Diplomasi
Futbol dilencileri Katar’da umduğunu değil, bulduğunu yiyecek

Uruguaylı yazar ve futbolsever (böyle çağrılmak hoşuna giderdi) Eduardo Galeano, artık klasikleşmiş kitabı Gölgede ve Güneşte Futbol’un girişinde kendisini “iyi bir futbol dilencisi” olarak tanımlar ve devamında şöyle der: Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen.
Pazar günü Katar’da başlayan Dünya Kupası ise futbol dışında her şeyiyle gündem oldu. Uzun yıllardır stadyum inşaatlarında köle gibi çalıştırılan işçiler ve işçi ölümleri konuşulmuştu; turnuva başlamadan önce ise eski FIFA Başkanı Sepp Blatter’in “Fransa, Katar lehine siyasi baskı yaptı,” açıklaması, “sahte taraftar” iddiaları, stadyumlar ve çevresinde içkinin yasaklanması (üstüne bir de FIFA Başkanı Gianni Infantino’nun “Üç saat bira içmezseniz ölmezsiniz,” demesi!) ve ilk maçta Katar’ın Ekvador’a şike önerdiği yönündeki haberler damga vurdu.
İlk maçta, özellikle ilk yarıda Katar futbol takımının Ekvador karşısında amiyane tabirle “mahalle takımı” görüntüsünde olması da yangını iyice körükledi. Katar’ın bir “futbol ülkesi” olmadığı kesin ama bu takımın 2019’da Asya Kupası’nı, üstelik finalde Japonya gibi dişli bir takibi yenerek kazandığını hatırlatalım. Dolayısıyla ilk maçtaki dağınık görüntü yanıltıcı olabilir fakat bu turnuvada Katar Milli Takımının oynadığı futbolun ancak son sıralarda konuşulacağı da kesin.
Katar ve işçi ölümleri
Dünya Kupası için inşa edilen tüm binalarda göçmen işçilerin kullanıldığı artık sır olmaktan çıktı. Dahası, kendi “yerli” nüfusu, toplam nüfusun aşağı yukarı %12’sine tekabül eden Katar, bağımsız bir ülke olarak tarih sahnesine çıktığı günden beri göçmen emeği üzerinde yükseliyor. Güneydoğu Asya, sadece Katar’a değil, tüm Körfez krallıklarına işçi ihraç ediyor. Eskiden Körfez’i besleyen esas işçi havzası diğer Arap ülkeleriydi; ama krallıklar, Arap dünyasının “yıkıcı” siyasi düşüncelerinden uzak durmak için Güney Asya ile sıkı ilişkiler kurdular.
Dünya Kupası için Katar’ın 7 yeni stadyum inşa ettiği açıklandı. Elbette bu stadyumlara yeni havaalanları, metrolar, yollar ve 100 civarı yeni otel de eşlik ediyor. Doha yönetimi, stadyumların inşasında 30 bin yabancı işçinin kullanıldığını duyurmuştu. Bunların çoğu, yukarıdaki bilgiler eşliğinde şaşırtıcı olmayan şekilde, Bangladeş, Hindistan, Nepal ve Filipinlerden temin edildi.
Şubat 2021’de, The Guardian gazetesi Dünya Kupası inşaatlarında çalışan 6 bin 500 yabancı işçinin hayatını kaybettiğini ileri sürmüştü. Gazete, bu rakamı Doha’daki elçiliklerden elde ettiğini söylemişti. Katar hükümeti ise haberi yalanlayarak, ölümlerin tamamının Dünya Kupası inşaatlarıyla ilgili olmadığını, bazı işçilerin yıllardır Katar’da çalıştığını ve doğal nedenlerden de ölümlerin gerçekleştiğini söyledi. Hükümetin verdiği bilgiye inanacak olursak, 2014-2020 arasında turnuva için yapılan inşaat şantiyelerinde toplam 37 ölüm kaydedilmişti ve bu ölümlerin yalnızca üçü iş bağlantılıydı.
Fakat Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), bu rakamların fazlasıyla düşük olduğunu düşünüyor; zira Katar, kalp krizi ve solunum yetmezliği gibi ölüm nedenlerini iş kazası saymıyor. Oysa bu rahatsızlıklar, yüksek sıcaklıklarda yapılan ağır işlerin sonuçları arasında yer alıyor. ILO’nun kendi hesaplamalarına göre, yalnızca 2021 yılında 50 yabancı işçi öldü, 500’ün üzerinde yabancı işçi de ağır yaralandı.
Diğer eleştiri de göçmen işçilerin çalışma koşulları. Körfez bölgesinde çok yaygın olan bu işçilik türünde (“kafala”), patronlar göçmen işçilerin pasaportuna el koyuyor ve iş bitene kadar ülkeden ayrılmasının önüne geçiyor. Hükümet, 2017 yılında iş koşullarını düzenleyici önlemler alsa ve ILO’nun baskısıyla bu sistemi kaldırdığını ilan etse de Uluslararası Af Örgütü birçok şirketin hâlâ bu sistemi kullandığına ilişkin bir rapor yayımlamıştı.
Son olarak Reuters, Ekim ayının sonunda göçmen işçilerin Doha’da kaldıkları evlerden aceleyle tahliye edildiğini bildirdi. Çoğunluğa Asyalı ve Afrikalı işçilerin kaldığı El Mansura bölgesinde 1200 işçiye tahliye için iki saat süre tanındığı da haberde yer alan iddialar arasında.
İngiltere’nin sessiz ve derinden desteği
Ama Katar’da görülen, yalnızca Katar’ın aynadaki görüntüsü değil. Yalnızca turnuva güvenliğini kimlerin sağladığına bakmak bile bize bir şeyler anlatıyor: ABD, Britanya, Fransa, İtalya, Pakistan, Türkiye, NATO.
Sadece bu da değil. Katar güvenlik güçleri, geçen Ekim ayında bir tatbikat yaptı ve tatbikata, yukarıda sayılan ülkelere ek olarak Almanya, Polonya, İspanya, Ürdün, Kuveyt, Suudi Arabistan ve Filistin de katıldı. Turnuvanın güvenlik komitesinin verdiği rakamlara göre, Katar tarafında tatbikata katılanların 32 bini devlet görevlisiyken, 17 bini özel güvenlik sektöründen. Britanya, güvenlik için Katar’a iki savaş gemisi yolladı (Katar’daki El Udeyd Üssünde ABD’li ve İngiliz askerler de bulunuyor).
Bu sadece işin bir yönü. Londra, 2010 yılından bu yana Doha’ya 3,4 milyar sterlin (4 milyar dolar) silah sattı. İskoç Yeşiller Partisi, bu meseleyi gündeme getirdi ve Katar’ın Dünya Kupası vesilesiyle yapacağı propagandaya Britanya’nın da ortak olduğunu ileri sürdü. İş o noktaya geldi ki, Britanya genelinde birçok bar, Katar’ın “LGBT karşıtı” duruşunu ve insan hakları karnesini gerekçe göstererek Dünya Kupası maçlarını yayınlamama ve boykot kararı aldı.
Üstelik FIFA Başkanı Infantino, bira yasağını savunurken yaptığı açıklamalarda yalnız değil. Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı James Cleverly, Ekim ayının sonunda yaptığı bir açıklamada, LGBT futbol izleyicilerini “Katar kültürüne saygı göstermeye” davet edince tepki çekmişti.
İngiliz futbol efsanesi David Beckham da yuhalamalardan nasibini aldı. Beckham’ın Katar Dünya Kupası elçiliği için 10 yıllığına 150 milyon sterlinlik (177 bin dolar) bir anlaşma imzaladığı öne sürülüyordu. İngiliz yıldız, Doha’dan gönderdiği mesajda, “Futbol sahası ilerleme için bir platfor olacak,” dedi ama hedef olmaktan kurtulamadı. İngiliz komedyen Joe Lycett, 10 bin sterlini (11 bin 900 dolar) kağıt makinesinden geçirdiği bir video paylaşarak Beckham’ın elçilikten çekilmeye çağırdı.
Hem futboldan daha fazlasının on yıllardır bu iki ülkeyi birbirine bağladığını da hatırlatalım. 2008’deki finansal krizin İngiltere bacağında, ünlü Barclay’s bankası yer alıyordu ve Katar’ı yöneten El Thani ailesinin bu bankadaki yatırımları, “yıkılamayacak kadar büyük” bankayı batmaktan kurtarmıştı. Barclay’s-Katar bağlantısı, banka yöneticilerinin aldığı ufak tefek cezalar dışında kamuoyundan gizlendi.
Libya ve Suriye dosyalarının kötü şöhretli siması, şimdilerde büyük yatırımcı olarak arz-ı endam eden Şeyh Hamad bin Casim bin Cabir el-Thani’nin Birleşik Krallık bağlantısını hiç küçümsememek gerekiyor. Yeni Kral Charles’ın, 2011-2015 yılları arasında kendi hayır kurumu için el-Thani’den nakit dolu çantalarla 3 milyon sterlin (3 milyon 540 bin dolar) kabul ettiği iddia ediliyor. El-Thani 1996 yılında dışişleri bakanı iken, Katar ile İngiliz silah şirketi BAE Systems arasında 500 milyon sterlinlik bir anlaşma imzalanmıştı. Daha sonra ortaya çıktı ki, anlaşma, el-Thani bağlantılı iki Jersey Adası şirketine 7 milyon sterlinlik bir transferi de içeriyordu. Mesele ortaya çıktığında Jersey yetkilileri soruşturma başlatmıştı ama İngiliz hükümeti, iki ülke arasındaki ilişkileri bozabileceği gerekçesiyle soruşturmayı kapatmıştı.
Macron’un dediklerinin aksine, Fransa’da futbol ve siyaset iç içe
Elbette, Sepp Blatter’in açıklamalarının ardından ibre Fransa’ya döndü. Blatter’e göre, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, FIFA oylamasına Katar lehine müdahale etmiş ve eski UEFA Başkanı Michel Platini’ye baskı yapmıştı. Platini, baskı görmediğini, fakat oylamadan önce Elysee Sarayında Sarkozy ve o dönemki Katar Veliaht Prensi Tamim Bin Hamad El-Thani ile yemek yediğini söylemiş ve “Sarkozy’nin Katar’ı desteklediği yönünde bir izlenim edindiğini” kabul etmişti. İşin ilginç yanı, Fransız L’Equipe’in ulaştığı Platini, Katar 2022’ye herhangi bir davet almadığını, dahası gitmeyi de düşünmediğini söyledi.
Daha da tuhafı, Batılı ülkelerden gelen birçok futbolcu Katar’a karşı -alt perdeden de olsa- eleştirilerde bulunurken, Fransa’nın kaptanı Hugo Lloris, “Fransa’dayken, yabancıları ağırladığımızda genellikle kurallarımıza uymalarını, kültürümüze saygı duymalarını isteriz ve ben de Katar’a gittiğimde aynısını yapacağım. Fikirlerine katılabilirim veya katılmayabilirim, fakat saygı göstermeliyim,” dedi.
Lloris’e, Elysee Sarayından birilerinin sufle verdiğinden şüphe etmekte fayda olabilir, çünkü neredeyse Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un sözlerini birebir tekrar etti. Katar’ın “insan hakları” karnesi hatırlatıldığında, Fransız lider, “Spor politikleştirilmemeli,” deyivermişti. Sadece Sarkozy değil, onun halefi “sosyalist” François Hollande da Katar’la iyi ilişkileri devam ettirmiş ve Körfez ülkesine 24 savaş uçağı satmıştı.
Burada daha önemli iki bilgiyi hatırlatmakta fayda var: Birincisi, Fransa’nın en önemli kulübü Paris Saint-Germain’in (PSG) sahibi, Katar Varlık Fonu’na bağlı Katar Spor Yatırımları. İkincisi, geçen Eylül ayında, Katar ile Fransız enerji devi TotalEnergies 1,5 milyar dolarlık bir anlaşma imzaladı. Total, bu anlaşmayla birlikte, dünyanın bilinen gaz rezervlerinin yüzde 10’una sahip olan North Field South’ta yüzde 9,3’lük bir hisseye sahip oldu ki bu, Katar’ın yabancı bir enerji şirketiyle bu türden yaptığı ilk anlaşma.
Herkes orada
Sadece Avrupalılar değil, Asyalılar da bu turnuvaya hevesle koşuyor. 32 takımlı turnuvada bu sene 6 Asya ülkesi var ve bu bir rekor. Dahası, FIFA’nın 14 ortağı ve Dünya Kupası sponsorunun 9’u Asya merkezli şirketler. 2002 yılında Japonya-Güney Kore ortaklığında düzenlenen Dünya Kupası’nın 15 sponsorundan yalnızca 6’sı evsahibi ülkelerden gelmişti.
Sponsorluğun önemini geçiştirmek mümkün değil. Yayın gelirinin ardından, sponsorluk anlaşmaları FIFA’nın en önemli gelir kaynakları sıralamasında ilk sırada. Yapılan hesaplamalar, sponsorluk gelirlerinin 1,35 milyar dolar (toplam gelirin yüzde 29’u) olduğunu gösteriyor. Yayın haklarından elde edilen gelirse 2,64 milyar dolar.
Asya menşeli sponsorlar arasında Hindistan’dan, Çin’den, Singapur’dan, Güney Kore’den ve Katar’dan şirketler yer alıyor. 2018’de Rusya’da düzenlenen turnuva, Asya’da 1,6 milyar kişi tarafından izlendi; bu, toplam izlenmenin yüzde 43’üne tekabül ediyor. 2018’de en çok izleyiciye sahip 5 ülkeden 3’ü Asya’daydı ve bu üç ülkeyi tahmin etmek pek zor değil: Çin, Endonezya ve Hindistan. İşin tuhafı ise, bu üç ülkeden hiçbirinin Dünya Kupası’na katılmıyor oluşu.
Diplomasi
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
İsrail’in saldırıları sonrası Pekin ilk tepki olarak, “ciddi endişelerini” dile getirdi ve tüm tarafları daha fazla tırmanmayı önlemeye çağırdı.
Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian, cuma günü yaptığı açıklamada, Çin’in İran’ın egemenliği, güvenliği ve toprak bütünlüğüne yönelik her türlü ihlale ve “gerginliği tırmandıran” eylemlere kararlılıkla karşı olduğunu söyledi.
Lin, “Bölgedeki ani gerginlik artışı kimseye fayda sağlamaz” dedi. “Çin, tüm tarafları, durumun daha da kötüleşmesini önlerken, bölgesel barış ve istikrarı teşvik edecek önlemler almaya çağırıyor” diye ekledi.
Sözcü, Çin’in krizi yatıştırmada “yapıcı bir rol” oynamaya hazır olduğunu da vurguladı.
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi de, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi ve İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar ile telefon görüşmeleri yaptı. İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını kınayan Wang Yi, uluslararası toplumun İran nükleer meselesinin siyasi yollardan çözülmesi için çaba gösterdiği bir dönemde, bu saldırının “kesinlikle kabul edilemez” olduğunu söyledi. “Sorunların çözümü için diplomatik kanallara dönülmesi” çağrısı yaptı.
Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi İcra Direktörü, Doç. Dr. Yang Chen, Pekin’in İsrail-İran savaşına dair tutumunu, Çin akademisinin bakışını ve gelişmelerin Çin’in Orta Doğu politikasına etkisini Harici’ye değerlendirdi.
‘Pekin yapıcı rol oynamaya istekli’
Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Lin Jian’ın açıklamalarını hatırlatan Yang Chen, Çin’in İsrail’in İran’a saldırısından derin endişe duyduğunu ve bu tür eylemlerin doğurabileceği ciddi sonuçlardan dolayı son derece kaygılı olduğunu belirtti. Çin’in, İran’ın egemenliğinin, güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün ihlal edilmesine karşı olduğunu söyleyen Yang, ayrıca çatışmaların tırmanmasına ve gerilimin artmasına da karşı olduğunu ifade etti.
Çin’in, ilgili tüm tarafları, bölgesel barış ve istikrarı teşvik etmeye yönelik daha fazla çaba göstermeye ve gerilimi daha fazla artırmaktan kaçınmaya çağırdığını ve durumun hafifletilmesini teşvik etmek için yapıcı bir rol oynamaya istekli olduğunu kaydetti.
‘İran renkli devrim tehdidiyle karşı karşıya’
Çinli akademisyenlerin bakış açısından ise, Orta Doğu’daki temel çelişkinin artık Suudi Arabistan ile İran arasındaki önceki çatışmadan İsrail ile İran arasındaki çatışmaya kaydığını ifade etti.
Trump’ın göreve başlamasından sonra, İsrail ile İran’ın liderlik ettiği “direniş ekseni”ni arasındaki kuşatma ve karşı-kuşatma mücadelesinin tırmanmaya devam ettiğini belirten Yang, “İsrail karşıtı birlik cephesi ile İran karşıtı birlik cephesi arasındaki mücadele şiddetlenecek” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın büyük bir “renkli devrim” tehdidiyle karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, “Bu saldırıda, İran’ın sertlik yanlıları hedef alınıp ortadan kaldırıldı ve bu durum İran’ın etkisine ağır bir darbe vurdu. Eğer İran, İsrail saldırısına karşı kararlı bir şekilde misilleme yapmazsa, gelecekte daha tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalmasından ve bölgesel etkisinin ciddi şekilde zayıflamasından, hatta rejimin istikrarının bile tehlikeye girmesinden endişe edilmektedir” ifadelerini kullandı.
‘Çin İran’da istikrardan yana’
Çin’in Orta Doğu politikasının her zaman istikrar ve sürekliliğini koruduğunu ve dramatik değişikliklere rağmen temelden değişmeyeceğini söyleyen Yang, İran’ın Pekin için önemini ise şöyle anlattı: “İran, Çin için stratejik öneme sahip bir ülkedir. İran, Avrasya’nın merkezindedir, Kuşak ve Yol Girişimi’nin önemli bir merkezidir, Çin’in enerji kaynaklarının önemli bir kaynağıdır ve Orta Asya’daki istikrarın korunması ve Sincan’ın güvenliğinin sağlanması için önemli bir güvencedir”.
Bu sebeple Pekin’in, İran’ın istikrarlı kalmasını istediğini belirten Yang, “Çin, İran’ın ABD ve Batı tarafından baskı altına alınmasını istemez, ayrıca İran’ın ABD ve Batı’ya yönelmesini de istemez” değerlendirmesini yaptı.
İran’ın iç ve dış meselelerde büyük zorluklarla karşı karşıya olduğuna da dikkat çeken Yang, bu zorlukları şöyle sıraladı:
- Ekonomik durgunluk
“İlk olarak, İran’da ekonomik gelişme durgundur. 2024 yılında İran’ın gayri safi yurtiçi hasılası 434,2 milyar dolardı (bu rakam Çin’in Şensi Eyaleti’nin ekonomik büyüklüğüne eşdeğerdir); bu rakam 2008’den 2017’ye kadar olan on yıllık dönemdeki seviyesine hâlâ ulaşmamış ve 2011’deki zirve değeri olan 625,4 milyar dolardan oldukça uzaktadır. Kişi başına düşen GSYİH yaklaşık 4500 dolardır (İsrail’in kişi başı GSYİH’sı olan 52.261 doların sadece 1/12’si kadardır); bu durum İran halkının memnuniyetsizliğine neden olmuştur. Ekonomik durgunluk, İran’ın “direniş ekseni”ne güçlü destek sağlamasını da engellemektedir.”
- Nükleer pazarlık
“İkinci olarak, İran’da siyasi değişimler yaşanmıştır ve ılımlı bir cumhurbaşkanı göreve gelmiştir. 30 Temmuz 2024’te İran’ın yeni cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan yemin ederek göreve başladı. Ilımlı bir cumhurbaşkanı olan Pezeşkiyan, 2024 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı sırasında, ülkesinin uluslararası ilişkilerinde “yapıcı” bir sayfa açma umudunu dile getirdi ve İran’ın “nükleer programı konusunda Batı ile diyaloğa hazır olduğunu” vurguladı. Bu durum da İran’ın Batı ile müzakereye ve “İran nükleer anlaşması”nı yeniden müzakere etmeye niyetli olduğunu göstermektedir. Ancak “direniş ekseni”nin zayıflamasıyla birlikte İran’ın Batı’dan yaptırım muafiyeti elde etme konusundaki pazarlık gücü azalmıştır.”
- Ulusal güvenlik
“Üçüncü olarak, İran’daki iç güvenlik durumu endişe vericidir. Son yıllarda İsrail, İran’da art arda suikastlar düzenlemiştir; bu suikastlara İran’ın kıdemli nükleer fizikçisi Muhsin Fahrizade, İran Devrim Muhafızları lideri Kasım Süleymani ve İran Devrim Muhafızları İstihbarat Yetkilisi Muhammed Akiki dahildir. Mayıs 2024’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Temmuz 2024’te Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da suikasta uğradı ve daha sonra bu olaydan İsrail resmi olarak sorumlu olduğunu kabul etti. Bu durum, İsrail ve ABD istihbarat teşkilatlarının İran’ın ulusal güvenlik sistemine tamamen sızdığını ve İran’da diledikleri gibi hareket edebildiklerini, istedikleri kişilere suikast düzenleyebildiklerini göstermektedir. İran’ın ulusal güvenliği, kendi cumhurbaşkanının, üst düzey askeri komutanlarının, önemli bilim insanlarının, üst düzey istihbarat yetkililerinin ve yabancı misafirlerin hayatlarını koruyamamıştır.”
İran’ın şu anda büyük zorluklarla karşı karşıya olduğunu vurgulayan Yang Chen, ancak buna rağmen Tahran’ın ayakta kalabilmesi için “büyük güçlerden ve zorluklardan korkmayan” bir tutum sergilemesi gerektiğini belirtti.
Yang’a göre İran, bölgesel etkisini kanıtlayabilirse ve kararlı şekilde Amerikan ve İsrail karşıtı tutumunu gösterebilirse, daha fazla dış destek elde edebilir.
Diplomasi
Eski CIA analisti Johnson: İsrail, ateşkes görüşmesini pusu kurmak için kullandı

Eski CIA yetkilisi Larry Johnson, ABD’nin İsrail’in İran’a yönelik saldırısından tamamen haberdar olduğunu ve bu konuda “hiçbir şey bilmiyorduk” şeklindeki açıklamaların “saçmalık” olduğunu belirtti. Johnson, İsrail’in ateşkes teklifi görüşmelerini üst düzey yetkililere pusu kurmak için kullandığını iddia ederek, ne İsrail’e ne de ABD’ye müzakerelerde güvenilemeyeceğini vurguladı.
Eski CIA yetkilisi Larry Johnson, İsrail’in İran’a yönelik saldırısının ABD’nin tam bilgisi ve iştirakiyle gerçekleştirildiğini belirterek, Washington’un saldırıdan haberi olmadığı yönündeki iddiaları “saçmalık” olarak nitelendirdi. Johnson, İsrail’in büyük bir başarıya ulaştığına dair çıkan haberlerin de gerçeği yansıtmadığını ifade etti.
Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen “Nükleer Savaşa Giden Yolu Reddetmeliyiz” başlıklı çevrim içi panelde değerlendirmelerde bulunan Johnson, İran’ın hava savunma sistemlerinin başarısız olduğu ve İsrail’in büyük bir zafer kazandığı yönündeki haberlerin doğru olmadığını kaydetti.
Bu durumu, Ukrayna’nın Rusya’ya yönelik saldırılarında ilk başta büyük hasar verildiği yönünde çıkan ancak daha sonra hasarın sınırlı olduğunun anlaşıldığı olaylara benzeten Johnson, “Bu yüzden başlangıçta görünen kadar kötü değildi,” değerlendirmesinde bulundu.
‘Trump, İranlı yetkililerin ölümünü kutluyor’
Saldırının ABD’nin tam bilgisi ve katılımıyla yapıldığını vurgulayan Johnson, Donald Trump’ın New York Post‘a verdiği demeçlere dikkat çekti. Johnson, Trump’ın, “İsrail’in saldıracağını biliyordum. Her şeyi biliyordum,” dediğini aktardı. Johnson ayrıca Trump’ın, “Son zamanlarda muhatap olduğumuz İran hükümet yetkililerinin çoğu artık öldü,” diyerek bu durumu kutladığını belirtti.
Johnson, ABD’nin saldırıdan haberi olmadığı yönündeki açıklamaları eleştirerek, “Amerika şu an bu oyunu oynuyor: ‘Bu konuda hiçbir şey bilmiyorduk.’ Trump aynı şeyi Putin’e de yaptı. Bu saçmalık,” ifadelerini kullandı.
‘İsrail, ateşkes görüşmesini pusu için kullandı’
Johnson, İsrail’in güvenilmez bir aktör olduğunu ve müzakereleri kötüye kullandığını iddia ederek şok edici bir suçlamada bulundu. Johnson, “Hassan Nasrallah öldü. Diğer üst düzey Hizbullahçılarla bir ateşkes teklifini görüşmek üzere bir aradaydı. Ve bu ateşkes teklifini, onları pusuya düşürmek için kullandılar. Burada ortaya çıkan bir davranış kalıbı var. İsrail’e hiçbir tür müzakerede güvenilemez. Ayrıca, ABD’ye de,” dedi.
‘ABD, ‘herkesi her yerde vurabiliriz’ mesajı verdi’
Çatışmanın hâlen devam ettiğini, füzelerin uçuştuğunu ve en az 10 farklı şehir ile nükleer tesislerin hedef alındığını belirten Johnson, medyanın yer altındaki nükleer ve füze tesislerinden bahsetmediğini söyledi.
Johnson, bu saldırıyla ABD’nin dünyaya bir mesaj verdiğini ifade ederek, “Amerika şimdi başarılı bir ilke oluşturdu: ‘Herkesi, her yerde, sahip olduğumuz her şeyle vurabiliriz.’ Bu ilke ve mesaj gönderilmiştir,” diye konuştu. Johnson, sözlerini şöyle tamamladı:
“Özellikle Arap ve Müslüman dünyası bir araya gelip bununla yüzleşmez ve bir strateji çizmeye başlamazsa, bu durum devam edecektir.”
Diplomasi
Bhadrakumar: Asıl sorun İran’ın nükleer programı değil, İsrail’in bölgedeki hakimiyeti

Eski Hint diplomat M.K. Bhadrakumar, İran ile yaşanan krizin nükleer silahlanma meselesi olmadığını, asıl sorunun İsrail’in ABD ve Avrupa destekli bölgesel hakimiyetini sürdürme çabası olduğunu belirtti. Bhadrakumar, İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan (NPT) ayrılmaya zorlanmasının en büyük tehlike olacağını vurgulayarak, diplomasi için hâlâ bir yol olduğuna inandığını söyledi.
Hindistan’ın eski diplomatlarından M.K. Bhadrakumar, İran ile İsrail arasında yaşanan gerilimin temelinde, Tahran’ın nükleer silah geliştirme ihtimalinin değil, İsrail’in bölgesel hakimiyetini sürdürme arzusunun yattığını ifade etti.
30 yıllık diplomatik kariyeri boyunca İran ile yakın temaslarda bulunduğunu belirten Bhadrakumar, en büyük korkusunun, İran’ın Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’nı (NPT) terk etmeye zorlanması olduğunu dile getirdi.
‘Asıl sorun İsrail’in bölgedeki hakimiyeti’
Schiller Enstitüsü tarafından düzenlenen “Nükleer Savaşa Giden Yolu Reddetmeliyiz” başlıklı çevrim içi panelde konuşan Bhadrakumar, mevcut durumun İran’ın nükleer programından kaynaklandığına inanmadığını belirterek, “Bu bütün sorun burada. Aslında bu, İran’ın nükleer silahlar yarattığına inanmadım. Sonuç olarak, bugün biz neredeyiz? İsrail’in güvenliği hakkında. İsrail dünyanın büyük bir silah kuvvetidir. Dünyanın en büyük silah devletidir ve bu pozisyon, ABD ve Avrupa hükümetlerinin birleşikliğiyle sağlanmıştır,” değerlendirmesinde bulundu.
İran’ın NPT’ye taraf olduğunu ve uluslararası denetimlere açık olduğunu hatırlatan Bhadrakumar, sorunun jeopolitik olduğunu vurguladı. Bhadrakumar, “Sorun, jeopolitik olarak İsrail’in Orta Doğu bölgesinin sürekli domine edilmesi yolunu açmasıdır. Bence bu kriz için ayrıca şiddetli bir sorumluluk var,” dedi.
‘İran’ı NPT’den çıkmaya zorlamak en büyük tehlike’
2015 yılında imzalanan ve Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) olarak bilinen nükleer anlaşmaya dikkat çeken Bhadrakumar, İran’ın bu anlaşma kapsamında nükleer programını ciddi şekilde sınırlandırdığını ve kapsamlı denetimlere izin verdiğini söyledi.
Bhadrakumar, “Benim büyük korkum, İran’ın NPT’yi bırakmak için bir adım atabileceğidir. Bu benim en büyük sorunumdur,” ifadelerini kullandı.
30 yıl boyunca İranlı siyasi elitlerle iletişimde olduğunu aktaran Bhadrakumar, “İran’ın nükleer yetenekleri hakkında haklarından vazgeçeceğine dair çok az olasılık görüyorum. Bu şanssızlık bugünlerde bile tekrar edilmiştir,” diye konuştu.
‘Bölgedeki hareketler İran’ın icadı değil’
Bhadrakumar, Hamas ve Hizbullah gibi hareketlerin İran tarafından yaratılmadığını, bu yapıların bölgedeki çözülmemiş sorunların, özellikle de Filistin meselesinin doğal bir tezahürü olduğunu savundu. Bhadrakumar, konuyla ilgili şunları söyledi:
“Hamas, Hizbullah, bunların hepsi, bölgedeki doğal haklardan ve bölgenin sahip olduğu bir durumdan oluşan manifestasyonlardır. İran, paradoksal olarak bu grupların kendilerini ılımlılaştırması için etki edebilecek bir konumdadır ve eğer bir çözüm mümkün olacaksa tüm sorunlar için bir taraf olmalıdır.”
‘Diplomasi için hâlâ umut var’
Tüm olumsuzluklara rağmen diploması için hâlâ bir yol olduğuna inandığını belirten Bhadrakumar, Rusya’nın bölgedeki etkisine dikkat çekti. Rusya, Çin ve İran arasında Batı’ya karşı katı bir blok olduğu fikrini reddeden eski diplomat, bu ülkelerin kendi stratejik özerkliklerini koruduğunu belirtti.
Bhadrakumar, “Rusya’nın İran’da büyük bir nüfuzu var. Bu ülkeler kendi yollarındalar, stratejik otoritelerini kutladılar. Bu yüzden buna inanmıyorum. Ama aynı zamanda Rusya ve İran arasında bir birleşiklik var,” değerlendirmesini yaptı.
Son olarak Bhadrakumar, Rusya’nın geçmişte İran’ın uranyum zenginleştirme fazlasının kendi topraklarında depolanmasını içeren bir konsorsiyum önerdiğini hatırlatarak, bu tür çözümlerin hâlâ mümkün olabileceğini sözlerine ekledi.
-
Görüş2 hafta önce
ABD Dışişleri’nin Avrupa eleştirisi ne anlama geliyor?
-
Asya6 gün önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Dünya Basını1 hafta önce
Trumpizmin gerici ideoloğu: Curtis Yarvin
-
Avrupa2 hafta önce
Max Otte: Alman ekonomisinde bir gerileme değil, çöküş yaşanıyor
-
Rusya2 hafta önce
Ukrayna’dan Rus stratejik bombardıman üslerine kamyonlardan kalkan İHA’larla saldırı
-
Görüş2 hafta önce
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’