DÜNYA BASINI
Büyük teknoloji endüstrisinin ‘kirli küçük sırrı’
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: Teknoloji devleri veya Amerika’da “G-MAFIA” ve Çin’de “Dörtlü Çete” olarak da bilinen Big Tech, başta Google, Microsoft, Amazon, Facebook, IBM ve Apple olmak üzere ABD’nin ve Baidu, Alibaba, Tencent ve Huawei de Çin’in bilişim teknolojisi endüstrisindeki en büyük ve en baskın şirketleri. Bu on şirket, her biri yaklaşık 500 milyar dolar ile yaklaşık 2 trilyon dolar arasında değişen maksimum piyasa değerine sahip küresel çapta en değerli halka açık şirketler olarak öne çıkıyor. Söz konusu şirketlerin tekelci uygulamaları, Adalet Bakanlığı ve Federal Ticaret Komisyonu ile Avrupa Komisyonu’nun antitröst soruşturmalarını beraberinde getirdi. Teknoloji devleri rutin olarak “vergi kaçırma, mahremiyeti ihlal ve istihdamı yok etmekle” gündeme geliyor ve rekabete aykırı uygulamalar, sürekli artan mali güç ve fikri mülkiyet hukuku yoluyla çevrim içi pazarı domine eden bir oligopol haline geliyor. Mevcut durum kuralsızlaşma ve küreselleşmenin bir sonucu. Aşağıda tercümesi yer alan makalede, bir tekelleşme enstrümanı olarak ‘yağmacı fiyatlandırmaya’ başvuran teknoloji şirketlerinin orta ya da uzun vadede hukuki açıdan başının ağrıyacağına işaret ediliyor.
Big Tech’i çökertebilecek kirli küçük sır
Adam Roger
Business Insider
18 Temmuz 2023
Matt Wansley 2016 yılında bir teknoloji şirketinde avukat olarak iş bulmaya çalışıyordu, özellikle de sürücüsüz otomobiller üzerinde çalışıyordu. Adını bildiğiniz tüm şirketlerle görüşmeler yapıyordu ve sonunda kendini Lyft’ten bir yöneticiyle görüşürken buldu. Wansley ona doğrudan şunu sordu: Lyft otonom sürüş konusunda gerçekten ne kadar kararlı?
Yönetici ona, “Elbette otonom sürüş konusunda kararlıyız. Başka türlü kâr öngörülmüyor,” yanıtını verdi.
“Bir dakika,” diye düşündü Wansley. Birisi insanlar kadar iyi araç kullanabilen bir robot icat etmedikçe Amerika’nın en büyük araç çağırma şirketlerinden biri kâr etmeyi beklemiyor mu? Hiç mi? Big Tech’in iş modelinde çok ama çok tuhaf bir şeyler olduğu açıktı.
Cardozo Hukuk Fakültesi’nde profesör olan Wansley, sonra “Peki Uber ve Lyft’in arkasındaki yatırım tezi neydi? Kârlılığa giden yolun net olmadığı, para kaybettiren bir işe milyarlarca dolar sermaye koymak mı?” dedi.
Wansley ve Cardozo’dan meslektaşı Sam Weinstein, bu çılgınlığın ardındaki parayı anlamak için yola çıktılar. İlerici iktisatçılar, büyük miktarda risk sermayesi ile desteklenen teknoloji şirketlerinin, kullanıcılar onlarsız yaşayamaz hale gelene kadar ürünlerinin fiyatını etkin bir şekilde telafi ettiklerinin uzun zamandır farkındaydılar. Amazon’u aklınıza getirin: Yıllarca para kaybetseniz bile, hayal edilemeyecek boyutlara ulaşana kadar herkesten daha ucuza ürün sunuyorsunuz. Ardından, rekabeti ezip geçtikten ve kentteki tek oyuncu haline geldikten sonra, fiyatları yükseltebilir ve paranızı geri kazanabilirsiniz. Buna yağmacı fiyatlandırma deniyor ve yasa dışı olması gerekiyor. Bu, Adalet Bakanlığındaki ilericilerin 20. yüzyılın başlarında Standard Oil gibi tekelleri çökertmek için kullandıkları argümanlardan biri. Kapitalizmin kurallarına göre, büyüklüğünüzü rakiplerinizi piyasanın dışına itmek için kullanmanıza izin verilmez.
Sorun şu ki, Chicago Üniversitesi’ndeki muhafazakâr iktisatçılar son 50 yılı kapitalizmde yağmacı fiyatlandırmanın söz konusu olmadığı konusunda ısrar ederek geçirdiler. Baş döndüren argümanları şöyle devam ediyor: Yırtıcılar başlangıçta daha büyük bir pazar payına sahiptir, bu nedenle fiyatları düşürürlerse rakiplerinden çok daha fazla para kaybederler. Bu arada avları pazardan kaçabilir ve daha sonra geri dönebilir, tıpkı velociraptorlar gittikten sonra ormana gizlice geri dönen proto-memeliler gibi. Yırtıcı şirketler kayıplarını asla telafi edemezler, bu da yırtıcı davranışların irrasyonel olduğu anlamına gelir. Chicago Okulu iktisatçıları piyasaların her zaman rasyonel olduğuna inanan iktisatçılar olduklarından, bu da yağmacı fiyatlandırmanın tanımı gereği var olamayacağı anlamına gelir.
Yüksek Mahkeme de bu argümanı benimsedi. 1986 yılında görülen Matsushita Electric Industry Co. v. Zenith Radio Corp. davasında mahkeme, “yağmacı fiyatlandırma planlarının nadiren denendiğine ve daha da nadiren başarılı olduğuna” hükmetti. Ve 1993 yılında Brooke Group v. Brown & Williamson Tobacco Corp. davasında mahkeme, bir şirketi yağmacı fiyatlandırmadan mahkûm etmek için, savcıların sadece suçlanan yağmacıların fiyatları piyasa fiyatlarının altına düşürdüğünü değil, aynı zamanda kayıplarını telafi etme konusunda “tehlikeli bir olasılık” olduğunu da göstermeleri gerektiğini söyledi. Bu karar, hükümetin şirketleri yağmacı fiyatlandırma nedeniyle yargılama yetkisini fiilen ortadan kaldırdı.
Loyola Hukuk Fakültesi’nde antitröst uzmanı olan Spencer Waller, “Son baktığımda Brooke Group’tan bu yana ABD hükümeti de dahil olmak üzere hiç kimse yağmacı fiyat davası kazanamadı. Ya maliyetin altında fiyatlandırmayı ispatlayamıyorlar ya da telafiyi kanıtlayamıyorlar, zira Matsushita ve Brooke Group’u okuduklarında temel teoriyi benimseyen, uzman olmayan genelci bir yargıç, sahiden zorlayıcı kanıtlar olmadıkça bu tür şeylerin asla rasyonel olamayacağı konusunda aşırı şüpheci”, dedi.
Pek çok iktisatçı, Chicago Okulu’nun yağmacı fiyatlandırma konusundaki şüpheciliğine karşı sağlam karşı argümanlar geliştirdi. Fakat bunların hiçbiri kazanılabilir antitröst davalarına dönüşmedi. Wansley ve Weinstein —tesadüf değil, eskiden Adalet Bakanlığı’nda antitröst uygulamalarında çalışmışlardı— bunu değiştirmek için yola çıktılar. “Venture Predation” başlıklı yeni bir makalede iki avukat, klasik risk sermayesi modelinin —yerleşik şirketleri boz, ölçeklenebilir bir platform oluştur, hızlı hareket et, bir şeyleri kırıp dök— Silikon Vadisi’nin söylediği gibi modern kapitalizmin zirvesi olmadığını ikna edici bir şekilde ortaya koyuyor. Bu yeni düşünceye göre, bu antikapitalist. Yasa dışı. Ve pazarda serbest ve adil rekabeti teşvik etmek adına agresif bir şekilde kovuşturulmalı.
Wansley ve Weinstein, “Doğru yere bakarsanız, gerçek dünya örneklerini bulmanın zor olmadığını düşünüyoruz. Silikon Vadisi’nde yeni bir avcı türü ortaya çıkıyor,” diye yazıyor. Ve bu avcıların piyasaya yasa dışı bir şekilde hâkim olmak için kullandıkları mekanizma da risk sermayesinin ta kendisi.
***
Risk yatırımcılığı, bir bankanın kredi departmanını adrenalin bağımlılarıyla doldurursanız ne olur sorusunun cevabıdır. Girişim fonlarındaki sınırlı ortaklar yüksek getiri talep ederler ve bu fonlar geçici şeylerdir, belki on yıl sürer, bu da zamanın geçtiği anlamına gelir. Risk sermayedarları ve fonlarına para yatıran yatırımcılar ille de başarılı bir ürün aramazlar (yine de bir ürünü geri çevirmezler). Risk sermayedarları ve onların sınırlı ortakları için en karlı final hızlı bir çıkış, ya şirketi satmak ya da halka arz etmektir.
Wansley ve Weinstein, bu baskıların yağmacı fiyatlandırma da dahil olmak üzere riskli stratejileri teşvik ettiğini savunuyor. Weinstein, “Chicago Okulu iktisatçılarının kendi kendini finanse eden avcılar hakkında düşündüklerini kabul ederseniz, bir şirketin bir dizi nedenden dolayı yağmacı fiyatlandırma uygulamasının mantıksız olduğunu düşünebilirsiniz ama bir risk sermayedarı için mantıksız olmayabilir,” diyor. Bunun var olmayacak kadar mantıksız olduğu fikri, “bir şekilde ortak akıl haline gelmiş saçma bir cümle”.
En önemli örneklerinden biri olan Uber’i ele alalım. Eğer şirket taksileri basit bir şekilde geride bırakmış olsaydı, bu bir şey olurdu. Ne de olsa taksilerin kendileri de şişman ve kayıtsız bir tekeldi. Weinstein, “Matt ve benim bu konuda herhangi bir sorunumuz yok. Yeni bir ürününüz var, hızlı bir şekilde ölçeklendirin ve insanları işe almak için bazı teşvikler kullanın,” diyor. Eski bir işi bozun ve yeni bir iş yaratın.
Ama olan bu değildi. Bir pembe dizide ya da çizgi roman çoklu evreninde olduğu gibi, son asla gelmedi. Uber, rakiplerini unutturmak için milyarlar kaybederek sürücüleri ve yolcuları sübvanse etmeye devam etti. Aynı şey diğer pek çok risk sermayesi destekli şirket için de geçerli. Wansley, “WeWork, diğer ortak çalışma alanlarının hemen yanında ofisler kuruyor ve ‘Size 12 ay bedava vereceğiz,’ diyordu. Bird scooter’larını tüm kentlere dağıtıyordu. Bu model bize epey tanıdık geliyor,” diyor.
Görünüşe bakılırsa bu durum Chicago Okulu’nun savını da kanıtlar nitelikte: şirketler yağmacı fiyatlandırma yoluyla uğradıkları zararı asla telafi edemezler. Matsushita ve Brooke Group, savcıların zarar göstermesini mecbur kılıyor. Ancak Uber ve diğer risk sermayesi girişimleri tarafından kullanılan ölçeklendirme stratejisinin tek sonucu sonsuz bir “bin yıllık riskten azade teşvik” yaratmaksa, bu sadece servetin yatırımcılardan tüketicilere aktarıldığı anlamına gelir. Yağmacı fiyatlandırmanın tek kurbanları yağmacıların kendileri.
Wansley ve Weinstein’ın önemli bir çığır açtığı nokta ise Yüksek Mahkeme tarafından belirlenen diğer yasal standart, yani kayıpların telafisi. Eğer Uber, WeWork ve diğer tek boynuzlu atlar sürekli para kaybedenlerse, bu standart karşılanmamış gibi görünüyor. Fakat Wansley ve Weinstein, şirketler hiçbir zaman tek kuruş kazanmasa ve halka arz sonrası şirketlere yatırım yapan herkes bahislerini kaybetse bile bunun olabileceğine işaret ediyor. Bunun nedeni, şirketin tohumunu atan risk sermayedarlarının yıkıcı fiyatlandırmadan kar etmeleri. Şirkete girerler, yatırımlarından yüklü bir getiri elde ederler ve tüm sistem çökmeden evvel şirketten çıkarlar.
Wansley ve Weinstein, “Uber sürekli yağmacılığından kaynaklanan kayıplarını telafi edebilecek mi? Bunu bilmiyoruz. Demek istediğimiz şu ki, yağmayı finanse eden risk sermayedarlarının bakış açısından bunun bir önemi yok. Önemli olan tek şey, yatırımcıların risk sermayesi hisselerini yüksek bir fiyattan satın almaya istekli olmaları,” diye yazıyor.
Burada net olalım: Bu, “biraz kazanırsın, biraz kaybedersin” şeklindeki geleneksel kapitalist anlatı değil. Mesele, risk sermayedarlarının bazen paralarını geri kazanamayan şirketlere yatırım yapmaları değil. Mesele, risk sermayedarları tarafından kullanılan tüm modelin, piyasayı yağmacı fiyatlandırma ile bozarak kar elde etmek ve kayıpları halka arzı satın alan enayilere bırakmak olması. Yağmacı fiyatlandırma yapan bir şirket ve onun geç aşama yatırımcıları bunu telafi edemeyebilir ama risk yatırımcıları telafi eder.
Wansley, “Bu makaledeki en önemli gerçek, Benchmark’ın Uber’e 12 milyon dolar yatırması ve 5,8 milyar dolar geri alması. Bu, tarihteki en iyi yatırımlardan biri ve yağmacı bir fiyatlandırmaydı,” diyor.
***
Bu yeni kavrayış —risk sermayesinin yeni bir ambalaj içinde yağmacı fiyatlandırma olduğu— dönüştürücü olabilir. Wansley ve Weinstein, Silikon Vadisi’nin çıkış ve ölçeklendirme jargonunu antitröst hukukunun yasal diline çevirerek teknoloji yatırımcılarının ve onların rekabete aykırı davranışlarının yargılanmasına kapı aralamış oldular. Weinstein, “Mahkemeler telafi konusunda düşünme biçimlerini değiştirmek zorunda kalacaklar. Risk sermayesinden alım yapan yatırımcılar ne olacağını düşünüyorlardı? Telafi edeceklerini düşünüyorlar mıydı?” diyor. Weinstein, bunun mahkemelerin bir şirketin uygulamalarının rekabete aykırı olup olmadığını belirlerken izleyeceği “oldukça iyi bir yol” olacağını söylüyor.
Bu argümanı hukuki açıdan bilhassa güçlü kılan şey, Chicago Okulu’nun antitröst konusundaki fikrinin temellerini reddetmemesi. Tüketici refahı ve piyasaların etkinliğinin her şeyden önemli olduğunu kabul ediyor. Sadece Silikon Vadisi’nde esrarengiz —ve yasa dışı— bir şeylerin yaşandığına işaret ediyor. Weinstein, “Ben hukuki yaptırımdan yana ve Chicago Okulu karşıtıyım, bu yüzden her zaman yanıldıklarını düşündüğüm alanları arıyorum. Ve işte biri de bu,” diyor.
Loyola antitröst uzmanı olan Waller’a göre, bu türden “ciddi hukuk bilimi” özellikle mahkemelerde başarılı olabilir: “‘Modelinizin yanlış olduğunu düşünüyoruz ama modeliniz genel manada doğru olsa bile, burada doğru değil,’ demek iyi ve mütevazı bir stratejidir. Hem bu şekilde davaları kazanırsınız hem de meydan okumak istediğiniz yapıyı yıkarsınız.”
Teknoloji, sağlık, ilaç, eğlence, basın, perakende gibi pek çok sektör oligopollere dönüşürken tekelcilik karşıtı bir zihniyetin bir kez daha canlandığını görmek umut verici bir işaret. Kapitalizmin rekabetin yenilikçiliği ve seçenekleri teşvik etmesine izin vermesi gerekir; tekeller ise birkaç kişinin zengin olabilmesi için tüm bunları ortadan kaldırır. Ancak yağmacı fiyatlandırma konusundaki yeni bilimsel çalışmalar mahkemelerin çok ötesine geçebilir. Wansley ve Weinstein’ın makalesi bana David Maurer’in ilk kez 1940 yılında yayımlanan dolandırıcılar üzerine dilbilimsel çalışması “The Big Con”ı hatırlattı. Maurer, bir dolandırıcılığın en hassas kısmının sonu olduğunu söylemişti. Enayinin kanı emildikten sonra dolandırıcı, ideal olarak polise gitmeyecekleri bir şekilde kurbanı başından savmak zorundadır. Mükemmel suçta hedef, kandırıldığını bile bilmez. Adi teknoloji sermayesinin, değerli olduğuna inandırılmış geç aşama yatırımcılara aktarılması bana kesinlikle iyi bir vurgun gibi geliyor.
Artık Silikon Vadisi’nin büyük dolandırıcılığının nasıl işlediğini tam olarak bildiğimize göre, belki de hedefler bu kadar çabuk kanmaz. Bir kimlik avı e-postasının neye benzediğini öğrendiğinizde, onları yanıtlamayı bırakma eğiliminde olursunuz. Aynı şey bu dolandırıcılığın ana hatlarını tanımak için de geçerli. Weinstein, “Bu bir saadet zinciri değil ama belirli yatırımcıları kayırıyor. Silikon Vadisi’ndeki insanlar bunun bir yağmacı fiyatlandırma dolandırıcılığı olduğunu düşünmeye başlarsa, bence geç aşama yatırımcılar sorular sormaya başlayacaktır,” diyor.
Ve konu sadece araç çağırma veya ofis paylaşımı ile ilgili değil. Belki market teslimatı? Ya da yayın hizmeti abonelikleri? Lyft yöneticisiyle yaptığı mülakat sırasında Wansley için yanan aha! ışığı başkaları için de yanmaya başlayabilir. Bunlardan bazıları paralarını yağmacı teknoloji şirketlerine yatırmamaya karar veren yatırımcılar olacaktır. Bazıları da belki günümüz tröstlerini çökertmenin yollarını arayan devlet denetçileri olacaktır.
İlginizi Çekebilir
-
Fed faiz indirdi, dolar fırladı
-
Amazon, Trump’ın yemin töreni fonuna 1 milyar dolar bağış yapacak
-
Zuckerberg, Trump’ın teknoloji politikalarında aktif rol oynamak istiyor
-
Trump, Florida’da Zuckerberg ile yemekte buluştu
-
Apple kendi yapay zekasını Çin’de piyasaya sürmek için uğraşıyor
-
Huawei, kendi yazılımına sahip akıllı telefonunu piyasaya sürecek
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
1 hafta önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
Hindistan ‘sessizce’ Kuzey Kore’de
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda