Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

“Avrupa, ABD’nin eklentisi olarak kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek”

Yayınlanma

Ukrayna savaşı, Rusya karşıtı yaptırımlar, iktisadi darboğaz ve ABD-Çin gerilimi ile birlikte Avrupa bir kez daha büyük bir krizin içerisine yuvarlanmış gibi görünüyor. Yaşlı Kıtanın geldiği entegrasyon seviyesi, bir kez daha “ulusal” çıkış yollarından ziyade tüm Avrupa’yı içine alan fikirlere davet çıkarıyor.

Alman araştırmacı-yazar-yayıncı Hauke Ritz 15 yılı aşkın bir süredir Almanya, Rusya ve Batı-Rusya ilişkilerinin analizi ile uğraşıyor. Ritz, bu uğraşının, gelecekte ABD ile Rusya arasında, savaş olmasa bile güçlü bir jeopolitik çatışma olacağını anlamaya başladığı 2007 yılına dayandığını söylüyor. “Ve bunu bir kez anladıktan sonra,” diyor, “Daha önemli bir konu bulmak zor.”

Alman yazar, bu konunun hayatını “bir ölçüde ele geçirdiğini” belirtiyor. Bu gerilimin “derin nedenlerini” kavrayabilmek için Rus dilini öğrenmeye ve Rusya’yı ziyaret etmeye başladığını söylüyor.

Ritz’in en çok dikkat çeken tezlerinden birisi, “Batı” kavramı ile “Avrupa”nın örtüşmediği iddiası. Ona göre “Batı”, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni imliyor ve açıkça Avrupa üzerindeki ABD hegemonyasının adı. “Avrupa” ise, tarihi binlerce yıl önceye giden, savaşların da barışın da hüküm sürdüğü, Aydınlanma’nın, devrimlerin ve Reform’un kıtası; ama hiçbir zaman tek bir gücün hegemonyası ile yönetilmeyen, güç dengesi ile kendini var eden, kültürel olarak bir ama siyasi olarak ayrı, bir tür “çok kutupluluk” vahası…

Dolayısıyla, Avrupa son 75 yılın “Batı” hegemonyasından kurtulup kendisini tekrar bulduğu vakit, hem “çok kutuplu dünyada” kutuplardan biri olacak, hem de kendi içerisinde de “çok kutuplu” bir döneme geçecek. Bu nasıl, kim aracılığıyla olacak? Ritz’in buna bir yanıtı olup olmadığı okura kalmış.

Son kitabınızla [Vom Niedergang des Westens zur Neuerfindung Europas – Batı’nın çöküşünden Avrupa’nın yeniden keşfine], kitabınızın başlığının ilk kısmıyla başlayalım, çünkü Batı’nın çöküşünden bahsediyorsunuz. Batı’nın çöküşü, Avrupa tarihinde yinelenen bir tema. Bu terimi hangi anlamda kullanıyorsunuz? Çünkü Oswald Spengler ve takipçileri tarafından popülerleştirilmişti. Batı’nın düşüşte olduğu fikrine katılıyor musunuz? Ya da başka bir şekilde soracak olursak, bu Batı’nın kaçıncı çöküşü?

Öncelikle kitapta Oswald Spengler’e atıfta bulunmadım çünkü bugün gördüğümüz çöküşün çok daha farklı bir çöküş olduğunu düşünüyorum. O zamanlar, bugün bildiğimiz Batı gerçekte yoktu. Bu olguya daha sonra tekrar döneceğiz. Sadece şunu belirtmek isterim ki, bugün Batı’nın çöküşünü birçok alanda muazzam bir hızla görüyoruz ve durumun gerçekten yıldan yıla, aydan aya hızlandığı izlenimini ediniyoruz ve bu çok görünür hale geliyor.

Mevcut durumu Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 yılı ile karşılaştırın. O dönemde, Doğu Avrupa’nın ve hatta Sovyet cumhuriyetlerinin büyük bir kısmı, Batı’dan, onun ürünlerinden, müziğinden, yaşam tarzından, medeniyet modelinden etkilenmişti. Aynı şey güneydeki, Küresel Güney’deki ve doğudaki pek çok ülke için de geçerliydi. O dönemde Batı, dünyada modernliğin tek tezahürüydü.

Sovyetler Birliği çöktükten ve sosyalist devletler sistemi çözüldükten sonra, Batı modernite üzerinde, modern dünyanın yorumlanması üzerinde bir tür tekele sahip oldu. Ve herkes ister filmlerle, ister ürünlerle, ister bir Batı ülkesine göç ederek olsun, bu dünyaya bağlanmak istedi. Batı aynı zamanda demokrasi, adil, zengin ve müreffeh bir toplum, yenilikçilik imajına sahipti.

Şimdi bugün Batı’nın neyi savunduğuna bir bakın. Yaptırımlar için, savaş için, LGBT hareketi gibi garip ideolojiler için… Ki bu sadece Küresel Güney ve doğuda değil, aynı zamanda Batı’nın kendisinde de kafaların sallanmasına neden oluyor. Böylece Batı dünyası sadece ahlaki üstünlüğünü değil, aynı zamanda yumuşak gücünü, cazibesini de kaybetti.

Sadece o da değil. Artık modernitenin yorumunu modern Çin’de görmüyoruz, modern Hindistan’ı görmeye başladık ve Rusya da büyük bir medeniyet olarak geri döndü. Yani Batı şu anda oldukça farklı bir durumda ve medeniyet modeli olma statüsünün cazibesini kaybetmesi bence kısa sürede onarılamayacak kadar ciddi bir şey.

Benim her zaman kullandığım şey de bu: Batı dünyası. Tabii ki bu konuda kullanılması gereken karşıt terim Avrupa’dır. Ve Avrupa Batı’dan oldukça farklı bir şeydir.

Buna şimdi geleceğiz. Sanırım siz Avrupalı ve batılıları ayrı kimlikler ve medeniyetler olarak görüyorsunuz. Şu anda batıdan anlamamız gereken şeyin ABD olduğunu düşünüyor musunuz? Ve ABD’nin dünya vizyonu ile Avrupa dünyası arasındaki fark nedir?

Çok fazla farklılık var. Gerçekten de batı medeniyeti ile Avrupa medeniyetinin pek çok açıdan oldukça farklı kavramlar olduğunu düşünüyorum.

Her şeyden önce Batı oldukça yeni bir şey. Batı gerçekten ne zamandır var? Bugün bildiğimiz Batı, ilk olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı ve o zamanlar temel olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri genişleme ile oluşturulan Amerikan etki alanıydı ve askerlerin durduğu yerde, Batı da durdu.

Kuzey Kore batının bir parçası değildi ama Güney Kore öyleydi. Aynı şey Almanya için de geçerlidir. Doğu Almanya Batı’nın parçası değildi, Batı Almanya öyleydi. Dolayısıyla savaş sırasındaki tesadüfi hareketler bir etki alanı yarattı ve bu da Batı olarak adlandırıldı.

Elbette, “Hayır, Batı daha eskidir,” gibi bir argüman öne sürebilirsiniz. Batı Avrupa devletlerinde devrimler oldu. Fransız Devrimi, İngiliz Devrimi, Hollanda ve diğerleri. Evet, ama bunlar aynı zamanda sadece devrim yapan ülkeler değil, aynı zamanda denizaşırı imparatorluklarda koloniler kuran ülkelerdi. Belki bu da bağlantılıdır. Denizler üzerinde büyük bir ticaretiniz varsa, aristokrasiyle rekabet etmeye başlayan çok sayıda tüccarınız vardır ve o zaman devrim yapma olasılığınız daha yüksektir.

Ne var ki Batı’nın bu ilk aşamaları birleşik değildi. Aralarında çok fazla rekabet vardı. Fakat 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bu rekabetin bir tür ittifaka dönüşmeye başladığını görüyoruz. Örneğin, Büyük Britanya ve Fransa arasındaki Entente Cordiale, daha sonra Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ittifak. Bu, bugün bildiğimiz Batı’nın bir tür embriyo hali olabilir.

Ama Batı genel olarak 100 yıldan daha eski değildir. Yani çok genç bir oluşum ve bir tarafta Kuzey Amerika, diğer tarafta Polonya gibi Slav devletlerini de içeren Avrupa Birliği’nin bugünkü Avrupa’sını içeriyor. Bir de Güney Kore, Tayvan ve Japonya var. Yani kültürel açıdan bakıldığında, bunlar oldukça farklı ülkeler, dünyanın oldukça farklı bölgeleri, farklı dinlerden etkileniyorlar ve hepsi tek bir faktörle birleşiyor: Amerikan egemenliği, Amerikan hegemonyası.

Yani sonuçta, Batı’nın temelde bu Amerikan hegemonyası olduğu sonucuna varıyorsunuz. Kültürel bir temel eksikliği var, tarih eksikliği var.

Avrupa ise bunun aksine oldukça farklı bir şey. Avrupa 2500 yaşında. Avrupa antik Yunan’da demokrasi modeliyle başladı ve demokrasi de modern zamanda Fransız devrimi ve diğer devrimlerle Avrupa’ya geri döndü. 

Fakat arada, Avrupa’nın oldukça farklı hükümet modellerine ve toplumunu organize etmenin farklı bir yoluna sahip olduğu uzun bir dönem var.

Dolayısıyla Avrupa, oldukça farklı dönemler ve çağlardan oluşan geniş bir tarihe sahip olan bir varlıktır, fakat yine de 2000 yıldan fazla olan bu zamanın tamamını tanımlayabilecek bir şey vardır. Bu nedenle Avrupa kavramı, batı kavramından çok daha karmaşık ve çok daha derin bir kavramdır.

Peki sizce Avrupalıların Batı’ya karşı bazı panzehirleri var mı?

Avrupa elbette Batı Avrupa’ya aittir ve Batı Avrupa da, Avrupa’nın denizaşırı genişleyen kolonilere sahip olmaya başlayan ve daha sonra batıya dönüşen kısmıdır. Dolayısıyla belki bazı Batılı unsurlar da Avrupa’ya aittir.

Fakat Avrupa daha çok Avrupa’nın merkezidir. Almanya, İtalya, genellikle Batı’nın bir parçası olarak görülmezler. Yüzyıllar boyunca denizaşırı büyük imparatorluklara sahip olmadılar. Merkezi olmayan bir şekilde örgütlendiler. Sonra doğuda Slav halkları var. Yani Avrupa bunların hepsi.

Ve Batı terimi, tüm bu alan ve Avrupa’nın tüm tarihi için tek bir model olduğunu öne sürer. Avrupa aynı zamanda sanat, edebiyat, müzik ve felsefe alanındaki başarılarıyla da tanımlanır. Aynı zamanda Hıristiyanlık ve Hıristiyanlık tarihi ile de tanımlanır. Aynı zamanda antik çağlara yapılan atıflarla da tanımlanır. Yani tüm Avrupa devletleri için ortak olan ve örneğin Latince ve antik Yunan dili aracılığıyla tüm Avrupa devletleri için bir tür birleşik bilgi ve referans alanı yaratan antik Roma’daki antik Yunan kültürünün hatırası ile. Yani Avrupa’da Batı’dan çok daha fazlası var.

Ayrıca dünya düzeni kavramı açısından da büyük bir fark var. ABD iki okyanus tarafından korunuyor. Kimse onlara zarar veremez. Eğer başka bir kıyıda bir savaş yürütürlerse, bunun kendileri için hiçbir yansıması olmayacağından, hiçbir şeyin kendilerine geri dönmeyeceğinden emin olabilirler.

Avrupa’da durum böyle değildi. Avrupa var olduğu süre boyunca muazzam savaşlar yaşadı. Avrupa tarihinin en acımasız dönemlerinden biri de 17. yüzyılda Almanya’da yaşanan 30 Yıl Savaşlarıydı. Ama aynı zamanda diğer Avrupa devletlerinde de iç savaşlar vardı.

Avrupa’nın bu savaştan öğrendiği şey, değerler üzerine savaş ve dış politika yürütemeyeceğinizdi. Katoliklik ve Protestanlık meselesini dış politikanızın bir parçası, ulusal genişlemenizin bir parçası haline getirmeye başlarsanız, o zaman hiç bitmeyen savaşlar yaşarsınız.

Vestfalya sistemine işaret ediyorsunuz.

Evet, öyle. Dolayısıyla bu savaştan sonra, bu genç ulus devletlerin farklılıklarına saygı duymayı, her devletin kendi iç işlerini yönetme hakkına sahip olduğunu ve dışarıdan bir etki olmaması gerektiğini öğrendikleri Vestfalya sistemi yaratıldı.

Her devlet, nüfus sayısına ve gücüne rağmen aynı şekilde uluslararası hukukun öznesiydi ve bu oldukça büyük bir medeniyet başarısıydı, tabii ki takip eden yüzyıllarda zaman zaman tekrar kaybedildi. Ama bu oldukça farklı bir dünya düzeni kavramıydı. Çok kutupluluğu kabul eden, birbirlerine müdahale etmeyen, birbirlerinin ötekiliğini düşünmeye başlayan, çeşitli güçlerin eş zamanlı varlığını kabul eden bir dünya düzeni.

ABD ise tamamen farklı bir dünya düzeni anlayışına sahip. Her şeyden önce, bir şekilde Tanrı tarafından seçildiklerini, Tanrı tarafından kendilerine verilmiş bir kutsal misyona (manifest destiny) sahip olduklarını düşünüyorlar. Kutsal misyon kavramı, sadece daha güçlü, daha güçlü ve daha güçlü olabileceklerini düşündükleri anlamına gelir. Bu nedenle de dünyayı yönetme görevi onlara aittir. Ve onlar, vazgeçilmez bir ulus. Amerikan istisnacılığı. Bu nedenle Amerikan dış politikasının tüm tarihi, ortak olamama gerçeği ile tanımlanır. Başka biriyle ortaklık kuramazlar çünkü her zaman diğerlerinden üstün olduklarını düşünürler. Her zaman diğerlerinden daha iyi bir sisteme sahip olduklarını düşünürler.

İşte bu yüzden Amerikalılar bugüne kadar örneğin Rusya ya da Çin ile gerçekten bağlı kalacakları bir sözleşme yapmakta zorlandılar çünkü her zaman diğer ulusların, diğer devletlerin bizim sahip olduğumuz türden bir demokrasiye sahip olmadıklarını, oradaki insanların baskı altında olduklarını düşündüler.

Dolayısıyla şu anda yaptığımız sözleşme sadece bir süreliğine; çünkü bu sözleşmeyi yaptığımız devlet bizim kadar gelişmiş değil. Bizimle aynı şekilde seçilmiş değil.

Bu temelde bir trajedidir, çünkü bu kutsal misyon kavramı, istisnacılık, vazgeçilmez ulus kavramı nedeniyle ABD ortaklıklar yaratamamıştır. Avrupa ile, Almanya ile, Fransa ile, İtalya ile ortaklık kurmak yerine Avrupa’yı yavaş ama emin adımlarla bir tür sömürge statüsüne dönüştürdü. Bu aynı zamanda Amerika’nın kendisi için de bir trajedidir çünkü eğer Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri için bir ortak olsaydı, onu olumlu yönde etkileyebilirdi. Örneğin Amerikan dış politikasının Orta Doğu’da ya da Rusya konusunda yaptığı pek çok hatayı önleyebilirdik.

Ama Amerika Avrupa’yı bir ortak olarak görmediği için bizden hiçbir şey öğrenmedi. Her zaman her şeyi zaten biliyormuş gibi davrandılar. Bu da dünyanın büyük bir bölümünü düşmanlaştıran bir dış politikaya yol açtı.

ABD’nin artık sadece savaş durumuna girmiş olan Rusya ile değil, aynı zamanda Çin ile, İran ile, giderek daha fazla Türkiye ile, muazzam savaşlar ve yıkımlar gerçekleştirdikleri Arap dünyası ile, Afrika ve Latin Amerika ile de çelişkili bir ilişkisi var. Yani dünyada ABD’nin normal bir ilişki içinde olduğu hiçbir medeniyet alanı kalmadı, Hindistan’la bile.

Bu da ABD için oldukça yıkıcı bir durum çünkü ABD dünyadaki diğer tüm büyük ulusları ya da medeniyetleri düşmanlaştırarak temelde bir tür karşı ittifak yaratmış oldu.

BRICS, ABD tarafından yaratıldı, ABD BRICS’i kurdu, bunu yapmayı amaçlamamış olsalar bile; ama BRICS temelde ABD’nin dış politikasının çocuğudur.

Yani aslında çok çok farklı iki zihniyetten bahsettiniz. Bir tarafta kutsal misyon, Amerikan istisnacılığı var, diğer tarafta ise Avrupa’nın Vestfalya sistemi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın birliği, Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşıydı ama aynı zamanda ABD’nin kıta üzerindeki hegemonyası ile birlikte bunu yapıyordu. Kıta üzerindeki bu hegemonyayı nasıl elde ettiler? Ya da başka bir deyişle, Avrupalılar neden Amerikalıların onları Sovyetler Birliği’ne karşı yönlendirmesine izin verdi?

Avrupa, daha önce de belirttiğim gibi, yüzyıllar boyunca bir tür güçler dengesi olarak örgütlenmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu sisteme geri dönmek zor oldu. Bence Sovyetler Birliği sisteme geri dönmek isterdi çünkü Sovyetler Birliği zaten çok büyük bir ülkeydi ve kendi dışında daha fazla devleti kontrol etmek bir yüktü, özellikle de İkinci Dünya Savaşının Sovyetler Birliği’nin en kalabalık bölgelerinde neden olduğu büyük yıkımı düşünürseniz.

Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin Avrupa’nın büyük bir bölümünü kontrol etmek gibi bir çıkarı yoktu ve Avrupa’nın tamamını kontrol etmek gibi bir çıkarı kesinlikle yoktu. Bu, örneğin 1952 yılında Sovyetler Birliği’nin tarafsızlık için kuvvetlerini Almanya’dan çekeceği, Almanya’nın Avusturya gibi tarafsız olması halinde yeniden birleşebileceği teklifini neden yaptığını açıklayabilir. Fakat bu teklif Batı Almanya hükümeti ve Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda ve Almanları aşağıda tutmak isteyen ABD tarafından reddedildi.

Şimdi Amerikalılar oradaydı ve başladılar. Onlar için Avrupa bir tür gegenko idi, Almanca’da böyle deriz, karşı kıyı. Yani ABD için, bir deniz gücü olarak, okyanusun karşı kıyısını kontrol etmeleri çok önemliydi ve bu Avrupa’ydı ve orada kalmak istiyorlardı.

Zihniyetlerinde, Avrupa’daki varlıklarını bir tür ganimet ya da zafer olarak görüyorlardı çünkü daha iyi bir sisteme sahip oldukları izlenimini edindiler. Ve ABD, Avrupa’dan siyasi baskı ya da dini baskı nedeniyle kaçan insanlar tarafından dolduruldu. İşte bu yüzden bugüne kadar pek çok Amerikalı Avrupa hakkında olumsuz bir izlenime sahip olmuştur. Avrupa onlar için kendileri kadar özgür ve demokratik olmayan bir yerdir. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’ya dönmek onlar için artık Avrupa’yı düzeltmek anlamına geliyordu.

Bunu gerçekten yapmadılar. Elbette Avrupa sanatına, edebiyatına ve felsefesine hayranlık duyan bazı Amerikalılar var ama genel olarak Avrupa’ya saygı duymaktan çok tepeden bakıyorlar. Onlar için Avrupa kültürünü yeniden şekillendirmek, yeniden düzenlemek sorun değildi. Ayrıca burayı birleştirmek, Sovyetler Birliği’ne karşı bir tür ittifak yaratmak istiyorlardı. Birleşik Devletler kendisini kutsal bir misyona sahip istisnai bir ulus olarak gördüğü için, Sovyetler Birliği gibi bir sosyalizm projesi ve insanlık için bir fikri olan başka bir ulus olduğunu kabul edemediler. Bu yüzden hakim olmak istediler, sanırım.

Sovyetler Birliği için Amerikalıların Avrupa kıtasındaki varlığı elbette bir tehlikeydi çünkü Rusya birkaç yüzyıl boyunca güç dengesi olduğu takdirde Avrupa ile barış içinde yaşayabileceğini tecrübe etti. Fakat arada bir Avrupa, örneğin Napolyon’un yönetiminde birleşiyor ve sonra Rusya’ya saldırıyor. Ya da Avrupa Hitler ve Nazi Almanya’sının fethiyle birleşiyor ve sonra Rusya’ya saldırıyor. Şimdi Amerikalıların Avrupa kıtasındaki varlığı bir kez daha Avrupa’nın Amerikan yönetimi altında birleşmesi anlamına geliyor. Bu da Moskova açısından bir kez daha saldırıya uğrama tehlikesini beraberinde getiriyordu. Doğu Avrupa’da bulunmalarının nedeni de buydu.

Öyle olsa bile, bunu gerçekten istemediler.

Bu da bizi Rusya’ya, yani Rusya’nın Batı ile ilişkisi sorusuna getiriyor. Sizce örneğin Rusya’nın tekrar dahil olduğu bir Avrupa güvenlik mimarisi mümkün mü? Veya Kantçı “ebedi barış” fikri mi hakim olacak? Yoksa AB sonrası Avrupa bir savaşlar kıtası mı olacak? Çünkü Avrupa, Avrupa Birliği dağılsa bile Almanya ve Fransa ekseninin ya da sadece Almanya ekseninin hakim olması mümkün. AB sonrası bir Avrupa çünkü Almanya hâlâ Avrupa’nın en büyük ekonomisi. Diğer ülkeleri yönlendirmek için çok fazla imkana sahip.

Hayır, hayır. Az önce bahsettiğim sebepten dolayı bu mümkün değil. Az önce Avrupa’nın her zaman bir güç dengesi olarak organize olduğunu söyledim. Bu da eğer Avrupa’yı yöneten tek bir güç varsa Avrupa’nın istikrarsızlaştığı anlamına gelir. Bu Avrupa için iyi değildir.

Almanya belki Avrupa’nın en güçlü ülkesi ama Avrupa’yı tek başına yönetecek kadar güçlü değil. Avrupa’nın güzelliği de bu, Avrupa’da bu kadar çok devlet var ve bunların bazıları eşit derecede güçlü: Fransa ve Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya, hepsi birbirine benziyor, en büyükler ve birbirlerini dengeliyorlar. Bence Avrupa ancak böyle bir denge içinde yönetilebilir, bu dengenin hangi ülkeler arasında gerçekleştiği yüzyıldan yüzyıla farklılık gösterebilir.

Avrupa Birliği döneminde, bu dengeyi yeniden inşa etmenin ya da çoğaltmanın bir yolu olan Alman-Fransız ekseni vardı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın mirası nedeniyle Almanya Avrupa’nın geri kalanında pek sevilmiyor. Almanya’nın dostları var. Çin’de, Japonya’da, Rusya’da Almanya’ya büyük saygı duyuluyor. Eğer Almanya’dan uzaktaysanız, Almanya’ya saygı duyulur. Ama yakın ülkelerdeyseniz, Polonya’da, Fransa’da, Büyük Britanya’da, Almanya’ya pek saygı duyulmuyor. Tüm bu nedenlerden dolayı Almanya Avrupa’yı birleştiremez, Avrupa’yı yönetemez ve yönetmemelidir. Avrupa kendini bu benzer güçlü güçler dengesi içinde organize etmelidir.

Sonra Rusya meselesinden bahsettiniz. Avrupa devletleri ya da bir bütün olarak Avrupa kendi çıkarını anladığı anda barış mümkünse, Rusya ile bir barışı çok hızlı bir şekilde organize etmeye başlayacaktır. Çünkü bu Avrupa’nın çıkarınadır.

Avrupa tarihine bakarsanız, Avrupa’nın barış zamanlarında güçlü, savaş zamanlarında ise zayıf olduğunu görürsünüz. ABD’de ise durum tam tersidir. ABD savaş zamanlarında güçlü, barış zamanlarında ise zayıftır. Bu yüzden Avrupa’nın barışa ihtiyacı var.

Dahası, Rusya da Avrupa’nın bir parçası. Dolayısıyla Avrupa hakkında konuştuğumuzda otomatik olarak Rusya hakkında da konuşmuş oluruz ve eğer Rusya’yı Avrupa’dan dışlarsak, bu Çin’den büyük bir bölgeyi ya da Hindistan’dan önemli bir eyaleti dışlamak gibi bir şey olur.

Dolayısıyla coğrafi olarak haritada gösterilebilecek olan kıtanın bütünlüğünün yanı sıra kültürel olarak da Rusya’yı Avrupa’nın dışına itmek, örneğin klasik müziğin büyük bir başarısını Avrupa’nın dışına itmek anlamına gelecektir. Çaykovskiy, Rahmaninov ya da edebiyat, felsefe ya da sosyalizmin mirası da Avrupa’nın bir parçasıdır. Soğuk Savaş döneminde Doğu Avrupa’nın tüm tarihi Rusya ile bağlantılıdır.

Dolayısıyla Avrupa ancak tüm Avrupa’yı kapsarsa sağlıklı ve bir geleceğe sahip olabilir. Rusya’yı dışlayan bir Avrupa kötü bir şekilde bölünmüş olacak ve muhtemelen kendi kültürel gelişimi üzerinde egemenliği olmayacaktır.

Sonra bir kez daha Batı kavramı ile Avrupa kavramı arasındaki bu ayrımın içindeyiz. Tarihte ilk kez Avrupa dışarıdan bir güç tarafından, tamamen farklı bir coğrafyada, tamamen farklı bir kıtada bulunan bir güç tarafından yönetiliyor ve bu duruma Batı deniyor. Batı denen bu yapay oluşumu devam ettirmek için Rusya’yı ve Rus kültürünü Avrupa’nın dışına ittiniz. Rus kültürünün ve Rus etkisinin, İtalyan kültürü ve İtalyan etkisi ya da İspanyol kültürü ve İspanyol etkisi gibi Avrupa’nın doğal bir parçası olduğuna dair hafızayı ortadan kaldırdınız. Eğer Batı kavramına sahipseniz, her zaman doğuda sınırlarınız olacaktır.

Fakat Avrupa kavramına bakarsak, doğuda bir sınıra ihtiyaç yoktur. Avrupa yüzyıllar boyunca bir tür güç dengesi içinde organize olduğu için, bu kavramı Avrupa sınırlarının ötesine bile genişletebilir. Ve bir dereceye kadar, Avrupa’nın benzer güçlü devletler dengesinde örgütlendiği fikri, BRICS fikrini, yani Çin, Hindistan, Rusya gibi benzer güçlü devletlerden oluşan, birbirinden tamamen farklı, ancak dünya düzeninin örgütlenmesi konusunda belirli fikirleri kabul eden çok kutuplu dünyanın tuğlaları kavramını çok iyi temsil eden bir kavramdır.

Dolayısıyla, kıtada, Avrupa’da bir ABD hegemonyası amacıyla Rusya’yı Avrupa’dan koparmamız gerektiğini söyleyebiliriz.

Evet, bu ABD’nin çıkarına. Onlar Avrupa’nın bu batı yorumunu kutsal kılmak istiyorlar. Yani bugün Batı dediğimiz şey temelde Avrupa kültürünün Amerikan yorumudur.

Amerikalıların kendileri de Avrupa’dan geldiler, dolayısıyla Avrupa kültürünün mirasını da içlerinde taşıyorlar. Fakat uzun bir süre farklı bir kıtada, farklı bir iklimde, farklı bir coğrafi durumda yaşadılar. Onlar aynı zamanda ulusları eritme kazanıdır (melting pot). Sizin Avrupa’da sahip olduğunuzdan tamamen farklı bir yaşam deneyimine ve geniş bir alana sahipler. Bu koşullar altında, ABD’ye dönüşen bu Avrupa kültürü değişti. Şu anda Amerikan kültürünün hâlâ Avrupa kökenleri var ama farklı bir şey haline geldi.

Bu yarı Avrupalı, yarı Avrupalı olmayan Birleşik Devletler kültürü, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya geri geldi ve Avrupa’yı dönüştürmeye, Avrupa’yı ABD ve AB’nin imajına göre yeniden şekillendirmeye başladı. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa’daki bir tür kopyasını yaratma girişimiydi.

Ve bu aynı zamanda Avrupa Birliği’nin hatasıdır. Avrupa Birliği’nin hatası, Avrupa Birliği’nin Avrupalı olmamasıdır. Avrupa fikir tarihiyle hiçbir bağlantısı yoktur. 19’uncu yüzyıla atıfta bulunmaz. 18’inci yüzyıla, 17’nci yüzyıla atıfta bulunmaz. Hatta antik zamanlara bile atıfta bulunmaz.

20 yıldan fazla bir süre önce Avrupa anayasası planlanırkena, bazı insanlar ünlü antik Yunan politikacı Perikles’ten bir alıntı yazmak istedi. Daha sonra bu alıntı politik olarak doğru olmadığı için kaldırıldı. Perikles belki bazı azınlıklar hakkında yanlış bir şey söylemiş olabilirdi. Perikles’i daha fazla kabul edemediler ve bu nedenle alıntı kaldırıldı. Bu size Avrupa Birliği’nin Avrupa tarihiyle olan ilişkisini gösteriyor.

Ya da Avrupa’nın banknotlarına bakın. Belki cebimde bir tane vardır. Bu çok anlamlı. İşte burada. Bu beş avroluk bir banknot. Burada bir tür bina görüyorsunuz. Bu bina gerçek değil. Yapay. Fantezi. Bu köprü de gerçek değil. Sadece bir ressam tarafından hayal edilmiş yapay bir köprü.

Yani Avrupa’nın kendi tarihi ve kültürüyle çok olumsuz bir ilişkisi var. Öyle ki kendi mimarimizi banknotlarımızda bile temsil edemiyoruz.

Yani daha Avrupalı olmak için bir kurum olarak Avrupa Birliği’nden kurtulmak gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Bu tabii ki tehlikeli. Şu anda sahip olduğumuz gerçekliğe bakmalıyız. Şu anda avroya sahibiz. Farklı ekonomiler arasında büyük bir karşılıklı bağlantı var. Avrupa Birliği içinde çok fazla bağımlılığımız var. Avrupa Birliği’nin çözülmesi felaket olur. Tıpkı çok fazla yoksulluk ve iç savaş yaratan Sovyetler Birliği’nin çözülmesi gibi. Dolayısıyla kimse bunu istemez.

Dolayısıyla bence bu çok karmaşık bir soru ve bu soruya verebileceğim nihai bir cevabım yok. Elbette AB’nin en azından bir tür yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Temelden reforme edilmesi gerekiyor. Bunun mümkün olup olmadığını bilmiyorum. Nasıl olacağını, ne olacağını belki tarih gösterecek. Belki bazı devletler AB’den ayrılmaya başlayacak. Çünkü tarih çok açık bir şekilde gösteriyor ki, kendi gerçek kimliği olmayan, sadece bağımlılıklar ve yasalar temelinde inşa edilen bir devlet çok zayıf bir varlıktır ve parçalanabilir. Ve bu AB’nin de başına gelebilir.

Elbette Avrupa Birliği gerçekten dağılırsa, bu da çok çirkin bir süreç haline gelebilir çünkü iktisadi sonuçları çok büyük olur.

Ama öyle ya da böyle, şu anda AB sonrası bir döneme doğru gittiğimizi düşünüyor musunuz?

Görüyorsunuz, şu anda dünyada BRICS’in ortaya çıkışı söz konusu. Az önce BRICS’in temelde Amerikan dış politikasının eksiklikleri, kibir ve bencilce davranışları tarafından inşa edildiğinden bahsettim.

BRICS kavramında ilginç olan şey, çok farklı medeniyetleri içermesi ve bu medeniyetlerden bazılarının aynı zamanda devlet olması. Örneğin Çin bir devlet ama aynı zamanda bir medeniyet. Hindistan bir devlet ama aynı zamanda bir medeniyet. Aynı şey İran için de söylenebilir.

Rusya söz konusu olduğunda ise durum daha karmaşıktır çünkü Rusya aynı zamanda Avrupa medeniyetinin bir parçasıdır. Bazı Ruslar bunu inkar ediyor ve hayır, biz Avrupa’ya benzer bir şekilde Avrasyalıyız diyorlar. Ama eğer Rusya’daysanız, her köşede Avrupa kültürüyle karşılaşır ve hissedersiniz. Bu yüzden Rusya’yı Avrupa’dan ayırmak gerçekten zor.

Fakat medeniyet devleti kavramı çok ilginç bir kavram ya da çok ilginç bir terim. Soru şu: Avrupa bir medeniyet devleti olabilir mi? Cevap hem evet hem de hayır.

Evet, olabilir çünkü Avrupa’nın tüm tarihi boyunca, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa bir şekilde birleşmişti. Avrupa siyasi olarak bölünmüştü ama kültürel olarak kilise ve Hıristiyan inancı aracılığıyla ve ayrıca Avrupa’nın pek çok farklı yerinde kurulan ve hepsi de eski tarihi, eski edebiyatı ve yazıları hatırlamaya çalışan manastırlar aracılığıyla birleşmişti.

Ve bu 1500 yıl boyunca devam etti, Avrupa ya Hıristiyanlık, din, kilise yoluyla ya da daha sonra hümanizm felsefesi, Aydınlanma ve edebiyat alışverişi yoluyla birleşti.

Örneğin, farklı Avrupalı yazarlar farklı dillerde yazıyorlardı ama sürekli birbirlerini okuyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllarda ilk çevirinin yapılması bazen sadece aylar alıyordu. Tüm önemli yazarlar, çeviri yoluyla tanıtıldıkları diğer ülkelerde tepkiye neden oldu. Alman felsefesi sadece Almanya’yı değil, tüm Avrupa’yı etkilemiştir. Aynı şey Fransız Devrimi için de geçerlidir.

Yani Avrupa bir tür, Almanya’da rezonans odası [Resonanzraum] diyoruz, kültür tarzlarının, mimari ve resim tarzlarının kıta boyunca dalga dalga yayıldığı bir rezonans odası.

Aynı zamanda, siyasi parçalanmamız var. Bu, dünyada tektir, çünkü dünyanın diğer tüm bölgeleri farklı şekilde örgütlenmiştir. Örneğin Çin’e bakacak olursanız, çok sayıda farklı dil ve halk içermesine rağmen Çin siyasi olarak birleşmişti. Aynı şey Hindistan için de geçerlidir. Sanırım aynı şey Arap dünyası ve Rusya için de geçerli. Yani dünyanın pek çok yerinde, bir noktada bir tür siyasi birliğe sahipsiniz.

Avrupa’da ise bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Hiçbir zaman gerçekten gerçekleşmedi. Denemeler oldu, örneğin Napolyon denedi, garip ve acımasız fikirleriyle Hitler denedi, ama her zaman başarısız oldu.

Nihayetinde, bir tür kültürel birlikle birlikte yine siyasi parçalanmalara sahibiz. Bence bu gelecek için bir model. Eğer Avrupa bu modeli temsil edebilirse, bu aynı zamanda çok kutuplu dünyanın da bir aynası olacaktır, çünkü çok kutuplu dünyada da birbirleriyle bir tür denge içinde olan farklı güç merkezleri vardır.

Avrupa bir yandan çok kutuplu dünyanın bir kutbu haline gelebilir ve aynı zamanda kendi içinde çok kutupluluğu temsil edebilir.

Bu da bizi kitabınızın başlığının ikinci ve son kısmı olan Avrupa’nın yeniden icadına getiriyor. Avrupa kendini nasıl yeniden keşfedebilir ve Avrupa’da hangi unsurlar böyle bir enerjiye sahip?

Her şeyden önce Avrupa ile Batı arasındaki farkı anlamamız gerekiyor. Şunu anlamalıyız ki biz, son 80 yılda Avrupa’nın kendisini Batı’ya benzetmesi ya da Avrupa Birliği’nin Avrupa’yı ABD’nin bir aynası, bir tür kopyası olarak yeniden inşa etmek istemesi nedeniyle çok şey kaybettik. Bu farklılıkların farkına varmalı ve sonra da gerçekte ne olduğumuzu geri kazanmaya başlamalıyız.

Bence bu süreçler her Avrupa ülkesinde farklı bir şekilde devam ediyor. Avrupa’nın gerçekte ne olduğunu, Avrupa’nın dünyaya neler sunabileceğini ve son 80 yılda bize neler yapıldığını bir kez daha anladığımızda, bir kez daha kültür, tarih ve karmaşık bir kültür anlayışı üzerine inşa edilecek bir tür Avrupa birliği inşa etmeye başlayabileceğimizi düşünüyorum; bu birlik bir kez daha eğitim ve medeniyet konusunda bir tür ütopyaya sahip olacaktır.

21. yüzyılda büyük zorluklarla karşı karşıyayız. Örneğin yapay zeka, genetik mühendisliği gibi. Avrupa’nın da bu konuda bir şeyler sunması gerekiyor. Hümanizm ve Aydınlanma mirasına sahibiz. Dolayısıyla bir tür entelektüel söylemle başlayabiliriz, eğer gerçekten elimizden gelen her şeyi yapmamız gerekiyorsa, çünkü dünyanın diğer bölgelerinde, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nde, teknoloji alanında mümkün olan her şeyi yapma eğilimi var.

Avrupa ise dünyaya farklı bir öneride bulunabilir. Teknolojiyi kontrol etmeye çalışalım. İnsanı ilk sıraya koymaya çalışalım ki teknoloji insana uyum sağlasın, tersi olmasın. Ayrıca Avrupa, yapay zeka, genetik mühendisliği ve aynı zamanda kültürün korunmasına ilişkin entelektüel tartışmaların yapılabileceği küresel bir İsviçre gibi dünyanın tarafsız bir parçası haline gelebilir. 

Avrupa 21. yüzyılda bu rolü oynamak için özel bir imkana sahiptir. Çünkü Avrupa son 500 yıldır dünyanın geri kalanını etkilemiştir. İspanyol ve Portekiz imparatorluklarının yükselişinden bu yana dünya kültürü yavaş yavaş Avrupalılaştı. Bugün Latin Amerika’daysak ve siyasi tartışmalar varsa, insanlar kendi iç farklılıklarını tartışmak için Avrupa’nın siyasi felsefesinden terimler kullanırlar. Aynı şey dünyanın diğer bölgeleri için de geçerlidir.

Dünyada sadece tek bir dünya kültürü var ve bu da birkaç yüzyıl boyunca büyük ölçüde Avrupa tarafından şekillendirildi. İşte bu nedenle Avrupa şu anda 21. yüzyılda medeniyet meseleleri hakkında, kendi geleneklerini geliştirmeye ilgi duymalarına rağmen belki de diğer medeniyetler tarafından da kabul görecek bir tartışma, buluşma ve fikir alışverişi yeri sunmak için çok iyi bir konumdadır.

Belki de gelecekte bir Çin dünya kültürü ya da bir Hint dünya kültürü, bir İslam dünya kültürü göreceğiz. Bunu dışlamıyorum. Bunu memnuniyetle karşılarım, ama bu zaman alacaktır, çünkü bölgesel kültürünüzü bir dünya kültürüne dönüştürmek istiyorsanız, sanat yaratmak zorundasınız, yaratmak zorundasınız, kitaplar yazmak zorundayız, dünyanın diğer bölgelerindeki diğer insanlar için çekici olabilecek bir felsefe, müzik yaratmak zorundasınız ve bu bir nesilde yapılamaz. Hatta iki nesilde bile yapılamaz. Zamana ihtiyacı var.

Avrupa bunu son 300, 400 yıldır halihazırda yaptı. Bu sadece Avrupa için değil, dünya için de bir tür mirastır ve korunmalıdır. İşte bu yüzden Avrupa egemen olmalı, bağımsız olmalı, çok kutuplu dünyada bağımsız bir kutup olmalı; ABD’nin bir tür eklentisi, kendisini Amerikan gözlüğüyle gören ve maalesef bugün olduğu gibi bir tür sömürge bilincine sahip bir tür Amerikan sömürgesi değil.

Dolayısıyla bugün sahip olduğumuz sömürge bilincinin üstesinden gelmeli ve gerçekte ne olduğumuzu, iyi yanlarımızla, kötü yanlarımızla ne olduğumuzu görmeye başlamalıyız.

Tabii ki Avrupa’da da pek çok kötü şey oldu. Sömürgecilikten bahsettiniz, özellikle de Batı Avrupa devletlerinden. Evet, kötü bir miras var ama aynı zamanda Avrupa dünyaya da bir şeyler verdi ve ikisini birlikte görmeliyiz, kötüyü ve iyiyi. Sadece bir tarafı görmek çok sağlıklı değil.

Peki sizce Almanya bu süreçte özel bir rol oynayabilir mi? Yani, Almanya’dan ve onun özel rolünden bahsettiğinizde bu biraz dehşet verici çünkü Almanya’nın üzerindeki tarihi yükler var. Ama yine de Almanya’nın Avrupa’da çok kutupluluk, çok kutuplu bir dünyada bir kutup olarak bahsettiğiniz şeyde öncü bir rol oynaması mümkün mü?

Evet, Almanya çok kutuplu bir Avrupa’da bir kutup olabilir. Elbette Fransa gibi, İtalya gibi, diğer önemli devletler ve bölgeler gibi ve böyle bir kutup da olmalı.

Tabii ki şu anda mevcut krizden, Ukrayna’daki savaştan en çok Almanya etkileniyor, örneğin yüksek enerji fiyatları Almanya’da bir tür sanayisizleşmeye neden oldu. Dolayısıyla bunu hissetmeye başladık.

Genellikle Almanya aktif devrimlerin gerçekleştiği bir yer değildir. Bizim devrimlerimiz, Alman Köylü Savaşı ya da 1918 Devrimiydi, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’lerin; hepsi başarısız oldu.

Almanya’da bir devrim gerçekleştiyse, bu siyasi bir devrimdi. Tabii ki faşizmin bir tür siyasi devrim olduğunu söyleyebilirsiniz, ki bu oldukça çirkindi ve elbette bizim işaret etmek istediğimiz bir şey değil.

Ama tarihe baktığınızda Almanya’dan gelen ruhsal ya da zihinsel devrimler olduğunu görürsünüz. Örneğin Martin Luther, kilisede bir reform olan Protestanlık fikrini ortaya attı ki bu da bir tür devrimdi. Ama bu daha çok zihinsel bir şeydi, aktif bir siyasi devrim değildi.

Aynı şey, kökleri Alman düşünce tarihine dayanan sosyalizm düşüncesi için de geçerliydi. Marx, sonuçta bir Alman filozofuydu. Dolayısıyla belki bu anlamda Avrupa’dan, belki Almanya’dan bir şeyler çıkabilir. Belki bazı Almanlar bir fikir sunabilir.

Ama bence diğer Avrupa ülkeleri de önemli. Fransa önemli, devrim ve eylemlilik mirasıyla. İtalya önemli, Doğu Avrupa ülkeleri önemli.

Bence sonunda Avrupa’nın çeşitli köşelerinden bir şeylerin geldiğini göreceğiz. Bir taraftan bir fikir geliyor, diğer taraftan siyasi çalkantılar geliyor. Avrupa’nın başka bir köşesinden ise makul bir reform gerçekleştirilebilir. Sonunda birbirlerine katkıda bulunacak ve yardımcı olacaklardır.

Fakat şu anda bir yol ayrımındayız. Ya Avrupa şu anki durumunda kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek; Amerika Birleşik Devletleri’nin eklentisi olarak bir rol oynayamayacak; zenginliği azalacak, nüfusu da muhtemelen azalacak; Avrupa toplumları tutarlılıklarını ve kimliklerini kaybedecek ve Avrupa dünyanın önemsiz ve yoksul bir parçası haline gelecektir.

Bugünlerde durumu görmeye ve kendimize dönmeye başladık. Bence Avrupa’da buna ilgi duyan güçler var. Sadece normal nüfus değil, aynı zamanda Avrupa’da bulunan, Almanya’da bulunan, Almanya’da Mittelstand dediğimiz, yüz veya 800 çalışanı olan küçük ölçekli fabrikalar, fakat belirli bir üründe çok uzmanlaşmış büyük işletmeler.

Yani Avrupa’da hâlâ çok fazla zenginlik var. Yani bir şeyler yapabilecek güçler var. Bence bu süreçler halihazırda devam ediyor.

Gelecekte ne olacağını göremiyorum. Bu değişimin nasıl olacağını size tarif edemem. Belki de şaşırtıcı bir şekilde gelecektir. Tıpkı 1989’daki değişimin şaşırtıcı bir şekilde gerçekleşmesi gibi. Pek çok insan duvarın önümüzdeki 20 yıl boyunca orada duracağını düşündü ve aniden, bir gecede ortadan kayboldu.

Yani tarih tamamen öngörülemez. Tarih her zaman bir sürprizdir. Eğer geleceğe dair bir tahayyülümüz varsa, bu tahayyülün kendisini %100 göstermeyeceğinden emin olabiliriz. Tarih her zaman düşündüğümüzden farklıdır.

Ama eminim ki şu anda tehlikede olan çok şey var. 2500 yıllık tarih, 2500 yıllık yükselen kültürel karmaşıklık, gelişen medeniyet. Bunların hepsi bir hiç uğruna olmamalı. Avrupa sadece Avrupa için değil, dünya için de önemli.

Ve bence tarih, edebiyat, felsefe geleneğine bir kez daha sadık kalacak bir Avrupa dünyada saygı görecektir. Yine de, sömürgecilik vahşetinin mirasına sahibiz. Ama yine de her zaman iki taraf vardır. Bu yüzden kültürel ve entelektüel bir bilinç için bir gelecek görüyorum. Avrupa için. Belki de bu mümkündür.

Ritz’in yeni kitabı: Vom Niedergang des Westens zur Neuerfindung Europas [Batı’nın çöküşünden Avrupa’nın yeniden keşfine] Satın almak için: https://mediashop.at/buecher/vom-niedergang-des-westens-zur-neuerfindung-europas/

SÖYLEŞİ

‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’

Yayınlanma

Trump hükümetinin en etkili isimlerinden, eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve NATO eski Genel Sekreter Yardımcısı Guy B. Roberts Harici’ye konuştu: “Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum. Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.”

Önceki Başkan Donald Trump döneminde ABD’nin Nükleer, Kimyasal ve Biyolojik Savunma Programları’ndan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yürüten Guy B. Roberts, ayrıca NATO’nun kitle imha silahları politikasından sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı ve Nükleer Politika Planlama Direktörlüğü görevlerini de yürüttü.

Guy B. Roberts, ikinci Trump döneminde izlenmesi beklenen iç ve dış politikalara ilişkin Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘Öncelik göç ve vergi politikası olacak’

Donald Trump’ın önceki kabinesinde Savunma Bakan Yardımcısı olarak yakın çalıştığınızı biliyorum. Onun politikalarını önceden nasıl yürüttüğünü biliyorsunuz ve ocak ayından itibaren nasıl devam edeceğini öngörebilirsiniz. Şu anki birincil beklentiniz nedir?

Aslında bu oldukça heyecan verici çünkü Başkan Trump’ın, seçim vaatlerinin hepsini yerine getirme konusunda kararlı olduğunu açıkça ifade ettiğini düşünüyorum. Muhtemelen ilk odaklanacağı konu, ABD’ye yasa dışı göç ve bunun yanı sıra vergi yapısını yeniden düzenleyerek orta sınıf Amerikalılar için vergi indirimlerini maksimize etmek olacak. Uluslararası alanda ise müttefikler ve ortaklara daha fazlasını yapmaları için baskı uygulamasını ve savunma harcamaları için taahhüt ettikleri, GSYİH’lerinin %2’si veya daha fazlasını harcama sözlerini yerine getirmelerini bekliyorum. Bu, ilk yönetiminde de kilit bir unsurdu ve ben de NATO karargahında onunla birlikteydim. Orada müttefiklerimizin bu konuda adım atması gerektiği üzerine uzun uzun konuştuk. Ekibini kurduktan sonra bu konuların öncelikli olarak ele alınacağını düşünüyorum. Tabii ki ABD sistemi gereği bunun gerçekleşmesi yaklaşık altı ay sürecektir.

‘Trump’ın Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum’

Ukrayna hakkında konuşalım. Trump, Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitirme sözü verdi. Ekibi bugün bile bu iddiayı tekrarlıyor. Son aylarda savaş Ukrayna için olumsuz bir seyir izlerken, Trump Ukrayna’ya barış getirebilir mi? Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bir ateşkesi veya barış anlaşmasını kabul eder mi sizce?

Bu gerçek bir mesele. Trump’ın iddia ettiği gibi bu sorunu 24 saat içinde çözmesinin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu çok daha karmaşık bir durum. Ancak, Başkan Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum. Bunu yapacağını öngörebiliyorum; Putin üzerinde bir ateşkesi kabul etmesi ve bu sorunun çözümüne yönelik adımlar atması için baskı yapacaktır. Ukrayna, toprak vermek konusunda hevesli olmayabilir, ancak yeni silah sistemlerinin devreye girmesi gibi mevcut durumu göz önünde bulundurduğumuzda, Rusların Ukrayna’ya attığı son orta menzilli balistik füzeler ve Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesine saldırıları, tarafların birbirine taviz verdiği bir tür müzakere için zemin hazırlayabilir. Bu müzakereler başlangıçta en azından bir ateşkes karşılığında bir şeylerden feragat etmeyi içerebilir. Barışın ise 24 saatten çok daha uzun süreceğine inanıyorum.

Görev süresinin sonlarına yaklaşan Başkan Biden, Trump için işleri zorlaştırabilecek bazı önemli hamlelerde bulundu. Örneğin, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı ABD yapımı uzun menzilli füzeler kullanmasına izin veren bir yasa tasarısını imzaladı. İkincisi, Rusya’nın uluslararası para transferleri ve enerji ticareti için kritik öneme sahip olan Gazprombank’a yaptırımlar uyguladı. Birkaç diğer banka da yaptırım listesine alındı. Biden, görevinden ayrılmadan hemen önce ne yapmaya çalışıyor? Trump’ın eline bazı “bombalar” mı bırakıyor?

Bunun kesinlikle aklının bir köşesinde olduğunu düşünüyorum. Müzakereler için başarılı bir zemin hazırlıyor, Trump’a bu krediyi vermek istese de istemese de. Yönetimi muhtemelen bunu inkâr edecektir. Ancak, Biden’ın şimdi yetkilendirdiği uzun menzilli ateş gücü, onayladığı askeri teçhizat artışları ve diğer müttefiklere aynı şeyi yapmaları için verdiği cesaretin, başarılı bir ateşkes müzakeresine ulaşmada yardımcı olduğunu ve yardımcı olacağını düşünüyorum.

Trump’ın yaklaşan ikinci dönem başkanlığı hakkında konuşalım, Avrupa liderleri gerçekten hevesli değildi ve bazıları Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönecek olmasından mutlu değil. Yeni bir Trump dönemi için Avrupa’dan nasıl bir yeniden yapılanma bekliyorsunuz?

Bir ittifak perspektifinden bakıldığında, Genel Sekreter Rutte, selefi Genel Sekreter Jens Stoltenberg gibi, müttefiklerin daha fazlasını yapması gerektiği konusunda çok hevesli bir destekçi ve kampanyacı oldu. Genel olarak daha fazlasını yaptıklarını düşünüyorum. Örneğin, şimdi 21’den fazla ülkenin askeri harcamalarının GSYİH’nin %2’sini karşıladığını ve diğer ülkelerin de bu hedefe doğru ilerlediğini söyleyebilirim. Yeni müttefikler, Finlandiya ve İsveç gibi ülkeler, savunma ve eğitim harcamalarında çok sağlam bir tutum sergilediler; hatta nüfusun olası bir savaş durumunda belirli faaliyetlerde bulunması için kılavuzlar hazırlamaya kadar gittiler. Bu, bence, caydırıcılık değeri taşıyor. İttifakın gönderdiği mesaj şu: Biz bir ittifakız ve herhangi birimize saldırırsanız, hepimize karşı koymak zorunda kalırsınız.

Benzer şekilde, Hint-Pasifik bölgesinde Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yanı sıra Vietnam gibi bölgedeki ortaklarla bir koalisyon oluşturma çabalarını gördük. Kısa süre önce onlara bazı eğitim jetleri sattık ve diğer ülkelere de satışlar gerçekleştirdik. Trump yönetimi muhtemelen ittifak oluşturma konusuna daha az, savunma açısından kendi kendine destek sağlayan birebir ilişkilere daha fazla odaklanacaktır. Bu, Trump ve Biden yönetimleri arasında göreceğimiz değişimlerden biri olabilir.

‘Çin’e karşı caydırıcılık için ortaklık stratejisi’

Trump’ın kurumsal diplomasi yerine kişisel diplomasi tercih edeceğini mi söylüyorsunuz?

Evet, bence Biden yönetiminin koalisyon oluşturma konusuna odaklandığını görebiliyoruz. Örneğin, Beş Göz, NATO ittifakını taklit etmeye çalışan Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü (SETO) gibi 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarındaki benzer bir girişimi andırıyor. Birçok nedenden dolayı SETO işe yaramadı ve dağıldı. Ancak şimdi, Çin’in saldırgan davranışları, Güney Çin Denizi ve diğer bölgelerdeki iddiaları, Tayvan’a karşı saldırgan tutumu ve uluslararası adalet divanının deniz hukuku konusundaki görüşlerini kabul etmeyi reddetmesi, Filipinler ile olan düşmanca ilişkileri ve sınır adaları gibi konular, bu bölgeyi potansiyel bir sıcak nokta haline getiriyor. Çin’in bu şekilde hareket etmeye devam etmesini engellemenin ve caydırmanın tek yolunun bu ilişkileri inşa etmek olduğunun farkında. Bunu yapma konusunda çok fazla istek göreceğimizi düşünüyorum.

Kişisel diplomasi ve kişisel ilişkiler hakkında konuşacak olursak, Trump ve Xi Jinping, Trump ve Macron, Trump ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında potansiyel ilişkileri nasıl tanımlarsınız?

Bu çok önemli bir konu ve Trump Yönetimi’nin tam olarak nasıl ilerleyeceğinden emin değilim. Ancak, Başkan Trump’ın ulusal liderlerle kişisel ilişkilere çok değer verdiğine inanıyorum. Bu yüzden büyük ortaklıklar kurmak yerine birebir ilişkiler kurma konusunda daha rahat ve bu konuda daha istekli olduğunu düşünüyorum.

Trump’ın, stratejik istikrarı sağlamak için önemli gördüğü Güneydoğu Asya, ittifak ortaklıkları, Akdeniz veya başka bir bölgede, çeşitli devlet başkanları ve başbakanlarla birebir görüşmeler yapacağı bir yaklaşımı çok daha fazla göreceğimizi düşünüyorum. Biden Yönetimi’nden daha proaktif bir şekilde kişisel ilişkiler kurmasını bekleyebiliriz.

Trump ve Erdoğan’dan, ABD ile Türkiye arasındaki işbirliği ve zorluklardan bahsedelim. Özellikle Türkiye için önemli bir konu olan PYD meselesi üzerinden: ABD, bir terör grubunu başka bir terör grubunu kullanarak yenmeye çalışıyor. Özellikle Türkiye bir NATO müttefiki olmasına rağmen, ABD hala Ankara’nın PYD konusundaki endişelerini göz ardı ediyor. Bu, Türkiye’nin bir numaralı meselesi. Diğer yandan F-35 meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye yeniden F-35 programına katılabilir mi? Son olarak, Türkiye’nin Orta Doğu’da, özellikle Filistin’de barışı sağlamada ve İsrail ile savaşı sona erdirmede kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini düşünüyor musunuz?

Bana tüm günü alabilecek bir soru sordunuz. Türkiye ile olan ilişkilere ve liderliğine baktığımızda, Türkiye’nin bölgedeki barış ve istikrarı sağlamak için kritik bir ortak olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda çok fazla karmaşa var. Önemli bir mesele, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile uzun vadede görülen ilişkilerinin güçlenmesi, bu da NATO’nun Ukrayna’ya yönelik Rus saldırganlığı ve İran’ın Rusya’ya insansız hava araçları ve füzeler sağlayarak destek vermesi konusundaki pozisyonuyla tutarlı değil.

Aynı zamanda, şu anda Türkiye içinde önemli siyasi kargaşalar var, bunu benden daha iyi biliyorsunuz. Çözülmemiş konulardan biri, bölgede çeşitli savaşlar sonucunda yerinden edilmiş iki milyon insanla ne yapılacağıdır. Sanırım Başkan Trump, Erdoğan ile bir araya gelerek Suriye sorununu çözmeyi görüşmekten çok ilgilenecektir. Trump, ABD güçlerinin Orta Doğu’nun o bölgesinden çekilmesine olanak tanıyacak bir çıkış stratejisi arıyor gibi görünüyor. Kampanya sırasında bu tür bölgeleri, ABD’nin askeri olarak küresel ölçekte yer aldığı “Sonsuz Savaşlar” olarak nitelendirmişti.

Hamas, Hizbullah ve diğer terörist gruplara gelince, bunlar büyük zorluklar. Abraham Anlaşmaları’nın, tüm bölgenin benimseyeceği bir yaklaşım olacağını umuyordum. Bu da yine Trump’ın ilk döneminde İsrail, BAE, Sudan ve sanırım Fas gibi ülkeleri içeren bir girişimiydi. Bu ülkeler, ekonomik, bilimsel ve mühendislik alanlarında işbirliği yapmak ve bölgede terörist faaliyetlerden ve geçmişte yaşanan nefretin izlerinden arınmış bir barış ve güvenlik ortamını sürdürmek ve yaratmak için bir barış anlaşması imzaladılar. Hatta bu sürece katılmayı düşünen Suudi Arabistan gibi bir ülke bile gördüm; ancak şimdi bu süreç, Hamas’ın İsrail’e saldırısı ve İsrail’in buna verdiği yanıt nedeniyle tamamen durdu. Pek çok kişi İsrail’in tepkisinin olanlara kıyasla oldukça aşırı olduğunu düşünüyor.

Bu gerçekten çok ilginç. Daha önce Ankara’da sizi röportaj için ağırlamıştım, hatırlarsanız. Bir saatlik bir röportajdı ve bu konuyu tartışmıştık. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum; belki izleyicilerimiz o bölümü tekrar izleyebilir. Ancak yine, Batı söylemleri her şeyi 7 Ekim’de Hamas saldırısıyla başlamış gibi tekrarlıyor. Kimse 1948’den beri neler olduğunu konuşmuyor. Tamam, moderatör ve sunucuyum ama bu tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Gerçekten anlamıyorum. ABD hükümeti Abraham Anlaşmaları ile bölgede barışı sağlamayı ve herkesin barış içinde bir dönem için bir araya gelmesini istiyorsa, Filistin’in BM kararlarına göre özgürlüğe sahip olma gereğini kabul etmesi lazım. 1948’den beri devam eden bu baskılar altında Filistin’e bu özgürlük verilmedi. İki devletli çözüm hâlâ beklemede. 7 Ekim’de kaç kişi yaralandı veya öldü? Tam sayıyı bilmiyorum. Ancak uluslararası kuruluşların raporlarına göre şu anda Gazze’de, Batı Şeria da dahil olmak üzere yaklaşık 100.000 kişi öldü. Batı Şeria hâlâ çok sayıda yerleşime tanık oluyor. Yerleşim yerleri ne anlama geliyor? İnsanların topraklarını ve evlerini almak, barışın var olamayacağı bir durum yaratmak anlamına geliyor. ABD, Orta Doğu’ya barış getirmek için iki devletli çözümü uygulaması için İsrail’e neden baskı yapmıyor?

Bu gerçekten çok iyi bir soru ve ele alınması gerekiyor. Zorluk şu ki, ben 1948’e değil, 1917’ye ve bugünkü ortamı yaratan Balfour Deklarasyonu’na geri dönerdim. Bu deklarasyon bir Yahudi yurdunu garanti etti. Sorun şu ki, Hamas, Filistin Yönetimi ve diğerlerinin, İsrail’i yok etmeyi amaçladıklarını belirten tüzükleri var. Bu birincil hedef olduğunda, barış anlaşması müzakere etmek için masaya oturmak çok zor. Bunun ötesine geçip bölgedeki tüm aktörler İsrail’in var olma hakkını kabul etseydi, şahsen inanıyorum ki bahsettiğiniz tüm sorunlar müzakere konusu olabilirdi. İsraillilerin, topraklarına yüzlerce roketin ateşlenmeyeceği ve sürekli terör saldırıları olmayacağı garantisine sahip olmak için oldukça fazla taviz vereceğini düşünüyorum.

İsrail’in meşru bir devlet olarak tanınması ve var olma hakkının kabul edilmesi müzakerelerin kapısını açacaktır. Bence diğer her şey müzakere konusu olabilir ve İsrailliler çok şeyden vazgeçebilir. Ama bu noktada, insan hakları ihlallerinde bulunan gruplar olduğunda—ve açıkça her iki tarafın da savaş hukuku veya insani ihlaller işlediğini söylemekten çekinmiyorum—insanların nefretle dolduğu bir ortam oluşuyor. Sonuç olarak, bu tutum bir sonraki nesle aktarılıyor ve 10 yıl içinde başka bir intifada ya da benzeri bir durumla karşılaşıyoruz; insanlar birbirlerinin boğazına sarılıyor. Burada oturup “Bir çözüm bulabiliriz” demek kesinlikle doğru—bir çözüm bulabiliriz. Ama kimsenin oturup “Tamam, iyi bir anlaşma yapalım” demeye istekli olduğu görünmüyor. Ve bu da gerçekleşiyor gibi görünmüyor. Keşke gerçekleşseydi.

Bence Trump yönetimi, Başkan Trump’ın kişisel müdahalesiyle, herkesin masaya gelmesini teşvik etmek için belirttiğiniz şeylerin bir kısmını müzakere etmek için büyük bir fırsata sahip. Daha önce de insanları masaya getirdik. Geçmişte, Orta Doğu’da kitle imha silahları veya silah kontrolüyle ilgili anlaşmalar yapmaya çalıştık. Harika fikirler bulduk—hepsi orada duruyor. Bunları uygulamak için sadece siyasi irade gerekiyor. Maalesef, bunu yapacak siyasi irade yok. Bu yüzden, sadece denemeye devam etmeli ve bölgedeki liderler arasında, insanların ve kendi çıkarları için oturup kalıcı bir barış tasarlamanın en iyisi olduğuna dair bir fikir birliği oluşturmaya çalışmalıyız. Ama bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda, 40 yıldır bu konuyu inceledikten sonra söylemeliyim ki, 10 yıl içinde başka bir şiddet döngüsüyle karşılaşma olasılığımız var. Bu, o bölgedeki durumun gerçeği.

Fakat Uluslararası Ceza Mahkemesi  gerçeği var; İsrail Başbakanı Netanyahu için savaş suçları nedeniyle bir tutuklama emri çıkardığını duyurdu. Bu gerçek—on binlerce insandan bahsediyoruz. Hep 50.000 kişi deriz, ama bu sayı neredeyse 100.000 kişi, ve bu gerçekten delilik. Eğer bölgede savaş istemiyorsanız, asıl mesele şu: Kiminle savaştasınız? İran’la mı, Lübnan’la mı, Hizbullah’la mı? Müslüman Kardeşler’i sevmiyorsunuz, vs., ama bunların hepsi özgür bir Filistin devleti sorunuyla bağlantılı. Bu şekilde çözüm olmuyor, olmayacak da. Bu tartışmaya derinlemesine girmek istemiyorum çünkü bunun bir sonu yok.

Son beş dakikamızda Trump’ın dış politikasına geri dönmek istiyorum. İlk döneminde İsrail yanlısı bir tutum sergiledi ve elçiliği Kudüs’e taşıdı. Ancak daha sonra Netanyahu ile olumsuz anlar da yaşadı. 2024 kampanyası için ise bu kez daha fazla İsrail desteğini kazanmış durumda. Bu durum İran ve genel olarak Orta Doğu politikalarını nasıl etkileyecek?

Evet, kesinlikle. Şu anda bölgede en önemli oyuncu aslında İran, çünkü uluslararası terörizmin bir numaralı destekçisi olarak tanınıyor. Bu, Körfez İşbirliği Konseyi tarafından da tanınmıştır. Hamas ve Hizbullah’ı destekliyorlar; her ikisi de uluslararası terör örgütleri olarak tanımlanıyor. İran’dan İsrail’e roketlerin ateşlenmesiyle, buna karşılık olarak İsrail’in yanıt vermesiyle şiddet sarmalı devam ediyor. Bu durdurulmalı ve barış içinde bir arada yaşama yolları bulunmalı. Ancak bildiğimiz gibi, İran’ın retoriği “İsrail’e ölüm, Amerika’ya ölüm” şeklinde. Bu tür bir tutum barış müzakerelerini uygun hale getirmiyor. “Çözüm bu ve herkes bunu kabul edecek” diyebileceğim bir cevap vermeyi isterdim. Ancak dediğiniz gibi, Orta Doğu’daki sorunlar ve zorluklar hakkında saatlerce konuşabiliriz.
Örneğin, Lübnan’da olan biteni izliyorum ve aslında 1982’ye geri dönüyorum. O dönem Lübnan’daydım. Çeşitli gruplar arasında barışı sağlama girişimimiz oldu. Ardından İsrailliler Beyrut’a saldırarak kuşatma durumu yarattı, bağlantıları kesti. Bu, adeta bir deja vu gibi hissettiriyor. Şiddet döngüsünü nasıl durdurabiliriz? Gerçekten bunu çözmek benim kapasitemin ötesinde. Bu meseleyle uzun zamandır ilgileniyorum ve her çözüm bulduğumuzda, bu çözümler hızla görmezden gelindi. Sonrasında nefret baskın hale geldi. Bu yüzden sadece denemeye devam etmeliyiz ve umarım bir gün o noktaya ulaşırız.

‘Tayvan en büyük anlaşmazlık noktası’

Peki, umut edelim. Son sorum Çin ile ilişkiler hakkında. Trump’ın kabinesinde Çin’e karşı oldukça sert bir tutum sergileyen isimler var. Trump, Çin’e %60 vergi koymayı vaat etti, bu oldukça büyük bir endişe kaynağı. İkinci Trump döneminde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl ilerleyeceğini düşünüyorsunuz?

Bence Çin, ABD için birincil uluslararası sorun olacak. Çin’in uzun vadeli stratejisi çok net ve Başkan Xi, Çin’in 2049 yılına kadar dünyanın hegemonu olma arzusunu açıkça belirtti. Bu doğrultuda açıklamalar yaptılar ve bunu gizlemiyorlar. Birçok ülkeyle ilişkiler kurmak için krediler ve çeşitli ekonomik teşvikler yoluyla çok agresif bir politika izliyorlar. Güney Çin Denizi’ndeki iddialarda bulundular, bu oldukça istikrarsızlaştırıcı. Bu iddialar, uluslararası deniz hukuku ile uyumlu değil. Bölgede birçok ülkeyi deniz toprak iddiaları konusunda taciz etmeye çalıştılar. Bu durum, Vietnam gibi ülkelerin ABD ile güçlü ilişkiler kurmasına yol açtı. Savunma Bakan Yardımcısı olarak yaptığım son gezilerden birinde Hanoi’ye gittim ve Vietnamlıların ABD ile özellikle savunma sektörü konusunda çalışmaya çok istekli olduklarını gördüm. Bölgedeki diğer ülkeler de Çin’in müdahaleci ve zorlayıcı tutumu nedeniyle aynı şekilde hissediyor.

Çin ayrıca Panama Kanalı, Süveyş Kanalı bölgesi, Malakka Boğazı ve diğer stratejik geçiş noktalarında liman tesisleri edinerek güçlü bir küresel ağ kurdu. Düşmanca bir ortamda dünya ekonomisini boğma potansiyeline sahip olabilecek çok güçlü bir varlık oluşturmuş durumdalar. Bu tür şeylerin gerçekleştiğini görüyoruz ve Amerika Birleşik Devletleri içinde, Çin’in ulusal güvenlik ve dünya çapındaki kolektif güvenlik ilişkisi üzerinde olumsuz bir etkisi olan faaliyetlerini tanıyoruz. Bu konularda Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum.

Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Çin liderliğinin çeşitli açıklamaları, Tayvan’ı tamamen Çin siyasi yapısına entegre etme konusunda güçlü bir baskının devam edeceğini gösteriyor. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Yerli halklar, sömürgecilik ve emperyalizme karşı ayakta’

Yayınlanma

Venezuela’da ve beş asırdan uzun bir süre önce İspanyol imparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika’nın büyük bölümünde ekim ayı, atalarının “Abya Yala” olarak adlandırdığı Amerika kıtasının yerli köklerini andığı tarih.

Ancak, Kristof Kolomb’un gelişinden 500 yıl sonra bugün bile İspanya, yerli halkların ve kültürlerinin soykırımını ve bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasını tanımamaya devam ediyor.

Günümüzde imparatorluk bir başka hegemonik güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve bir başka sömürgecilik türü olan, daha ziyade bir kâbus gibi görünen “Amerikan Rüyası” kültürü tarafından temsil edilmektedir, ancak yerli halklara ve Venezuela’yı oluşturan Afro-azınlık halklara yönelik tehdit aynı olmaya devam ediyor.

Ve bu emperyal ve sömürgeci tehdit karşısında Venezuela ve diğer Abya Yala ülkeleri mücadele ediyor, direniyor ve savaşı kazanıyor.

Venezuela’da 2002 yılından bu yana her 12 Ekim’de anılan Yerli Direniş Günü çerçevesinde Venezuela Yerli Halklar Bakanı Clara Vidal ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Vidal, aslen Venezuela’nın doğusundaki Sucre eyaletinde yaşayan Kariña yerli halkından ve 2022’den bu yana Yerli Halklar Bakanı olarak görev yapıyor.

Venezuela Yerli Direniş Gününü neden kutluyor?

Bugün bu trajik tarihin önemi üzerine düşünürken, İspanya bugün “Hispanik Günü” adını verdikleri ulusal bir bayramı neşeyle, uçaklarla vs. anıyor. Yani İspanya 90 milyon yerli halkın ölümünü kutluyor, insanlık tarihinin en büyük soykırımını kutluyorlar.

Fakat Venezuela’da bizler, bugüne kadar bir ufuk ve bizi bekleyen muzaffer bir gelecek için savaşan yerli halkların direnişinin başlangıcının 532. yılını anıyoruz.

Bugünün yansıması şudur ki ne İspanyol monarşisi ne de çökmekte olan ABD imparatorluğu, hiçbir şey ve hiç kimse bizi yenemeyecektir, zira 200 yıl önce onları bu topraklardan kovduk, zira artık sömürgecilik ya da emperyalizm istemiyoruz, egemen, hür ve bağımsız olmak istiyoruz.

Bugün Venezuela’daki yerli halkların referansları nelerdir? Ve bunun önemi nedir?

Bugün komutan Hugo Chávez’in, kurtarıcı Simón Bolívar’ın, Büyük Şefler Şefi Cacique Guaicaipuro’nun, yerli halkların direnişinin liderinin topraklarında olduğumuzu söylememe izin verin, zira 532 yıl önce topraklarımız işgal edildi ve neredeyse 90 milyon yerli kardeşimiz bir Avrupa İmparatorluğu tarafından yok edildi.

Tam olarak, yaşadıklarımıza ve atalarımızın yaşadıklarına göre, hür, egemen ve bağımsız bir ülke olduğumuzu, tarihimiz boyunca hiçbir imparatorluğun bizi kontrol etmesine, bize hükmetmesine izin vermeyeceğimizi söyleyebiliriz ve bu nedenle her zaman hatırlamamız gereken temel tarihi referanslarımız arasında:

Yerli Cacique Guaicaipuro’nun, ağabeyimizin mücadelesi, ardından kurtarıcı Simón Bolívar’dan kurtuluşumuz için verilen mücadele ve daha yakın bir zamanda, 4 Şubat 1992’deki “Şimdilik ‘ten sonra 1999’da başkanlığımızı üstlenen ebedi komutanımız Hugo Rafael Chávez Frías’ın özgürlüğümüzü, egemenliğimizi, bugün ve ulusal geleceğimiz için bağımsızlığımızı kurtarması yer alıyor.

Bolivarcı Devrim, yerli halklara nasıl bir rol verdi?

Bolivarcı Devrim bize en önemli şeyi, yani yerli halkların haklarının güvence altına alınmasını sağladı. Devrimin gelişi, yerli halklarımızın her birinin 1999 Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Anayasasında özel bir maddeye sahip olması için mücadele etti ve bunu sağladı. Yerli halkların haklarının tanınması ve bu haklara saygı gösterilmesine yönelik devrimci sürecimizin büyük takdiri işte burada başlıyor. Buna ek olarak, bize kamu politikaları olarak verdiği binlerce araç: Guaicaipuro Misyonu, Yerli Halklar için Halk Gücü Bakanlığı, ki bu uluslararası düzeyde benzersiz bir deneyim. Venezuela özellikle yerli halklar için bir kuruma sahip olma konusunda öncüdür, diğer ülkelerde de bakanlıklar var, örneğin Brezilya’da, ama yolu biz açtık.

Buna ek olarak, yasa koyucularımız var, belediye meclislerinde meclis üyelerimiz var, yerli olan ulusal milletvekillerimiz var. Ulusal, bölgesel ve yerel yasama organlarında sesimizi duyurabiliyoruz.

ABD’nin Latin Amerika’daki varlığı

Latin Amerika’daki diğer müdahaleci kurumların yanı sıra CIA, DEA veya NATO gibi emperyalizm kurumlarının varlığı, işlevlerinin aşırılığına göre değerlendirilmeli. ABD bir ülke olarak değil, her bir ulusun iç politikasına müdahale eden bir örgüt olarak hareket ediyor.

Birleşik Devletler, ulusların her birinin politikalarına müdahale etmekte, yani halkların egemenliğini ihlal ediyor. Ve en önemlisi de her bir halkın kültürüne ve kendine has özelliklerine saygı duymuyor.

Kesinlikle, sömürgecilikten bahsettiğimizde, emperyalizmden farklı olarak, yerli halkların kültürlerini küçümseyerek, onlara hükmetmek, kontrol etmek ve kültürlerini empoze etmekle alakalı. Şimdi, emperyalizmden bahsettiğimizde, bu, her bir halkın ve ulusun siyasi, sosyal, kültürel, askeri; her açıdan mutlak bir kontrol.

ABD ve Avrupa buradan faşizme, neo-faşizme ve benzer ifadelere denk düşüyor. Venezuela yerli halklar: Topraklarımızdaki ve uluslarımızdaki emperyal varlığa hayır deyin!

Latin Amerika’daki neo-faşist hükümetlerdeki emperyalizm yerli halklara saldırıyor

Yerli halklar cesur halklardır, aşırı sağcı, neo-faşist hükümetlerin olduğu ülkelerde yerli halklar tamamen kriminalize edilmiş ya da tamamen unutulmuş, kendi topraklarında kendi kültürlerini yaşamaları engellenmiştir. Bugün Venezuela’dan size yerli halkların yalnız olmadığını söyleyebilir ve onları hakları için mücadeleye devam etmeye teşvik edebiliriz. Sağcı ve neo-faşist hükümetler yerli halkları asla ama asla sevmeyecekler, çünkü tarihimizi silmek istiyorlar.

Bu hükümetler hiçbir zaman yerli halkların haklarını korumayacaklardır. Venezuela solu, Bolivarcı sosyalizm, başta yerli halklar ve topluluklar olmak üzere tüm bu kesimlerin ve kadim yerli halkların taleplerinin temel bir parçası olmuştur, zira biz aynı halkız, ezilen halklarız. Bu nedenle Abya Yala’nın yerli halklarına, zaferi elde edene kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyoruz. Venezuelalı kimliğimizi, haklarımızı ve yerli kültürümüzü geri kazanmanın mümkün olduğunun kanıtıdır.

Dünyada emperyalizm ve soykırımcı sömürgecilik: Gazze’de soykırım

Dünyayı, uluslararası toplumu, ulusal ve uluslararası kamuoyunu Gazze’de yaşananlar üzerine düşünmeye çağırıyoruz. Nasıl ki bugün Gazze’de Filistin halkına karşı bir soykırım yaşanıyorsa, 500 yıldan fazla bir süre önce yaşadıklarımızı da hatırlıyoruz. Tıpkı bugün Filistin halkının başına gelenler gibi, dün atalarımızın başına gelenler de bizim atalarımızın başına gelmişti, zira biz bugün hayattayız. Bugün dayanışmamızı ilan ediyor ve Filistin halkına da kazanacaklarını söylüyoruz, zira nefret karşısında, emperyalizm karşısında, sömürgecilik karşısında sevgi ve adalet her zaman kazanacaktır. Dolayısıyla bugünün yansıması, mücadeleye devam etmemizdir; çünkü zafer, kurtuluşları için mücadele eden insanlara aittir.

Bu tarihi insanlık tarihindeki en büyük soykırımın başlangıcı olarak hatırlayacağız ki bir daha asla insanlara karşı kolunu ve nefretini kaldırabilecek, insanın insana köleliğini dayatabilecek bir imparatorluk olmasın, aksine Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nden anayasal başkanımız Nicolás Maduro ile birlikte önerdiğimiz gibi barış ve umut olsun.

Venezuela’nın diğer yerli halklara verdiği mesaj nedir?

Güneydeki kardeş halklara, Bolivya, Peru, Ekvator, Şili, Arjantin, Uruguay ve ayrıca büyük Brezilya’ya, çünkü Brezilya’da da bizim gibi Portekiz tarafından işgal edilen yerli halklar, yerli kardeşlerimiz var; Bugün hepinize diyoruz ki, bu halkın zamanıdır, birleşeceğiz, bir ağlar ağı oluşturacağız. Bu çökmekte olan imparatorluğun ya da ortaya çıkabilecek herhangi bir başkasının bizi bir daha asla yenememesi için gerekli olan tarihsel ittifakı oluşturacağız.

Bugün internetle, yapay zekayla bizi ezmeye çalıştılar ama biz burada yerli halkların atalarından gelen insan zekasıyla kazanamayacaklarını söylüyoruz. İşte biz savaşıyoruz. Kimsenin kuşkusu olmasın, zira Komutan Chavez’in dediği gibi burada bir vatan var. Bugün tüm atalarımız bir arada, emperyalizme ve sömürgeciliğe yeter demek için birleşti. Zafer halkın olacak! Çok yaşa halk! Yaşasın yerli halklar! Yaşasın barış ve yaşasın özgürlük!

Son olarak, Venezuela’daki yerli halklar ve Afro-azınlık halkların birliğinin önemi nedir?

Bu önemli günde Venezuela’, Latin Amerika’nın geri kalan yerli halklarına mücadelesini ve direnişini gösteriyor. Bugün, Abya Yala’daki büyük soykırımdan 532 yıl sonra, işte buradayız, Afro-azınlık halklarının yanında bulunan yerli halklar, genel olarak yerli halklar, direnmeye devam eden kadın ve erkeklerden oluşan Venezuela’ halkı. Bugün güçlü bir sesle, sevgi dolu bir sesle ve sevinç dolu bir sesle direnişe devam ettiğimizi söyleyebiliriz.

Yerli halklarımızın haklarının iadesi için yorulmak bilmeden mücadele etmeye devam ediyoruz. Ve bugün Venezuela’da 54’ten fazla yerli halkımız var, bu da direndiğimiz ve direnmeye ve kazanmaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.

Afro-azınlık halklar da hayatta kalmak ve haklarını savunmak için bir savaş verdiler. Ve burada yerli direniş gününe sahip çıkıyoruz, ama aynı zamanda emperyal hırsın nesnesi olan ve onları zorla buraya getiren, ama bugün tam da bizi devrim yapan eli yürümeye yönlendiren Afro-azınlık halkların atalarının tarihi için de savaşıyoruz.

Şimdi yeni bir tarih yazıyoruz, zira İspanyol imparatorluğu gelmeden önce buradaydık, zira yerli halklar bu topraklardaydı, çünkü köleleştirilmiş olarak gelen kadın ve erkeklerin şimdi yeni bir ufku var, tam da tarihi, kökenlerimizi unutmak değil ama kaderimizin kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kesin olarak kurtarmak, zihinlerimizden özgürleşmek ve direnen ve direnmeye devam eden bir halk olduğumuzu bilme vizyonuyla yeni nesillere doğru ilerlemek olduğunu da biliyoruz çünkü bizi kimse keşfetmedi. Biz zaten vardık.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır’

Yayınlanma

Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó, Harici’ye konuştu: “Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır.”

Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Macar Bakan, AB üyesi ülkelerin çoğunluğunu “barışçıl olmayan” politikaları nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken, Başkan Biden’ın Ukrayna’ya ABD yapımı balistik füzeleri Rusya’ya karşı kullanma izni verme kararına ve Gazprombank’a uygulanan ABD yaptırımlarına dair de değerlendirmelerde bulundu.

Sayın Bakan, bizimle konuşmak için zaman ayırdınız; çok teşekkür ederim. Avrupa Birliği’nin Macaristan’a yönelik eleştirileriyle başlayalım. Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasına uymadığınız iddia ediliyor. Bu eleştirilere yanıtınız nedir ve Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığınız sırasında edindiğiniz deneyim nasıldı?

Ne yazık ki, Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır. Ateşkesin sağlanması ve barış müzakerelerinin başlatılması için çaba gösteriyoruz. Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır. Gittikçe tırmanma riskini artıran önlemler alıyorlar. Bu nedenle kesinlikle onlarla uyum sağlamayacağız. Barış çabalarımıza devam edeceğiz ve önümüzdeki yıl Ocak ayında Başkan Trump Beyaz Saray’a geçtiğinde, uluslararası alanda barış yanlısı politikacıların daha da güç kazanmasını umuyoruz.

Antalya Diplomasi Forumu’nda sizinle yaptığımız röportajda bu konu hakkında konuşmuştuk ve bana Trump’ın seçilmesi durumunda Ukrayna ile Rusya arasında barışın mümkün olduğuna inandığınızı söylemiştiniz. Şimdi Trump seçilmiş başkan ve dediğiniz gibi Ocak ayında görevine başlayacak. Trump Yönetimi ile temas halinde misiniz? Gündeminizde hangi maddeler var ve hangi konuları müzakere ediyorsunuz?

Bakın, Başkan Trump seçildikten sonra, Başbakanımızı arayıp tebrik etti ve önümüzdeki dört yılın ABD-Macaristan ilişkileri açısından altın çağ olacağı konusunda anlaştılar. ABD’de geçiş dönemiyle ilgili çok katı düzenlemeler olduğunu biliyorsunuz, bu yüzden bizimle Trump yönetimi arasındaki ciddi ve esaslı müzakereler, elbette Trump Beyaz Saray’a girdikten hemen sonra başlayacak. Gündemde zaten önceden tartıştığımız bazı konular var, ancak örneğin Demokrat yönetim, Macaristan ile ikili vergi anlaşmasını feshetti. Bunun yeniden yürürlüğe girmesini umuyoruz. ABD Demokrat Yönetimi, Macar vatandaşlarının ESTA vize sistemine veya bir tür vize sistemine erişimini kısıtladı. Trump Yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden olduğumuz statüye geri döneceğimizi umuyoruz. Elbette, Başkan Trump’ın genel olarak, Orta Avrupa bölgesine barışın geri dönmesine yardımcı olacak ve Avrupa’da çok daha iyi bir atmosferin oluşmasını sağlayacak bir politika yürüteceğini umuyoruz.

Kırım ve Donbas bölgeleriyle ilgili olarak Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki duruşunuz nedir? Çünkü bu bölgeler, Rusya’nın barış yapması için birinci şart olabilir.

Toprak bütünlüğü ve egemenlik, saygı duyulması gereken prensiplerdir. Öte yandan, sıralamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir ateşkes sağlanmalı, ardından barış müzakereleri başlatılmalı ve sonrasında bir barış anlaşması yapılmalıdır. 

Enerji konuşacak olursak, İstanbul Enerji Forumu’na katıldınız ve farklı ülkelerden mevkidaşlarınızla ikili görüşmeler yaptınız. Macaristan, TürkAkım boru hattını tam kapasiteyle kullanmak için Gazprom ile ek bir sözleşme imzaladığını da duyurdu. Bu gelişmeden beklentiniz nedir?

Rusya enerji tedariki konusunda güvenilir bir ortak. Türkiye ise transit konusunda çok güvenilir bir ortak. Dolayısıyla, Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışarak Macaristan’ın enerji arz güvenliğini garanti edebilmek bizim için bir onurdur. Beklentimiz, artan hacimlerle birlikte fiyatın daha rekabetçi hale gelmesidir. Elbette, Macaristan’da çok önemli bir programımız var ve bu program sayesinde Macar ailelerin ve hanelerinin hizmetler için en düşük fiyatı ödemelerini sağlıyoruz. Gazprom ve gaz ticaret şirketimiz arasında imzalanan bu ek sözleşmeler, Macaristan’daki hizmet maliyetlerini düşük tutma açısından çok önemli.

Enerji konusuna devam edelim. Türk Devletleri Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olarak, AB Konseyi başkanlığınızın bu iki bölge arasında bir köprü olmak açısından çok önemli olduğunu biliyorum. Türkmenistan ve Kazakistan çok istekli, aslında AB de bu iki ülkeden enerji satın almak için çok istekli. AB’nin bu bölgeye yatırım yapması beklenen milyarlarca dolarlık altyapı projeleri var. Bu konuda en son gelişmeler ve rakamlar nedir?

Türk bölgesi, Kafkasya ya da Orta Asya bölgesine gelince, bu bölgeleri gelecekteki enerji tedariki için olası kaynaklar olarak değerlendiriyoruz. Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik sağlayacak ve Azerbaycan ile Gürcistan’dan Romanya üzerinden Macaristan’a elektrik taşınmasını içeren “Yeşil Orta Koridor” projesinin başarılı olmasını kesinlikle bekliyoruz. Ayrıca, Azerbaycan’dan gelen gazın ulusal enerji karışımımızda daha büyük bir rol oynamasını bekliyoruz. Bunun için en büyük darboğaz, Güneydoğu Avrupa boru hattı ağının kapasitesidir. Ancak umuyoruz ki kapasiteyi artırarak, Azerbaycan’dan gelen gazın ve Türkiye’den gelen gazın ulusal enerji karışımımızdaki rolünü artırabiliriz. 

Orta Koridor, kuzey rotası şu anda kullanılamadığı için çok daha fazla önem kazandı. Başka bir gelişme; Biden yönetiminin, görev süresinin bitiminden hemen önce Ukrayna’ya Rusya’ya karşı ABD füzeleri kullanma izni vermesi oldu. Rus lider Putin, “Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak” dedi. Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?

Bu gerçekten çok tehlikeli. Bu durum, kesinlikle Orta Avrupa’daki insanların çıkarlarına aykırıdır. Bu durum, kesinlikle Amerikan halkının iradesine de aykırıdır, çünkü Amerikan halkı farklı bir yönetim seçti. Barış yanlısı bir başkan seçtiler. Bu nedenle, mevcut Amerikan yönetiminin yaptıklarının gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu tür adımlar, bir tırmanışa yol açabilir ve umuyoruz ki 20 Ocak’a kadar tırmanıştan bir şekilde kaçınabiliriz. Sonra, Başkan Trump göreve geldiğinde, umarım hâlâ barışı sağlama şansı olur. Mevcut Demokrat yönetimin Ocak ayında barışı tamamen imkânsız hale getirmeyeceğini umuyorum.

Son sorum: İstanbul Enerji Forumu hakkındaki görüşleriniz nedir? Burada gündeminiz neydi ve Macaristan, Türkiye ve diğer ikili görüşmeler yaptığınız muhataplar için beklenen sonuçlar nelerdir?

Şu anki en kısa vadeli görevimiz, ABD yönetiminin Gazprom Bank’ı yaptırım listesine alma kararıyla ortaya çıkan zorlukların üstesinden gelmek. Çünkü bölgemizdeki birçok ülke gibi biz de gaz ödemelerini Gazprom Bank hesaplarına yapıyoruz. Bu nedenle burada bir araya geldik ve bu zorluğun üstesinden nasıl gelineceğini bulmaya çalışıyoruz. Eminim ki bir araya geldiğimiz için bunu aşmanın ve gelecekte de arz güvenliğini sağlamanın bir yolunu bulacağız.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English