Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz konuşma, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) son lideri olarak bilinen Egon Krenz tarafından DDR’nin kuruluşunun 75. yıl etkinliğinde yapıldı. Krenz’in DDR’ye, barışsever bir Almanya’ya ve Avrupa’nın göbeğinde inşa edilmiş sosyalist devlete büyük bir şevkle sahip çıkması, kazanımlarının nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulmasını istemesi ve yer yer de kendi hatalarına değinmesi takdire şayan. 20. yüzyılın başında proleter devrimin dört gözle beklendiği bu büyük ülke, en değerli öncülerini 1918-1923 arasında burjuvaziye kaybettikten sonra, uzun süren bir krizin ardından nazizmin pençesine düşmüştü. Dört gözle beklenen devrim, 20 küsür yıllık gecikmenin ardından, ülkenin doğu kısmında, antifaşist kurtuluş savaşı yürüten Kızıl Ordu’nun marifetiyle ve biraz da zoraki bir biçimde vücuda geliyordu. Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği ve Alman komünistler, şimdi burada giremeyeceğimiz nedenlerden ötürü, Almanya’da sosyalist inşaya emperyalizme zorunlu bir cevap olarak girişmişlerdi.

İşte DDR, tarihi kan ve savaşla dolu Almanya’nın “barışsever” bir ülke olarak da inşa edilebileceğinin kanıtı olmuştu. Sosyalizmin Avrupa’da cephe hattı bu ülke, yine “dışarıdan” bir itkiyle, Mihail Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları ile çöktü. Krenz’in bu süreçteki biraz meşum rolü hakkındaki hükmümüzü, bu konuşmanın üzerine biraz yumuşatabiliriz, ama hatırlatmak zorundayız: Krenz, selefinin yerini almadan önce, Gorbaçov reformlarına sert itirazlarıyla bilinen komünist Erich Honecker’i istifa ettiren Sosyalist Birlik Partisi (SED) Siyasi Bürosu üyeleri arasındaydı. Honecker’in devrilmesi, Krenz’in de aralarında bulunduğu bir grup yönetici ve Stasi unsuru ile birlikte ve Gorbaçov’un yardımlarıyla mümkün olmuştu. İlgili Siyasi Büro toplantısında Honecker’in devrilmesi oy birliği ile gerçekleşmişti; DDR’nin “son komünisti” de devrilmesi lehinde oy kullanmıştı. “Duvar” yıkıldıktan sonra “rehabilitasyon” peşindeki SED, Honecker’i ihraç bile etti. Honecker’in “gizli kapaklı işleri” o dönem de dile getiriliyordu; rüşvet, görevi kötüye kullanma, banka kasalarında para istifleme gibi… Bunlara dair her suçlamadan beraat etti, ama “kırmızı valizi” hâlâ üçüncü sınıf Alman casus dizilerine (mesela Netflix yapımı Kleo) konu oluyor.

Krenz elbette basitçe Almanya’da sosyalizme “ihanet” etmiş filan değildi, zaten okuyacağınız konuşması ve 90’lı yıllarda Federal Almanya tarafından Soğuk Savaş döneminde işlediği “suçlardan” dolayı tutsak edilmesi de bunun kanıtı. Ama Honecker Gorbaçov’a direnirken, Krenz “suyuna giderek” sosyalizmi kurtarabileceğini sanıyordu belki de. Sosyalizmin kuruluşunda hayati önemdeki Sovyet desteği, sosyalizmin çözülüşünde de hayati olduğunu kanıtlıyordu.


Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?

International Action Center
10 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

International Action Center’ın [Uluslararası Eylem Merkezi] yayımladığı bu konuşma, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (sosyalist Doğu Almanya) kalan son liderlerinden biri ve 1989’da Sosyalist Birlik Partisi (SED) Genel Sekreterliği görevi yürüten Egon Krenz’e ait. Konuşma, Junge Welt gazetesinin (jungewelt.de) organizatörlüğünde, Ekim 1949’da kurulan devletin 75. kuruluş yıldönümünü anma etkinlikleri kapsamında 5 Ekim’de, Berlin’deki Babylon sinemasında yapıldı.

Değerli katılımcılar,

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) kuruluşunu anmaya gelen tüm dostları, yoldaşları ve destekçileri selamlamak istiyorum. Buchenwald’de(1) edilen yemin, “Savaş, bir daha asla, faşizm, bir daha asla”, işte 7 Ekim 1949’da DDR’nin üzerine kurulduğu temeldi.

Tüm yaş gruplarından temsilcileri, fakat özellikle de benim gibi Doğu Almanya’yı başından sonuna kadar yaşamış olanları selamlıyorum. DDR’ye güç vererek, Almanya’nın iyiliğine hizmet ettiğiniz inancıyla yaşamının büyük bir kısmını bu davaya adamış olan sizleri yürekten selamlıyorum.

DDR’ye dönük tüm itibarsızlaştırma çabalarına rağmen halen DDR’ye olan inançlarını dile getiren o kadar çok kişi var ki, bize karşı pek de dostane olmayan sözde araştırma grubu ‘SED State’in başkanı bile, “DDR’yi insanların kalbinden çıkarma”nın henüz mümkün olmadığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bilhassa eski kuşaklar, Doğu Almanya’nın “bizim vatanımız” olduğunu defalarca dile getirdiler.

Sayısız iftiralara ve okul kitaplarında yer alan sayısız tarih tahrifatına rağmen Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne ve politikalarına ilgi besleyen siz sonraki kuşakları yine en içten duygularımla selamlıyorum. Bu toplumda, artık var olmayan devletimiz hakkında pek çok gerçek dışı bilgiyle karşı karşıyasınız. Ama sizi temin ederim ki, bu davaya gönül vermiş bizler dünyayı değiştirmek ve daha iyi bir Almanya yaratmak istedik. Böylece bir daha asla bir anne oğlu için göz yaşı dökmeyecekti. Ne yazık ki, kendi hatalarımız da dahil olmak üzere birçok nedenden ötürü henüz başarılı olamadık. Fakat hâlâ yapılması gereken çok şey var.

Yine de şunu düşünüyorum: Biz temelini attık, tohumlarını ektik. Hasadı görecek kadar yaşayamayacağımız kesin. Ama umarım siz ve akranlarınız, çocuklarınız ve çocuklarınızın çocukları, Almanya’nın doğusunda 40 yıl boyunca iki dünya savaşından dersler çıkarmış, kapitalizme ve savaşa gerçek bir alternatif olan antifaşist bir devletin var olduğunu unutmazsınız.

Bu nedenle, benim, naçizane dileğim şudur: Doğu Almanya mirasından geriye kalanları koruyun. Gizli hesaplarda saklanmış zenginlikler falan yok. Geriye kalanlar sadece saygı, empati ve adalet gibi bir toplumu toplum yapan ve bir arada tutan toplumsal değerlerdir, bu değerler ki bir kişinin diğerini yiyen bir kurt olmaya cesaret edemediği bir toplumu mümkün kılar. Bizim yapamadığımızı siz yapabilirsiniz. Ama bizim kuşağın zayıflıklarından bahsederken de lütfen Brecht’in “Bizden Sonra Doğanlara” şiirini hatırlayın:

“Sizler fakat, geldiğinde vakit

İnsan insanın yardımcısı olduğu

Zaman.

Hatırlayın

Hoşgörüyle bizi.”

Keskin zıtlıklar

Değerli katılımcılar, Doğu Almanya’yı sevmek için pek çok neden var. Aynı şekilde eksikliklerini sert şekilde eleştirmek için de. Ancak yine de “barış” kelimesi her şeyin üstünde duruyor. Doğu Almanya hiçbir zaman savaşmadı. O, Almanya’nın barış devletiydi. Bu bağlamda, DDR’nin kuruluşuna ilişkin Moskova’dan, Cumhurbaşkanı Wilhelm Pieck ve Başbakan Otto Grotewohl’a hitaben gönderilen telgrafı hatırlatmak isterim. Bu telgrafı alıntılıyorum, çünkü DDR’nin tarihi misyonunun özlü bir ifadesini sunuyor:

“Barışsever Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşu Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıdır. Hiç şüphe yok ki barışsever Sovyetler Birliği’nin yanında barışsever demokratik bir Almanya’nın varlığı Avrupa’da yeni savaşların çıkma olasılığını ortadan kaldırmaktadır.” Ne kadar doğru ne kadar net ne kadar da yerinde!

Yugoslavya’nın bombalanması

Almanya’nın faşizmden kurtuluşunu en çok ona borçlu olduğumuz Sovyetler Birliği ve tabii yanında Doğu Almanya var olduğu müddetçe Avrupa’da barış on yıllar boyunca hüküm sürmüş oldu. Ne büyük bir tezat! Sovyetler’in çöküşünden kısa bir süre sonra, 24 Mart 1999’da NATO, BM yetkisi olmaksızın ve Federal Almanya Cumhuriyeti’nin de dahliyle, yarım yüzyıldan biraz daha uzun bir süre önce faşist Alman silahlı kuvvetleri tarafından işgal edilmiş olan Yugoslavya’yı bombaladı.

“Yeşil” Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, uluslararası hukuka aykırı olan bu saldırıyı, ikinci bir “Auschwitz”i önleyeceği bahanesiyle örtbas etmekten çekinmedi. Bugün dahi, sözde “insani dış politika” yalanı, onların “yeşil” halefleri tarafından, Ukrayna’ya eşi benzeri görülmemiş ölçekte yapılan silah sevkiyatlarını haklılaştırmak için kullanılıyor.

Alman hükümetinin mevcut politikasının ikiyüzlülüğü ve tek taraflılığı geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da ortaya serildi. Gazze Şeridi’ndeki insani durumun iyileştirilmesi ve acil ateşkes çağrısında bulunulmasını öngören karar 120 devletin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilirken, Federal Almanya Cumhuriyeti çekimser kalan 45 devletten biri oldu.

“Savaş ve barış” söz konusu olduğunda, Doğu Almanya’da tarafsızlık hiçbir zaman bir seçenek olmadı. DDR’de savaş propagandası ve Rus düşmanlığı da dahil olmak üzere ırkçı nefret yasaktı. Devlet doktrinimiz şuydu: “Hiçbir savaş bir daha asla Alman topraklarından doğmamalı.” [Ya da] DDR milli marşının ikinci kıtasına hep sadık kalınmıştı: “Barışın aydınlığını getirelim ki, bir daha hiçbir anne oğlu için ağlamasın.”(2)

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde halka kendilerini “savaşa hazır” hale getirmeleri çağrısında bulunmak düşünülemezdi (Alman politikacılar şimdi bunu yapıyor!). Özellikle gençlerin barış için eğitilmesine hep öncelik verildi.

Bunlar sadece sloganlar ya da içi boş retorikler değildi, Doğu Almanya, 1989 sonbaharındaki olayların şiddetsiz geçmesini sağlarken bunu pekâlâ kanıtlamış oldu. SSCB silahlı kuvvetlerine yapılan “Kışlada kalın” çağrısı Mihail Gorbaçov’dan falan gelmedi; bu, tarihi tahrif edenlerin iddiasının aksine, Doğu Almanya’nın egemen bir kararıydı. Ancak o vakitler, Alman hükümetinin sonraları Rusya ile ilişkileri İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana en düşük seviyeye getireceğini ve 1945’in galibini bugünün mağlubu ilan edeceğini öngörememiştik.

Güvenin mahvı

Pek çok Doğu Alman’ın son eyalet seçimlerinde oylarını kullanmadan önce kafalarından benzer düşüncelerin geçtiğine eminim. Onların bu oy tercihi, kimi yorumcuların iddia ettiği gibi, Doğu Almanya’nın artık “kahverengi” [faşizm yanlısı] olduğu anlamına gelmiyor. Aksine bu, tüm düzen partilerine bir işarettir: Bizi dinleyin! Ukrayna ve İsrail’e yeni silah sevkiyatları istemiyoruz. Yeni füzelere ihtiyacımız yok! Biz barış istiyoruz!

Ancak bu şekilde, oy toplamak için bu meseleyi hevesle istismar eden AfD’yi ciddi şekilde zayıflatabiliriz.

Tarihsel olarak epey kısa bir zaman içinde, Batı Alman hükümetleri, Sovyet işgal bölgesinde ve daha sonra Doğu Almanya’da Almanlar ve Sovyetler Birliği halkları arasında inşa edilen güvene dair ne varsa yok etti. Şimdi ise Alman politikacılar ve Alman medyası, benim en son İkinci Dünya Savaşı’nın son döneminde, yani sekiz yaşında bir çocuk olarak deneyimlediğim Ruslara karşı nefreti yeniden körüklüyorlar. Eski düşman stereotipi –her şeyin suçlusu “Ruslar” ve tehlikeli Rusya miti– yeniden canlandırılıyor. Sanki Rus birlikleri pusuda bekliyormuş gibi Rusya’ya karşı korku yaratılıyor.

Makul bir eğitim almış her Alman, Almanya’nın iki dünya savaşında Rusya ya da Sovyetler Birliği’ne karşı savaştığını; ancak Almanya’nın hiçbir zaman Rusya tarafından işgal edilmediğini bilir. Modern tarihte sadece iki kez; önce Ruslar, sonra da Kızıl Ordu Almanya’ya girdi; ilkinde Napolyon’a, diğerinde ise Hitler’e karşı. Bunun nasıl neticelendiği ise gayet iyi biliniyor olsa gerek.

Eminim ki Federal Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı 1980’lerde bugün görevdeki zatın yaptığı gibi açıklamalar yapsaydı, yani “Rusya’ya karşı bir savaş” yürütüldüğünü ve amacın “Rusya’yı mahvetmek” olduğunu söyleseydi, Helmut Schmidt gibi bir Şansölye tarafından anında görevden alınırdı.

[Federal Almanya siyasi liderleri] Willy Brandt ve Helmut Schmidt, Egon Bahr ve Herbert Wehner, yumuşama politikaları nedeniyle haklı olarak övülüyorlar. Ancak bu, hikâyenin sadece bir yarısıdır. Bu şahsiyetler yumuşama politikasını tek başlarına yürütmediler. Ortaklara ihtiyaçları vardı ve bu ortaklar arasında Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Doğu Almanya da bulunuyordu.

Diğer bir deyişle, Doğu Almanya’nın barışçıl dış politikası olmasaydı, Willy Brandt ve diğerleri tarafından yürütülen yumuşama politikası da asla olamazdı. Çünkü onlarla aynı fikirdeydik: Erich Honecker’in defalarca belirttiği gibi, birbirimize bir kez ateş etmektense yüz kez müzakere etmek daha iyidir.

1990’ların başında Batı Alman yargısının Doğu Almanya vatandaşlarına 100 binden fazla siyasi soruşturma başlattığını bildirmek için Mihail Gorbaçov ile görüştüğümde bana Şansölye Helmut Kohl ile yaptığı bir konuşmadan bahsetti. Kohl ona şöyle demişti: “Mihail Sergeyeviç [Gorbaçov], Doğu’da yabancı bir halkla karşılaştık. Onlar bizden çok farklılar.”

Eski Batı Alman siyasi elitinin ve onların mirasçılarının dünya görüşü işte buydu ve bugün de Doğu Almanya’nın tarihsel olarak doğru bir şekilde yorumlanmasına izin vermiyorlar. Onlar için kendi kapitalizmleri, hayal edebilecekleri tek gerçek ve en iyi şey. Doğu’da kapitalizm olmadan yaşamayı daha iyi bulan insanların var olduğu gerçeği ve insan ilişkilerinin birbirlerini itip kakmayla değil, toplumsal olarak birlikte yaşamakla şekillendiği bir hayat, siyaset ve medyadaki ana akımı belirleyen Doğu Almanya’dan tiksinti duyanların kesinlikle kabul etmediği ve muhtemel ki kabul etmek istemeyeceği bir şeydir.

Yaşayan hafıza

Doğu Alman Cumhuriyeti’nin yaklaşık 16 milyonluk bir nüfusu vardı. Aradan geçen zaman içinde bu sayı daha da azaldı. Bu da bugün Doğu Almanya’ya ilişkin milyonlarca bireysel görüş olduğu anlamına geliyor. Ancak, kişisel deneyimlere dayanarak yorum yapma hakkı sadece bu vatandaşların kendilerine bırakılmalıdır, bir medya “yeniden işleme endüstrisine” ya da 12 yıllık Nazi barbarlığını Doğu Almanya’daki 45 yıllık savaş sonrası dönemle eş tutan papaz [Joachim] Gauck’a değil.(3)

Bu insanların istediği olsaydı şayet, Doğu Almanya insanların hafızasında sadece “çökmekte olan bir ekonomi” ile bir duvarın arkasına kilitlenmiş, “pis koku ve küf ve devlet güvenliği” ile çevrili “himaye edilen yaratıklardan oluşan küçücük bir ulus” olarak kalacaktı. Ama hayır! Doğu Almanya böyle bir yer değildi!

Doğu Almanların hangi köklere sahip olduğunu, eski Doğu Almanya vatandaşlarının çoğunun kendilerini Batı’nın ağzından dinlemek istemediklerini veyahut tarihin yanlış tarafında olduklarını kabul etmediklerini anlamadıkça ve yaşam öykülerini küçümsemeye devam ettikçe, iktidardakiler, düzen partileri ve onların ideolojik yardakçıları birçok Doğu Alman’ın oy verme refleksini asla anlayamayacaklar.

Miras

Her şeye rağmen Alman Demokratik Cumhuriyeti, kapitalistlerin olmadığı bir yaşamın, ileri derecede sanayileşmiş Almanya’da dahi mümkün olduğunu kanıtladı. Politikamızın yapı taşları arasında, yüz binlerce mülteci ve yerinden edilmiş insanı toprak sahibi yapan “toprak reformu” gibi kavramlar da yer alıyordu. Doğu Almanya’nın mirası, Nazilerin ve savaş suçlularının mallarına el konmasını ve üretim araçlarının birer kamu mülküne dönüştürülmesini içermekteydi – bu malların ekseriyeti “dönüş” [ilhak] sonrasında Treuhand tarafından yok pahasına satılsa da…

Geride bıraktıklarımız arasında, bazen hala tartışmalı imlalar kullanan yeni bir öğretmen kuşağı ile benzer mütevazı geçmişlerden gelen yeni avukatlar; eşit koşullarda yaşayabilen ve çalışabilen ve bir mesleği sürdürmek veya bir banka hesabı açmak için önce kocalarından izin almak zorunda kalmayan kadınlar kuşağı var.

Sınıf ve eğitime ilişkin ayrıcalıkların kırılması sayesinde kariyer yapma imkanına kavuşan ve işçi ve köylü üniversitelerinde henüz lise mezuniyet sınavlarını geçmeden lisans eğitimlerini tamamlayabilen birçok akademisyen hatırlıyorum.

Yine geride binlerce sosyal konut bıraktık; bunlar yaşam alanlarının ve toprağın, spekülatörlerin cebini doldurmak için var olmadığı ve “başını sokacak bir eve” sahip olmanın bir lütuf değil, insan hakkı olduğu yönündeki tarihsel deneyimin izlerini taşıyor.

Bir de unutmamızın pek mümkün olmadığı şeyler var, bugün birçok kişinin şikâyet ettikleri: Doğu Almanya’da işsiz kimse yoktu; herkes, hatta daha az çalışkan olanlar bile, bir mesleki yeterlilik kazanmaları için destekleniyorlardı. Gençler gençlik kulüplerinde buluşurdu; benzin istasyonlarında ya da tren istasyonlarında buluşmak ise çok nadir rastlanan bir durumdu.

Gelecek nesillere milyarderler bırakmadık ama dilenciler de… Ve son olarak, neo-Naziler muhtemel ki saklanarak var oldular. Fakat onlar emperyal savaş bayraklarını Batı’dan alana kadar hiç yükseltmediler ve yeni devlet onlara sanki güçsüzmüş gibi baktı ve o zamana kadar onlardan esirgenen “özgürlüklerini” onlara verdi.

Doğu Almanya, sistemler arasındaki savaşta paramparça oldu. Sosyalizmi geliştirme hayalimiz de kendi zayıflıklarımız nedeniyle suya düştü. Yetersiz enformasyon politikaları, anayasal güvence altındaki demokratik hakların yeterince kullanılmaması, arzdaki boşluklar, bürokrasi  ve çoğu zaman da dar görüşlülük… Gerçeklik ideallerden hızla uzaklaşmıştı. 1989-90’a geldiğimizde ise toplumun geniş kesimleri artık bunları kabul etmek noktasında eskisi kadar istekli değildi.

Geriye dönüp baktığımızda, Doğu Almanya’nın toplumsal bir dengeleyici olarak işlevini yitirmesinden bu yana toplumsal yabancılaşmanın da arttığını görüyoruz. Zengin ve yoksul arasında zaten var olan uçurum daha da büyüyor ve çok aleni biçimde sergileniyor. Kayırmacılığa dayalı siyasal partiler kamu yararına yönelik fonları zimmetlerine geçiriyor. Ancak buna karşı direniş de giderek büyüyor.

Toplumun neredeyse tüm kesimlerinden gelen toplumsal ilgi, burjuva partileri en kötü aşırılıkları tartışmaya zorluyor. Keşke bu tartışmaları, Doğu Almanların kişisel tarihlerini sistematik şekilde küçümsedikleri ve DDR güvenlik güçlerine yönelik toptan cadı avına giriştikleri gibi enerjik bir şekilde yapmış olsalardı. Oysa tüm bunları, kendi ülkelerinin asıl sorunlarından dikkatleri kaçırmak için yaptılar. Ama DDR, Alman tarihinin “külkedisi” olmayacak.

DDR’nin ne olduğu, neden kurulduğu, hangi tarihsel başarılara sahip olduğu, uluslararası alanda nasıl bir konuma sahip olduğu, soğuk bir iç savaşta her iki Alman devletinin nasıl her zaman olası bir nükleer savaşın eşiğinde olduğu, DDR’nin yenilgisinin nedenlerinin ne olduğu ve ondan geriye ne kalacağı… İşte bunlar savaş sonrası Alman tarihinin, hatta Avrupa ve dünya tarihinin temel sorularıdır ve bir “tarih dipnotundan” ve “yeşil ok”tan(4) çok ama çok daha fazlasıdır.

Nesnel bir değerlendirme

Belki Doğu Almanya’yı idealize etmekle suçlanabilirim. Olabilir. Ancak gerçekte savunduğum şey, zaten apaçık olması gereken bir gerçeğin savunulmasıdır: Federal Cumhuriyet’te yaşamış olan akademisyenler, politikacılar ve medya profesyonelleri DDR’nin nesnel ve tarihsel olarak adil bir değerlendirmesi için çaba göstermeliler.

Bizler, o dönemi yaşamış çağdaş tanıklar, hâlâ hayattayız. Ve biz artık burada olmadığımızda, deneyimlerimiz ve anılarımız Doğu Almanya’da doğan çocuklarımızın hafızasında yaşamaya devam edecek. Üstelik o çocuklardan bir hayli çok vardı, çünkü DDR aynı zamanda çocuk dostu bir ülkeydi. Fakat bu savaş ve sömürü dünyasının bugünkünden farklı olacağına ve DDR marşında söylendiği gibi “güneşin en güzel haliyle Almanya’da parlayacağına” olan inancımdan vazgeçemem ve vazgeçmeyi tüm kalbimle reddediyorum.


(1) Nazilerin Almanya sınırları içerisinde kurduğu ilk ve en büyük toplama kamplarından biri. (ç.n)
(2) Bu dizelerin hemen öncesinde de barışa vurgu yapılıyordu: “Barış tüm dünyanın arzusudur/Halklara elinizi uzatın/Kardeşlik içinde birleşin/Halkın düşmanlarını ezeceğiz/Tüm yollar barışla aydınlansın.” (editörün notu)
(3) Gauck Doğu Almanya’da antikomünist bir muhalefet lideriydi ve 2012-17 yılları arasında Federal Almanya’da cumhurbaşkanlığı yaptı. (İngilizce yayına hazırlayanın notu)
(4) Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde bazı trafik lambalarında bulunan yeşil oka gönderme; bir başka DDR simgesi “Ampelmann” gibi. Bu okun olduğu lambalarda sürücüler kırmızı ışık yansa bile sağa dönebiliyorlardı. 2022 yılında Leipzig’deki trafik lambalarında hâlâ bulunan 24 yeşil okun kaldırılmak istenmesi tartışma yaratmıştı. (editörün notu)

Dünya Basını

FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Yayınlanma

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015

Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.

Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.

Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?

Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.

Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.

Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)

Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.

Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.

Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.

ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.

Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.

Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.

Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.

Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.

Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.

Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.

Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.

ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.

Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.

Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.

Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.

Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Trump’ın anti-sosyal devleti

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, yalnızca bir yönetim değişikliğinin ya da partizan yönetişim tercihlerinin değil, devlet biçiminde yaşanan yapısal bir dönüşümün izlerini sürüyor. Trump döneminde ivme kazanan bu dönüşüm, toplumsal yeniden üretim süreçlerinden giderek çekilen, kamusal kaynakları sermaye lehine seferber eden ve idari aygıtı seçkinci bir patrimonyal hiyerarşiye indirgeyen bir devlet tasavvurunu resmediyor. Bu yeni konfigürasyon, klasik refah devleti kurumlarını tasfiye ederken aynı zamanda devletin cezalandırıcı kapasitesini merkezileştirmeye yöneliyor. Makale, bu dönüşümün yalnızca neoliberalizmin geç evresi olarak değil, otoriter bir yeniden inşa sürecinin organik bileşeni olarak da okunması gerektiğini savunuyor.

Türkiye bağlamından bakıldığında, bu çözümleme, yalnızca Amerikan siyasetinin güncel yönelimlerine dair fikir vermekle kalmıyor; aynı zamanda bizdeki siyasal ve kurumsal gelişmeleri de yeni bir mercekten değerlendirme olanağı sunuyor. İdari kapasitenin tasfiyesi, yürütme erkinin kişiselleşmesi ve kamu kaynaklarının dar bir sermaye çevresine tahsisi gibi eğilimler, Türkiye’de de farklı tarihsel dinamikler içinde vücut bulmuş durumda. Bu nedenle makale, yalnızca bir başka ülkenin krizine tanıklık etmeyi değil, içeriye dönük eleştirel bir gözle yeniden düşünmeyi teşvik ediyor.

Okuyucu, bu metinde yalnızca bir teşhis değil, aynı zamanda bir strateji tartışması da bulacaktır. Zira yazar, bugünün devletiyle girilecek her mücadelede, “devlet içinde ve devlete karşı” yürütülecek kolektif pratiklerin taşıdığı tarihsel ve siyasal imkânlara dikkat çekiyor. Bu bağlamda makale, günümüzün karmaşık hegemonik biçimlerine karşı geliştirilecek direniş stratejilerinin zeminini kurarken, eleştirel devlet kuramına katkı sunan önemli bir müdahale niteliği taşıyor.


Trump’ın anti-sosyal devleti

Melinda Cooper
Dissent
18 Mart 2025
Çev. Leman Meal Ünal

Henüz ikinci ayında, Trump’ın ikinci başkanlık döneminin karakteri hakkındaki tüm şüpheler ortadan kalkmış durumda. Heritage Foundation’ın Mandate for Leadership: Project 2025 [Liderlik için Yetki: Proje 2025] başlıklı çalışması, bize ilk dönemdeki dağınık Trump’a kıyasla çok daha odaklı bir Trump portresi sunuyor. Bu proje, başkanın öfke patlamalarını sürekli bir enerji kaynağına dönüştürmenin ve düşünce baloncuklarını ardışık bir anlatıya dönüştürmenin yolunu bulmuş. Project 2025 olarak bilinen bu rapor, aslında Amerikan devletinin temelden yeniden inşası için bir plan ortaya koyuyor. Ancak bu hedefe ulaşmak için öncelikle mevcut devletin ve onun kamu görevlilerinden oluşan işgücünün yarattığı engellerin aşılması gerekiyor. Raporda devamlı tekrarlanan bir nakarat var: İdari devletin ortadan kaldırılması. Rapor, başkana her adımda fısıldayarak, yürütme erki sayesinde nasıl “sözde ‘işten atılamaz’” federal bürokratları tasfiye edebileceğini; israfa ve yolsuzluğa batmış daireleri kapatabileceğini; devletin her kademesindeki “woke” propagandasını susturabileceğini; Amerikan halkının idari devlet üzerindeki anayasal yetkisini yeniden tesis edebileceğini; ve bu süreçte sayısız vergi dolarını kurtarabileceğini” anlatıyor.

Project 2025, Trump’ın kabine üyelerinin her türlü fantezisini besliyor: Fosil yakıt endüstrisi, gayrimenkul ve Silikon Vadisi ile ayrıcalıklı bağları olan özel sermaye yatırımcıları ve girişimcilerden oluşan bu klik için rapor, başkanın federal arazileri fosil yakıt sermayesine nasıl açabileceğini ve iklim değişikliğiyle mücadeleye dair her türlü ilerlemeyi nasıl engelleyebileceğini gösteriyor. Aynı zamanda, Federal Rezerv’in son kredi mercii olma işlevinden vazgeçerek altın ya da başka bir emtia karşılığına (belki de kripto paraya) serbest bankacılığa geri dönüşü nasıl sağlayabileceğini de ortaya koyuyor. Yine, Konut ve Kentsel Gelişim Bakanlığı’nın ülkedeki kalan kamu konut stokunu nasıl satabileceğini ve düşük gelirli borçlulara yönelik desteği nasıl kesebileceğini de detaylandırıyor. Bu arada, başkandan Banka Mevduat Sigorta Kurumu’nun (bankaların iflasını önlemekle yükümlü bağımsız devlet kurumu) ve Tüketici Finansal Koruma Bürosu’nu (yakın zamanda dijital finans sektörünü dolandırıcılığa karşı düzenlemeye başlayan) feshetmesi isteniyor. Özetle, Project 2025, anti-sosyal devletin zirve noktasını temsil ediyor: Sosyal hak ve güvence sağlama görevinden tamamen çekilmiş ve tüm idari aygıtını aşırı zengin iş ortaklarından oluşan dar bir gruba teslim etmiş bir devlet biçimi bu.

Mandate for Leadership, Heritage Foundation’ın 1981’den beri yayınladığı “başkanlık kılavuzu” niteliğindeki el kitaplarının dokuzuncusu. Aslında bu serinin temel temaları hep aynıdır: Devleti küçült, düzenleyici tedbirleri azalt, ve solun kaynaklarını kes. 900 sayfayı aşan Project 2025, 1981 yılında Reagan’a sunulan belgenin kalınlığıyla yarışır. Ancak bu versiyonu öncekilerden asıl ayıran, güçlü yargı desteği varsayımı. Trump, ilk döneminde Federalist Society’nin onayını almış üç yargıcı Yüksek Mahkeme’ye atamıştı. Şimdi ise, başkanlık makamının “görev alanının dış sınırlarına” kadar uzanan eylemler için ona ceza kovuşturmasından muafiyet tanıyan 6’ya 3’lük bir muhafazakâr çoğunlukla çalışıyor. Project 2025’in sayfaları, halkın anlaması muhtemelen imkânsız olan karmaşık anayasa hukuku yorum ve değerlendirmeleriyle dolu. Ancak bu satırlar, idari devlete yönelik Federalist Society’nin yargısal eleştirisine ve onunla yakından bağlantılı olan “tekçi yürütme yetkisi” (unitary executive power) doktrinine aşina olanlar için gayet anlaşılır nitelikte.

Amerikan bağlamında 20. yüzyılın başlarına kadar uzanan “idari devlet” terimi, ilk kez hukuki gerçekçiler tarafından modern, sanayileşmiş bir toplumun ihtiyaç duyduğu türdeki bürokratik yönetimi tanımlamak için kullanılan teknik tınılı bir kavramdır. İlericiler, Yeni Düzen’i (New Deal) modern idare hukukunun zirve noktası olarak gördüler. Hukuki muhafazakârlar ve liberteryenler açısından ise bu terim, çağdaş devlette yanlış olan ne varsa onu temsil eden bir kısaltma niteliğinde.

Son yıllarda idari devlete yönelik yargısal saldırı vites arttırmış durumda. Columbia Üniversitesi’nden liberteryen hukukçu Philip Hamburger, bu tırmanışta kritik bir rol oynadı. 2014 tarihli, idari tiranlığa dönük bir iddianame niteliği taşıyan, İdare Hukuku Hukuka Aykırı mı? (Is Administrative Law Unlawful) başlıklı çalışmasında modern devlet düzenleyicilerinin gücünü 17. yüzyıl İngiltere’sindeki kraliyet yetkileriyle kıyaslar. Trump’ın görevdeki ilk yılında Hamburger, “anayasal özgürlükleri idari devletin ihlallerinden korumak” iddiasındaki Yeni Medeni Özgürlükler İttifakı (NCLA) adlı bir kamu yararı hukuk firmasını kurdu. NCLA, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu (SEC) ile Çevre Koruma Ajansı (EPA) gibi devlet kurumlarına karşı davalar açmakta; bu çerçevede, Kongre’nin kural koyma yetkisini idari kurumlara devretmesine ilişkin yerleşik içtihatlara (sözde yetki devri doktrini – non-delegation doctrine) ve mahkemeler ile idare arasındaki hiyerarşik ilişkiye dair kurallara (yargısal takdir – judicial deference meselesi) meydan okumaktadır.

Başında bir üniversite profesörünün bulunduğu NCLA, kendisini yüksek bir “partilerüstü” imajı ile çizse de dava dosyalarına bakıldığında Koch tarafından fonlanan Americans for Prosperity ile bağlantısı ve açıkça partizan Cause of Action Institute ile koordineli hareket ettiği görülüyor. 2024 yılında, bu iki firma Loper Bright Enterprises v. Raimondo ve Relentless, Inc. v. Department of Commerce davalarını yürüterek mahkemelerin idari kurumların federal yasa yorumlama konusunda mahkemelerce esas alınmasını zorunlu kılan Chevron takdiri doktrininin tarihsel bir yenilgiye uğramasını sağladı. Sonuçta, iklim değişikliği veya finansal dolandırıcılık gibi konulardaki yorum çatışmalarında nihai yetki artık federal mahkemelere geçmiş oldu. Bu da demek oluyor ki, artık memnuniyetsiz bir petrol arayıcısı ya da bir hedge fon yöneticisi, faaliyet alanlarındaki kurumsal yetkiyi sorgulayarak doğrudan nihai hakem konumundaki Yüksek Mahkeme’ye başvurabilecek.

NCLA, gerici hukuk kurumsallığının seçkin isimlerini bünyesinde barındıran bir vitrin. Başkanı ve baş hukuk müşaviri Mark Chenoweth, daha önce Koch Industries’de şirket içi hukuk müşaviri olarak görev yapmıştı. Yönetim kurulunda ise, idari devlete yönelik ilk liberteryen eleştirilerden birini getirmiş olan ve Federalist Society’nin kurucu üyelerinden Gary Lawson, bir diğer önde gelen liberteryen hukukçu ve Federalist Society destekçisi Eugene Volokh gibi isimler yer alıyor. Bu kadro, Reagan devrimini “tamamlanamamış bir proje” olarak görerek nihayete erdirmeyi umuyorlar. Özellikle, Reagan’ın ilk döneminde baş hukuk danışmanı, ikinci döneminde ise adalet bakanı olarak görev yapan Edwin Meese III’ün mirasına derin bir saygı duyuyorlar. (Nitekim Lawson yakın bir zamanda Meese ile Trump tarafından atanan günümüz Yüksek Mahkeme yargıçları arasında doğrudan bir soybağı kuran bir övgü yazısına ortak yazar olarak imza atmıştı.)

Meese, Reagan’ın devlet düzenlemelerine yönelik saldırısının hem kilit destekleyicisi hem de Federalist Society’nin erken dönem hamilerinden biriydi. Adalet Bakanı olarak, Reagan dönemi yetkilileriyle iş birliği içinde EPA ve İş Güvenliği ve Sağlığı İdaresi gibi kurumların faaliyetlerini engellemeye çalıştı ve liberal kamu yararı hukukçularından gelen davaları savuşturdu. Reagan’ın atadığı bürokratlar, kendi sorumluluk alanlarındaki kurumlara yönelik usule ilişkin bir savaş yürütürken, Meese Adalet Bakanı sıfatıyla idari yetkiye dair radikal bir anayasa eleştirisi geliştirdi. 1985’e gelindiğinde, Federal Baro Birliği’ne hitaben yaptığı bir konuşmada, idari kurumların federal yasaları serbestçe yorumlama ve uygulama hakkını öne sürerek yasama ve yürütme erklerinin yetkilerini gasp ettiğinden yakınıyordu. Bu idari yetki genişlemesini, Anayasa’daki “kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlali” olarak nitelendirmekteydi. Federal kurumlar, onun ifadesiyle, “ne ‘yarı’ bir şu ne de ‘bağımsız’ bir bu olabilirdi. Katı bir kuvvetler ayrılığı anlayışının şekillendirdiği doğrultuda, federal kurumlar yalnızca “yürütme erkine bağlı temsilciler” olabilirdi ve yürütme yetkisi de yalnızca başkana aitti. Meese’in yönetimindeki Adalet Bakanlığı tam da bu nedenle, anayasanın II. maddesindeki yetki verme (vesting clause) ifadesini abartarak başkana kralvari, mutlak bir yürütme yetkisi atfeden “tekçi yürütme” (unitary executive) teorisyenlerinin bir sığınağına dönüştü.

Meese’in anayasa hukukunu yeniden biçimlendirme arzularına rağmen, “Reagan devrimi” nihayetinde yargı cephesinde başarısızlığa uğradı. Reagan kabinesindeki üst düzey isimler, EPA gibi gözden düşmüş federal kurumları felç etmek için ellerindeki tüm usul hilelerini kullandılar, ancak idari devlete yönelik sağ kanattan gelen bu saldırılar, mahkeme duvarlarına tosladı. Bir muhafazakâr hukuk kuramcısının sitemle belirttiği üzere, mahkemeler “modern idari devletin yönetici ortağı” haline gelmişti.

Neredeyse yarım yüzyıl sonra, Federalist Society artık fiilen Yüksek Mahkeme’yi ele geçirmiş durumda. Mahkemedeki muhafazakar çoğunluk, idari devletin anayasal eleştirisine vakıf olup sağcı kamu yararı avukatlarının önüne serdiği neredeyse her davaya onay mührü basıyor.  Yakın tarihli üç davada—Lucia v. SEC, SEC v. Jarkesy ve Loper Bright—mahkeme, kurumların tüketici haklarını düzenleme, karara bağlama ve uygulama konusundaki bağımsız yetkilerini büyük ölçüde budadı. Bu kararlar, tüm federal düzenleyici kurumları ileride açılacak davalar için içi mayın dolu bir tarlanın ortasına bırakmak demek aslında.

Bu arada, sağcı hukuk kuramcıları “tekçi yürütme” teorisinin dayanaklarını daha da incelikli hale getirip kapsamını genişleterek başkana yalnızca idari değil, yasama organı tarafından da itaat edilmesini zorunlu kılan bir noktaya kadar getirdiler. En son olarak, Project 2025’in ortak yazarı Russell Vought tarafından 2021’de kurulan Center for Renewing America adlı düşünce kuruluşundaki akademisyenler, Anayasa’nın II. Maddesi’nin başkana Kongre tarafından ayrılan bütçeleri askıya alma veya iptal etme hakkı verdiğini öne süren bir görüş ortaya atmışlardı -yani başkanın, herhangi bir devlet kurumu veya programının fonlarını istediği zaman kesebilmesini savunuyorlar. Trump geçmişte Kongre tarafından onaylanmış bütçeleri harcamayı reddetmişti. Elon Musk, bu kez Trump’ın aynı şeyi yeniden yapmasını ve bunu yeni icat edilen “bütçe iptali” (impoundment) yetkisi sayesinde bunu daha büyük ölçekte gerçekleştirmesini umuyor. Oysa Trump’ın bunu yasal olarak gerçekleştirebilmesi için 1974 tarihli Tasarruf Kontrol Yasası’nı baştan aşağı yeniden düzenlenmesi gerekir; muhafazakâr hukukçular, bunun için gerekli anayasal argümanlara sahip olduklarına inanıyorlar. Clarence Thomas, Neil Gorsuch, Brett Kavanaugh ve Amy Coney Barrett, hepsi de “tekçi yürütme” teorisinin çeşitli versiyonlarını destekleyen görüşler kaleme aldılar. Bu yargıçların, Trump’ın yürütme erkine dair fantezilerini ne ölçüde meşrulaştıracakları ise hâlâ merak konusu.

Trump’ın ikinci döneminin tek gerçek sürprizi ise Elon Musk’ın her yerde oluşudur. Bu defa Trump, teslis biçimini almıştır: öngörülemez baba, kutsadığı oğlu Musk’ı yeryüzündeki işlerini denetlemek üzere gönderirken bu esnada, sosyal medya platformu X, Trumpçı ruhunu takipçilerinin bedenine üflemektedir. Sonuç, ne yazık ki, çok daha güçlü bir Trumpçılıktır.

Tüm yıkıcılığına rağmen Project 2025, yalnızca devleti imha etmeye yönelik bir kılavuzdan ibaret değil. En az yapıbozuma uğratmak kadar, devleti yeniden inşa etme arzusunu da içinde taşıyor. Nitekim sayfalarında, ekonomik liberteryenliğin yakılmış yıkıntıları arasından, en “paleo” [ilkel] kişisel ve otokratik yönetim biçimlerinin yükseldiği aşırı sağ bir devlet kuramının ana hatları beliriyor. Trumpçılık, dünyayı dönüştürmeyi hedeflerken, bunu en arkaik toplumsal yapıların, yani ırksal, cinsel ve sınıfsal tahakküm ilişkilerinin yeniden tesisi için yapmaktadır. Her devrimci muhafazakârlık projesinde olduğu gibi, yeni bir anayasa ve yeni bir epistemoloji gerektiriyor. Anayasal yorum, doğrudan uydurma ve masalsı anlatılar lehine bir kenara itiliyor. Deneysel bilgiye gelince, iktidar için varoluşsal bir tehdit olarak görülüyor ve mümkün olan her yerde teokratik dogma ve başkanlık kararnameleriyle ikame edilmeye çalışılıyor (Trump’ın fen bilimlerine karşı yürüttüğü olağanüstü saldırı buna örnektir).

Project 2025, devletin yeniden dağıtımcı ve sosyal koruma işlevlerini felç etmeyi ne kadar istiyorsa, onun geniş bürokratik yetkilerini susturma, tehdit etme ve sınır dışı etme amacıyla kullanmayı da o denli arzuluyor. Ve dahası bu yetkileri başkanın kişisel yetkisi altında toplamayı hedefliyor. Raporda kürtaj ilaçlarının yasaklanması ve kürtaj klinikleri önündeki protestoların suç olmaktan çıkarılması da öneriliyor. Sınırların askerileştirilmesi ve göçmen gözaltı merkezlerinin genişletilmesi savunuluyor. ICE’ın, ülkedeki tüm kağıtsız göçmenlere karşı “hızlandırılmış sınır dışı” prosedürünü kullanabilmesi talep ediliyor. Columbia Üniversitesi öğrencisi ve green card sahibi Mahmoud Khalil’in gözaltına alınması ve sınır dışı edilme girişimi, Trump’ın bu konuda çok daha ileri gitmeye hazır olduğunu teyit ediyor nitekim.

Trump’ın federal güvenlik aygıtına yönelik saldırısı, onun otoriter niyetlerinin şimdiye kadarki en ürkütücü işareti. Pentagon ve FBI’ın üst düzey yetkililerini tasfiye edip yerlerine sadık çevrelerden oluşan yeni isimler atayarak, devletin şiddet tekeli üzerinde kişisel bir kontrol kurmayı hedefliyor. Böylece, bu gücü istediği herkese karşı serbestçe kullanabilecek. Kısacası, gerçekten “derin devlet” diyebileceğimiz bir yapı inşa etmeye çalışıyor—penceresiz, yankıyla ve gizli belgelerle dolu “Mar-a-Lago tuvaleti” kadar ıssız ve bir deli tarafından mesken tutulmuş.

Peki bu ezici kuşatma dalgası karşısında direnişin rotası nereye gider? Demokratlar, Yüksek Mahkeme’nin sağcı teyakkuzuna karşı bir dizi yasal karşılık üzerine düşündüler; bunlar arasında mahkeme üye sayısının artırılması, görev süresi sınırlamaları, bağlayıcı etik denetimi ve yargı atamalarında bağımsız iki partili bir inceleme yer alıyor. Bu önerilerin değerleri ne olursa olsun, öngörülebilir gelecekte rafa kalkmış durumdalar. Biden, alt federal mahkemeleri Demokrat atamalarla doldurmayı başardı; ne var ki bu önlem nihai kararı Yüksek Mahkeme’de sonuçlanacak davalarda ancak zaman kazandırabilir.

Bu arada, Demokratlar eyalet düzeyinde toparlanıyorlar. Project 2025, halk sağlığı ve acil durum yönetimi sorumluluğunun büyük kısmını eyalet hükümetlerine devrediyor; bu durum, mavi eyaletleri ve başsavcılarını Trumpçı saldırıya karşı bariz bir savunma hattına dönüştürüyor. Ancak meselenin aslı, Demokratların bu görevle başa çıkıp çıkamayacaklarıdır. Cumhuriyetçilerin hiper-aktivizmi, liberalleri çoğunlukla savunma pozisyonuna itme konusunda bir beceriye sahip; bu da onlara statükoyu boş sözlerle meşrulaştırmaktan başka seçenek bırakmıyor. Teknik uzmanlık ve usule ilişkin normların savunusu elbette gerekli. Ancak, onlarca yıl süren ve devletin sosyal ve yeniden dağıtıcı işlevlerini aşındıran, cezalandırıcı kolunu ise güçlendiren bir yıpratma sürecine karşılık olarak bu savunular hiç de yeterli değil. Kaldı ki devrimci aşırı sağa karşı etkili bir yanıt ise hiç değil. Olduğumuz yerde durmak, sürekli olarak ayaklarımızın altındaki zemini kaydıran bir düşmana karşı kaybetmeye mahkûm bir strateji çünkü.

Bu noktada, idari devlete yönelik saldırının soldan geldiği bir anı hatırlamak faydalı olacaktır. Uzun 1970’ler boyunca, sol görüşlü aktivistler ve liberal kamu yararı avukatları, idari devleti kenarlardan ele geçirip dönüştürmek amacıyla alabildiğine saldırgan bir kampanya yürüttüler. Yeni Sol’un azınlık siyaseti tarafından şekillenen bu aktivistler, Yeni Düzen’in (New Deal) başlangıç vaatlerinden uzaklaşılmasından rahatsızdılar: büyük şirketleri denetlemek üzere kurulan federal kurumlar, Soğuk Savaş sanayi kompleksinin sadece birer destekçisine dönüşmüş, çevrenin tahribatına tam anlamıyla ortak olmuşlardı; ülke genelindeki sosyal yardım daireleri, Güney’in ırkçı uygulamalarını ithal ederek siyah kent yoksullarını dışlamak ve denetim altında tutmak amacıyla kullanılmıştı. Bu eğilimlere karşı koymak için, Yeni Sol aktivistler “devlet içinde ve devlete karşı” bir strateji benimsediler: yani, devletin sosyal refah ve korumacı ufkunu genişletmeye çalışırken aynı anda yoksullara yönelik disiplin gücünü zayıflatmayı hedeflemek. Bu hareketin liberal kanadı, devlet yöneticilerinin elini zorlamak için mahkemelere başvurdular. Kamu yararı avukatları, sosyal yardım ve çevre hukuku alanlarında emsal teşkil eden davalar kazandılar. Daha solda yer alan, sosyal yardım hakkı ve siyah adalet hareketi içindeki aktivistler ise hukukun gücüne daha pragmatik ve çatışmacı bir anlayışla yaklaştılar ve kamu yararı avukatlarının seçkin bağışçılarla olan samimi ilişkilerine karşı temkinli bir yol tutturdular. Her iki durumda da, bu birleşik çabalar idari eylemin kapsamını köklü biçimde yeniden şekillendirmeyi başardı ve devletin çevre, gündelik tüketiciler, sosyal yardım alan yoksullar ve etnik azınlıklar karşısındaki sorumluluklarını üstlenmeye zorladı.

Bu tarih, sağcı hukuk hareketinin kendi kendini anlatımında rutin olarak görünmez kılınan bir şeyi açığa çıkarıyor. Siyaset bilimci Steven Teles’in de belirttiği gibi, “Yeni Düzen” sonrası idari devlete yönelik saldırıyı ilk başlatan soldu; bu da hukuk alanındaki muhafazakârları harekete geçiren kıvılcımdır. Sağcı revizyonizm idari devleti ve “wokeism”i aynı şey gibi gösterse de, daha yakından bakıldığında hükümet bürokrasisini işgal etme ve dönüştürme mücadelesine öncülük edenin sol olduğu bir dönemi yakalamak mümkündür. Yeni Sol, idari devleti demokratik arabuluculuğun tarafsız bir zemini olarak değil, bir çatışma alanı olarak görüyordu. Bir süreliğine de olsa, sosyal dağıtıma dair mücadele hattını devletin içine taşımayı başardılar. Hukuki karşı-devrimcilerin o zamandan beri savaşmakta olduğu işgal tam olarak budur, her ne kadar etkin bir muhalefet cephesi çoktan ortadan kalkmış olsa bile.

Bugün artık çok başka bir devlet formuyla karşı karşıyayız. Tüm çelişkileriyle birlikte geç Keynesgil sosyal devletin yerini, yeniden dağıtımcı işlevlerini küçülten, refah aygıtının büyük kısmını cezalandırıcı ve hapsedici işlevlere dönüştüren, hizmetlerinin mümkün olduğunca çoğunu özelleştiren veya taşeronlaştıran ve özel operatörlere garantilerini katlayan neoliberal anti-sosyal devlet aldı. Bu, düşük ya da hiç ücret almayanları kendi kaderlerine terk eden ancak onları hâlâ daimî borçlular ve gelir üreticileri -geçiş ücretleri, kira, fatura ve öğrenci borcu faizleri gibi- olarak ağları içine dahil eden bir devlet formudur. En kapsayıcı “üçüncü yol” formunda dahi neoliberal devlet, sosyal sigortanın yerine “sosyal piyasalar” yaratır. Diğer bir deyişle, yurttaşların üstlendiği riskleri güvence altına almak ve eşitlemek yerine, bu hizmetleri kâr amacıyla işletmeleri için özel sigortacıları ya da varlık yöneticilerini teşvik eder. Obama’nın Uygun Fiyatlı Sağlık Hizmeti Yasası ya da Biden’ın altyapı ve enerji yasaları bu yoksullaştırılmış sosyal politika modelinden besinini almıştır (her iki gündemin de gerçekten ilerici unsurlarını unutmamak kaydıyla). Özel sağlık sigortacıları ve BlackRock gibi mega yatırım fonu yöneticileri, bu neoliberal kapitalizm biçiminin doğal müttefikleriydi.

Liberteryenler, neoliberal devletin anti-sosyal eğilimlerini radikalleştirirler. Sadece “Yeni Düzen” sosyal refahının son kalıntılarını değil, aynı zamanda devlet sübvansiyonlu sosyal piyasaların neoliberal modelini yıkmakta dahi kararlıdırlar. Obamalı yıllarda, Tea Party hareketi, ACA’nın özel sigorta piyasasına “sosyalizmin tecessüm etmiş hali”ymiş gibi saldırmıştı. Trump dönemindeyse öfke, sözde woke BlackRock’a, dünyanın en büyük varlık yöneticisine ve Demokratların risk azaltma devletinin büyük bir yararlanıcısına kaydı. Trump artık Biden’ın Enflasyon Azaltma Yasası’nı ve bu yasayla bağlantılı tüm özel sektör yüklenicilerini terk etmekle tehdit ediyor. Tüm bunlar içerisinde belki de en şaşırtıcı olanı, Reagan döneminden beri biyofarma inovasyon hattını besleyen Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) fonlarını kesmiş olması. “Woke kapitalizme” karşı savaşın yalnızca bir piyesten ibaret olmadığı her geçen gün daha da net hale geliyor. Trump’ın adamları, neoliberal kapitalizmin zirvesindeki tüm ekonomik sektörleri çökertmeye -kendi yatırım ortaklarını, şirket kurucularını ve hâkim hissedarlarını yüceltmek uğruna- gerçekten de hiç olmadıkları kadar hazırlar.

“Woke kapitalizm” savaşının, kapsamlı bir resesyonu (veya kapitalist sınıf içi bir isyanı) tetiklemeden ne kadar ileri götürülebileceği ise hâlâ belirsiz. Ancak kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da Trump’ın iş dünyasındaki müttefiklerinin kemer sıkma politikalarından muaf tutulacağıdır. Musk’ın Hazine’yi yağmalaması ve Trump’ın Federal Rezerv’e müdahale girişimleri açıkça gösteriyor ki, liberteryenler aslında devleti ortadan kaldırmak istemiyorlar; ABD Hazinesi ve Federal Rezerv’in bünyesindeki devasa mali ve parasal yetkilerle en ufak bir dertleri yok. Onların arzusu daha ziyade, yararlanıcıların kapsamını radikal biçimde daraltarak, yalnızca ultra zengin özel sermayedarlar (şirket kurucuları ya da hâkim sahipler) ve kripto, güvenlik, emlak ve fosil yakıtlar alanındaki özel fon yöneticilerinden oluşan küçük bir grubu kapsamak. Bu grup öylesine küçük ki isimlerini dahi biliyoruz; yüzleri, kendi bastıkları özel madeni paralara işlenmiş durumda ve bu paraların Federal Rezerv tarafından desteklenmesi de kaçınılmaz görünüyor. Kapitalist iktidarın bu denli kişiselleştiği fakat kamu kaynaklarıyla bu denli şişirildiği başka bir dönem ender görülmüştür herhalde.

Bugün, çok sayıda insan yalnızca dolaylı biçimde dâhil edilirken –kamu sübvansiyonlarıyla desteklenen özel çıkarlar için gelir üretenler olarak– “devlet içinde ve devlete karşı” çalışmanın ne anlama gelebileceği üzerine biraz düşünmek gerekir. Sırf cezalandırıcı hizmetler söz konusu olduğunda, örneğin polislik ve hapishaneler gibi, “devlet içinde ve devlete karşı” çalışmanın bir anlamı var mıdır? Musk misyonunu tamamladığında geriye direnilecek bir devlet kalacak mıdır sahiden? Öyle görünüyor ki, muazzam servet yoğunlaşmasının pasif kolaylaştırıcıları veya kurbanları olarak ağlarına takıldığımız sürece devleti kendi haline bırakma lüksümüz yok. Musk bir şeyi kesin olarak açığa çıkardı: Liberteryenizm gerçekte kimseyi devletten özgürleştirmez. Sadece sosyal devletin son kalıntılarını yok eder ve onun yerine, toplumun her aşamasında kişisel boyun eğmenin dayatıldığı, yoğun biçimde otokratik, patrimonyal bir devlet yönetimi biçimini ikame eder. Dolayısıyla, devlet içinde ve devlete karşı yürütülen sosyal dağıtım mücadelesi her zamanki kadar acildir; güncel iktidar ilişkilerinin melez doğası strateji meselesini karmaşıklaştırsa dahi… Müdahalenin odağına bağlı olarak, devlet içinde ve devlete karşı yürütülen çabalar, neoliberal, liberteryen ya da artık haline gelmiş sosyal demokratik devlet biçimleriyle uğraşabilir. Hükümetin farklı seviyelerinde farklı politika ve parti rejimleri yürürlükte olabilir; bu da ölçek ve hedef tercihini her sol strateji açısından önemli bir unsur hâline getirir.

Şimdilik federal çalışanlar Trumpçı saldırının ön cephesinde yer alıyor. Yalnızca Cumhuriyetçilerin nefret ettiği programları idare etmeleri değil, aynı zamanda federal hükümetin kalbinde kamu sektörü çalışanları olmaları onları doğrudan hedef hâline getiriyor. Federal sendikaların karşı karşıya olduğu zorluklar ise muazzam bir düzeyde. Ancak Amerikan kamu sektörünün sinir merkezindeki konumları onlara eşsiz fırsatlar da sunuyor. İdari devlete dönük uzun süreli sağcı saldırılar, kamu harcamalarının ayrıntılarına yönelik yaygın kayıtsızlığa dayanmıştır. Bu saldırı, insanlar “kendi” vergilerinin devletin hak etmeyen kesimlerine harcanmadığına ikna oldukları sürece sürdürülebilir. Sayısız araştırmanın gösterdiği üzere, alt ve orta gelirli Cumhuriyetçi seçmenler bilişsel bir çelişki hâlindeler: Sosyal Güvenlik, Medicaid ve gazilere yönelik yardımlar gibi haklarını kazanılmış gelir olarak görüyorlar; federal bütçede önemli bir kesintinin özellikle bu kalemleri hedef alması gerekeceğinin farkında bile değiller.  Bu bağlamda, Musk’ın Trump’ın başkanlığının daha ilk ayında Sosyal Güvenlik İdaresi’ne saldırmaya yönelik hevesi, taktiksel bir öngörüden yoksunluğa işaret ediyor. Bu proje, ortalama Trump seçmeni de dâhil, çok fazla insan için işleri hızlı şekilde çok kişisel hale getirerek ters tepilmesine yol açabilir.

Kamuoyundaki bu tür bir duygusal dönüşüm için çok uzağa gitmemize gerek yok. Eric Blanc’ın hatırlattığı gibi, 2018’de başlayan devlet okulu öğretmenlerinin uzun süren militan eylemleri benzer şekildeki elverişsizlikler altında gelişmişti. Bu eylem döngüsü, kamu emekçilerinin grevlerinin yasa dışı olduğu ve katı bir “çalışma hakkı” eyaleti olan Batı Virginia’da başlamıştı. Bu kampanya, büyük ölçüde, eyaletin mali yetersizlik anlatısını reddettiği için başarılı oldu. Öğretmenler, kamu hizmetlerinin “kullanıcıları” olan veli ve öğrencilerle dayanışma ağları kurarak, kemer sıkma politikalarının çalışanlar kadar onları da mağdur edeceğini gösterdi ve böylelikle devletin böl ve yönet taktiklerini boşa düşmüş oldu ve grev yasağı fiilen etkisizleştirildi. Kampanyanın kilit unsurlarından biri, eyaletin petrol ve doğalgaz şirketlerine tanıdığı son derece cömert vergi ayrıcalıklarına son verilmesini öneren alternatif bir eyalet bütçesi tasarısı hazırlamalarıydı. Kampanyaya en başında devletin bütçe siyasetini hedef alarak başlayan öğretmenler, endüstriyel eylemin anlamını müzakere edilmiş bir krizden, harcama öncelikleri üzerine gerçek bir mücadeleye dönüştürmeyi başarmışlardı.

“Ortak iyilik için pazarlık” kavramı, işçilerin doğrudan ücret taleplerini devletin harcama ve vergilendirme politikalarındaki daha büyük dağıtım meseleleriyle ilişkilendirdiği bir stratejiyi tanımlar. Bu strateji, kamu sendikacılığı hareketinde ve eyalet hükümetleri düzeyinde kayda değer başarılar elde etmiştir. Ancak henüz, hâlâ devlet bağımsızlığı yanılsamasının sürdüğü özel sektöre ya da federal kamu sektörüne yayılmış değiller. Bu ölçekte bir genişleme son derece zorlu görünüyor. Ne var ki, biraz da ironik biçimde, Musk bu çeşitli çalışma alanlarını aynı örgütsel şemsiye altında toplayarak faydalı bir iş yapmış oldu.

Örneğin, şu anda federal çalışanlara uygulanan türden yakıp yıkma taktiklerinin, son birkaç yılda Silikon Vadisi teknoloji çalışanlarının maruz kaldığı kitlesel işten çıkarma deneyimleriyle birebir aynı olduğu açık. Ama bundan da öte, bugün Tesla ya da X çalışanları Tesla veya X çalışanları bugün federal çalışanlardan ne kadar farklıdır? X kullanıcıları, patrimonyal devletin propaganda kolu olan bir kamu altyapısının müşterilerinden başka nedir ki? Şirket yöneticisi Hazine’nin kontrol kollarını elinde tutuyorsa, teknoloji sektörünün devletten bağımsız özel girişim kaynağı olduğu iddiasını sürdürmek güçtür. Musk, maksatlı olmasa da, özel ve kamu sektörü çalışanları arasındaki ortaklıkları son dönemdeki hiçbir işçi örgütleyicisinin başaramadığı kadar görünür kıldı. Bu imkânların, yeni ortaya çıkan büyük teknoloji ve federal işçi sendikası hareketi tarafından nasıl değerlendirileceği ise belirsizliğini koruyor.

“Ortak iyilik için pazarlık” çerçevesinin bir önemli sonucu da, sosyal dağıtım mücadelesinin, devlet harcamalarının belirleyici rol oynadığı günlük yaşamımızın herhangi bir alanından doğabileceğidir. Son birkaç on yıldır, para ve maliye politikaları mülk fiyatlarını şişirmeyi ve ücretleri baskılamayı hedeflemiştir. Bu baskılar, özellikle koronavirüs pandemisinden bu yana daha da şiddetlenmiş, kiracılar ipotek krizlerinin ve yükselen faiz oranlarının bedelini ödemek zorunda kalmıştır. Konut sahipliği, sınıfsal tabakalaşmada giderek daha belirleyici bir etken hâline gelmiş, ücret talepleri, ücretlerin büyüyen bir kısmı ev sahiplerine aktarılıyorsa anlamını yitirmiştir. Tam da bu nedenle, son birkaç yılda ülke genelinde hızla yayılan kiracı sendikaları, yeniden canlanan sendika hareketinin mantıksal bir uzantısı olarak görülebilir.

Bu alanda özellikle umut vaat eden bir gelişme ise, bireysel ev sahiplerinin ötesine geçerek ipoteklerini teminat altına alan veya risklerini sigortalayan devlet düzenleyicilerini hedef alan taktiklerin benimsenmesidir. Ekim 2024’te Kansas City’deki iki apartman bloğunda yaşayanlar hem ev sahiplerine hem de Federal Konut Finansmanı Ajansı’na (FHFA) talepler yönelten tarihi bir kira grevi başlattılar. Yeni kurulan Kiracı Birliği Federasyonu tarafından koordine edilen grevciler, FHFA’nın Fannie Mae veya Freddie Mac aracılığıyla federal kredi garantisi alan tüm ev sahiplerine kira talep sınırlaması ve düzenli bakım yükümlülüğü getirmesini talep ediyor.

Normal şartlar altında, ev sahipleri, kiracıların topluca gönderdiği kira ödemelerine güvenerek kredilerini öder. Kiracıların itaatkâr davranacağına yönelik beklenti (kiracı uyum beklentisi), bir tür sosyal teminat işlevi görür; ev sahibinin mülkü satın almasını ve faiz oranları yükseldiğinde kiraları artırmasını sağlayan da budur. Ancak aynı mantıkla, kiracılar da toplu şekilde kiralarını ödemeyerek ev sahibini iflasın eşiğine getirebilir. Eğer kredi bir devlet kurumu tarafından garanti altına alınmışsa, nihayetinde devlet bu borcun sorumluluğunu üstlenmek zorundadır. Devlet ya kiracılarla müzakereye oturup krediyi yeniden yapılandırır ya da ödenmeyen ipoteği bilançosuna aktararak ilgili mülkün fiilen kamusal mülkiyetini üstlenir. Bu noktada kiracılar, binanın süresiz biçimde sosyal konut olarak korunmasını talep etmek için çok daha güçlü bir konumda olur. Kiracı Sendikası Federasyonu direktörü Tara Raghuveer’in altını çizdiği gibi, amaç, federal düzenleyicileri, kurtarma ve düzenleme müdahalelerini emlak geliştiricilerinin değil, kiracıların hizmetine yönlendirmeye zorlamaktır: “Federal düzenleyicinin ya da kamu destekli kuruluşların ev sahiplerini ve yatırımlarını korumak için yapabileceği her müdahale, bizim için ‘Kiracıları koruyun’ diyerek müdahale etme fırsatı anlamına geliyor.”

Biden yönetiminin koşullarına mükemmel şekilde uyarlanmış olsa da, federal düzeyde kalıcı mevziler kurma girişiminin, Hükümet Verimliliği Bakanlığı (DOGE) çağında uygulamaya konulması daha zor bir çaba haline gelebilir. Ancak başka yerlerde, özellikle kiracı koruma yasalarının hala yürürlükte olduğu eski kentlerde, eyalet ve belediye düzeyinde benzer stratejiler izlemiştir. 2019 yılında, New Yorklu kiracı aktivistlerden oluşan bir koalisyon, ev sahiplerinin kira dengeleme yasalarından kaçınmak amacıyla kiracıları ardı ardına tahliye etmesini engelleyen New York Eyaleti Konut İstikrarı ve Kiracı Koruma Yasası’nın geçmesini sağlamışlardı. Kaliforniya’nın çeşitli kentlerinde, kiracı birlikleri, ev sahiplerinin kiracıları tahliye etmek üzere stratejik biçimde “işletmeden çekilmesine” olanak tanıyan eyaletin Ellis Yasası’na karşı da benzer bir kampanya yürütüldü. Nisan 2024’te, Los Angeles’ta yer alan Hillside Villa Kiracıları Derneği üyeleri, binalarının uygun fiyatlı konut statüsünü on yıl boyunca yenilemelerinin ardından dört yıllık kira grevlerini sonlandırdılar. Bu yalnızca kısmi bir zaferdi: Hillside Villa Kiracıları, Los Angeles Şehir Konseyi’nin, binayı kamu yararı kapsamında geri almasını talep ediyordu ve bu hedefe ulaşmaya neredeyse çok yaklaşmışlardı. Nihayetinde, kira artışlarını sınırlayan ve kiracı tahliyelerini engelleyen yasama zaferleri, ancak kamusal para yaratma ve borç ihraç etme yetkilerinin yeniden sakinlerin eline geçmesini hedefleyen daha geniş bir stratejinin ilk adımları olabilir. Konut krizinin gerçekten hafifletilebilmesi için, kentler ve eyaletler, Donald Trump gibi emlak geliştiricilerine sübvansiyon sağlamak yerine, kamu konutu yaratmak ve bunu sürdürebilmek amacıyla belediye ya da eyalet borç ihraç etme yetkilerini kullanmaya zorlanmalıdır.

Elbette Trump’ın sendikalara ve diğer örgütlülüklere sert şekilde saldıracağını biliyoruz, bu da “aşağıdan” ceza adalet sistemini hedef alan aktivizm türlerine yeniden aciliyet kazandırıyor. Yüksek Mahkeme’nin sağcılar tarafından ele geçirilişinin sonuçlarını değerlendiren yakın tarihli bir makalesinde Amna A. Akbar, dikkati gündelik hayatlarında hukukun sert yüzüyle karşılaşan sayısız insanın muhatap olduğu alt mahkemelere yeniden odaklamaya çağırıyor. Yüksek Mahkeme’nin koronavirüs tahliye moratoryumunu veya Biden’ın öğrenci borcu affı planını iptal etmesi hakkında yapabileceğimiz pek bir şey yok, ancak insanların her gün sınır dışı edildiği, tahliye edildiği ve ödenmemiş borçlar nedeniyle suçlandığı alt mahkemelere müdahale etmek için imkanlar fazlasıyla mevcut. Akbar, ırkçı polis şiddetine karşı protestoların ardından “mahkemeler içinde ve mahkemelere karşı” gerçekleşen yeni bir aktivizm türünün ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor. Bu aktivizm, yargısal gücün mekaniğine en somut şekillerde müdahale etmek için hukuki formalciliği reddediyor. Öyle ki taktikleri, görünüşte pasif gibi olan mahkeme ve polis gözlemciliği eylemlerinden, tahliye işlemlerini durdurmak veya kağıtsız göçmenlerin tutuklanmasını engellemek için koordine eylemlere kadar uzanıyor. Toplu kefalet fonları gibi karşılıklı yardımın silahlandırılmış biçimlerini de içeriyor ki bu fonlar mahkemelerin yoksul sanıkları duruşma öncesi gözaltına almalarının önüne geçmeyi amaçlıyor. Akbar’ın kaydettiği gibi, “mahkemelerde ve mahkemelere karşı gerçekleşen protestolar, sıradan insanlar için hukuki sürecin ve yasal eşitliğin değeri üzerine büyüyen bir mücadelenin parçası olarak stratejik kırılma noktaları olarak birbirine bağlı görünüyor- fakat kimi zaman bu burjuva demokrasisinde hukukun üstünlüğünün reddi olarak okunabilir.

Kuşkusuz, kamu savunucuları devlet, mahkemeler ve sanıklar arasında kritik bir bağlantı noktasında yer alıyor. Devlet tarafından istihdam edilmeleri, 1963 Gideon kararında belirtildiği gibi, anayasal bir hak olan avukatlık hizmetini garanti altına almayı amaçlar. Ancak kronik kaynak yetersizliği ve aşırı iş yükü, onları çoğunlukla sistemin dişlileri hâline getirir; müvekkillerine gerçek bir temsil sunmaktan ziyade, savunma anlaşmalarını onaylayan birer mühür gibi çalışırlar. Bu nedenle, ilerici kamu savunucuları arasında son dönemde artan sendikalaşma, cezalandırma [hapsetme olarak da okunabilir] temelli devlet aygıtına karşı sol mücadeleler için paha biçilmez yeni bir baskı aracı sunar. Los Angeles County kamu savunucuları, 2018’de ilk adımı atarak Amerikan Eyalet, İl ve Belediye Çalışanları Federasyonu (AFSCME) aracılığıyla örgütlenen sendikalarının eyalet tarafından tanınmasını sağladılar Sonrasında Connecticut, Pennsylvania, Colorado ve New York’taki savunucular da benzer adımlar attılar. Bu sendikalaşma çabalarını yürütenlerin büyük kısmı, daha geniş çaplı bir ırksal adalet hareketiyle aynı çizgide yer alıyorlar. Yani aslında hem ceza adaleti sisteminde yapısal reformlar için hem de daha iyi ücret ve çalışma koşulları için mücadele ediyorlar.

Bu açıdan, onlar, ülkedeki ilk (ve yakın zamana kadar ki tek) sendikalı kamu savunucuları bürosu olan New York Hukuki Yardım Avukatları Derneği’nin (ALAA) ortaya koyduğu yol haritasını izlemekteler. ALAA, 1970 ile 1994 yılları arasında şehrin mahkeme sistemini durdurma yeteneğini kullanarak daha iyi fonlama ve müvekkiller için gelişmiş temsil koşulları pazarlığı yapmak amacıyla beş büyük grev gerçekleştirdi. Fakat sendika, 1990’ların sonlarında Belediye Başkanı Giuliani’nin, ALAA’nın sunduğu hizmetlere rakip olacak kâr amacı gütmeyen savunuculuk ofisleri kurmasıyla pazarlık gücünün büyük kısmını kaybetti. Bu nedenle, Giuliani’nin ALAA’yı zayıflatmak için görevlendirdiği söz konusu STK’lardan biri olan Bronx Defenders’tan türeyen yeni sendikalı girişim Bail Project’in ortaya çıkması dikkat çekicidir. Sendikal yoğunluk kritik bir eşiğe ulaştığında, kamu savunucuları başka hiçbir emekçi sınıfının sahip olmadığı eşsiz bir silaha sahip olacaklar: Emeklerini topluca geri çekerek tüm mahkeme sistemini durdurabilirler! Bu silah, daha geniş sendika hareketiyle dayanışma içinde kullanıldığında, kamu fonlarının nasıl ve nereye tahsis edileceği (cezalandırıcı kurumlara mı yoksa daha iyi okullar, sağlık hizmetleri ve sosyal konutlara mı) konusundaki kararları şekillendirmek için bir araç olarak geliştirilebilir.

Patrimonyalizm, anti-sosyallik temelli devletin yol açtığı yıkıma verilen yanıtlardan biridir. Bu yapı, astlara güvenliklerinin ancak patronun ya da ev sahibinin himayesinde mümkün olduğunu öğretir. Tüm sadakat yukarıya doğru yönlendirilir; tüm yükümlülükler bireysel ya da ailevi hane halkı borcu biçimine indirgenir. Bu, yalnızca bir tür yatay dayanışmaya tahammülü olan bir devlet biçimidir: Başkanın gözüne girmeye çalışan kardeşler arasındaki dayanışma. Trump, bu iktidar tarzını herkesten daha iyi somutlaştırıyor. Cumhuriyetçi Parti’yi, her sözüne bağlı birbirine rakip kardeşliklerden oluşan bir sürüye indirgemekteki başarısı, tarihsel karşılaştırmalara meydan okuyor. Ancak Trump’ın hipnotize edici kişiselciliği, bu projenin taşıdığı kırılganlığı da gölgeleme potansiyeli taşıyor. Trumpçılığın popüler bir hareket olarak kendisini sürdürebilmesi için, hiyerarşi ve bağımlılığa dayalı patrimonyal ilişkilerin, hane halkından işyerine kadar toplumun her düzeyinde yeniden üretilmesi gerekiyor.

İşyeri grevleri, kira grevleri ve kefalet fonları gibi yatay dayanışma biçimleri bu projeye varoluşsal bir tehdit oluşturuyor; zira bu tür pratikler, müşteri-patron ilişkisinin dışında başka bir güvenlik alanı sunar. Bireysel yükümlülüğü kolektif krediye dönüştürerek her türden borç grevi, kişisel bağımlılığın şantajından en azından geçici bir kurtuluş sağlar. Bu eylemler, yalnızca kendi başlarına- ücretlerin artırılması ve kiraların düşürülmesi gibi- anlamlı olmalarının yanında yeni bir toplumsal ilişkinin kuluçka merkezleri olarak da değerlidir. Aşırı sağa karşı verilen mücadele, bundan daha azını kabul edemez.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’

Yayınlanma

Rusya’nın Berlin Büyükelçisi Sergey Neçayev, Ukrayna’daki savaş ve Almanya ile ilişkiler üzerine yaptığı açıklamalarda, Ukrayna’ya yabancı asker konuşlandırılmasının Rusya açısından kabul edilemez olduğunu söylüyor. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 80. yıl dönümü nedeniyle yapılan anma törenlerine Rus temsilcilerin davet edilmemesini büyük bir hayal kırıklığı olarak değerlendiren büyükelçi, ABD ile ilişkileri yeniden inşa etme sürecinde olduklarını belirterek Büyükelçi, Almanya’nın silahlanma politikalarını da eleştiriyor. Neçayev, Rusya’nın Avrupa ile barış ve güvenlik içinde yaşamak istediğini vurgularken, NATO’nun doğuya genişlemesini geçmişteki tarihi hatalardan biri olarak gördüğünü dile getiriyor.


Rusya’nın Berlin Büyükelçisi ile mülakat: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması bizim için kabul edilemez’

Nicolas Butylin, Daniel Cremer, Moritz Eichhorn
Berliner Zeitung

Dünya, Almanya’nın yetişemeyeceği bir hızla dönüyor. Donald Trump’ın göreve başlamasıyla ABD’nin politikası ve dolayısıyla dünya durumu temelden değişti, özellikle de Ukrayna meselesinde. Moskova ve Washington birbirleriyle görüşüyor, Avrupa ise dünya siyaseti sahnesinde figüran konumuna düşüyor. Amerikalılar, Rusya’ya geniş kapsamlı tavizler vermeye hazır. Ancak Devlet Başkanı Vladimir Putin, Trump’ın yakınlaşma çabalarına pek karşılık vermiyor. Hâlâ gerçek anlamda bir ateşkes yok. Amerikalının seçim kampanyasında vaat ettiği 24 saatte savaşın sona ermesi vaadinden eser yok.

Avrupa hükümetleri Rusya konusunda kararsız görünüyor. Biden yönetiminin çizgisini sürdürmek istiyor gibiler. Savunma Bakanı’nın isteği doğrultusunda Almanya savaşa hazır hâle getirilecek, Alman ordusu için 500 milyar avro ayrılacak, televizyonlarda Alman acemi askerler hakkında belgeseller yayınlanıyor. En nihayetinde, Almanya’nın Rusya ile çok özel bir ilişkisi var. Sadece halklar arasındaki 1000 yıllık ilişkiler nedeniyle değil. İkinci Dünya Savaşı sonrası uzlaşma uzun süre günlük siyasetten etkilenmezken, Putin’in Ukrayna’ya yönelik saldırı savaşından bu yana anma etkinlikleri yeni bir boyut kazandı. Bu günlerde Nazi Almanyası’nın kayıtsız şartsız teslimiyetinin 80. yıl dönümü. Ancak Alman hükümeti, Seelow ve başka yerlerdeki törenlerde Rusları görmek istemiyor.

Berliner Zeitung tüm bu soruları Rusya Büyükelçisi Sergey Neçayev ile ele aldı. Kendisiyle Rusya Federasyonu Büyükelçiliğinde bir araya geldik. Öğle vakti olmasına rağmen, 9 Mayıs’taki Dünya Savaşı anma törenleri için hazırlıkların yapıldığı devasa salonlara sahip, labirent gibi yapının içi karanlık. Havada bir ara dönem atmosferi hissediliyor.

Soru: Sayın Büyükelçi, bu haftalarda İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin 80. yıl dönümü. Alman hükümeti, özellikle de Dışişleri Bakanlığı, Almanya’daki törenlerde Rus ve Belaruslu temsilcilerin yer almasını istemiyor. Buna nasıl tepki veriyorsunuz?

Nazizm’e karşı kazanılan zaferin 80. yıl dönümü, halkım için —sadece Rusya için değil, birlikte acı çeken ve zafer kazanan eski Sovyetler Birliği’nin tüm halkları için— kutsal bir gündür. Talimatla ilgili haberler doğruysa, bu acı bir hayal kırıklığı. Geleneksel olarak Alman mezarlıklarında askerlerimizi, savaş esirlerimizi ve zorunlu işçilerimizi anarız. Bunu Almanya ile birlikte yapmak, uzlaşma yolumuzun bir parçasıydı. Bu tür sinyaller bunu tehlikeye atıyor.

Soru: Anma etkinlikleri konusunda Büyükelçiliğiniz ile Alman hükümeti arasında herhangi bir temas var mı?

Maalesef derinlemesine bir diyaloğumuz yok, ancak biz diyaloğu kesmedik. 80. yıl dönümü programımız, diğer BDT ülkelerinin büyükelçilikleriyle birlikte birkaç eyalete ziyaretleri içeriyor. Bu anma kültürünü paylaşan vatandaşlarımızın ve Alman vatandaşlarının katılımını bekliyoruz,

Soru: Bahsettiğiniz Dışişleri Bakanlığı’nın talimatında, yabancı temsilcilerin giriş yasağı yetkisi kullanılarak anma etkinliklerine girişlerinin engellenebileceği belirtiliyor. Bunun olacağını düşünüyor musunuz ve eğer olursa nasıl davranırsınız?

Yerel makamların makul davranacağını umuyorum. İyimserim, zira bu günler sadece Rusya Büyükelçiliği için değil, Alman kamuoyu için de önemli. Bu savaşta 27 milyon insanımızı kaybettik, çoğu sivildi. Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen bu savaş, soykırıma eşdeğer bir imha savaşıydı. Fakat uzlaşma yolunu Almanya ile birlikte açtık. Savaş mezarları başında birbirimize ellerimizi uzattık, karşılıklı anlayış ve güven muazzam ölçüde arttı. Bu tarihi uzlaşma yolunun Almanya’da hâlâ geçerli olduğunu umuyorum. Yoksa yanılıyor muyum? Çünkü kısa süre önce Rusya Federasyonu’na ve Belarus Cumhuriyeti’ne, savaş sonrası uzlaşmanın bir başka sembolü olan Alman Anma, Sorumluluk ve Gelecek Vakfı’nın mütevelli heyeti için aday gösterme hakkının reddedildiği haberi ulaştı.

Soru: Brandenburg eyaletindeki Seelow’da önümüzdeki günlerde bir anma töreni düzenlenecek, şahsen oraya gidecek misiniz?

Kesinlikle. 16 Nisan’da küçük bir heyetle —askeri ataşeler ve birkaç vatandaşımız dahil— çelenk bırakacağım. Orada her yıl bir anma töreni düzenliyoruz. Bunun için Märkisch-Oderland’daki yerel makamlara minnettarım.

Soru: Üç yılı aşkın süredir devam eden, Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı saldırı savaşı göz önüne alındığında, pek çok Alman’ın, sadece hükümette değil, bu anmaya karışık duygularla baktığını anlıyor musunuz?

Saldırı savaşı terimini kesinlikle reddetmeliyim. Bu savaşı biz başlatmadık, Ukrayna’da Şubat 2014’teki kanlı, uluslararası hukuka aykırı darbe sonrası başlayan süreçlere tepki verdik. Zira Ukrayna’da darbeyi ve sloganlarını desteklemeyen insanların peşine düşülmesi ve öldürülmesini, Donbass’ın sürekli saldırıya uğraması ve bombalanmasını ve Kiev rejiminin NATO’ya girme isteği ve topyekûn silahlanmasıyla Rusya açısından giderek daha büyük bir tehdit hâline gelmesini görmezden gelemezdik.

Soru: Biz farklı görüyoruz, böyle bir işgalin hiçbir gerekçesi olamaz. Çünkü önceden ne yaşanmış olursa olsun, geniş çaplı bir istila uluslararası hukuka aykırı bir saldırıdır. Gerçek şu ki, Almanya’daki pek çok insan, böyle bir saldırı yürüten bir ülkeyle anma törenleri düzenlemekte zorlanıyor.

Anma konusuna gelince, ikisini tamamen ayırmak elbette mümkün değil. Çünkü her iki durumda da —o zaman da bugün de— konu Nazizm’e, daha doğrusu neo-Nazizme karşı mücadeledir. Ukrayna’daki bu tür eğilimleri örneğin Bandera gibi Nazi işbirlikçilerine tapınmada, Azov Taburu gibi militan oluşumlar aracılığıyla Nazi ideolojisinin yayılmasında, Rusçaya, Rus kültürüne, tarihine, hatta Rus Ortodoks Kilisesi’ne karşı çıkarılan yasalarda görüyoruz. Bu bizi gerçekten son derece endişelendiriyor. İkinci Dünya Savaşı ve günümüz elbette farklı dönemler, fakat bu kez de karşımızda bizimle askeri olarak savaşmak isteyen büyük bir Batılı devletler grubu var.

Soru: Bu doğru değil, Kiev hükümeti ile faşist Nazi rejimi arasında hiçbir paralellik yok. Naziler Doğu’da bir imha savaşı başlattı ve Holokost’ta altı milyon Yahudi’nin öldürülmesinden sorumlu. Devlet Başkanı Zelenskiy’nin kendisi de Yahudi. Ayrıca şunu da belirtmeliyiz: Rusya’nın, Ukrayna’nın Krivoy Rog kentine düzenlediği saldırısında en az 14 kişi öldü, aralarında altı çocuk da vardı. Rusya bir yandan Kızıl Ordu’nun manevi mirasını sahipleniyor ama aynı zamanda komşu bir ülkeye, eski bir Sovyet müttefikine karşı acımasız bir saldırı savaşı yürütüyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.

Öncelikle, Krivoy Rog’daki olaylarla ilgili hangi kaynaklardan bilgi aldığınızı bilmiyorum. Savunma Bakanlığımızın açıklamalarına göre, ki ben sadece resmi bilgilerle hareket edebilirim, biz prensip olarak sivil hedefleri, ne okulları ne de hastaneleri bombalamıyoruz. Bu bizim için kabul edilemez. Askeri hedeflere, ordu mensuplarına ve paralı askerlere karşı operasyon yürütüyoruz. Ayrıca, Devlet Başkanı Putin söz verdi ve bunu ABD Başkanı Trump’a da iletti, enerji altyapısı tesislerine saldırmayacağız. Biz buna, enerji tesislerimizi gece gündüz bombalayan Ukrayna ordusunun aksine sadık kalıyoruz. Rusya’da da Ukrayna saldırıları nedeniyle yüzlerce insan ölüyor ve yaralanıyor. Lütfen bunu da dikkate alın.

Soru: Elimizde farklı bilgile var, gözlemcilere göre Rusya sivil altyapıya saldırıyor, bu bir gerçek. Ama Donald Trump’tan bahsettiniz: Yeni Amerikan yönetimi göreve geldiğinden beri Rusya politikasını temelden değiştirdi. Fakat son zamanlarda Trump’ın veya Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun üslubu değişti. Amerikalılar sabrını yitiriyor gibi görünüyor. Rusya zaman mı kazanmaya çalışıyor?

Bu bağlamda 80. yıl dönümü hakkında bir şey daha söylememe izin verirseniz: Devlet Başkanı Trump’ın Nazilere karşı ortak mücadelemize büyük saygı duyduğunu hatırlatmak isterim. Ayrıca, ABD Başkan Yardımcısı Münih gezisi sırasında Dachau toplama kampını ziyaret etti. Bunlar ilişkilerimizin değer verdiğimiz tarihi yönleri. Amerika Birleşik Devletleri ile ikili ilişkilere gelince, henüz yolun başındayız.

Soru: 9 Mayıs’ta Amerikalılarla birlikte mi kutlayacaksınız?

Bu henüz belli değil. Her halükârda herkesi bu günü bizimle birlikte kutlamak için Moskova’ya davet ediyoruz. Resmi teyitler hakkında bilgim yok, daha zaman var.

Soru: Moskova hangi somut alanlarda Washington ile tekrar daha yakın işbirliği yapacak?

Önceki ABD yönetimi ilişkiyi neredeyse sıfıra indirmişti. Çok şeyi yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Gerek diplomatik alanda gerekse iktisadi alanda, şu anda ilgili görüşmeler yapılıyor. Temsilcilerimiz kısa süre önce Amerika Birleşik Devletleri’ndeydi. Rusya’ya karşı uygulanan kendi yaptırımları nedeniyle ABD ekonomisinin uğradığı zarar çok büyük. 300 milyar dolarlık kayıptan bahsediyoruz. Mevcut Amerikalı meslektaşlarımız bu kayıpları telafi etmekle ilgileniyorlar. Ayrıca, ABD’lilerle küresel bir gündemimiz var: gelecek yıl şubat ayında sona erecek olan Stratejik Silahların Azaltılması Anlaşması’ndan (START), Orta Doğu’daki küresel sorunlara ve Ukrayna’ya kadar. Ancak şimdi öncelikli olarak ikili meseleler ve güvenin yeniden inşası söz konusu.

Soru: Ukrayna’da neden ciddi bir ateşkes sağlanamıyor?

Enerji altyapısına yönelik saldırılardan vazgeçme girişimini başından beri memnuniyetle karşıladık. Fakat sadece bir ateşkese değil, Ukrayna ile kalıcı, istikrarlı bir barışa ihtiyacımız var. Ve bu barışı sağlamak için bu çatışmanın nedenlerini ortadan kaldırmamız gerekiyor. Bu sadece bizim arzumuz değil. Çinli, Brezilyalı ve Afrikalı ortaklarımız da böyle görüyor. Ukrayna NATO üyesi olmamalı, tarafsız, askerden arındırılmış bir Ukrayna talep ediyoruz ve NATO üyesi ülkelerin askeri altyapısı da burada konuşlandırılmamalıdır. Bu, kalıcı bir barışın temelidir. Bu anlaşmanın uluslararası hukuk açısından meşru olması gerekiyor. Kiev’in bu yönde adımlar atması lazım. Bizim açımızdan, Devlet Başkanı Zelenskiy’nin görev süresi geçen mayıs ayında dolduğu için meşru bir başkan olup olmadığı konusunda hâlâ bazı şüpheler var.

Soru: Ukrayna liderliği, seçimlerin neden yapılamayacağına dair çok sayıda gerekçe sundu. Bunlardan biri de Rus kuvvetlerinin Ukrayna topraklarında bulunması. Peki Rusya, NATO değilse, Ukrayna için herhangi bir tür garantör gücü kabul etmeye hazır mı? Çinliler teklifte bulundu, AB de hazır görünüyor. Moskova için kim kabul edilebilir?

Ben Delfi kâhini değilim, Tanrı korusun. Herhangi bir anlaşma, ki son zamanlarda sıkça duyduğumuz güzel bir kelime, mevcut müzakerelerin konusudur. Ancak kesin olan şu ki, Ukrayna’da nereden gelirse gelsin yabancı birliklerin konuşlandırılması bizim için kabul edilemez.

Soru: Ukrayna halkı on yıllarca süper güçler arasında müzakere kozu olmak istemiyor. Kiev’in güvenlik garantilerine ihtiyacı olduğu yönündeki Ukrayna perspektifini anlıyor musunuz?

Bu yüzden her şeyin yer alacağı meşru, uzun vadeli, kalıcı ve sağlam bir barış anlaşmasından bahsediyoruz. Oraya çok şey yazılabilir. Önemli olan bizim varoluşsal çıkarlarımızın dikkate alınması. Halihazorda 2022 baharında İstanbul’dan taslaklar vardı. Bu, imzaya hazır bir anlaşma için iyi bir temeldi. Ancak sonra Batılı ülkelerden bazı temsilciler geldi ve her şeyi mahvetti.

Soru: Az önce bir anlaşmadan bahsettiniz. Yani Rusya prensipte bir anlaşmaya hazır mı?

Evet, hazırlık var, ama dediğim gibi, şeytan ayrıntıda gizlidir. Bu yüzden bu olası barış anlaşmasını ayrıntılı olarak görüşmeli ve ilgili tanımları sabitlemeliyiz. Aksi takdirde olmaz. Tarihimizde sabitlenmesi gereken bazı şeyleri sabitlemediğimiz oldu. Bunun bedelini NATO’nun doğuya doğru genişlemesiyle ödedik.

Soru: Az önce Amerikalılarla küresel bir gündeminiz olduğunu söylediniz. Bu, Ukrayna’da olası barış anlaşmasının, dünyanın geri kalanında Amerikalılar ve Ruslar arasında kararlaştırılacaklara da bağlı olduğu anlamına mı geliyor?

Başkan Trump yönetimindeki yeni ABD yönetimi Ukrayna’da bir barış düzenlemesi sağlamak istiyor. Aynı zamanda Trump, anladığım kadarıyla, Amerikan şirketlerinin lehine bazı ekonomik sorunları çözmek istiyor. Ve Avrupa’daki barış düzeni de elbette Ukrayna’daki durumla alakalı. Bazı Batı Avrupa başkentlerindeki, Avrupa’da Rusya olmadan veya Rusya’ya karşı iyi bir güvenlik düzeni kurulabileceği yönündeki hüsnükuruntu bana bilim kurgu gibi geliyor.

Soru: Kısa süre önce ARD kanalından Anne Will’e mülakat verdiniz. Orada Sayın Will, Almanların yüzde 56’sının Rusya’ya karşı büyük bir savaştan korktuğundan bahsetti. Almanya’nın Rusya’dan korkması gerekip gerekmediği sorusuna, “şimdilik” birbirleriyle savaş durumunda olmadığınızı söylediniz. Tekrar sormak istiyoruz: Rusya, Almanya’ya saldırmak ve savaşmak istiyor mu?

Öncelikle, Alman halkı, bana göre pek de objektif olmayan bu bilgi dalgasıyla oldukça güçlü bir şekilde etkilenmiş ve enfekte olmuş durumda. Farklı görüşler maalesef duyulmuyor. İkincisi: Alman makamlarının, Avrupa’daki mevcut militarizasyon atmosferi göz önüne alındığında, Rusya’nın bir tehlike olarak algılanması için ne kadar çok şey yaptığını siz de hissetmiyor musunuz? Resmi düzeyde sürekli olarak Rusya ile yakında bir savaş çıkacağından, silahlardan, zorunlu askerlikten bahsediliyor. Biz Almanya’yı hiç tehdit etmedik. Etmiyoruz da. Bizi yüzyıllara dayanan kültürel ve ekonomik ilişkiler bağlıyor. 6 bin 300 Alman firması Rusya’da aktifti, her alanda ortaklıklar vardı. Bu köprüler bizim tarafımızdan yıkılmadı. Bu gelişmeden esef duyuyoruz. Almanya ile bir daha asla savaş durumunda olacağımıza inanmıyorum ve ummuyorum. Ancak son üç yılda Zeitenwende (dönüm noktası) adına yapılanlar, halkımız için de Almanya’nın nereye doğru gittiğini tam olarak netleştirmiyor.

Soru: Kuzey Akım-2 üzerinden tekrar Rus doğalgazı satmak için ABD temsilcileriyle görüşmeler yapıyor musunuz?

Çok şükür, bu benim işim değil. Bu bir ekonomi projesi, Gazprom bu konuda doğru muhataptır. Şu anda görüşmeler olup olmadığını bilmiyorum. Şimdiye kadar sadece Amerikan iş dünyasının ilgisi hakkındaki basın bültenlerini okuyorum. Aynı zamanda Batı Avrupa’dan buna izin vermek istemeyen görüşler de duyuyorum. Fakat genel olarak Almanya’dan, durumu makul ve pragmatik bir şekilde değerlendiren ve Alman-Rus ilişkilerinin normalleşmesini arzulayan birçok ses duyuyorum. Bana göre, buradaki toplumda Rusya ile tekrar daha iyi ilişkilere sahip olma isteği artıyor. Kuzey Akım ve Kuzey Akım-2’ye yönelik sabotaj eylemlerine gelince, Almanya tarafından yürütülen soruşturmanın bir gün sona ereceğini umuyorum.

Soru: Rus temsilcilerinin Washington’da Amerikalılara ayna tuttuğunu ve ABD’nin Rusya yaptırımlarından Rusya’dan daha fazla zarar gördüğünü söylediğinizi belirtmiştiniz. Tersinden bakarsak, henüz muaf olduğunuz gümrük vergilerinden de korkmuyor musunuz?

Kısa süre önce Devlet Başkanı Putin Moskova’daki bir etkinlikte yaptırımlarla ilgili güncel rakamları açıkladı. Tüm bu yıllar boyunca toplamda yaklaşık 29 bin bu tür önlem alındı. Ve buna rağmen hâlâ hayattayız. Ekonomimiz uyum sağladı, büyüyor, girişimciliğimiz aktif. Elbette sorunlar var, bunu gizlemeyeceğiz. Ayrıca, dost ülkelerden firmalar, Batılı ortaklarımızın bıraktığı boşlukları hemen doldurdu.

Soru: Donald Trump’ın, Richard Nixon’ın 1972’de Çin’e giderek Çinlileri Sovyetler Birliği’nden uzaklaştırma stratejisine benzer bir hamle yapmak istediği yönünde bir tez var. Yani, Rusya’yı yeniden Batı’ya, Avrupalı bir ulus olarak çekmeye çalıştığı; böylece Rusya ile Çin arasındaki yakınlaşmanın, ABD’ye karşı bir blok oluşturmasının önüne geçmeyi hedeflediği söyleniyor. Sizce bu görüşte doğruluk payı var mı? Batılı komşularınıza yeniden yakınlaşmak mı istiyorsunuz, yoksa Çin’le kurduğunuz ilişkilerden daha mı rahatsınız?

Çinlilerle rahatız. Karşılıklı çıkarlarımız var, birbirimizi anlıyoruz, iktisadi çıkarlarımız var. Ayrıca, Çin ile stratejik ortaklığımız ve dostluğumuz üçüncü devletlere karşı yönelik değil.

Soru: Geçtiğimiz üç yıl boyunca Rusya Büyükelçiliği ile Alman hükümeti arasında neredeyse bir durgunluk yaşandı. Başbakan Friedrich Merz ile tekrar daha yoğun bir temas bekliyor musunuz?

Alman halkının seçtiği Federal Hükümet ile işbirliği yapacağız ama elbette sadece seçim programlarına değil, somut eylemlere göre hareket edeceğiz. Yeni hükümetin Rusya’ya karşı nasıl davranacağı konusundaki en önemli kriter budur.

Soru: Friedrich Merz seçim kampanyasında defalarca Ukrayna’ya Taurus füzelerinin teslim edilmesini talep etti. Bu gerçekleşirse ne anlama gelir?

Bu gerilimin tırmanması olur. Kursk’taki Alman tankları bile vatandaşlarımız arasında öfkeye neden oldu. Bu, oldukça acı veren belli tarihsel anımsatmalar yaratıyor. Şimdi bir de daha uzun menzilli Taurus ortaya çıkarsa, bu yeni bir nitelik demek. Ukrayna ordusu bu füzeleri kullanamaz. O zaman Alman uzmanların bu füzeleri yönlendirmesi gerekir. Bunu yeni bir durum olarak değerlendirecek ve ilgili kararları alacağız. Fakat Taurus füzeleri de cephe hattındaki durumu temelden değiştirmez.

Soru: Alman Federal Meclisi’ndeki en büyük ikinci parti AfD, oldukça Rusya dostu bir parti. AfD temsilcileri ile Rusya Büyükelçiliği arasında görüşmeler var mı?

Almanya’daki tüm partilerle, tüm meşru siyasi güçlerle —ister kırmızı, ister yeşil, ister siyah olsun— konuşuyoruz. On iki milyon Alman AfD’yi seçiyorsa, bu onların meşru kararıdır. Ancak Almanya’da Rusya yanlısı partiler görmüyorum,

Soru: Yaptırımlar konusuna dönersek: Önce Moskova’dan New York’a direkt uçuş imkânı mı olacak, yoksa daha ziyade Moskova-Berlin güzergâhı mı?

Berlin’e seferleri biz durdurmadık. Uçuş bağlantılarının çalışmasından her zaman yanaydık. Ve sadece Berlin’e değil, Köln, Düsseldorf, Münih veya Dresden’e de çok sayıda bağlantımız vardı. Amerikalıların bu tür direkt uçuş bağlantılarına gerçek bir ilgisi varsa, ben de bunu destekliyorum. Almanya’ya uçuş güzergâhlarına gelince: Elbette bundan yanayım. Ancak Alman tarafının bunu gerçekleştirmek isteyip istemediği bana sorulacak bir soru değil. Hâlâ birkaç bin Alman şirketi Rusya pazarında aktif ve hepsi iyi rakamlar yazıyor. İnanın bana, bu arada bazı Alman iş insanlarıyla konuştum. Hepsi kalmaya devam etmek istiyor ve memnunlar. Size bir sır daha vereyim: Kalan firmaların çoğu Rusya’daki işlerini daha da genişletmek istiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English