarak bilinen Nureddin Zengi Tugayı da katıldı. Ancak bu destek, örgütün güle oynaya bir çocuğun kafasını kestikleri görüntülerin ortaya çıkmasının ardından sona ermişti.

Bu el-Kaide bağlantılı örgütlerin dehşet verici geçmişi, Beyaz Saray’ı pek duraksatmış gibi görünmüyor. Beşar Esad’ın ülkeyi terk etmesinden sadece birkaç gün sonra, Joe Biden, Suriye’de devlet gücünü ele geçiren ve terörist olarak tanımlanan örgütlerin “doğru şeyleri söylediklerini” belirtti. Ayrıca Biden, daha fazla insani yardım ve “yeni bir hükümet ve anayasa oluşturma amacıyla tüm Suriyeli örgütlerle etkileşimde bulunma” sözü verdi:

“Şunu netleştirmek gerekir ki, Esad’ı deviren muhalif grupların bazıları, kendi karanlık terör ve insan hakları ihlalleri geçmişine sahip. Son günlerde bu muhalif grupların liderlerinden gelen açıklamalara dikkat ettik. Şu an doğru şeyleri söylüyorlar, ancak daha fazla sorumluluk üstlendikçe yalnızca sözlerini değil, eylemlerini de değerlendireceğiz.”

Joe Biden’ın Suriye’deki gelişmeler üzerine yaptığı açıklamalar medya tarafından geniş şekilde ele alınsa da bu açıklamalar, iki gün önce ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) Yöneticisi Samantha Power tarafından yayımlanan bildirinin yeniden yazılmış haliydi. Power, Beşar Esad’ın Rusya’ya kaçtığı gün, kurumunun “yerel kuruluşları destekleyerek Esad rejimi olmayan bölgelerde yönetişimi güçlendirmeye” çalıştığını belirtti:

“Muhalif liderlerin, özellikle azınlıkları ve daha önce rejim kontrolünde olan bölgelerde yaşayanları teskin etmek için yaptıkları açıklamaları not ettik. Fakat daha fazla sorumluluk üstlendiklerinde, kurumları korumak, tüm Suriyelilerin insan haklarını savunmak ve uluslararası hukuka uymak için anlamlı adımlar atmaları gerekecek.”

ABD, uzun yıllardır Suriye halkına insani yardım sağlayan en büyük destekçi konumunda bulunuyor. Milyonlarca Suriyeliye gıda, tıbbi malzeme ve barınak temin eden ABD, aynı zamanda Esad hükümetinin kontrolü dışındaki bölgelerde Suriye ekonomisini, yönetişimi ve temel hizmetleri güçlendirmek için çalışan yerel kuruluşları destekliyor. USAID, son günlerdeki gelişmeler ışığında ortaklarıyla yakın bir koordinasyon içinde çalıştıklarını ve Suriye halkına olan desteklerini kararlılıkla sürdüreceklerini belirtti.

Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) İdlib vilayetinde kontrolü ele geçirdiğinden bu yana, USAID ve “uygulayıcı ortaklar” olarak adlandırdığı insani yardım STK’ları, terör örgütünün denetimi altında bölgeye büyük miktarda fon aktardı.

Savaşın başlangıcından bu yana, USAID ve ABD Dışişleri Bakanlığı İnsani Yardım Bürosu (BHA), Suriye’ye “insani yardım” adı altında 18 milyar dolardan fazla harcama yaptı. 2024 mali yılında bu yardımın 1,2 milyar doları aştığı bildiriliyor. Ancak, bu yardımların büyük ölçüde kötü şöhrete sahip yolsuzluğa bulaşmış STK ortakları aracılığıyla yapıldığı iddia ediliyor.

PBS kanalına verdiği mülakatta, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, 2018 yılında odak noktasının İdlib olduğunu itiraf etti. Jeffrey, “İdlib’de en güçlü güç [el-Colani liderliğindeki HTŞ] idi,” dedi. Bu durum, yani yasal olarak yardım sağlanması yasaklanan bir örgüt tarafından yönetilen bir bölgeye yardım ulaştırmak, USAID için bir sorun teşkil ediyordu:

Jeffrey, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’dan bir muafiyet almak için büyük çaba harcadıklarını şu sözlerle açıkladı:

“Bunu başardık. Bu muafiyet, HTŞ’ye doğrudan yardım sağlayabileceğimizi söylemedi. Ancak yardım bir şekilde HTŞ’nin eline geçerse, yardım sağlayan kuruluşların (USAID ya da STK’lar) suçlanmayacağını belirtti.”

Jeffrey, HTŞ ile dolaylı iletişim kurduğunu, bunun STK ortakları aracılığıyla gerçekleştiğini belirtti.

“Onlardan mesajlar alıyordum ve pozisyonumuzu dikkatlice açıklıyordum. Bunun kendilerine iletileceğini biliyordum, ancak kendilerinden bu bilgileri doğrudan aktarmalarını istemiyordum.”

Jeffrey’e göre, HTŞ bu dolaylı yollarla ABD’ye, “Biz sizin dostunuz olmak istiyoruz. Terörist değiliz, sadece Esad’a karşı savaşıyoruz,” mesajını iletti.

2020 yılı mart ayına gelindiğinde, İdlib civarında terör örgütleri ile Suriye hükümeti arasında bir ateşkes sağlanmasından sadece birkaç gün önce, James Jeffrey bizzat İdlib’i ziyaret ederek, “Suriye’deki STK temsilcileri ve Beyaz Baretliler” ile bir araya geldi. Bu ziyarette ABD yardımını taahhüt eden Jeffrey, İngiltere, ABD ve İsrail destekli bu “sivil savunma” gruplarını teşvik etti. HTŞ’nin üst düzey liderlerinden Ebu Cabir eş-Şeyh, bu grupları “gizli askerlerimiz” olarak nitelendirmişti.

Ancak, ateşkesten önce bile yardım akışı hızla devam ediyordu. İdlib’de “21. yüzyılın en büyük insani dehşet hikayesi” olarak adlandırılan durumun ardından CNN izleyicileri, web sitelerindeki bir portaldan pek çok USAID ortağı STK’ya bağış yapmaya yönlendirdi. Bu haberlerde HTŞ’ye dair herhangi bir atıf yapılmazken, insani felaketin sorumlusu yalnızca “rejim” olarak gösterildi.

CNN’in bağış topladığı STK’lardan biri de Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC) idi. Bu kuruluş, Soğuk Savaş döneminde CIA’in gizli şebekesinin bir parçası olarak faaliyet göstermişti. Mart 2021’de USAID Genel Müfettişlik Bürosu, Suriye yardımları için USAID fonlarıyla çalışırken IRC’nin “referans kontrollerini ve terörle mücadele denetimlerini her zaman yapmadığını” bildirdi.

Fakat, neredeyse hiçbir denetime tabi olmayan bu sektörde, IRC sadece teröristlerle çalışmak ve “bir kartel gibi” faaliyet gösteren USAID ortaklarından biri.

USAID ile çalışmaya devam eden kötü şöhretli bir başka STK ise daha önce Uluslararası Yardım ve Kalkınma (IRD) olarak bilinen Blumont. Irak ve Afganistan’daki yolsuzlukları, ABD tarafından yürütülen bir diğer soruşturmanın konusu olmuştu. The Washington Post bu konuda şunları aktardı:

“Bağdat ve Kabil’de IRD gibi şirketler, USAID’den neredeyse hiç anlamlı bir denetim olmaksızın yüz milyonlarca dolarlık vergi mükellefi fonuyla finanse edilen programları yönetmekle bırakıldı. Bu durum, hükümet denetçileri ve projelere aşina olan eski IRD çalışanlarıyla yapılan görüşmelerde ortaya çıktı.

Bu kâr amacı gütmeyen kuruluş, USAID’den en az 19 çalışanı işe aldı. Bunların bazıları, ajanstaki masalarından direkt olarak şirketin Arlington, Virginia’daki yeni ofislerinde önemli pozisyonlara geçti.

Bu çalışanlardan bazıları, USAID’in eski geçici yöneticisi de dahil olmak üzere, Potomac Nehri’ni geçip IRD’ye katılarak yüz binlerce dolarlık yıllık maaş, ikramiye ve diğer tazminatlar aldı.

İnsani yardım kuruluşları arasında yer alan STK’larda bu tür yüksek maaşlar alışılmadık bir durumdur. Bonuslar ise daha da nadirdir.”

USAID’in Bağdat’taki başmüfettişi Jay R. Rollins, bir medya kuruluşuna verdiği mülakatta şu ifadeleri kullandı:

“Birçok anormallik, tutarsızlık ve USAID fonlarının muhaliflere aktarıldığına dair kanıtlar gördük. Tüm operasyonun kapatılmasını tavsiye ettik.”

Artık Blumont adıyla anılan IRD, USAID ile çalışmaya devam ediyor, ancak sözleşmeler genelde ağır bir şekilde sansürlenmiş durumda; örneğin, 2018 tarihli bir sözleşme buna örnek. Blumont’un internet sitesine göre, Suriye’deki faaliyetler için USAID ile yapılan sözleşmeler 2025 yılına kadar uzanıyor. Ayrıca, 2017 ile 2019 arasında Birleşik Krallık, Avrupa Birliği ve Kanada ile yapılan bir başka Blumont sözleşmesi, diğer bölgelerin yanı sıra HTŞ’nin kontrolündeki İdlib’de “İdari Yapıların Güçlendirilmesi” konusunu kapsamaktadır.

ABD merkezli Uluslararası Tabipler Birliği (IMC) ise, Washington Post’un 2016 tarihli bir makalesinde belirtildiği üzere, yolsuzlukla suçlanan bir diğer USAID ortağı.

Los Angeles merkezli bir hayır kuruluşu olan IMC, cuma günü yaptığı açıklamada, USAID fonlarıyla finanse edilen bazı satın almaların, soruşturmanın sonucuna kadar beklemeye alındığını belirtti.

Türkiye’nin güneyinde, mevcut ve eski IMC çalışanları, tedarikçilerden oluşan bir “mafyanın” ihaleleri manipüle etmek için komplo kurduğunu, faturada belirtilen şartlara uymayan standart altı malzemeleri kabul ettiklerini ifade ettiler. “Bu bir kartel gibiydi,” diyen kıdemli bir çalışan, medya ile konuşma yetkisi olmadığını ya da olası sonuçlardan çekindiğini belirtti.

IMC, cuma günü yaptığı açıklamada, “sofistike dolandırıcılık planlarına” karıştığından şüphelenilen birkaç çalışanını işten çıkardığını belirtti. Kuruluşun sözcüsü Rebecca Gustafson, “Daha fazla çalışanın bu duruma karıştığını tespit etmemiz hâlinde hızlı hareket etmeye tamamen hazırız,” ifadelerini kullandı.

Fon kesintisi, IMC’nin çoğu savaş bölgesinde yaşayan Suriyelilerden oluşan 800 çalışanını işten çıkarmasına neden oldu. Eski bir çalışan, bu maaşlardan her birinin yaklaşık 10 kişiyi geçindirdiğini söyledi.

Suriye’deki USAID ortaklarının yolsuzluk hikâyesi burada bitmiyor. Şaibeli bir şekilde, HTŞ’nin saldırısından yalnızca birkaç gün önce açıklanan iddianame, 2014 ile 2018 yılları arasında İdlib’deki Katolik Yardım Hizmetlerinin (CRS) bölgesel ofisinin eski başkanı olan Suriyeli Mahmud el-Hayfan’ı suçluyor. Yaklaşık 160 çalışanı yöneten el-Hayfan, dört yıl boyunca diğer STK çalışanlarının önünde açıkça HTŞ’nin selefi olan Nusra Cephesi’ni övdü ve 9 ile 10,1 milyon dolar arasında değişen insani yardımı bu terör grubuna yönlendirdi. İddianamede şu ifadeler yer aldı:

“El-Hayfan, [Nusra Cephesi’ne] ve diğer silahlı gruplara sadakat göstermiştir. El-Hayfan, [Nusra Cephesi] ve diğer silahlı grupların üyeleriyle ilişki kurmuştur. Tanık 1, Tanık 2 ve diğer STK-1 çalışanlarının katıldığı personel toplantılarında, el-Hayfan, [Nusra Cephesi] ve diğer silahlı gruplardan ‘mücahitler’ olarak bahsetmiştir; bu da onların Suriye’yi onurla koruyan özgürlük savaşçıları oldukları anlamına gelmektedir. El-Hayfan, ‘cihatçıları’ desteklemenin, çatışmadan etkilenen Suriyelilere yardım sağlamaktan daha önemli olduğunu ifade etmiştir. El-Hayfan, [Nusra Cephesi’ni] ‘ne olursa olsun’ destekleyeceğini söylemiştir.”

USAID’in STK ortaklarının yolsuzluk, dolandırıcılık ve terör örgütlerini destekleme gibi eylemleri şok edici olsa da belki de daha şaşırtıcı olan, bu skandallara rağmen aynı kuruluşların USAID tarafından desteklenmeye devam etmesi. Hatta, bu kuruluşlar gelecekteki sözleşmelerden menedilmek bir yana, USAID günümüzde bile CRS ve IMC’ye bağış yapılmasını aktif olarak teşvik ediyor.

Öte yandan, Orta Doğu Enstitüsü’nden Charles Lister, sosyal medyada yaptığı paylaşımlarda, HTŞ’nin proto-devleti olarak tanımlanan SKH ve STK’ları, grubun başarısının önemli faktörleri arasında sayıyor. Lister, “SKH, uluslararası yardım STK’ları ve Birleşmiş Milletler ile yakın bir şekilde çalışıyor; BM’nin İdlib’de SKH ile iletişim kuran kalıcı bir ofisi var,” ifadelerini kullanıyor.

SKH’nin Telegram kanalında yapılan paylaşımlar, grubun insani yardım çadırlarında toplantılar yaptığını, Türk STK’larıyla görüştüğünü, bir kitap fuarı düzenlediğini, “Kur’an ile Yaşa” ödül töreni gerçekleştirdiğini ve “kadınlar için özel bir alan bulunmayan” fen sınıfları için afişler yayımladığını gösteriyor.

Bu arada, Norveç Mülteci Konseyi tarafından hazırlanan ve fonlarının yaklaşık yüzde 13’ünü ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İnsani Yardım Bürosundan alan bir rapor, SKH’nin STK’larla işbirliğini daha yakından inceliyor.

STK’nın internet sitesinde, “bankacılık risklerini azaltmaya” adanmış bir sayfa yer alıyor; bu, STK’ların “terör finansmanını kolaylaştırmakla suçlanma risklerini en aza indirmelerine” yardımcı olmayı amaçlayan bir rehber niteliğinde. Bu tür suçlamalar, para cezaları veya diğer yaptırımlarla sonuçlanabiliyor.

Ekim 2023’te yayımlanan rapor; STK’lar, Birleşmiş Milletler, HTŞ ve İdlib’deki SKH arasındaki dinamiği kapsamlı bir şekilde ele aldı. Yirmi STK çalışanı, BM personeli ve bağışçılarla yapılan röportajları içeren rapor, SKH’nin —hem Charles Lister hem de Ebu Muhammed el-Colani’nin HTŞ’nin başarısı için kritik olarak gördüğü bu proto-devletin— “pek çok hizmet boşluğunu doldurmak için insani yardım çalışanlarına bağımlı” olduğunu açıkça kabul ediyor.

Rapora göre, bazı STK’lar SKH’den mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırken, diğerleri doğrudan işbirliği yaptı. Özellikle, “kuzeybatı Suriye’de daha büyük programları veya daha güçlü bir erişim odak noktası olan bazı kuruluşlar, sorunları doğrudan çözme kapasitelerine daha fazla güvendikleri için SKH ile işbirliği yapmayı tercih ettiler. Bazıları, Birleşmiş Milletler’den destek istemek yerine sorunları doğrudan ele almanın daha etkili olduğunu düşündü.”

Bir bağışçı şu ifadeleri kullandı:

“Bence diyalog kurmanız gerekiyor. Demek istediğim, onlar fiili otoriteler. Bunu beğenip beğenmememizin bir önemi yok. Onlar fiili otoriteler. Dolayısıyla, bu insani operasyonlar için olduğu sürece onlarla bir noktada diyalog kurmanız gerekiyor.”

Rapora göre, bağışçılar “SKH’nin HTŞ ile bağlantılarına rağmen, SKH’nin ortaklarının işbirliği yapabileceği ‘güvenli bir çatı’ ve HTŞ’nin yasaklı olması nedeniyle kabul edilebilir bir ara yol sunduğunu hissettiler. Bu yapının, BM ve diğer insani yardım kuruluşlarının İdlib’deki baskın tarafla büyük ölçüde HTŞ ile doğrudan temastan kaçınarak iletişim kurmalarına olanak tanıdığını düşündüler.”

Bir STK çalışanı şu yorumda bulundu: “Birini [silahlı olan] görmek zorunda kalmamızdan bu yana çok uzun zaman geçti. Şimdi bu adamların hepsi takım elbise giyiyor.”

Bazı STK’lar için, bağışçıların SKH ile işbirliği konusundaki çekimserliği, hayal kırıklığı kaynağıydı. Bir BM çalışanı şu şekilde aktardı: “Bir noktada, bazı STK’ların, bağışçılardan SKH’den daha fazla şikâyet ettiğini fark ettik.”

Rapora göre, “katılımcılar, bağışçıların İdlib’de hizmetler, ücretler veya vergiler için ödeme yapılmasına izin vermeyi reddetmesiyle ilgili çeşitli sorunlardan bahsetti… Bağışçıların bazen bu tür konularda taviz vermeye istekli oldukları söylendi, ancak bu hiçbir zaman belgelenmedi.”

Raporda röportaj yapılan bazı kişiler, “SKH’nin, insani yardım topluluğu kendisiyle ne kadar çok iletişim kurarsa, HTŞ’nin terör örgütleri listesinden çıkarılma şansının o kadar artacağını hesapladığını” ifade etti. Benzer şekilde, ABD elçisi James Jeffrey, PBS’e verdiği mülakatta, SKH’nin Batı’ya açılım sağlamak için STK’ları kullandığını belirtti. Rapora göre, bir katılımcı şu görüşteydi:

“SKH bazen insani yardım çalışanlarını, bağışçılar ve bağışçı hükümetlere farkında olmadan mesaj iletici olarak kullandı ve bu süreçte hem kendi hem de HTŞ’nin algısını iyileştirmeye çalıştı. Diğer katılımcılar, görüştükleri birçok [devlet dışı silahlı grup] temsilcisini siyasi danışmanlar ya da ‘halkla ilişkiler yetkilileri’ olarak tanımladı ve bu kişilerin insani meselelerden ziyade örgütlerine olumlu bir imaj kazandırmaya daha çok ilgi duyduğunu belirtti.”

SKH’nin hizmetlerindeki boşlukları doldurmanın yanı sıra, bazen bu örgüte vergi ve ücret ödeyen bazı katılımcılar, “İdlib’de insani yardım programlarının daha yoğun olması nedeniyle müdahalenin burada daha yaygın olduğunu” ifade etti. Rapor, pek çok insani yardım müdahalesinde örnekler olduğunu vurguluyor: Belirli bölgelerde programları yönlendirme girişimleri, özellikle nakit yardımlarda yararlanıcı listelerine müdahale etme, tedarikçi, yüklenici ve personel seçimlerini etkileme çabaları… Ancak bir katılımcı, bölgedeki on yıllık insani müdahalelerden sonra bu tür müdahale girişimlerinin muhtemelen daha sofistike ve tespit edilmesi zor hâle geldiğini belirtti. Yerel otoritelerin, insani müdahalelerin nasıl işlediğine dair derin bir anlayışa sahip olan eski insani yardım çalışanlarını işe alarak sistemi nasıl suistimal edebileceklerini öğrenebileceklerini ifade etti.

Raporda ayrıca şu noktalara değiniliyor: “Bazı katılımcılar, SKH’nin, sivil hizmet veya insani yardım sektöründe deneyime sahip personel işe alarak yönetişimini giderek ‘profesyonelleştirdiğini’ belirtti.”

Büyük miktarlarda Amerikan dolarlarının HTŞ’ye akmasının “hayat kurtarmanın talihsiz bir maliyeti” olarak açıklanması cazip görünebilir ama bu durumun bariz jeopolitik hedefini göz ardı etmek zor. HTŞ’ye İdlib’de bir küçük devlet kurma fırsatı sunulurken, Suriye hükümeti ekonomik yaptırımlarla yavaş yavaş çöküşe sürüklendi ve hükümetin kontrolündeki bölgelerde yaşayanlara yiyecek ve yakıt gibi temel ihtiyaçlardan mahrum bırakarak toplu bir cezalandırma uygulandı.

Bununla birlikte, USAID ve STK’ların İdlib’de HTŞ’nin beş yıl boyunca gücünü toparlamasına izin vermedeki rolü, tipik ABD rejim değişikliği savaş planıyla örtüşmüyor. Bilakis, giderek daha fazla bir “renkli devrim” senaryosunu andırıyor. Belki de bu gerçekten bir renk devrimidir; ancak bu kez rengin kara olduğu söylenebilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English