Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz konuşma, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) son lideri olarak bilinen Egon Krenz tarafından DDR’nin kuruluşunun 75. yıl etkinliğinde yapıldı. Krenz’in DDR’ye, barışsever bir Almanya’ya ve Avrupa’nın göbeğinde inşa edilmiş sosyalist devlete büyük bir şevkle sahip çıkması, kazanımlarının nesnel bir değerlendirmeye tabi tutulmasını istemesi ve yer yer de kendi hatalarına değinmesi takdire şayan. 20. yüzyılın başında proleter devrimin dört gözle beklendiği bu büyük ülke, en değerli öncülerini 1918-1923 arasında burjuvaziye kaybettikten sonra, uzun süren bir krizin ardından nazizmin pençesine düşmüştü. Dört gözle beklenen devrim, 20 küsür yıllık gecikmenin ardından, ülkenin doğu kısmında, antifaşist kurtuluş savaşı yürüten Kızıl Ordu’nun marifetiyle ve biraz da zoraki bir biçimde vücuda geliyordu. Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği ve Alman komünistler, şimdi burada giremeyeceğimiz nedenlerden ötürü, Almanya’da sosyalist inşaya emperyalizme zorunlu bir cevap olarak girişmişlerdi.

İşte DDR, tarihi kan ve savaşla dolu Almanya’nın “barışsever” bir ülke olarak da inşa edilebileceğinin kanıtı olmuştu. Sosyalizmin Avrupa’da cephe hattı bu ülke, yine “dışarıdan” bir itkiyle, Mihail Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikaları ile çöktü. Krenz’in bu süreçteki biraz meşum rolü hakkındaki hükmümüzü, bu konuşmanın üzerine biraz yumuşatabiliriz, ama hatırlatmak zorundayız: Krenz, selefinin yerini almadan önce, Gorbaçov reformlarına sert itirazlarıyla bilinen komünist Erich Honecker’i istifa ettiren Sosyalist Birlik Partisi (SED) Siyasi Bürosu üyeleri arasındaydı. Honecker’in devrilmesi, Krenz’in de aralarında bulunduğu bir grup yönetici ve Stasi unsuru ile birlikte ve Gorbaçov’un yardımlarıyla mümkün olmuştu. İlgili Siyasi Büro toplantısında Honecker’in devrilmesi oy birliği ile gerçekleşmişti; DDR’nin “son komünisti” de devrilmesi lehinde oy kullanmıştı. “Duvar” yıkıldıktan sonra “rehabilitasyon” peşindeki SED, Honecker’i ihraç bile etti. Honecker’in “gizli kapaklı işleri” o dönem de dile getiriliyordu; rüşvet, görevi kötüye kullanma, banka kasalarında para istifleme gibi… Bunlara dair her suçlamadan beraat etti, ama “kırmızı valizi” hâlâ üçüncü sınıf Alman casus dizilerine (mesela Netflix yapımı Kleo) konu oluyor.

Krenz elbette basitçe Almanya’da sosyalizme “ihanet” etmiş filan değildi, zaten okuyacağınız konuşması ve 90’lı yıllarda Federal Almanya tarafından Soğuk Savaş döneminde işlediği “suçlardan” dolayı tutsak edilmesi de bunun kanıtı. Ama Honecker Gorbaçov’a direnirken, Krenz “suyuna giderek” sosyalizmi kurtarabileceğini sanıyordu belki de. Sosyalizmin kuruluşunda hayati önemdeki Sovyet desteği, sosyalizmin çözülüşünde de hayati olduğunu kanıtlıyordu.


Alman Demokratik Cumhuriyeti 75 yaşında: Geriye ne kaldı?

International Action Center
10 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

International Action Center’ın [Uluslararası Eylem Merkezi] yayımladığı bu konuşma, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (sosyalist Doğu Almanya) kalan son liderlerinden biri ve 1989’da Sosyalist Birlik Partisi (SED) Genel Sekreterliği görevi yürüten Egon Krenz’e ait. Konuşma, Junge Welt gazetesinin (jungewelt.de) organizatörlüğünde, Ekim 1949’da kurulan devletin 75. kuruluş yıldönümünü anma etkinlikleri kapsamında 5 Ekim’de, Berlin’deki Babylon sinemasında yapıldı.

Değerli katılımcılar,

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) kuruluşunu anmaya gelen tüm dostları, yoldaşları ve destekçileri selamlamak istiyorum. Buchenwald’de(1) edilen yemin, “Savaş, bir daha asla, faşizm, bir daha asla”, işte 7 Ekim 1949’da DDR’nin üzerine kurulduğu temeldi.

Tüm yaş gruplarından temsilcileri, fakat özellikle de benim gibi Doğu Almanya’yı başından sonuna kadar yaşamış olanları selamlıyorum. DDR’ye güç vererek, Almanya’nın iyiliğine hizmet ettiğiniz inancıyla yaşamının büyük bir kısmını bu davaya adamış olan sizleri yürekten selamlıyorum.

DDR’ye dönük tüm itibarsızlaştırma çabalarına rağmen halen DDR’ye olan inançlarını dile getiren o kadar çok kişi var ki, bize karşı pek de dostane olmayan sözde araştırma grubu ‘SED State’in başkanı bile, “DDR’yi insanların kalbinden çıkarma”nın henüz mümkün olmadığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bilhassa eski kuşaklar, Doğu Almanya’nın “bizim vatanımız” olduğunu defalarca dile getirdiler.

Sayısız iftiralara ve okul kitaplarında yer alan sayısız tarih tahrifatına rağmen Alman Demokratik Cumhuriyeti’ne ve politikalarına ilgi besleyen siz sonraki kuşakları yine en içten duygularımla selamlıyorum. Bu toplumda, artık var olmayan devletimiz hakkında pek çok gerçek dışı bilgiyle karşı karşıyasınız. Ama sizi temin ederim ki, bu davaya gönül vermiş bizler dünyayı değiştirmek ve daha iyi bir Almanya yaratmak istedik. Böylece bir daha asla bir anne oğlu için göz yaşı dökmeyecekti. Ne yazık ki, kendi hatalarımız da dahil olmak üzere birçok nedenden ötürü henüz başarılı olamadık. Fakat hâlâ yapılması gereken çok şey var.

Yine de şunu düşünüyorum: Biz temelini attık, tohumlarını ektik. Hasadı görecek kadar yaşayamayacağımız kesin. Ama umarım siz ve akranlarınız, çocuklarınız ve çocuklarınızın çocukları, Almanya’nın doğusunda 40 yıl boyunca iki dünya savaşından dersler çıkarmış, kapitalizme ve savaşa gerçek bir alternatif olan antifaşist bir devletin var olduğunu unutmazsınız.

Bu nedenle, benim, naçizane dileğim şudur: Doğu Almanya mirasından geriye kalanları koruyun. Gizli hesaplarda saklanmış zenginlikler falan yok. Geriye kalanlar sadece saygı, empati ve adalet gibi bir toplumu toplum yapan ve bir arada tutan toplumsal değerlerdir, bu değerler ki bir kişinin diğerini yiyen bir kurt olmaya cesaret edemediği bir toplumu mümkün kılar. Bizim yapamadığımızı siz yapabilirsiniz. Ama bizim kuşağın zayıflıklarından bahsederken de lütfen Brecht’in “Bizden Sonra Doğanlara” şiirini hatırlayın:

“Sizler fakat, geldiğinde vakit

İnsan insanın yardımcısı olduğu

Zaman.

Hatırlayın

Hoşgörüyle bizi.”

Keskin zıtlıklar

Değerli katılımcılar, Doğu Almanya’yı sevmek için pek çok neden var. Aynı şekilde eksikliklerini sert şekilde eleştirmek için de. Ancak yine de “barış” kelimesi her şeyin üstünde duruyor. Doğu Almanya hiçbir zaman savaşmadı. O, Almanya’nın barış devletiydi. Bu bağlamda, DDR’nin kuruluşuna ilişkin Moskova’dan, Cumhurbaşkanı Wilhelm Pieck ve Başbakan Otto Grotewohl’a hitaben gönderilen telgrafı hatırlatmak isterim. Bu telgrafı alıntılıyorum, çünkü DDR’nin tarihi misyonunun özlü bir ifadesini sunuyor:

“Barışsever Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşu Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıdır. Hiç şüphe yok ki barışsever Sovyetler Birliği’nin yanında barışsever demokratik bir Almanya’nın varlığı Avrupa’da yeni savaşların çıkma olasılığını ortadan kaldırmaktadır.” Ne kadar doğru ne kadar net ne kadar da yerinde!

Yugoslavya’nın bombalanması

Almanya’nın faşizmden kurtuluşunu en çok ona borçlu olduğumuz Sovyetler Birliği ve tabii yanında Doğu Almanya var olduğu müddetçe Avrupa’da barış on yıllar boyunca hüküm sürmüş oldu. Ne büyük bir tezat! Sovyetler’in çöküşünden kısa bir süre sonra, 24 Mart 1999’da NATO, BM yetkisi olmaksızın ve Federal Almanya Cumhuriyeti’nin de dahliyle, yarım yüzyıldan biraz daha uzun bir süre önce faşist Alman silahlı kuvvetleri tarafından işgal edilmiş olan Yugoslavya’yı bombaladı.

“Yeşil” Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, uluslararası hukuka aykırı olan bu saldırıyı, ikinci bir “Auschwitz”i önleyeceği bahanesiyle örtbas etmekten çekinmedi. Bugün dahi, sözde “insani dış politika” yalanı, onların “yeşil” halefleri tarafından, Ukrayna’ya eşi benzeri görülmemiş ölçekte yapılan silah sevkiyatlarını haklılaştırmak için kullanılıyor.

Alman hükümetinin mevcut politikasının ikiyüzlülüğü ve tek taraflılığı geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda da ortaya serildi. Gazze Şeridi’ndeki insani durumun iyileştirilmesi ve acil ateşkes çağrısında bulunulmasını öngören karar 120 devletin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilirken, Federal Almanya Cumhuriyeti çekimser kalan 45 devletten biri oldu.

“Savaş ve barış” söz konusu olduğunda, Doğu Almanya’da tarafsızlık hiçbir zaman bir seçenek olmadı. DDR’de savaş propagandası ve Rus düşmanlığı da dahil olmak üzere ırkçı nefret yasaktı. Devlet doktrinimiz şuydu: “Hiçbir savaş bir daha asla Alman topraklarından doğmamalı.” [Ya da] DDR milli marşının ikinci kıtasına hep sadık kalınmıştı: “Barışın aydınlığını getirelim ki, bir daha hiçbir anne oğlu için ağlamasın.”(2)

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde halka kendilerini “savaşa hazır” hale getirmeleri çağrısında bulunmak düşünülemezdi (Alman politikacılar şimdi bunu yapıyor!). Özellikle gençlerin barış için eğitilmesine hep öncelik verildi.

Bunlar sadece sloganlar ya da içi boş retorikler değildi, Doğu Almanya, 1989 sonbaharındaki olayların şiddetsiz geçmesini sağlarken bunu pekâlâ kanıtlamış oldu. SSCB silahlı kuvvetlerine yapılan “Kışlada kalın” çağrısı Mihail Gorbaçov’dan falan gelmedi; bu, tarihi tahrif edenlerin iddiasının aksine, Doğu Almanya’nın egemen bir kararıydı. Ancak o vakitler, Alman hükümetinin sonraları Rusya ile ilişkileri İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana en düşük seviyeye getireceğini ve 1945’in galibini bugünün mağlubu ilan edeceğini öngörememiştik.

Güvenin mahvı

Pek çok Doğu Alman’ın son eyalet seçimlerinde oylarını kullanmadan önce kafalarından benzer düşüncelerin geçtiğine eminim. Onların bu oy tercihi, kimi yorumcuların iddia ettiği gibi, Doğu Almanya’nın artık “kahverengi” [faşizm yanlısı] olduğu anlamına gelmiyor. Aksine bu, tüm düzen partilerine bir işarettir: Bizi dinleyin! Ukrayna ve İsrail’e yeni silah sevkiyatları istemiyoruz. Yeni füzelere ihtiyacımız yok! Biz barış istiyoruz!

Ancak bu şekilde, oy toplamak için bu meseleyi hevesle istismar eden AfD’yi ciddi şekilde zayıflatabiliriz.

Tarihsel olarak epey kısa bir zaman içinde, Batı Alman hükümetleri, Sovyet işgal bölgesinde ve daha sonra Doğu Almanya’da Almanlar ve Sovyetler Birliği halkları arasında inşa edilen güvene dair ne varsa yok etti. Şimdi ise Alman politikacılar ve Alman medyası, benim en son İkinci Dünya Savaşı’nın son döneminde, yani sekiz yaşında bir çocuk olarak deneyimlediğim Ruslara karşı nefreti yeniden körüklüyorlar. Eski düşman stereotipi –her şeyin suçlusu “Ruslar” ve tehlikeli Rusya miti– yeniden canlandırılıyor. Sanki Rus birlikleri pusuda bekliyormuş gibi Rusya’ya karşı korku yaratılıyor.

Makul bir eğitim almış her Alman, Almanya’nın iki dünya savaşında Rusya ya da Sovyetler Birliği’ne karşı savaştığını; ancak Almanya’nın hiçbir zaman Rusya tarafından işgal edilmediğini bilir. Modern tarihte sadece iki kez; önce Ruslar, sonra da Kızıl Ordu Almanya’ya girdi; ilkinde Napolyon’a, diğerinde ise Hitler’e karşı. Bunun nasıl neticelendiği ise gayet iyi biliniyor olsa gerek.

Eminim ki Federal Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı 1980’lerde bugün görevdeki zatın yaptığı gibi açıklamalar yapsaydı, yani “Rusya’ya karşı bir savaş” yürütüldüğünü ve amacın “Rusya’yı mahvetmek” olduğunu söyleseydi, Helmut Schmidt gibi bir Şansölye tarafından anında görevden alınırdı.

[Federal Almanya siyasi liderleri] Willy Brandt ve Helmut Schmidt, Egon Bahr ve Herbert Wehner, yumuşama politikaları nedeniyle haklı olarak övülüyorlar. Ancak bu, hikâyenin sadece bir yarısıdır. Bu şahsiyetler yumuşama politikasını tek başlarına yürütmediler. Ortaklara ihtiyaçları vardı ve bu ortaklar arasında Sovyetler Birliği’nin yanı sıra Doğu Almanya da bulunuyordu.

Diğer bir deyişle, Doğu Almanya’nın barışçıl dış politikası olmasaydı, Willy Brandt ve diğerleri tarafından yürütülen yumuşama politikası da asla olamazdı. Çünkü onlarla aynı fikirdeydik: Erich Honecker’in defalarca belirttiği gibi, birbirimize bir kez ateş etmektense yüz kez müzakere etmek daha iyidir.

1990’ların başında Batı Alman yargısının Doğu Almanya vatandaşlarına 100 binden fazla siyasi soruşturma başlattığını bildirmek için Mihail Gorbaçov ile görüştüğümde bana Şansölye Helmut Kohl ile yaptığı bir konuşmadan bahsetti. Kohl ona şöyle demişti: “Mihail Sergeyeviç [Gorbaçov], Doğu’da yabancı bir halkla karşılaştık. Onlar bizden çok farklılar.”

Eski Batı Alman siyasi elitinin ve onların mirasçılarının dünya görüşü işte buydu ve bugün de Doğu Almanya’nın tarihsel olarak doğru bir şekilde yorumlanmasına izin vermiyorlar. Onlar için kendi kapitalizmleri, hayal edebilecekleri tek gerçek ve en iyi şey. Doğu’da kapitalizm olmadan yaşamayı daha iyi bulan insanların var olduğu gerçeği ve insan ilişkilerinin birbirlerini itip kakmayla değil, toplumsal olarak birlikte yaşamakla şekillendiği bir hayat, siyaset ve medyadaki ana akımı belirleyen Doğu Almanya’dan tiksinti duyanların kesinlikle kabul etmediği ve muhtemel ki kabul etmek istemeyeceği bir şeydir.

Yaşayan hafıza

Doğu Alman Cumhuriyeti’nin yaklaşık 16 milyonluk bir nüfusu vardı. Aradan geçen zaman içinde bu sayı daha da azaldı. Bu da bugün Doğu Almanya’ya ilişkin milyonlarca bireysel görüş olduğu anlamına geliyor. Ancak, kişisel deneyimlere dayanarak yorum yapma hakkı sadece bu vatandaşların kendilerine bırakılmalıdır, bir medya “yeniden işleme endüstrisine” ya da 12 yıllık Nazi barbarlığını Doğu Almanya’daki 45 yıllık savaş sonrası dönemle eş tutan papaz [Joachim] Gauck’a değil.(3)

Bu insanların istediği olsaydı şayet, Doğu Almanya insanların hafızasında sadece “çökmekte olan bir ekonomi” ile bir duvarın arkasına kilitlenmiş, “pis koku ve küf ve devlet güvenliği” ile çevrili “himaye edilen yaratıklardan oluşan küçücük bir ulus” olarak kalacaktı. Ama hayır! Doğu Almanya böyle bir yer değildi!

Doğu Almanların hangi köklere sahip olduğunu, eski Doğu Almanya vatandaşlarının çoğunun kendilerini Batı’nın ağzından dinlemek istemediklerini veyahut tarihin yanlış tarafında olduklarını kabul etmediklerini anlamadıkça ve yaşam öykülerini küçümsemeye devam ettikçe, iktidardakiler, düzen partileri ve onların ideolojik yardakçıları birçok Doğu Alman’ın oy verme refleksini asla anlayamayacaklar.

Miras

Her şeye rağmen Alman Demokratik Cumhuriyeti, kapitalistlerin olmadığı bir yaşamın, ileri derecede sanayileşmiş Almanya’da dahi mümkün olduğunu kanıtladı. Politikamızın yapı taşları arasında, yüz binlerce mülteci ve yerinden edilmiş insanı toprak sahibi yapan “toprak reformu” gibi kavramlar da yer alıyordu. Doğu Almanya’nın mirası, Nazilerin ve savaş suçlularının mallarına el konmasını ve üretim araçlarının birer kamu mülküne dönüştürülmesini içermekteydi – bu malların ekseriyeti “dönüş” [ilhak] sonrasında Treuhand tarafından yok pahasına satılsa da…

Geride bıraktıklarımız arasında, bazen hala tartışmalı imlalar kullanan yeni bir öğretmen kuşağı ile benzer mütevazı geçmişlerden gelen yeni avukatlar; eşit koşullarda yaşayabilen ve çalışabilen ve bir mesleği sürdürmek veya bir banka hesabı açmak için önce kocalarından izin almak zorunda kalmayan kadınlar kuşağı var.

Sınıf ve eğitime ilişkin ayrıcalıkların kırılması sayesinde kariyer yapma imkanına kavuşan ve işçi ve köylü üniversitelerinde henüz lise mezuniyet sınavlarını geçmeden lisans eğitimlerini tamamlayabilen birçok akademisyen hatırlıyorum.

Yine geride binlerce sosyal konut bıraktık; bunlar yaşam alanlarının ve toprağın, spekülatörlerin cebini doldurmak için var olmadığı ve “başını sokacak bir eve” sahip olmanın bir lütuf değil, insan hakkı olduğu yönündeki tarihsel deneyimin izlerini taşıyor.

Bir de unutmamızın pek mümkün olmadığı şeyler var, bugün birçok kişinin şikâyet ettikleri: Doğu Almanya’da işsiz kimse yoktu; herkes, hatta daha az çalışkan olanlar bile, bir mesleki yeterlilik kazanmaları için destekleniyorlardı. Gençler gençlik kulüplerinde buluşurdu; benzin istasyonlarında ya da tren istasyonlarında buluşmak ise çok nadir rastlanan bir durumdu.

Gelecek nesillere milyarderler bırakmadık ama dilenciler de… Ve son olarak, neo-Naziler muhtemel ki saklanarak var oldular. Fakat onlar emperyal savaş bayraklarını Batı’dan alana kadar hiç yükseltmediler ve yeni devlet onlara sanki güçsüzmüş gibi baktı ve o zamana kadar onlardan esirgenen “özgürlüklerini” onlara verdi.

Doğu Almanya, sistemler arasındaki savaşta paramparça oldu. Sosyalizmi geliştirme hayalimiz de kendi zayıflıklarımız nedeniyle suya düştü. Yetersiz enformasyon politikaları, anayasal güvence altındaki demokratik hakların yeterince kullanılmaması, arzdaki boşluklar, bürokrasi  ve çoğu zaman da dar görüşlülük… Gerçeklik ideallerden hızla uzaklaşmıştı. 1989-90’a geldiğimizde ise toplumun geniş kesimleri artık bunları kabul etmek noktasında eskisi kadar istekli değildi.

Geriye dönüp baktığımızda, Doğu Almanya’nın toplumsal bir dengeleyici olarak işlevini yitirmesinden bu yana toplumsal yabancılaşmanın da arttığını görüyoruz. Zengin ve yoksul arasında zaten var olan uçurum daha da büyüyor ve çok aleni biçimde sergileniyor. Kayırmacılığa dayalı siyasal partiler kamu yararına yönelik fonları zimmetlerine geçiriyor. Ancak buna karşı direniş de giderek büyüyor.

Toplumun neredeyse tüm kesimlerinden gelen toplumsal ilgi, burjuva partileri en kötü aşırılıkları tartışmaya zorluyor. Keşke bu tartışmaları, Doğu Almanların kişisel tarihlerini sistematik şekilde küçümsedikleri ve DDR güvenlik güçlerine yönelik toptan cadı avına giriştikleri gibi enerjik bir şekilde yapmış olsalardı. Oysa tüm bunları, kendi ülkelerinin asıl sorunlarından dikkatleri kaçırmak için yaptılar. Ama DDR, Alman tarihinin “külkedisi” olmayacak.

DDR’nin ne olduğu, neden kurulduğu, hangi tarihsel başarılara sahip olduğu, uluslararası alanda nasıl bir konuma sahip olduğu, soğuk bir iç savaşta her iki Alman devletinin nasıl her zaman olası bir nükleer savaşın eşiğinde olduğu, DDR’nin yenilgisinin nedenlerinin ne olduğu ve ondan geriye ne kalacağı… İşte bunlar savaş sonrası Alman tarihinin, hatta Avrupa ve dünya tarihinin temel sorularıdır ve bir “tarih dipnotundan” ve “yeşil ok”tan(4) çok ama çok daha fazlasıdır.

Nesnel bir değerlendirme

Belki Doğu Almanya’yı idealize etmekle suçlanabilirim. Olabilir. Ancak gerçekte savunduğum şey, zaten apaçık olması gereken bir gerçeğin savunulmasıdır: Federal Cumhuriyet’te yaşamış olan akademisyenler, politikacılar ve medya profesyonelleri DDR’nin nesnel ve tarihsel olarak adil bir değerlendirmesi için çaba göstermeliler.

Bizler, o dönemi yaşamış çağdaş tanıklar, hâlâ hayattayız. Ve biz artık burada olmadığımızda, deneyimlerimiz ve anılarımız Doğu Almanya’da doğan çocuklarımızın hafızasında yaşamaya devam edecek. Üstelik o çocuklardan bir hayli çok vardı, çünkü DDR aynı zamanda çocuk dostu bir ülkeydi. Fakat bu savaş ve sömürü dünyasının bugünkünden farklı olacağına ve DDR marşında söylendiği gibi “güneşin en güzel haliyle Almanya’da parlayacağına” olan inancımdan vazgeçemem ve vazgeçmeyi tüm kalbimle reddediyorum.


(1) Nazilerin Almanya sınırları içerisinde kurduğu ilk ve en büyük toplama kamplarından biri. (ç.n)
(2) Bu dizelerin hemen öncesinde de barışa vurgu yapılıyordu: “Barış tüm dünyanın arzusudur/Halklara elinizi uzatın/Kardeşlik içinde birleşin/Halkın düşmanlarını ezeceğiz/Tüm yollar barışla aydınlansın.” (editörün notu)
(3) Gauck Doğu Almanya’da antikomünist bir muhalefet lideriydi ve 2012-17 yılları arasında Federal Almanya’da cumhurbaşkanlığı yaptı. (İngilizce yayına hazırlayanın notu)
(4) Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde bazı trafik lambalarında bulunan yeşil oka gönderme; bir başka DDR simgesi “Ampelmann” gibi. Bu okun olduğu lambalarda sürücüler kırmızı ışık yansa bile sağa dönebiliyorlardı. 2022 yılında Leipzig’deki trafik lambalarında hâlâ bulunan 24 yeşil okun kaldırılmak istenmesi tartışma yaratmıştı. (editörün notu)

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Bundan sonra Suriye

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: Lübnan asıllı Amerikalı siyaset bilimi profesörü Esad Ebu Halil, Consortium News‘te yayımlanan son makalesinde Suriye rejiminin tarihsel gelişimini ve çöküşünü ele alarak Arap dünyasında yaşanan dönüşümleri analiz ediyor. Halil’e göre, Hafız ve Beşar Esad’ın liderlik ettiği Esad hanedanı, başta Arap sosyalizmi ve birliği gibi modernite hedefleriyle yola çıkmış olsa da zamanla baskıcı bir azınlık yönetimine dönüşerek halkın desteğini kaybetti. Bununla beraber Halil, ABD ve İsrail’in Orta Doğu’daki ülkeleri zayıflatarak toplumları parçalama stratejisinin, Suriye gibi ülkelerde daha karmaşık ve tehlikeli bir geleceğe yol açacağına işaret ediyor.


Bundan sonra Suriye

Esad Ebu Halil, Consortium News

Zorla ayakta tutulan Esad ailesi rejiminin çökmesi mukadderdi ve şimdi çeşitli silahlı milisler arasındaki çatışmalar Afganistan’a benzer bir durum ortaya çıkarabilir.

Suriye’nin bu tarihi anının kaçınılmaz olduğu artık açık: Hafız Esad ve oğlu Beşar Esad rejimi yıkılmaya mahkûmdu. Bu rejim artık sona erdi.

Arap dünyasındaki Baas Partisi yönetimleri de tarihe karışmış durumda ve bu rejim, Arap zorbalığının karanlık bir örneği olarak tarihe geçti. Arap dünyasında çeşitli baskı rejimleri bulunuyor; çoğu, Batı ittifakı ve İsrail ile uyumlu şekilde varlığını sürdürdü. Örneğin, Washington’un baskısıyla yapılan İsrail’le normalleşme anlaşmaları, Arap despotik düzeninin pek çok yönden sağlamlaştırılması ve genişletilmesini gerektirmişti.

Suriye halkı, Esad hanedanının yönetimi altında onlarca yıl geçirdi. Arap birliği, sosyalizm ve Filistin’in kurtuluşu prensipleri üzerine kurulan bir parti, Hafız Esad döneminde ve oğlu Beşar Esad döneminde neden bir azınlık yönetimi haline geldi ve Suriye ile Arap dünyasında ayrışma ve parçalanma tohumları ekti?

Modernite fikirleriyle çağdaş bir cumhuriyet kurmayı amaçlayan bir parti, neden bir hanedanı andıran bir rejime dönüştü ve cumhuriyet çatısı altında babadan oğula miras kalan bir yönetim kurdu? Bu hanedanın tek başarısı, gücün mutlak şiddet yoluyla korunması olmuştur. Suriyeliler, bu hanedanın devamı konusunda hiçbir şekilde söz sahibi olmadılar. Hafız Esad’ın 2000 yılında ölümüyle birlikte Beşar’ın başa geçebilmesi için yaşının küçük olması sebebiyle Suriye Anayasası bile değiştirildi.

Baba: Hafız Esad

Hafız Esad, 1963 yılından itibaren Suriye’yi yönetimde etkili bir figür olarak kontrol etti. Bu, onu tartışmasız lider yapan darbeden yedi yıl öncesine dayanır. O, daha sonra Suriye Baas Partisi’ni ve Suriye hükûmetini ele geçiren komplocu askeri klik içinde yer aldı.

Hafız, 1966’da iktidarı ele geçiren Baasçı askeri klikten biriydi, fakat Salah Cedid yönetimi ele geçiren asıl isimdi ve kendisi, savunma bakanı olan Hafız ile çatışma içindeydi. Cedid, diğer Baasçı liderler gibi acımasız bir diktatördü ama yine de ilkelerine sadık bir lider olarak biliniyordu.

Cedid, Filistin’i geri kazanmak için halkın kurtuluş savaşına inanıyor ve Filistinli direniş örgütlerine silah ve mali destek sağlıyordu. Ancak Hafız, Cedid’in bu maceracı yaklaşımını onaylamadı ve rejimin İsrail’in tehditleri karşısında hayatta kalamayacağından endişe etti.

1970 yılı yazında, Kara Eylül olayları sırasında (Ürdün rejimi ile FKÖ güçleri arasındaki çatışma) Cedid, Filistinlileri desteklemek için Suriye askerlerini göndermek istedi ancak Hafız, savunma bakanı olarak hava desteği sağlamaktan kaçındı. Birkaç ay sonra Hafız, Cedid’i devirdi.

Tarihçi Hanna Batatu, bana Hafız’ın, Cedid hapisteyken bile ondan korktuğunu söylemişti, zira Cedid, silahlı kuvvetler içinde desteğe sahipti ve düşük profilini korumasıyla şöhret kazanmıştı.

Hafız Esad, Suriye dışında, özellikle Lübnan’da düşmanlarını öldürmek için adamlarını gönderen baskıcı bir yönetim sürdürdü. Hükûmet deneyimi, şiddetin ve hesapçılığın bir kombinasyonu olarak şekillendi ve bu, onu iktidarda tutan temel unsurdu.

1973’te İsrail ile savaşa giren Hafız, bu savaşın kurgusal bir zafer olarak rejimin meşruiyetini sağlamak için kullandı. Ancak savaşın sonunda, Golan Tepeleri de dahil olmak üzere İsrail’in işgalindeki topraklar kurtarılamadı.

2011 yılında rejimin çökmesi gerekirdi. Suriye halkı, babadan oğula devreden bu baskı rejiminden bıkmıştı. Yaşam koşulları kötüleşmiş ve hizmet sektörü, köylerdeki yoksullardan kopmuş zengin bir sermayedar zümresi yaratmıştı.

Rejimin sonunu getiren 15 neden

Geçtiğimiz hafta boyunca el-Esad rejiminin ani çöküşü ve pazar günü Şam’ın düşüşü, yıllarca süreğen bir sürecin sonucu olarak gerçekleşti. İşte bu çöküşe yol açan temel nedenler:

1) Rejim, Batı güçlerini memnun etmek için uyguladığı neo-liberal politikalar nedeniyle kırsal kesimdeki desteğini kaybetti. Baas rejimi, ilk yıllarda köylüler ve işçiler adına hareket ederken, Beşar rejimi komşu ekonomilerin açık kapı politikasını benimseyerek zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirdi.

2) Direniş örgütlerine verilen destek, Batı’nın ve İsrail’in yaptırımlarını beraberinde getirdi. Bu yaptırımlar büyük oranda rejim yandaşlarını değil, Suriye halkını cezalandırdı. 2003 yılında ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Beşar Esad’a ilettiği talepler reform, demokrasi ya da hukukun üstünlüğü içermiyor; direniş örgütleriyle ilişkileri sonlandırmasını hedefliyordu.

3) Yönetici elit arasındaki yolsuzluk artış gösterdi. Özellikle son yıllarda uyuşturucu ticareti ve fuhşun Mahir Esad tarafından yönetildiği iddiaları bu durumu daha da kötüleştirdi.

4) Lübnanlı iş insanı ve eski Başbakan Refik Hariri’nin suikasta uğraması ve bu olayda Beşar’ın suçlanması, Suriye rejiminin neredeyse tamamen tecrit edilmesine yol açtı (bu rejim 2011’deki ayaklanmanın başlamasının ardından Arap Birliği’nden çıkarılmıştı). Körfez rejimleri, suikastın ardından rejime karşı Arap Sünni mezhepçiliğini körüklemeyi başardı (Peki, bu olayın arkasında Suriye rejimi mi yoksa Hizbullah mı vardı? Zira Batı-İsrail ittifakı bir türlü karar veremiyor gibi görünüyor. Bazen Hizbullah’ı, bazen de Beşar’ı suçluyorlar.)

5) Son yıllarda Suriye rejimi, BAE ile —ve daha az ölçüde Suudi Arabistan ile— bir Faust anlaşmasına girdi. Görünüşe göre, rejim BAE üzerinden ABD ile dolaylı olarak pazarlık yaparak İran’dan yavaşça uzaklaşma karşılığında bazı yaptırımların hafifletilmesini sağlamaya çalışıyordu. Beşar’ın, Türkiye’nin baş düşmanı olan BAE ile yaptığı bu anlaşmanın Erdoğan’ı öfkelendirdiği ve sonunda isyancıların saldırıya geçmesini teşvik ettiği bildiriliyor. İran ve Hizbullah, BAE ile bu tür pazarlıkların haberini almış olmalı ve durumdan hoşnutsuzluk duymuş olmalılar. Rejim için savaşırken İranlılar ve Lübnanlılar öldü ama Beşar onların arkasından düşmanlarıyla pazarlık yapıyordu.

6) Rejim 2011’den ders almayı reddetti. Beşar, 2016’da Suriye’nin bir kısmı üzerinde kontrolünü sağladıktan sonra, ılımlı muhalefete (bu muhalefetin bazı unsurları Moskova ile bağları olan seküler solculardı) herhangi bir taviz vermeyi reddetti. İsyancılara karşı zafer sarhoşluğuna kapılmış gibiydi ve bu zaferin kendi ordusunun eseri olduğunu düşündü. İktidarı paylaşmak istemedi ve uzlaşmayı babasının mirasına ihanet olarak gördü.

7) Beşar, babasından daha kibirli. Hafız, halkına hitap eder, iktidarının ilk yıllarında uzun konuşmalar yapar ve Arap ve Batı basınına mülakatlar verirdi. Beşar ise sadece Batı medyasını (ve daha sonra Rus medyasını) tercih etti. Kendi halkına hitap etmeyi hiçbir zaman gerekli görmedi, hatta ülkeyi terk edip Moskova’ya sığınmadan önce bile. Onun kibri, Suriye savaşı yıllarında açıkça ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez halkla iletişim kurmakla ilgilenmedi. Bu, bir despotun evinde büyüyen ve çevresi tarafından “kraliyet ailesi” gibi yetiştirilen bir adam.

8) Beşar ilkesiz bir adam. Hiçbir zaman iktidardaki Baas Partisi’nin ilkelerine inandığını ifade etmedi. Babası da ilkesizdi ama en azından Arap milliyetçiliği davasına bağlıymış gibi görünüyordu. Beşar, Baas Partisi’nin Arapçılık ilkesine aykırı olan Suriye milliyetçiliği ile bile flört etti. İktisadi konularda ise Arap sosyalizmini savunan Baas Partisi’ne rağmen neo-liberal reformların şampiyonu oldu.

9) Rejim, Arap-İsrail çatışmasını kötü yönetti. 1970’lerden başlayarak çeşitli direniş örgütlerini desteklemesine rağmen, 1976’da Lübnan’a girip sağcı, İsrail yanlısı milisleri ezilmekten kurtardığında Filistin direnişiyle savaştı. 1973’ten sonra Golan Tepelerini kurtarmayı hiç düşünmedi. Oysa Lübnan, İsrail’i 2000 yılında ülkeden çekilmeye zorlayan başarılı bir direniş yürüttü. Ve Esad rejimi, İsrail’den gelen yüzlerce hava saldırısını yanıtsız bıraktı. Arap dünyasında, Suriye rejimi yıllarca şu şekilde yanıt verdiği için alay konusu oldu: “Suriye, savaşın zamanını ve yerini seçecektir.” Geçen yıl Beşar ve rejim, İsrail’in soykırım saldırılarına karşı sessiz kaldı.

10) 1970’ten beri rejimin acımasızlığı ve vahşiliği kaderini mühürledi. Baas Partisi’nin (2003’te Irak’ta yasa dışı ilan edilmişti) bir daha asla iktidara gelemeyeceğini garantiledi. Hem Suriye hem Irak’taki Baas rejimlerinin muhaliflere dönük aşırı vahşeti onları hep öne çıkardı. Her iki rejim de muhalifleri yurt dışında avlayıp öldürmekten çekinmedi. Suriye rejiminin pek çok muhalifi Lübnan’da öldürüldü. Baas’ın istihbarat birimleri, işkence yöntemlerinde yeni ve sapkın teknikler geliştirmekle tanınıyordu. İşkence, suçun niteliğine ve mahkûmun yaşına bakılmaksızın yaygın olarak uygulanıyordu. Baas rejimleri, vahşetle tanınmanın halk üzerinde korku yaratacağını düşünüyordu ve iktidarlarını bu korku sayesinde muhafaza ediyorlardı. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemini domine ederken, işkence ve korku yöntemlerini buraya da yaymayı başardı. Suriye ve Irak’ta Baas rejimleri korkuyu bir yönetim aracı olarak benimsedi (Sadece bu ülkeler değil, özellikle günümüz BAE ve Suudi Arabistan gibi diğer Arap ülkelerinin de korkuyu kullandığı bir gerçek). Suriye hapishaneleri insanlık dışı koşulları ve yaygın işkence kullanımıyla meşhurdu. Suriye, 1987’den 2005’e kadar Lübnan’ın siyasi sistemine hâkim olduğu dönemde işkence ve korku yöntemlerini Lübnan’a da yaymayı başardı.

11) Beşar, Arap despotlarıyla ilişkilerini yönetmeyi hiç öğrenemedi. Babası Hafız, siyasi tavizler ve uzlaşmalar karşılığında Suudi Arabistan’dan milyarlarca dolar koparabilirdi. Fakat Beşar, özellikle Arap zirve toplantılarında liderlere ders verir gibi konuşarak onları kendinden uzaklaştırdı. Arap liderler arasında tek bir dostu bile yoktu; oysa babası, Mısır ve Körfez ülkelerindeki liderlerle güçlü bağlara sahipti.

12) Baas döneminde ifade özgürlüğü neredeyse yoktu. Yönetimi sorgulamak ya da hafif eleştirilerde bulunmak bile, kişinin yaşı ne olursa olsun, ağır cezalarla sonuçlanıyordu. Siyasi ifade özgürlüğü, yalnızca rejimi övgü dolu bir dille yüceltenlere tanınıyordu.

13) Suriye ve Irak’taki Baas rejimleri aşırı bir lider kültüne başvurdu. Bu tür uygulamalar, sadece Arnavutluk ve Romanya’nın komünist yönetimleri dışında başka bir yerde görülmedi. Liderlerin heykelleri, şehirlerin ve kasabaların çoğuna dikilmişti ve liderlere saygı göstermek okul müfredatının bir parçasıydı. Liderin yüceltilmesi, aile üyelerine kadar uzanıyor ve bu durum her iki rejimde de cumhuriyetçi hanedanlıkların inşasının bir parçası oluyordu.

14) Bir cumhuriyette hanedanlık fikri Suriye halkına aykırı. Suriye modern bir ülke ve Körfez ülkelerindeki gibi hanedan yönetimine alışık değil. Halk, Hafız Esad’ın yönetimine ancak zorla boyun eğdi ve iktidarda kalabilmek için (1982’de Hama’da olduğu gibi) kitlesel şiddete başvurmak zorunda kaldı.

15) Rejim mezhep temelliydi. Hafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesinden bu yana, rejim Alevi bir karaktere ve tabana sahip oldu, oysa Aleviler nüfusun sadece yüzde 14’ünü oluşturuyor. Hafız Esad döneminde hükümetin üst kademelerindeki görevlerin çoğu, genelde başkanla akraba olan Alevilere ayrılmıştı. Saddam Hüseyin’in rejimi bu bakımdan daha az mezhepçiydi. Beşar ise hükümetin üst kademelerine daha fazla Aleviyi dahil etmeye çalıştı ancak iktidarın en kritik ipleri yine ailenin elinde kaldı.

Cihatçıların güzellenmesi

Suriye, uzun bir hoşgörü ve birlikte yaşama geçmişine sahip çok mezhepli bir ülke iken, bu durum Baas yönetimi altında yozlaştı ve tahrip edildi. İsyancıların yeni saldırıları, başta ABD, İsrail ve Türkiye olmak üzere dış güçler tarafından düzenlendi. Zafer kazanan milislerin kökeni IŞİD ve el-Kaide’ye dayanıyor, ancak Batı medyası onların imajını güzellemeye çalışarak onları sadece “muhalefet” olarak tanımlıyor.

Aljazeera (ve arkasındaki Katar hükümeti) isyancıları destekleme ve propagandalarını yayma konusunda büyük bir rol oynadı. Suriye’de yönetimin kesin çizgileri hakkında bir tahmin yürütmek için henüz çok erken ama Suriye halkının istikrarlı ve demokratik bir hükümete kavuşması pek olası görünmüyor.

Tıpkı Sudan, Suriye, Lübnan, Yemen, Libya ve Irak’ta olduğu gibi, ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in faşist devletini güvende hissettirmek adına pek çok Arap ülkesinde devletleri ve toplumları yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütüyor.

Ve ABD’nin kanıtlanmış bir geçmişi var: Bir rejimi —ne kadar tiksindirici ve zalim olursa olsun— daha kötü bir rejimle değiştirebilir ve değiştirecektir. ABD’nin 2001’de Afganistan’da kurduğu rejim o kadar iğrençti ki Afgan halkı Taliban’ı tercih etti. Libya ve Irak’taki insanlar şimdi eski rejimlerin yönetimine özlem duyuyorlar.

Suriye halkının acılarının yakın zamanda sona ermesi pek mümkün değil ve silahlı milisler arasındaki iç çekişmeler, 1992’de komünistlerin düşüşünden sonraki Afganistan’a benzer bir durum yaratabilir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English