Bizi Takip Edin

Görüş

NATO zirvesi öncesinde kolektif Batı’nın üç köşesinden yansıyan kriz hali

Avatar photo

Yayınlanma

Kolektif Batı, NATO’nun 9-11 Temmuz’da Washington’da düzenlenecek 75’inci yıl zirvesine, üzerlerinde toplanan kara bulutlarla gidiyor. Rusya Federasyonu’nu stratejik yenilgiye uğratma hedefli ‘Proje Ukrayna’; askeri, diplomatik ve ekonomik cepheleriyle çökerken, Gazze Şeridi’ndeki insani ve siyasi dram meşhur ‘değerler makyajını’ akıtmış durumda. Çin Halk Cumhuriyeti’ni dizginlemek için Asya’nın sularını ısıtmaya mecalin kalıp kalmayacağı meçhul. Ve asıl Batı’nın kendi içinde neoliberal modelinin sıkışmışlığı görünür hale geliyor.

AB’nin iki sac ayağından Fransa’da Macronizm çatırdarken, 20 senedir ‘aşırı sağ’ diye formüle edilen denklem ciddiye biniyor. Almanya’da Başbakan Olaf Scholz, komşusunu kaygıyla izliyor. Hristiyan Demokratlar’ın da ötesinde Almanya için Alternatif ile yeni şekillenen sol ensesinde.

‘Demokrasi beşiği’ Britanya’nın etnik kökeniyle cilalanan başbakanı Rishi Sunak, 14 yıllık Muhafazakar iktidarı uçurumdan atarken, neoliberal nizamın temsilciliği İşçi Partisi’ne devroluyor.

Asıl önemlisi dört yıllık başkanlığında dünyayı ‘demokrasi ve müstesna Amerikan liderliği’ altında toplama iddiasını ortaya koyan Joe Biden’ın bizzat kendisi ‘yitip gidiyor’. Amerikan siyaset makinasının dişlileri gıcırdıyor.

Fransa’dan başlayalım…

KÜÇÜK NAPOLYON’UN BÜYÜK KUMARI

Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, çok değil, birkaç ay öncesine kadar kibirli bir edayla Rusya ile savaşmak için Ukrayna’ya asker gönderme gündemini canlı tutuyordu. Moskova’dan tarihsel anımsatmalar eşliğinde sert yanıt alınca, Ukrayna çatışması öncesinde Rusya lideri Putin ile telefon görüşmesi kayıtlarını tekrardan ‘ifşa ederek’ intikama kalkıştı. Gizlice aldığı kayıtlarda Putin’in BM onaylı Minsk anlaşmasını uygulamak için Donbass’taki halk cumhuriyetleriyle müzakere çabalarını anlatmasından öte bir şey de yoktu. Asıl dikkati çeken Macron ekibinin gülüşüp dalga geçmeleriydi.

Macron’un neşesi uzun sürmedi. Fransa’da Avrupa Parlamentosu için 9 Mayıs’ta düzenlenen seçimler suratında patladı. Kötü şöhretli nazi babası ile göbek bağını çoktan kesip merkez sağa konumlanmış Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN-Rassemblement Nationale) 31,4 ile sandığı salladı. Macron’un Rönesans partisi yüzde 14,6’yla ağır hezimet yaşadı. Macron, ‘aşırı sol’ diye etiketlediği yüzde 13,8’lük ‘sosyalistleri’ kılpayı geçebildi.

‘Baskın basanındır’ diyerek parlamentoyu fesh etti, ilk turu 30 Haziran, ikinci turu 7 Temmuz’da erken seçim ilan etti. Fransız halkının önüne son 20 yılın bildik denklemini koydu: ‘biz gidersek aşırı sağcı Le Pen gelir’.

Ne ki bu kez 30 Haziran’daki ilk tur seçim de faciaya döndü. Ulusal Birlik tek başına oyların yüzde 29,5’una ulaşırken, müttefikleriyle yüzde 33’e tutundu. Macron’u destekleyen merkez bloğun (Rönesans ile ortakları Demokrasi hareketi MoDem ve Ufuklar Partisi) ‘Birlikte’ ittifakı ancak yüzde 20,4’e çıkabildi. Baş başa kalsalar birbirlerini yiyecek Sosyalist Parti, Boyun Eğmeyen Fransa (LFI), Yeşiller ve Komünist Parti ‘aşırı sağ’ kaygısıyla Yeni Halk Cephesi’nde birleşip yüzde 27,9’a ulaşmayı başardı. Ulusal Birlik’e göz kırpan Éric Ciotti’nin Cumhuriyetçileri (LR) yüzde 6,56 ile dördüncü geldi.

İkinci tur 7 Temmuz’da. Ulusal Birlik’e karşı seçim bölgelerinde adaylar şansı daha yüksek rakipleri lehine çekiliyor. Fransız medyasına göre yükü çeken solcular. Yeni Halk Cephesi adayları ‘Birlikte’ lehine çekilirken, Macron’un adayları güçsüz oldukları yerlerde bile kampanyaya devam ediyor. Sol yine neoliberal nizama payandalıkla meşgul.

‘TOPAL ÖRDEK’

Macron, karmaşık seçim sisteminin de yardımıyla ikinci turda durumunu bir nebze düzeltebilir. Ancak rahat yönetme şansı görünmüyor. Fransız siyasi sisteminin alamet-i farikası ‘Kohabitasyon’un işlemesi zor. Le Pen ve yoksul göçmen kesimden devşirdiği 28 yaşındaki başbakan adayı Jordan Bardella, parlamentoda mutlak çoğunluk olmadan iktidarı istemiyor.

İlk tur Fransızların beşte dördünün Macron’a karşı olduğunu sergiledi. Ülkenin kredi notu düşer ve bütçe krizi tartışılırken, Macron sola veya teknokrat hükümete yıkabileceği bir siyasi belirsizliğe oynayabilir. Ama 7 Temmuz’da ‘20 yıllık bildik denklem’ işe yaramazsa, görev süresinin sonu olan 2027’yi bile görmeyebilir.

Polis şiddetiyle ezdiği Sarı Yelekler, emeklilik reformu, ağırlaşan göçmen krizi ve Fransız sömürgelerinin insanlarıyla kimlik ve dini ayrımlar üzerinden bitmeyen gerilimler, militarist Ukrayna politikalarının etkisiyle katlanan gıda ve enerji fiyatları eşliğinde Macronizmin sonu görünüyor. Zaman Le Pen’in lehine işliyor.

Velhasıl Macron, Washington’daki NATO zirvesine her halükarda ‘topal ördek’ olarak gidiyor.

DEMOKRASİNİN BEŞİĞİNDE BURUK ZAFER

Brexit’le ‘eğreti durduğu’ AB’den ayrılan Anglo-Amerikan ittifakının küçük ortağı Birleşik Krallık’ta Fransa’daki gibi bir trajedi yok. Ama epeydir, Boris Johnson, Liz Truss gibi isimler eşliğinde zaten temsili demokrasi kör topal işlerken, şimdi üstüne alternatifsizlik hakim.  

Beklendiği üzere, Muhafazakar Parti’nin 14 yıllık iktidarı Hint asıllı seçilmemiş varlıklı Başbakan Rishi Sunak’ın gözetiminde çöktü. 4 Temmuz seçiminde kesin olmayan sonuçlara göre, Muhafazakarlar 365 sandalyeden 121’e düştü. Yüzde 23.7 oranında oyla tam 250 milletvekilliği kaybettiler. Şahin Savunma Bakanı Grant Shapps, bir ay kadar süren başbakanlığı ‘marul ömrüyle’ anılan Lizz Truss Avam Kamarası’na seçilemediler.

Parlamentoda mutlak çoğunluk için 326 yeterliyken İşçi Partisi tam 412 sandalyeyi kaptı. Oylarını hepi topu yüzde 1,6 oranında yükseltmişken, seçim sistemi sayesinde yüzde 33,7 oranında oyla 221 fazladan vekil çıkardılar. Liberal Demokratlar 71 sandalye alırken, asıl sürprizi ‘aşırı sağcı’ Reform UK yaptı. Nigel Farage liderliğindeki Reform UK, oylarını yüzde 12,3 oranında yükselterek yüzde 14,3’e çıkardı ve 4 vekillik kazandı. Kalanı Yeşiller, Bağımsızlar, İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler’den partilere gitti.

Birleşik Krallık’ın yeni Başbakanı İşçi Partisi lideri Keir Starmer.

Ancak ‘zafer’ buruk. 2019’daki yüzde 64,9’luk katılım oranının 8 puan düşerek yüzde 56,9’a gerilemesi ‘ezici zaferin’ coşkusunu söndürüyor.

KENDİ SEÇİM BÖLGESİNDE OY KAYBEDEN LİDER 

Daha utanç verici olan katakulli ile partiden attığı selefi Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’nin lideri olduğu 2019’da kendi seçim bölgesinden 36.641 oy almış olan Starmer’ın, şimdi partinin lideri olarak aldığı oyların 18.884’e düşmesi. Corbyn bağımsız milletvekili seçilmeyi başardı. İşçi Partili rakibi Paul Waugh da öyle. Fark Waugh’ın geçen sene Rishi Sunak’a ‘yetkin başbakan’ diyerek övgü düzmüşlüğü. İngiliz İşçi Partisi’nin halleri nereden baksak acınası.

Aslında seçim öncesi YouGov anketi, İşçi Partisi’ne oy vereceklerin ana motivasyonunun yüzde 48 ile Muhafazakarlardan kurtulmak olduğunu ortaya sermişti. Starmer’ın emekçiler için çalıştığını düşünen yahut ona liderliği için oy vereceğini söyleyenlerin oranı yüzde 1, sağlık sistemini düzeltme olasılığına oy verenler yüzde 4 görünüyordu.

Nitekim Amerika’nın çokuluslu yatırım devi BlackRock’ın multi milyarder patronu Larry Fink’in ‘umut’ görüp desteklediği Keir Starmer, iç siyasette asgari ücret artışı, sağlık randevuları ile ilgili vaatlerini tutabilir mi bilinmez. Özetle, ülkeyi yeniden AB’ye sokma arzusunda, Gazze’de İsrail yandaşı, ‘Proje Ukrayna’nın destekçisi… Yani Rishi Sunak kampanyasının ‘dünya kötü, güvenlik için orduyu güçlendirmeliyiz’ söylemine kimsenin prim vermemiş olması bir şey değiştirmiyor.

ASIL SÜRPRİZ SİYASETTEN SİLEMEDİKLERİ FARAGE

Asıl sürprizi yapan Reform UK’ye gelince… Parti 4 sandalye kazanırken tartışmalı lideri Nigel Farage ilk kez Avam Kamarası’na girmeyi başardı. Ülkenin aşırı göçmen akını yüzünden kültürel yarılma yaşadığını söyleyen Farage “Biz misafirperver bir ülkeyiz ama milyonlar alamayız” diyor. “Dünyanın her yerinden, her dinden gelebilirsiniz, eğer bizim değerlerimizi paylaşıyorsanız birlikte mutlu ve barış içinde yaşayabiliriz” dese de ülkenin Hıristiyan köklerine atıfta bulunuyor. ‘Okullardan zehirli üçüncü cins ideolojisini yasaklamayı’ vaad eden Farage, son dönemde Rusya’nın AB ve NATO tarafından kışkırtıldığını söyleyerek şimşekleri çekti. Nihayetinde, Brexit sonrası siyasetten silineceğini iddia edenleri haksız çıkardı.

Velhasıl Keir Starmer, ABD’nin Bağımsızlık Günü’ne denk gelen 4 Temmuz seçiminin ardından Macron’un aksine Washington’a ‘muzaffer’ gidiyor.  

Tesadüf o ki, büyük ortak ABD’deki başkanlık seçimi de 5 Kasım ‘Guy Fawkes Günü’ne denk geliyor. 17’inci yüzyılda Katoliklerin Kral 1. James’in zulmüne karşı Westminster’ı havaya uçurma komplosunun kutlandığı tarihe… Ve Atlantik’in ötesinde, Beyaz Saray’da da Capitol Hill’de de sinirler gergin.

‘UYKUCU JOE’ İLE ‘BÜYÜK DON’

Amerikan ana akım medyasının yardımıyla üzeri örtülmeye çalışılan 81 yaşındaki Joe Biden’ın ‘bunama’ sorunları, Demokratik Parti ve müesses nizamın başına büyük dertler açtı. Hem de Donald Trump’a karşı ‘Amerikan demokrasisi için’ ikinci kez göğüslerini siper etmeye çalışırken…

ABD önseçimleri rekabetsiz ve renksiz geçerken, 27 Haziran’daki ilk başkanlık münazarasında kızılca kıyamet koptu. ‘Uykucu Joe’ ile ‘Büyük Don’un kapışmaları tarihi nitelikteydi. Camp David’de bir hafta kampa sokulmuş Biden cümleleri ağzında geveleyip anlaşılmaz kılmakla kalmayıp arada uyuklarken, doğrusu Trump rakibine çok da yüklenmeme taktiği izledi. 90 dakika boyunca ABD ve dünyaya dair üst perdeden atıp tutarken birbirlerine hakaretler yağdıran iki aday, geçkin yaşlarını ‘en iyi kim golf oynuyor’ üzerinden yarıştırarak Amerikan siyasetinin entelektüel düzeyini iyice sığlaştırdı.

‘JOE MUHTEŞEM BİR İŞ YAPTIN! HER SORUYU CEVAPLADIN!’

‘Uykucu Joe’ da ‘Büyük Don’ da ‘münazara zaferi’ ilan etti. Bilhassa First Lady Jill Biden’ın Demokrat taraftarlar önünde adeta 5 yaşında çocukla konuşur gibi “Joe, muhteşem bir iş yaptın! Her soruyu cevapladın” diyerek yaptığı sunum şoke ediciydi!

Demokratik liderlik ve bağışçıların büyük paniği gizlenecek gibi değil. New York Times, The Atlantic gibi yayınlar açıkça Biden’a adaylıktan çekilme çağrıları yaptı. Damardan Biden’cı İngiliz medyası Atlantik ötesinden ses verirken, The Economist Amerikan başkanlık armasını yürüteçle kapağına taşıdı.

Biden ekibi münazaradaki halini haziran ortasına kadar Avrupa’ya seyahatler ve grip olmasına bağlamaya çalışarak herkesi güldürüyor. ‘Kral çıplak’! Anketler seçmenlerin yüzde 70’ten fazlasının Biden’ın zihin sağlığının başkanlığa elvermediğini düşündüğünü gösteriyor. Son olarak Biden’ın Philedelphia’da bir radyoya “Siyah bir başkanla birlikte görev yapan ilk siyah kadın başkan yardımcısı olmaktan gurur duyduğunu” söylemesi karşısında dehşete düşen Amerikalılar “Bu adamda nükleer kodlar var” diye söyleniyorlar.

Şu ana kadar çabalar önseçimleri rakipsiz almış Biden’ı çekilmeye ikna edemiyor. Hatta yasadışı silah bulundurmaktan hükümlü, eski uyuşturucu müptelası oğlunu resmi toplantılara katarak aile meclisi eşliğinde kenetlenmiş görünüyor.

Demokratlar biçare. Bu haliyle Trump’ı yenebilecek iki isim öne çıkarılıyor. Mütevazı ve entelektüel eski First Lady Michele Obama ile tuhaf ve anlaşılmaz cümleleri ve yapmacık tavırlarıyla pek iyi sınav vermemiş başkan yardımcısı Kamala Harris. Michele Obama’nın görevi istemediği söyleniyor. Hevesli Kamala’nın heyecanını gizleyemediği açık fakat parti içinde kendisinden çok da hazzedilmediği anlaşılıyor.

Demokratların ağustos ayındaki kurultayına kadar ne olacağı meçhul. Biden’ı çekilmeye zorlamak için ‘tüm adaylara açık, beş haftalık hızlı bir önseçim ve kurultay’ yahut yasal mekanizmalara başvurmak dahil bin bir tartışma dönüyor.

En derin korku Trump’ın bu kez kazanırsa Amerikan devlet bürokrasisine Obama döneminden bu yana daha da nüfuz etmiş Demokratları koltuklarından etmesi. Münazara sonrası Yüksek Mahkeme’nin 6 Ocak 2021 Kongre baskını dahil Trump’a resmi görevindeki icraatlarından ötürü ‘kısmi muafiyet’ sunması kaygıları artırdı. Trump’a açılan davalarla ilgili ‘yasal gerekçeler’ geçerli olsa dahi, Adalet Bakanlığı destekli kovuşturmaların onu ekarte etmeye yönelik ve siyasi nitelikte olduğu izlenimi silinemiyor.

ABD’de hayat pahalılığı, kronikleşen göç, sokakları saran fentanil ile çöken altyapının yenilenmesi gereğine konuşulurken ve kamu borcu üç ayda bir 1 trilyon dolar artarken, Biden’ı yeniden seçtirme sancısı içindeki Demokratların sıkıntısı büyük.

TESELLİCİ DEMOKRATLAR, AI MÜHENDİSLİĞİ PEŞİNDE KOŞANLAR

Kimi Demokrat teselliyi ‘felçli Woodrow Wilson, FDR veya Ronald Reagan’a atıfla ‘Biden’ın durumu benzersiz değil’ demekte buluyor. Associated Press’in Perşembe günkü haberinin başlığı ‘Biden 81 yaşında: Zeki ve odaklanmış ama bazen kafası karışık ve unutkan’ oldu.

Kimisi de uzmanı oldukları ‘toplum mühendisliğine’ hevesleniyor. En acayip fikir Huffington Post’un ‘görüşler’ bölümüne konan ‘Biden Kampanyasının Yapay Zekayı Kucaklamasının Zamanı Geldi’ başlıklı makaleyle geldi. Makalede açıkça Demokrat kampanyanın ‘yapay zeka kullanarak Amerikan halkını Joe Biden’ın sağlıklı ve enerji dolu olduğuna inandırması gerektiği’ teması işlendi! Amerikan halkının ahmak yerine konmasını içeren böylesine bir öneri herhalde dünyada bir tek ABD’de yapılabilir.

Biden’ın ‘yitip giden’ liderliği, Avrupalı müttefiklerin halleri, necon’ların Batı’nın ekonomik ve siyasi hegemonyasını devam ettirmek için çizdikleri stratejinin de gelip dayandığı yeri gösteriyor. Biden ev sahipliğinde yapılacak NATO’nun 75’inci yıl zirvesi öncesi durum hiç parlak değil. Esasında Rusya ve Çin liderlerinin yinelenen mesajları, kolektif Batı’ya bir büyük kapışmadan dönmek için rasyonel yollar sunuyor. Ne ki, Batı’nın siyasi elitlerinin bu yolları görebilmeleri uzak bir ihtimal.

Görüş

Seçim Arefesinde Moldova

Avatar photo

Yayınlanma

2025 Parlamento Seçimleri arifesinde Moldova, ülke içerisindeki çelişkiler, iç politikadaki istikrarsızlık ve büyük ölçekli dış etkiler nedeniyle derin dönüşümler içindedir. Ülkenin verimli bir değişim noktasına mı veya tam tersine mevcut otoriter gidişatı sürdürmeye mi daha yakın olduğunun tartışıldığı günümüz koşullarında, hali hazırdaki gerçekliği şekillendiren temel faktörlerin analizi özellikle değerlidir. Çünkü bu durumun sıradan bir seçim süreci olmadığına; dahası ülkenin nihai medeniyet paradigmasını değiştirebilecek potansiyeldeki ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir noktaya sürüklenmesi muhtemel bir süreç olduğuna dair veriler mevcut.

İç Politikanın Kısa Analizi

Son yıllarda, Eylem ve Dayanışma Partisi – PAS ve bireysel olarak Mayya Sandu tarafından yönetilen iktidar rejimi, muhalefete, bölgesel hareketlere ve Rusça konuşan nüfusa karşı baskıyı artırma yönünde bir politika izledi. Bu süreçte Moldova’da enformasyon alanında tam sansüre odaklanan otoriter devletin oluşturulduğu gözlemleniyor. Örneğin: Rumen faşist diktatör Ion Antonescu’yu yücelten ders kitapları, eğitim müfredatına sokuldu. Yerel yetkililer, “Rus müdahalesine” karşı mücadele gerekçe gösterilerek siyasi muhaliflere karşı baskıcı önlemler alıyorlar. Alexandr Nesterovschi, İrina Lozovan ve Marina Tauber gibi siyasetçilere yönelik baskılarla birlikte alternatif politikaya engel getirildiği gözlemleniyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nda Faşizme karşı zaferin temsili olan 9 Mayıs Zafer Günü kutlamaları da yasaklanıyor. Bu da demokrasinin kademeli olarak terk edilmesi ve otoriter eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor.

Yetkililerin yetkileri sınırlama ve ekonomik baskı politikası izlediği özerk bir bölge olan Gagauzya’daki duruma da özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Ülkedeki birçok siyaset bilimciye göre bu tür eylemler özerklik nüfusunu protestolara ve çatışmalara itebilir. Pekala bu durum da iç düzeni daha da istikrarsızlaştıracaktır.

Yaklaşan seçimler bağlamında, protestocuların haklarını kısıtlayan yasaların aktif bir şekilde kullanılması ve bölgelerdeki seçim sürecini yeniden biçimlendirme girişimleri gözlemleniyor. Örneğin: Mevcut iktidar, Gagauzya’daki seçim prosedürünü değiştirmek suretiyle oylamanın sonucunu kontrol etme ve muhalif güçlerin etkisini en aza indirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.

Bir diğer husus ise “Transdinyester Meselesi”. Moldova yetkilileri, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti üzerinde ekonomik ve insani baskı politikası izliyor gibi görünüyor. Bölgeye yönelik çifte gümrük vergisi politikası, bankacılık ablukası ve ilaç tedariğinin yasaklanması gibi durumlar gözlemleniyor. Transdinyester lideri Vadim Krasnoselski, kendilerine “soykırım politikasına eşdeğer bir politika” izlendiğini iddia ediyor ve Moldova iktidarının bölgede fiziksel ve politik bir yıkıma yönelik girişimleri olduğunu belirtiyor.

Dış Politikanın Kısa Analizi

Ülke liderliğinin Bağımsız Devletler Topluluğu – BDT ile bağları koparma ve Rusya ile kültürel ve ekonomik bağları azaltma çabalarına rağmen, bu önlemler ekonomik durumun kötüleşmesine ve iç gerginliklerin artmasına yol açıyor. Özellikle, BDT ülkelerinin çoğuyla vizesiz rejimin sona ermesi ve Rusya ile işbirliği yapmayı reddetme kararının ardından ülkenin ihracat verilerinde bir düşüş meydana geliyor. Resmi rakamlara göre 2024 yılının sonuna kadar yaklaşık %45 oranında ihracatın azaldığı belirtiliyor ve Rus pazarına yapılan ihracatın da %50’den fazla azaldığı görülüyor. Bu tür göstergeler, nüfusun refahı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olan önemli bir ekonomik izolasyona işaret ediyor.

Bununla birlikte, yetkililerin jeopolitik yönelimine rağmen, nüfusun çoğunluğu hala Rusya yanlısı veya dengeli bir dış politikayı tercih ediyor (anketlere göre, katılımcıların %60’tan fazlası Rusya’ya veya her iki etki merkezine -Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği- yönelik bir dış politika yönelimine meyilli). Bu, Batı yanlısı stratejileri destekleyen entelijansiya ile Rusya’yla kültürel ve tarihi bağları sürdüren vatandaşlar arasındaki iç çatışmayı gözler önüne seriyor.

AB ve diğer Batılı yapıların tepkisi de açık: Seçim arifesinde Avrupa Komisyonu, Moldova’ya yardımı onayladı. Bu, Avrupa’nın etkisini güçlendirme ve ülkeyi yeni rotasında istikrara kavuşturma çabalarını göstermektedir. Ancak, bu tür mali destek (2 Milyar Avro), ülkenin dış bağışçılara bağımlılığı ve olası koşullar konusunda endişelere yol açmaktadır.

Öte yandan NATO ve Avrupa Birliği’nin açıkça desteğiyle birlikte Moldova’da aktif bir şekilde militarizasyon gözlemlenmektedir. Ulusal ordu 8.000 kişiye çıkarıldı ve Avrupa hava savunma sistemlerine entegrasyon söz konusu. Ek olarak Moldova karayolları ve hava sahası, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemek için Batı güçleri tarafından kullanılıyor.

İfade Özgürlüğü ve Jeopolitik

İfade özgürlüğüne karşı ve medyayı kontrol etmeyi amaçlayan enformasyon politikasının etkinleştirilmesi konusu da Moldova özelinde hususi bir yer işgal etmektedir. Seçim kampanyası sırasında yetkililer, kamu protestolarını kısıtlayan yasa tasarıları yürürlüğe koyuyor ve ek olarak nüfusun önemli bir bölümüne nesnel bilgi sağlayan Rusça yayın yapan medyayı bastırmaya çalışıyorlar.

Buradaki kilit bir faktör ise: Rusya ve Batı’nın enformasyon savaşları yoluyla iç siyasi durumu etkileme girişimleridir. Bu, olası krizlerin ve artan iç anlaşmazlıkların habercisi haline gelmektedir. Ekonomik durum ve toplumsal gerginliklere yol açması muhtemeldir ve bunun örnekleri yakın geçmişte birçok şekilde karşımıza çıktı.

Bir diğer yandan Moldova ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Sanayi geriliyor, gaz ve elektrik ithalatına olan enerji bağımlılığı yüksek kalmaya devam ediyor ve tarife politikaları halk arasında hoşnutsuzluğa neden oluyor. 2024 yılında hem Rusya hem de diğer BDT ülkeleriyle ihracatta düşüş yaşandı ve bu da ekonomik durumu kötüleştiriyor.

Sosyolojik açıdan incelendiğinde özellikle gençler ve Rusça konuşan nüfus ciddi anlamda baskı altında gibi görünüyor. Yetkililer, etnik azınlıkların haklarını sınırlamak için adımlar atıyor. Örneğin: Onlara seçimlere katılma fırsatını veya Rusça konuşan vatandaşlara yönelik entegrasyon önlemlerini reddediyorlar. Bu, direnişe ve potansiyel çatışma durumlarının gelişmesine neden oluyor.

Romanya ile Etkileşim ve Entegrasyon Süreçleri

Buradaki en kritik hususlardan birisi: Moldovalılara Rumen vatandaşlığı verilmesidir. Ek olarak Rumen işadamlarının ekonomiye dahil edilmesi ve kamuoyu üzerinde medya etkisi yoluyla uygulanan Romanya ile entegrasyon çabalarının yoğunlaşmasıdır. Uzmanlara göre bu stratejinin ülkenin egemenliğinin kaybına ve Moldova halkının fiili olarak Romanya’ya asimile olmasına veya Avrupa Birliği’ne entegrasyonun genişlemesine yol açabileceğine inanıyor.

Nüfusun çoğunluğu tarafsız kalmaya veya Rusya ile entegrasyona sıcak bakan duygulara sahip. Buna karşılık yetkililerin AB’ye ve milliyetçi söylemlere yakınlaşmak için başlattığı adımlar ise iç direnişe neden oluyor.

Sonuç olarak, Moldova’daki 2025 parlamento seçimleri öncesi durum, yüksek derecede iç gerginlik, artan dış bağımlılık ve ülkenin kimliği için mücadele ile karakterize haldedir. Dış güçlerin etkisi altındaki siyasi elit, bölge üzerindeki gücü ve kontrolü sağlamlaştırmak için baskıcı yöntemler kullanıyor. Bu da otoriterlik risklerine yol açıyor. İç çelişkiler, ekonomik kriz ve vatandaşların hükümete olan güvensizliğinin seviyesi, protesto hareketlerinin ve toplumun daha da bölünmesinin ön koşullarını yaratıyor. Moldova’nın kalkınma beklentileri, siyasi istikrarı koruma, dış etkiyi dengeleme ve değişim için kamuoyu desteğini sağlama becerisine bağlı gözüküyor. İç güçlerin, çeşitli etnik ve bölgesel grupların görüşlerini dikkate alan ve demokratik kurumlar ve ekonomik sürdürülebilirlik geliştirme yoluna bağlı kalan bir uzlaşmaya varabilmesi bu süreçteki en önemli hususlardan birisi olarak ön plana çıkıyor.

Okumaya Devam Et

Görüş

Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?

Yayınlanma

Modern Alman edebiyatının en önemli yazarı Thomas Mann’ın doğumunun 150. yılının kutlandığı bu günlerde, sayısız başyapıt kaleme alan Mann önemini ve güncelliğini korumaya devam ediyor.

Her büyük yazar gibi Mann da romanlarında yaratıcı yeteneğiyle kendi çağındaki karmaşık çatışmaları berrak biçimde ortaya koyarak, toplumdaki çelişkilerin nasıl şekilleneceğine dair öngörüsünü dile getirmiştir.

Yüzyıl önce savaş sonrası Almanya’nın toplumsal ve kültürel sorunlarını irdelediği eserleri, bugün yine Rusya’ya karşı savaşı açıktan destekleyen ya da sessizce onaylamak zorunda kalan Alman entelektüellerin düşünsel mirasına dair çok şey söylemektedir.

Yüzyıl önce yayımlanan eseri Büyülü Dağ romanında Rusya karşıtlığını, İslam ve Doğu toplumlarına karşı önyargıları dile getiren karakterleri, bugünkü Alman aydınlarının geçmişteki gölgeleri gibidir.

Diğer taraftan Mann’ın yüzyıl önce Doğu’ya yaptığı seyahat, Avrupa’nın ilerlemeci ve hümanist geleneğini temsil eden yazarların dahi Batılı muhafazakarların birçok önyargısını nasıl paylaştığını göstermektedir.

Yüzyıl önceki krizde Avrupa’nın geleceğini tartışan ve savaşın muhasebesini yapan Thomas Mann’ın eserleri, bugünkü savaş ve kriz koşullarındaki Avrupa için hatırlatılması gereken derslerle doludur.

Mann’ın İstanbul izlenimleri

Thomas Mann, 1925 yılında başta Kahire olmak üzere Doğu’ya uzun olmayan bir seyahat gerçekleştirmiştir. Yusuf ve Kardeşleri eserlerine ilham veren Mısır izlenimleri dışında, Mann’ın bu seyahati, en titiz biyografi eserlerinde dahi görmezden gelinmiştir.

Mann’ın biyografisini kaleme alanların ihmalinde bir ölçüde haklılık payı vardır. Mann’ın izlenim notları şaşılacak derece yüzeysel ve kısadır. Bu kısa gezi notları okurda, Mann’ın kendi isteği dışında bir zorunluluk sonucu seyahate çıkmak zorunda kaldığı hissini uyandırır.

Özellikle Mann’ın İstanbul ziyaretine dair izlenimlerin yüzeyselliği ve kısalığı dışında, bakışındaki politik ve sosyolojik sınırlılıklar çarpıcıdır.  Eserlerinde etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısına kadar betimleyen büyük yazarın merakının genişliğini gölgelemektedir.

Bağımsızlık savaşı vererek yeni bir demokratik cumhuriyet kurmuş, işgal altındaki imparatorluk başkentinin hürriyet sonrasında yaşamakta olduğu dönüşümüne dair en ufak izlenimler rastlanmaz Mann’ın notlarında.

Bir yüzyıl önce İstanbul’u ziyaret eden Alman seyyahların izlenimlerimi andırır Mann’ın gözlemleri: Fes giyen insanlar, Avrupai kadınlarla birlikte Doğu ile özdeştirilen geleneksel kadınların tezatlığı… O kadar ki İstanbul’un ihtişamına dair neredeyse tek övgü Ayasofya’ya aittir.

Şüphesiz bu durumun oryantalist düşünceyle doğrudan bağlantıları vardır. Flaubert’in Doğu’ya Yolculuk izlenimlerindeki tüm oryantalist tınıya rağmen, gözlemlerinin yoğunluğu ve derinliğiyle kıyaslandığında, Mann’ın durumu daha çok ilgisizlik, kayıtsızlık şeklinde değerlendirilebilir.

Ancak Mann’ın 1918 yılında yazmaya başladığı ve 1924 yılının sonunda yayımlanan başyapıtı Büyülü Dağ eserini göz önünde bulundurursak, İstanbul’a dair notları değerlendirmek çok daha karmaşık hale gelir.

Romanın en önemli karakterlerinden hümanist, Aydınlanma geleneğinin temsilcisi Settembrini “Olanları doğru buluyordu çünkü uygarlığa yarayacak bir yol izleniyordu. Avrupa’da genel bir barış ve silahsızlanma havası esiyordu. Demokratik düşünceler gelişiyordu. Jöntürklerin devrimci ayaklanma için hazırlıklarını tamamladıklarını el altından öğrendiğini iddia ediyordu. Türkiye anayasal bir ulus devlet olacaktı, insanlık için ne büyük bir zafer!” sözlerini dile getirir.

Settembrini’nin geleceğe dair Akdenizli iyimserliğini paylaşmasa da Weimar Cumhuriyeti’ni savunan, demokratik düşüncenin Almanya’da kalıcı şekilde kök salmasını isteyen Mann bu fikirleri paylaşmaktaydı.

Mann’in İstanbul’a dair notlarını daha geniş bakışla ele almak için, Settembrini’nin  romandaki politik konumunu, aynı zamanda Settembrini’nin düşünsel ağırlığını dengeleyen karşı kutuptaki Naphta’yı, önemli ölçüde bugün hale devam eden aralarındaki tartışmayı eleştirel okumayla ele alacağız.

Büyülü Dağ’da savaşın muhasebesi

Settembrini’nin Türkiye’deki anayasal ulus devletinin zaferini müjdelediği bölümün, Naphta’nin romana girdiği kısım olması çarpıcıdır. Naphta karakteri romana girene kadar Settembirini’nin Hans ve Joachim’e verdiği politik ve estetik öğütler hayata dair, Avrupa burjuva toplumunun temel değerlerine dairdir. Bir anlamda Naphta’nin dediği gibi “Bizim şu Voltaire’e, akılcıya kulak verin” bağlamında, Aydınlanma’nın akılcılığına ve ilerlemeye olan sarsılmaz inancı döne döne tekrar eder.

Naphta’nin romana girmesiyle, politik ve estetik tartışma bir katman daha genişler ve trajik biçimde yoğunlaşır. Romanın ideolojik çerçevesi Avrupa’nın sınırlarını aşarak, savaşa ve kaçınılmaz olarak Batı-Doğu çatışmasına, uluslararası politik sistemdeki krize kayar.

Settembirini’nin Türkiye’deki demokratik ulus devletin doğuşuna dair sözlerine karşı Naphta alaycı biçimde “İslamiyet’in özgürleşmesi, Aman ne iyi. Aydınlanmış fanatizm – harika.” sözleriyle karşı çıkar.

Özellikle 11 Eylül sonrası birçok Batılı entelektüelden duyduğumuzda bizi şoke eden bu sözlerin yüzyıl öncesindeki düşünsel köklerini tüm çıplaklığıyla görmek sarsıcıdır.

Bu bağlamda Büyülü Dağ eserini okuduğumuzda, birçok başyapıt gibi eserin güncelliği bizi büyüler. Mann, romanı Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru kaleme almaya başlamıştı. Eser İkici Dünya Savaşı’nda önce yayımlanmıştı.

Roman yayımlandıktan sonra okuyanlar eseri, savaşın bir muhasebesi, savaşı yaratan toplumsal hastalıkların teşhisi ve savaşı olumlayan Avrupa’daki fikirsel iklimin eleştirisi olarak değerlendirmişlerdi.

Kitabı 2. Dünya Savaşı sonrası okuyanlar ise, Büyülü Dağ’ı, büyük bir yazarın Avrupa’da yükselen otoriter rejimlerin derin bir öngörüsü, Avrupa burjuva toplumunun hastalığının kaçınılmaz sonuçlarının derin seziyle anlatılması olarak değerlendirmişti. Böylece her büyük yazar gibi Mann’a da iki savaş sonrası ‘kahin’ gözüyle bakılmıştır.

Bugünkü uluslar arası politik sistemdeki çatışmalar, özellikle Ukrayna krizi sonrası, Avrupa’nın yeniden savaşla yüz yüze gelmesi, Rusya ile yaşanan siyasi krizin kültürel krize doğru genişlemesi sonucu Batı-Doğu çatışmasına dair tarihsel önyargıların yeniden dirilmesinin yanı sıra Avrupa’da yükselen aşırı sağ popülist partiler, Batı liberal demokrasinin krizi, parlamenter rejimdeki yapısal sorunlar…. daha benzeri birçok sorun Büyülü Dağ’ı yeniden önümüze koyup değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçirmeye bizi zorlamaktadır.

Büyülü Dağ’ın bu kışkırtıcı kehanetleri, özellikle Settembirini ve Naphta’nin gerçek hayatta kimleri temsil ettiği hep tartışılmıştır. Belki de çarpıcı ve en yakın benzetmeyi Alman yazar Safransky yapmıştır. Safransky, Settembrini’yi Kantçi Cassier ile Naphta’yi Heidegger ile özdeşleştirir.

Romanın geçtiği Davos’ta, romanın yayımlanmasından sadece 4 yıl sonra Cassier ile Heidegger 1920 yılında bir konferansta, karşı karşıya gelerek ‘İnsan nedir’ temel sorusundan hareketle, Batı felsefesinin temel ayrılık noktalarını tıpkı Settembrini ve Naphta gibi tartışmıştı.

Çözülmekte olan Weimar Cumhuriyeti sonrası yolları keskin biçimde ayrılacak, trajik şekilde karşı düşman kamplarına bölünecek Alman aydınlarının yaşadığı derin tartışmaydı. Bu bağlamda da Mann, romanında gündeme getirdiği özgürlük, savaş, Avrupa’nın düşünsel mirasına dair uzlaşmaz karşıt fikirleri ortaya koyarak, öngörüsünü ortaya koymuştur.

Safransky’yi böylesi benzerliği düşündüren belki de, Settembrini’nin “Pan-Germanizm’i savunuyorsunuz demek? Öyle mi?” diyerek Naphta’yi suçlamasıdır. Heidegger’in Nazizm’in saflarına katılması düşünüldüğünde kurulan bu benzetme daha çarpıcı hale gelmektedir.

Bugün Avrupa’da en çok da Almanya’da gözlemlenen Rusya karşıtlığı ise, Naphta’nin sözlerinde yüzyıl önce yankılanmaktadır: “Ben de sizin bir Rus hayranı olduğunuzu düşünüyorum.” Yüzyıl önceki ideolojik ve kültürel kırılmalar bugün de canlı şekilde hissedilmektedir.

Avrupa hümanizminin savaşla imtihanı

Tolstoy hayranı Mann’ı düşündüğümüzde, romanın bu bölümleri Dostoyevski’nin eserindeki tansiyonu hiç düşmeyen dramatik politik tartışmalara benzemektedir. Mann da Dostoyevski gibi, karşıt görüşleri dile getiren karakterleri en güçlü argümanlarıyla konuşturmaktadır.

Güçlü fikirler yoğunlaştığı noktada içe doğru çökmeye başlar, böylelikle en tumturaklı söylemlerin dahi gizlemeyeceği çelişkiler meydana çıkarılır. Karşıt, uzlaşmaz gibi görülen fikirler, dramatik biçimde yakınlaşarak, evrensel etik ilkeler eğilip bükülmeye başlar.

Savaşa karşı romandaki karakterlerin politik konumlanışında da aynı izler gözlemlenir. Asker Joachim “Savaş gerekli bir şeydir. Moltke’nin dediği gibi, savaş olmazsa dünya kısa zamanda bozulur” sözleriyle savaşın kaçınılmazlığını hatta gerekliliğini dile getirir.

‘Princeps scholasticorum’ entelektüel Naphta da tartışmanın en hararetli noktasında “bu arada kalabalıktan boğulmak üzereyiz; tüm meslekler öylesine insan kaynıyor ki yakında daha önceki savaşlar, bir parça ekmek için yapılacak kavgaların yanında solda sıfır kalacak. Açık alanlar ve yeşil kentler! Irkın güçlendirilmesi! İyi de uygarlık ve ilerleme savaş olmayacak dediğine göre neden güçlensin ki? Savaş bu sorunların icabına bakacak ve ırkı güçlendirmeye de, doğumların azalmasına da çözümler üretecek”  sözleriyle savaşı, yaşanan tüm toplumsal sorunların tek ve geçerli çözümü olarak sunmasıyla tartışma biter.

Askerden üniversitedeki aydına kadar savaş aynı ahlaki ilkeler temelinde savunulur. Emperyalist burjuva toplumunun, derin ekonomik ve siyasi kriz karşısında çözüm olarak her zaman bir savaşı gündeme getirerek insanlığı felaketin kıyısına götürdüğü çıplak biçimde gözlemlenir.

Avrupa’yı veba gibi saran bu savaş taraftarlığı karşısında hümanist, barışı ve ilerlemeyi savunan Settembrini nasıl pozisyon almaktadır? Settembrini, özgür ve eşit devletler sistemine geçilerek uluslararası barışın tesis edileceğini dile getirir. Ne var ki Settembirini, gerçeklikteki olgulardan ziyade prensiplerden, iyimser ideallerden hareketle savaş karşıtı tavır alır.

Bu noktada Mann, Settembirini’nin zayıf noktalarının ortaya çıkmasına izin verir. En başta Settembirini, Avrupa burjuva toplumun içine sürüklendiği krizi görmez ya da kabul etmez. Avrupa burjuva toplumunu, 18. yüzyıldaki ilerici ve devrimci karakterini değişmez ve evrensel kabul eder, akılla özdeşleştirdiği burjuva toplumunun artık akıldışı eğilimlere sahip olduğunu göremez.

Savaşın yüksek sesle dile getirildiği Avrupa’da hümanist geleneğin neden bu savaş taraftarlığına karşı kamuoyunda etkili olmadığının işaretleri bu noktalarda saklıdır.

Naphta tüm kışkırtıcı dini fikirlerine rağmen, Settembirini’ye göre daha gerçekçidir. Kapitalizmin krizine karşı kendinden emin muhafazakar bir seçeneği ortaya koyar. Hatta Avrupa’da kapitalizme karşı en güçlü muhalif sesi dile getirerek, kriz sonucu huzursuz insanlar için çekim noktası olur. Tartışma sonunda Hans ile Joachim’in, Naphta’dan hoşlanmasalar da bazı konularda ona hak vermeleri bunun çarpıcı örneğidir.

Settembirini’nin diğer çelişkisi çok daha dramatiktir. Savaş karşıtı, hümanist duruşuna rağmen, Settembirini de ilerleme ve özgürlük adına bir noktada savaşı savunur: “Voltaire bile uygarlığı yaymaya yarayan savaşları onaylamış ve İkinci Frederik’e Türklere savaş açmasını önermiştir.”

Tartışmanın devamında Settembirini Haçlı Seferleri’ni savunma noktasına kadar gelir: “Savaş bile, sevgili bayım, sırasında ilerlemeye hizmet etmeye zorlanmıştır; sizin o çok sevdiğiniz dönemdeki, yani, Haçlı Seferleri dönemindeki belirli olayları hatırlarsanız o savaşlar uygarlık adına halklar arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri sıkılaştırmış ve Batılıları tek bir düşünce altında toplamıştır.”

Şüphesiz Settembirini’nin çelişkileri Aydınlanma’nın, özellikle ılımlı Aydınlanma’nın, çelişkilerini açığa vurur. Montesquieu’nün medeniyetlerin nitelik farkını coğrafya ve iklimler teorisiyle açıklayan görüşleri, Aydınlanmanın Doğu’ya dair fikirlerini oryantalist söylemle ele almasını başlatmıştı. Voltaire gibi birçok filozof ise bu oryantalist görüşün kemikleşmesine neden olmuştu.

Roman boyunca zıt kutupları, karşıt değer yargılarını temsil eden Settembrini ve Naphta, trajik biçimde savaş ve Doğu’ya bakışta özdeşleşir.

Dostoyevski’nin romanlarındaki gibi iki zıt karakter aslında birbirini tamamlamaktadır, birinin varlığı diğerini zorunlu kılmaktadır. Settembirini ve Naphta birbirlerini tamamlayan ötekilerdir.

Avrupa’da yükselen savaş taraftarlığının izleri Aydınlanma’ya kadar uzanmakta, Batı’nın Doğu’ya dair emperyalist oryantalist bakışı Aydınlanma’nın birçok fikrinden hareket etmektedir.

Bunun en çarpıcı ifadesi Settembirini’nin Türkiye’de demokratik gelişimi coşkuyla selamlamasına rağmen,  Doğu’yu atalet, hareketsiz, devimine ve ilerlemeye kapalı medeniyet olarak genellemesidir: “Ben Avrupalıyım, bir Batılıyım. Sizin derecelemeniz tam Doğu’ya göre; Doğu eylemden nefret eder. Lao-Tzu, yerle gök arasında hiçbir şey yapmamak kadar hayırlı bir şey olmadığını ve insanlık eylemlerden vazgeçmiş olsa yeryüzüne tam bir barışın ve mutluluğun egemen olacağını öğretir”

Settembirini tam olarak Batılı, Avrupalı olduğu için kendi burjuva toplumundaki çelişkileri göremez. Bu kör nokta onun, Avrupa’da yükselen muhafazakar savaş taraftarlığına ve Doğu’ya dair oryantalist söyleme karşısında bocalamasına yol açarken, net bir cephe almasını engeller.

Birinci Dünya Savaşı öncesi küçük bir azınlık entelektüel dışında, muhafazakardan hümaniste, radikal avangartlara kadar Avrupalı aydınların, sanatçıların savaşın saflarında yer almasının tarihsel ve ideolojik köklerini bu noktalarda irdelemek gerekir.

Batılı, Avrupa’nın hümanist geleneğinin temsilcisi Thomas Mann’ın da İstanbul notları ve hatta savaşın başında Mann’ın çelişkili tutumu bu bakış açısıyla tartışılmalıdır.

Büyülü Dağ’daki yüzyıl önceki tartışmayı Naphta kazanmıştı, bugünkü tartışmayı yine Naphta’nın kazanamayacağını kim söyleyebilir?

Okumaya Devam Et

Görüş

‘Mükemmel fırtına’nın gözünde korkuyla dalgalanan piyasalar

Avatar photo

Yayınlanma

Bugün itibarıyla İsrail ile İran arasındaki sıcak çatışmalara artık ABD’nin de dahil olmasıyla savaşın kapsamı genişlemiş oluyor. B-2 bombardıman uçaklarının İsfahan, Natanz ve Fordo nükleer tesislerini bombalamasının ardından, bugün gün içinde yaşanacaklar, bu yeni evrenin nasıl şekilleneceğini gösterecek. Bu tek bir seferlik bir hava operasyonu muydu, yoksa ABD bu operasyonlarını İsrail ile ortaklaşa devam ettirecek mi, hep birlikte göreceğiz. Anlaşılan o ki, ABD’de ‘Make America Great Again’ (MAGA) taraftarlarıyla neo-con’lar arasındaki çatışmanın galibi şimdilik neo-con’lar… Ancak İran’da rejimi devirmek konusunda Washington net bir karara vardı mı, onu bilemiyoruz.

Avrupa Birliği’nde (AB) nasıl tepkiler geleceği diğer önemli konu. Tabii en önemlisi Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Şi Cinping’in açıklamaları olacak. Aynı şekilde Batı Asya ülkeleri; ABD, Birleşik Krallık ve AB’nin koşulsuz emrine amade olmaktan geçmişe göre biraz daha uzak. Ortada garip bir durum var, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır, aynı zamanda İran ile birlikte BRICS üyesi ülkeler arasında yer alıyor. Yine Suudi Arabistan da dahil Körfez ülkelerinin Çin ve Rusya ile ekonomik ilişkileri hızla gelişiyor. Ve hemen herkes hemfikir ki, İsrail ile İran savaşı aslında, bir bölgesel çatışmanın çok ötesinde, ‘çok kutuplu dünyacılar’ ile ‘tek kutuplu dünyacılar’ arasındaki küresel mücadelede önemli bir mevzi… Temelinde küresel ekonomik gelişmeler, küresel ticaret koridorları, enerji hatları olan bir hegemonya savaşının köşe taşlarından biri… İran artık Çin’in ön bahçesi ve stratejik açıdan büyük önem taşıyor. Batı Bloku bu bahçeyi bir şekilde ele geçirirse, Kuşak ve Yol Girişimi’nden tutun bölgesel tüm ticaret ve enerji rotalarında daha belirleyici bir güç olabilir.

Ancak aynı şekilde Kuşak ve Yol Girişimi’ne alternatif olarak ABD’nin öncülüğünde gündeme getirilen Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ticaret Koridoru’nun (India-Middle East-Europe Trade Corridor-IMEC) ilk aşamasında hayal olma ihtimali de var. Yani Batı Asya’dan Orta Asya’ya oyun kurucu olmak için bu operasyonu başlatan Batı Bloku, kendi oyununu bozan taraf da olabilir. Zira böylesi bir savaşın daha da alevlenmesi durumunda, IMEC’in üyesi olan BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün’ün İsrail ile aynı projede yer alması, bu üç ülkenin halkları tarafından sineye çekilecek bir durum olmayacaktır. Diyelim ki her şeye rağmen Batı Bloku amacına ulaşmaya yaklaştı, bu gelişmeye ne Çin ne de Rusya göz yumabilir. Yani her şey kendi içinde avantajlar kadar dezavantajları da barındırıyor. Kabaca jeostratejik ve jeokonomik panorama bu gibi görünüyor.

EKONOMİK KIRILGANLIKLAR İÇİNDE
BİR DE SAVAŞA YAKALANMAK!..

Her savaş, savaşan ülkeler için çok maliyetli, ancak küresel ekonominin yapısı gereği artık sadece savaşan ülkeler için değil, farklı farklı boyutlarda tüm ekonomiler için ciddi bedelleri var. Bu her ülkenin doğal kaynaklarından ekonomik yapısına, finans sektöründen coğrafi konumuna kadar pek çok etken tarafından belirleniyor.

Söz gelimi, Türkiye gibi enerji sepetinde hidrokarbon temelli enerjinin önemli bir yer tuttuğu ve enerji bağımlı bir ülke için, enerji fiyatlarında yukarı yönlü hareketler çok ciddi bir sorun, hele ki ciddi dış açığı varsa, ki var! Yine enflasyon ve durgunluğun iç içe geçtiği bir evrede, sınırlarının hemen yanında patlak verecek bir savaş çok ciddi sorunlar yaratmaya aday. Bu sebeple ki, Borsa İstanbul diğer borsalara göre çok daha ciddi bir tepki veriyor bu gelişmeye ve diğer borsalardan negatif ayrışıyor. Aynı sorun savaş sebebiyle yaşanacak küresel ticaret ikliminde bozulma ve tedarik zincirlerindeki kopukluklar için de geçerli! Bu hem ihracatı hem de turizmi olumsuz yönde etkileyeceğinden ötürü zaten sıkıntıda olan ekonomiyi daha da zora sokacak. Yine savaşın küresel enflasyonu yukarıya taşıyacak olan etkisi de Türkiye’de dezenflasyonist sürece sekte vuracak.

HİNT OKYANUSU’NUN BATISINDA
DENİZ NAKLİYATI RİSK ALTINDA

Tabii savaşın bir tarafı İran gibi petrol ve doğalgaz üreticisi bir ülke olunca, ilk akla gelen hampetrol fiyatları oluyor. Hampetrol fiyatlarındaki artış, küresel ekonominin büyüme oranını negatif etkiliyor. Üstelik bu yıl ve gelecek yıl için büyüme tahminleri hiç de parlak değilken… İsrail’in saldırıya başladığı gün hampetrol fiyatlarında görülen sıçrama önemli bir işaret. 12 Haziran’da Brent hampetrolü varil başına 69 dolarken, 13 Haziran’da varil başına 74 dolara yükseldi. 12 Haziran’a kadar 69 dolara tırmanmasının sebebi de zaten bir sıcak çatışma beklentisiydi. Bu süreçte Batı Texas hafif petrolü (WTI) yüzde 1.5 artışla 72.83 dolar/varil oldu. Petrol piyasaları, yüzde 7’lik artışla geçtiğimiz cuma günü aylardır görülen en önemli haftalık artışı yaşadı. O günden bu yana, tarafların karşılıklı açıklamalarıyla dalgalı bir seyir izliyor petrol fiyatları, ancak her an 80 doların üzerine çıkabilir.
Üç temel senaryo üzerinden gidersek, eğer ki İran Hürmüz Boğazı’nı mayınlayarak kapatırsa varil başına petrol fiyatının 120 dolara çıkması işten bile değil. Bu fiyatta sabit kalmayıp yeniden düşmesini sağlayacak olan ise küresel ticaretin ve dolayısıyla üretimin daralması sebebiyle enerjiye talebin azalması olabilir. Ki bu da, küresel ekonomi, özellikle ihracata dayalı gelişen ekonomiler için ciddi bir kayıp anlamına gelir.

Bundan kötüsü, ABD’nin bu hava operasyonunun ardından İsrail’in yanında bilfiil savaşa girmesi olacaktır. Bu, Batı Asya’da çok ciddi gerilimler ve istikrarsızlığa sebep olmakla kalmayacak, aynı zamanda Hint Okyanusu’nda deniz nakliyatının ciddi bir darbe yemesi anlamına gelecek zincirleme reaksiyonları da beraberinde getirecektir. Hürmüz Boğazı, dünyanın en kritik petrol geçiş noktası olmaya devam ediyor. Küresel petrol ticaretinin yaklaşık yüzde 26’sı, deniz yoluyla yapılan petrol sevkiyatlarının yüzde 30’u, küresel LNG akışının yüzde 20’si bu boğazdan gerçekleşiyor. Ve bu sevkiyatın yüzde 80’i Asya-Pasifik Havzası’na gidiyor, yüzde 20’si ise Avrupa pazarlarına… Bu rotanın alternatifi olacak bir boru hattı yok, başka deniz yolu rotası da. Basra Körfezi’nin enerji vanası Hürmüz Boğazı…

Peki OPEC’in 5 milyon varil/günlük yedek kapasitesi İran’ın arz kayıplarını telafi edebilir mi? Evet karşılayabilir, ancak bu petrolün deniz yoluyla nakliyesinin ne denli güvenilir olacağı da bir başka sorun. Ayrıca OPEC + ülkelerinin bu ek üretime ne kadar istekli olacağı da bir başka mesele… Ve mesele sadece Hürmüz Boğazı’nın kapanması değil, Bab’ül Mendeb Boğazı’nda geçişlerin ne kadar güvenli olabileceğiyle de ilgili… Yemen’de Husiler ABD’nin savaşa dahil olması durumunda bu bölgede saldırılarını artıracaklarını açıkladılar bile. Malum Kızıldeniz’i Aden Körfezi üzerinden Hint Okyanusu’na bağlayan su yolu bu.

TEDARİK ZİNCİRİNDE KOPUKLUKLAR
CİDDİ BİR RİSK OLUŞTURUYOR

Böylesi bir durumda, İran’ın hampetrolü ve doğalgazının yanı sıra Irak, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan ve BAE’nin de enerji kaynaklarının küresel piyasalara akışı ciddi oranda etkilenecektir. Yani küresel ekonomi açısından kayıp salt petrol fiyatlarındaki artışla sınırlı kalmayacak, her türlü deniz ticareti rotasındaki tedarik zincirlerinde de kırılmalara neden olacak. Bu zararın parasal karşılığını ise bugünden hesaplamak mümkün değil.

Bundan daha kötüsü ise İran’a bir kara harekâtı olacaktır ki, işte o zaman Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Batı Bloku’na yaptığı uyarı gerçek olabilir; yani sınırlı da olsa bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın yolu açılabilir. Zira Putin, bir endişe belirtmekten öte, Rusya’nın İran’ın yanında yer alacağı uyarısını yapıyor. Çin için de aynı şeyi söylemek gerek. Çin ile çok yakın ilişkiler içinde olan Pakistan zaten ‘nükleer’ bir uyarı yapmıştı. Ve unutmayalım, daha sayılı günler önce Pakistan ile Hindistan bir savaşın kapısından sınırlı bir sıcak çatışmayla dönmüştü de dünya derin bir nefes alabilmişti! Böylesi bir durumda, yani ‘cehennem senaryosu’nda kimi uzmanlara göre hampetrol fiyatları 200 doları aşabilir!

Bir dördüncü senaryo var ki, yeryüzünde yaşayan her insan açısından en olması gereken senaryo diyelim. ABD’nin B2 bombardıman uçaklarının üç nükleer tesisi hedef alan bombardımanı sonrasında, hâlâ bir seçenek olarak İran ile İsrail’in bir arabulucu eşliğinde masaya oturtulması… Madem ki Trump’ın açıklamasına göre nükleer tesisler yok edildi, öyleyse bir savaşın gereği de kalmadı değil mi? Sebebin bu olduğuna pek inanan olmasa da!..

Peki kim olabilir bu arabulucu? Mesela Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu rol için sahne almaya çalışıyor. Düşük olasılık onun bu rolü üstlenmesi, ama belki!.. Belki de ABD ve Rusya’nın birlikteliğinde bir heyet bu arabuluculuğu üstlenir. Hâl böyle olursa, hampetrol ve doğalgaz fiyatları kısa bir süre içinde 65 dolar seviyelerine ve belki de daha da aşağısına inebilir. Sonuçta bu yıl küresel ekonominin performansı pek şahane olmayacak ve enerjiye talep de bu eğilime paralel seyredecek. Talep düşükse fiyatın artmasını gerektirecek bir sebep de olmaz.

ONS ALTIN KÖTÜ SENARYOLARIN
‘YÜKSELEN YILDIZI’DIR HER ZAMAN

Emtia piyasaları dendi mi, ilk akla gelen petrol, ancak değerli metaller de bir o kadar önemli… Değerli metaller söz konusuysa, altını ayrı bir kefeye koymak gerek. Altın korkuların, belirsizliklerin vaz geçilmezidir. Donald Trump’ın seçimleri kazandığı gün itibarıyla sert bir düşüş sürecine giren ons altın, ‘tarife savaşları’yla birlikte korku endeksinin (volatility index) zirvelerde dolaşmasına paralel olarak yukarı yönlü hareketini sürdürüyordu. Tabii ki savaş ortamıyla birlikte yükseliş eğilimini perçinledi.

Bu süreç boyunca gelişmelere göre dalgalı seyir izleyerek yukarı yönlü hareketini koruyacağını söylemek mümkün. Ons başına 3,400-3,500 dolar seviyelerinde hareket etmesi beklenmeli… 3,400 dolar seviyesini direnç noktası olarak işaretleyebiliriz. Büyük olasılıkla günün ilk saatlerinde yaşanan son gelişmeyle birlikte kötü senaryoların daha ağırlık kazanması altında yukarı yönlü ataklara sebep olacak.

PLATİNLE PALADYUMDA FİYAT HAREKETLERİ
NEDEN TERS YÖNLÜ BİR EĞİLİM GÖSTERİR?

Diğer değerli metallerden platinde de saldırı günü sonrasında yukarı yönlü hareket çok belirgin seviyelerdeydi, sonrasında belli bir düzeltme hareketi gerçekleşti. Platin, gümüş ve diğer değerli metaller salt bir yatırım aracı değil, aynı zamanda endüstriyel metaller olduğundan fiyat hareketleri savaşın gidişatı kadar, küresel büyümeye paralel talep eğrilerine göre şekillenecek gibi görünüyor. Burada referans metallerden sayılan paladyumdaki fiyat hareketleriyle platin fiyat hareketleri arasındaki ayrışma, bu eğilimin iyi bir örneği olarak dikkat çekiyor. Platinin Haziran 2025’te ons başına 1,078 dolara yüzde 9’luk artışı arz darboğazları ve endüstriyel zorunlulukları işaret ediyor. Elektrikli araçların (EV) benzinli motorlara olan talebi azaltmasıyla zayıflayan paladyumun aksine, platinin hem EV’ler hem de geleneksel araçlar için hidrojen yakıt hücrelerinde ve katalitik konvertörlerdeki rolü, onu enerji dönüşümü için kritik bir metal olarak konumlandırıyor.

Bakır, alüminyum, çinko, kurşun gibi endüstriyel metallerde ise genel olarak küresel ekonomik durgunluk üzerine gelen savaş ortamı sebebiyle aşağı yönlü hareketler söz konusu… Büyük olasılıkla savaşın gidişatına göre talepte göreli bir düşüşün tetiklenmesi ve bunun fiyatlara yansıması beklenebilir.

NAVLUN FİYATLARI KÜRESEL
TİCARET İKLİMİNİ BOZABİLİR

Mesele salt emtia fiyatlarındaki oynaklıklar değil, tedarik zincirlerinde maliyetlerin artması gibi ciddi bir yan etki daha var. Gerek enerji fiyatlarındaki artış gerekse deniz yolu taşımacılığında risklerin yükselmesi; yani rota değişiklikleri, yakıt maliyetlerinin artışı, hızla yükselen sigorta primleri navlun fiyatlarına yansıyor. Hürmüz Boğazı’ndan yapılan deniz taşımacılığında navlun sadece bir haftada iki kata yakın yükseldi. Yine de sorun henüz korkulan boyutta değil.

En çok endişeli duyulan konu Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılması. Maersk gibi büyük deniz nakliyat firmaları Batı Asya limanlarına, söz gelimi İsrail limanlarına gemilerin uğramasını ise şimdiden askıya alabiliyor. Sonuçta İsrail limanları İran’ın füzelerinin menzilinde! Bu savaşın şiddetinin artması durumunda, bölgedeki deniz taşımacılığının bir süreliğine felç olması ya da nakliye maliyetlerinin çok daha yükselmesi olasılık dahilinde. Bu sadece petrol ve doğalgaz için değil her türlü hammadde, yarı mamul ürün ve diğer emtiaların fiyatlarında ek nakliye maliyetlerinden kaynaklı artışa sebep olacak gibi görünüyor.

GÜBRE SEKTÖRÜNDE KRİZ GIDA
GÜVENLİĞİNİ TEHDİT EDEBİLİR

Dolaylı bir yoldan bu savaş tarımsal emtia arzını ve fiyatları da etkileyecek, kısa vadede ciddi bir gıda güvenliği krizine neden olma potansiyeli de var. Bölge ülkeleri, gübre üretiminde ve ihracatında çok önemli bir güce sahip. Yaşanan savaşın üretim ve ihracat yapan ülkelere etkisi çok büyük. Uluslararası Gübre Derneği (IFA) ve İran Enerji Bakanlığı verilerine göre, İran’ın yıllık 5 milyon ton üre ihracatı ve 4.5 milyon ton amonyak üretimi var. İran, dünya gübre pazarında ilk üçte… Tesisler İran Ulusal Petrokimya Şirketi (NPC) tarafından işletiliyor. İsrail, yılda 4.5 milyon ton potasyum gübresi ihracatıyla, bu alanda dünyanın dördüncü büyük üreticisi.

Mısır, üre gübresi üretiminde ve ihracatında önemli role sahip. Mısır Petrol Bakanlığı verilerine göre, 6 milyon tonluk üretim kapasitesiyle, 3.5 milyon ton üre ihraç ediyor. Yıllık 5.6 milyon ton üre ve 3.8 milyon ton amonyak üretimiyle Katar önemli üretici ülkelerden bir diğeri. Suudi Arabistan, yılda 7 milyon ton gübre üretiyor, bunun yüzde 60’ını ihraç ediyor. Bölge ülkeleri Avrupa ve Afrika ülkelerinin önde gelen gübre tedarikçisi…

Dahası da var… Bu savaşın merkez bankalarının politika faizi kararları, tahvil piyasaları, borsalar başta olmak üzere küresel finans piyasaları üzerinde de çok ciddi etkileri olacak. Emtia piyasalarında yaşanan benzer dalgalanmaları bu alanlarda da en az benzer sertlikte göreceğiz. Bu iki hafta sadece 2025’in değil, 2026’nın da küresel ekonomik kaderini belirleyecek dramatik gelişmelere gebe!

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English