Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Harald Kujat: Savaş nasıl sona ererse ersin kaybeden Ukrayna halkı ve Avrupa

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz metin, eski Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve eski NATO Askeri Komitesi Başkanı Harald Kujat’ın Almanya’dan yayın yapan NachDenkSeiten’e verdiği uzun mülakatın ikinci bölümü (birinci bölümü için buraya tıklayınız). Kujat, Ukrayna savaşının dünyada ve Avrupa’da yaratacağı sonuçlara ilişkin öngörülerini tekrarlarken, savaşın devam etmesi halinde daha büyük bir çatışma ihtmalinin arttığına işaret ediyor. Almanya’nın “savaş” için değil “savunma” için silahlı kuvvetlerini reforme etmesi gerektiğini düşünen Kujat, NATO-Rusya ilişkilerinin bozulmasında esas rolün tek taraflı hamleler yapan ABD’de olduğunu söylüyor. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Eski General Harald Kujat: “Batı’nın ciddi yanlış hesapları Avrupa için sonuçlar doğuracak”

Eva Peli
NachDenkSeiten
25 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Eski Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve eski NATO Askeri Komitesi Başkanı Harald Kujat, uzun süredir Ukrayna’daki savaşın daha da tırmanmasının sonuçları konusunda uyarılarda bulunuyor. Röportajın ikinci bölümünde üçüncü bir dünya savaşı tehlikesinden, 2022 yılında İstanbul’da yapılan müzakerelerden ve çatışmanın sebeplerinden bahsediyor. Ayrıca ortaya bir bakış açısı koyuyor. Emekli generalle röportajı Eva Peli yaptı.

NachDenkSeiten: Batı’nın en başından beri tırmanmayla ilgili bir planı, buna yönelik bir stratejisi var mı? Yoksa tarihçi Christopher Clark’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemi tanımlarken söylediği gibi uyurgezerleriş başında mi?

Harald Kujat: Her strateji tırmanma unsurları içerir, çünkü düşmanın eylemleri ve tepkileri önceden düşünülmelidir. Ukrayna savaşının seyri ABD’nin, Rus Silahlı kuvvetlerinin gücünü ve kendilerini yeniden yapılandırma kabiliyetini hafife aldığını gösteriyor. Bu yüzden de jeostratejik hedeflerini sürdürülebilmek için, kendini yeniden yapılandıran duruma karşı sürekli olarak destekleyici tedbirlerini artırmaları gerekiyor. Ukrayna’daki kritik durum yüzünden Batı, sürekli daha güçlü silah sistemleriyle tırmanışı artırmak zorunda kalıyor. Bundan dolayı da savaşa dolaylı ve doğrudan katılım arasındaki gri alanda hareket ediyorlar. Örnek vermek gerekirse, bu duruma Başkan Biden’ın kendisinin ifadesiyle ‘’üçüncü dünya savaşından kaçınmak’’ için iki yıldan fazla bir süredir ABD silah sistemlerinin Rus topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasını reddetmesi de dahildir.

Şu anda fikrini değiştirdiğine göre, artık üçüncü bir dünya savaşını tetiklemekten endişe edip etmediği ya da Ukrayna’daki kritik durum karşısında bu riski almaya hazır olup olmadığı sorulmalıdır. Ukrayna hava sahasında bulunan Rus füzelerine, komşu NATO ülkelerinin hava sahalarından kalkan savaş uçaklarıyla müdahale etmek de kayda değer bir tırmanmadır. F-16 savaş uçakları yakında uzun menzilli havadan havaya füzeleriyle Rus uçaklarına Ukrayna sınırından 70 kilometreden fazla bir mesafeden süzülme bombalarını [glide bomb] bırakmadan önce müdahale edebilecekler. Bu aynı zamanda Ukraynalı askerlerin cephe hattının hemen yakınında, Rus silahlarının menzil alanı içinde eğitilmesini de içeriyor.

Bu ve buna benzer önlemler bir arada düşünüldüğünde bile askeri durumu Ukrayna’nın lehine dönüştürmeye yeterli değil, ancak önlemlerin her biri Rusya ile doğrudan çatışma riski taşıyor. Ukrayna savaşı giderek doruk noktasına yaklaşırken Zelenski’nin Rusya ve NATO arasında savaşı tırmandırmak istediğine dair verdiği izlenim güçleniyor, çünkü feci bir askeri yenilgiyi önlemenin ve Ukrayna Devlet Başkanı olarak hayatta kalmasının tek yolu bu.

Sadece Alman Şansölyesi değil, İtalya ve Macaristan Dışişleri Bakanları ve Başkan Biden da silahlı kuvvetlerinin Ukrayna’daki savaşa askeri müdahalede bulunmasını reddetti. Hatta Macaristan Başbakanı Orban şunları söylemişti: ‘’Bugün Brüksel’de ve Washington’da, belki daha çok Brüksel’de, olası doğrudan bir askeri çatışma için hazırlık havası vardır. Bunu rahatlıkla ‘Avrupa’nın savaş hazırlığı’ olarak adlandırabiliriz.’’ Ancak ittifak içinde şimdiye kadarki çatışmacı tutumu kabul etmeyen ülkelerin sayısı giderek artmaktadır. NATO Askeri Komitesi eski başkanlarından olan Çek Cumhurbaşkanı Petr Pavel de fikrini değiştirerek naiflik yerine gerçekçilik çağrısında bulundu ve müzakere edilmiş uzlaşma şeklinde bir çözüm önerdi.

NachDenkSeiten: Çatışmaların sona erdirilmesi için Kiev ve Moskova arasında ilk görüşmeler 2022’de yapılmıştı ve her iki taraf da şaşırtıcı şekilde uzlaşmaya istekliydi. Mart 2022’deki İstanbul müzakereleri konusunda 2023 sonbaharında siyaset bilimci Hajo Funke ile birlikte bir analiz yayınladınız. Son zamanlarda bu konuyla ilgili olarak Nisan 2022’de yapılabilecek olası bir barış anlaşmasından söz eden yeni yayınlar var. Bu barış fırsatı neden ve kim tarafından heba edildi?

Harald Kujat: Alman kamuoyu bu konuda uzun süre bilgilendirilmemişti. ABD medyası ise aksine, Eylül 2022’nin başı gibi çok erken bir tarihte konuyu Foreign Affairs dergisinde haberleştirdi: ‘’Rus ve Ukraynalı arabulucular, müzakere edilmiş bir ara çözümün ana hatları üzerinde geçici olarak anlaşmış gibi görünüyor. Rusya Donbass bölgesinin bir kısmını ve Kırım’ı kontrol ettiği 23 Şubat’taki pozisyonuna geri çekilecek ve bunun karşılığında da Ukrayna, NATO üyeliğine başvurmayacağını ve bunun yerine bir dizi ülkeden güvenlik garantisi alacağını taahhüt edecekti.’’

İstanbul müzakereleriyle ilgili ABD’de giderek daha fazla yayın çıkıyor, örneğin Foreign Affairs dergisinde 16 Nisan 2024 tarihinde müzakerelerin önemi ve savaşı sona erdirme ihtimali tartışılıyor. New York Times gazetesi, 15 Haziran 2024 tarihinde ‘’Ukraine-Russia Peace Is a Elusive as Ever. But in 2022 They Were Talking’’ [‘’Ukrayna ve Rusya arasında barış her zamanki gibi zor. Ama 2022’de konuşuyorlardı’’] başlıklı makalesinde müzakereler sırasında elde edilen belgeleri yayınlayarak müzakerelerin seyrini ortaya koymuştur. Ayrıca makaleden, bazı NATO ülkelerinin müzakerelerin seyrinden haberdar olduğu ve belgelere de sahip oldukları anlaşılmaktadır. Müzakereler Nisan ortasına kadar devam etse de Ukrainska Pravda isimli online gazetenin 5 Mayıs 2022 tarihindeki yayınına göre dönemin İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın 9 Nisan’da Kiev’e yaptığı ziyaret, müzakerelerin sona ermesinde kilit rol oynadı.

Almanya’da da İstanbul barış görüşmelerinin sona ermesi üzerinde Batı’nın etkisini kanıtlayan, dikkatle araştırılmış belgeseller yayınlandı. Ve savaşın erken bitme ihtimaline değinen Almanya’daki herkes de ‘’Kremlin söylemleri’’ yaymakla karalandı. Ukraynalı baş müzakereci David Arakhamia’nın açıklamaları bile dinlenmedi:

‘’Ruslar, tıpkı Finlandiya’nın da bir zamanlar yaptığı gibi bizim de tarafsızlığı kabul etmemiz ve NATO’ya katılmayacağımızı taahhüt etmemiz halinde savaşı sonlandırmaya hazırdı.’’ Ve devam ediyor: ‘’İstanbul’dan döndüğümüzde, Johnson Kiev’e gelerek hiçbir şey imzalamamız gerektiğini ve yalnızca savaşmamız gerektiğini söyledi.’’

Bu, ABD liderliğinde Batı’nın yaptığı en yanlış tespitlerden biridir ve Avrupa için ekonomik sonuçları şimdiden inanılmaz büyük boyutlara ulaşmıştır. Savaşın sona ermesinden sonra da uzun yıllar boyunca bu yükü taşımak zorunda kalacaklardır. Savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, kaybedenler şimdiden ortadadır: Ukrayna halkı ve Avrupa.

NachDenkSeiten: Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock gibi hükümet politikacıları sürekli olarak Rusya’nın yalnızca ‘’saldırı savaşından’’ değil, aynı zamanda Ukrayna’ya karşı yürütülen bir ‘’imha savaşından’’ bahsediyorlar. Sürekli ‘’Rusya kazanmamalıdır’’ diye açıklamalar yapıyorlar ve bu açıklamalar, ‘’savaşı Rusya’ya taşımak’’ istemelerine kadar uzanıyor. Bu durum nasıl değerlendirilmelidir?

Harald Kujat: Tekil açıklamalar üzerine konuşmak istemiyorum. Genel olarak, niteliksiz açıklamaların ana nedenlerinden birinin güvenlik politikası öngörü eksikliği ve stratejik muhakeme eksikliği olduğuna inanıyorum. Almanya’da pek çok saçma sapan şey söylenebilir ve hakim görüş çizgisinden çıkılmadığı sürece medyanın ilgisinin çekileceğinden de emin olabilirsiniz. Bu her şeyden önce Ukrayna’daki savaşla ilgili tartışmaların ağırlıklı olarak yetersizlik, vurdumduymazlık ve ideoloji ile karakterize olması nedeniyle mümkündür.

NachDenkSeiten: Alman medyasının çatışma konusundaki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Harald Kujat: Alman medyası hiçbir çekince duymadan ve ağırlıklı olarak Rusya’nın saldırısına uğrayan Ukrayna’nın tarafını tutmuştur. Bu anlaşılabilir duygusal bir tepkidir. Rus saldırısının uluslararası hukuka aykırı olduğu ve Ukrayna’nın BM Antlaşması’nda yer alan meşru müdafaa hakkını kullandığı gerçeği tartışmaya açık değildir. Fakat BM Antlaşması, Birleşmiş Milletler’in esas amacının barışın korunup yeniden tesis edilmesi olduğunu belirtmektedir. Ne yazık ki bu husus medyada hiçbir rol oynamamaktadır.

Açık ve çoğulcu bir toplumda medya, ancak gerçeğe saygı göstererek güvenilir bir şekilde gerçekleştirilebilecek bir bilgilendirme görevine sahiptir. Alman medyasının güvenilirliği tek taraflı haberler ve fikir gazeteciliği sebebiyle büyük ölçüde kaybolmuştur. Neredeyse sadece medyada söz sahibi olan sözde uzmanların yanlış değerlendirmelerinin özellikle vahim olduğu kanıtlanmıştır. Aynı zamanda tek taraflı açıklamaların da yanlış olduğunu düşünüyorum çünkü yayınlanmış görüşlerin siyasetçiler üzerindeki etkisinin büyük olduğu ve çoğu zaman kararlarında rol oynadığı bilinmektedir. Yeni bir silah sistemi için yapılan her çağrının, gidişatı Ukrayna’nın lehine çevireceği ve ulaşılması mümkün olmayan siyasi hedeflere ulaşılabileceği izlenimi vermesi Ukrayna hükümetinin yararına olabilir, ancak Ukrayna halkına karşı sorumsuzcadır.

NachDenkSeiten: Alexander Rahr gibi birçok yazar ve uzman NATO’nun doğuya doğru genişlemesini mevcut olayların en önemli nedenlerinden biri olarak görüyor. NATO’daki genişleme süreçlerinden birinde siz yetkiliydiniz. Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

Harald Kujat: Kasım 1991’de NATO, Rusya’daki gelişmelere ve Varşova Paktı’nın dağılmasına stratejik bir konseptle yanıt vermişti. Bu konseptin amacı Soğuk Savaş’ın aşılması ve Rusya ile ilişkilerde yeni bir dönemin başlatılmasıydı. Varşova Paktı’nın eski üye devletleri ve eski Sovyet cumhuriyetleri için Batı’ya bir pencere açılmıştı ancak bu pencerenin varlığını uzun süre sürdüreceği konusunda şüpheciydiler. Bu sebeple de hızlı bir şekilde NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne katılmaya çalıştılar. Alman politikacılar, hissettikleri tarihsel sorumluluk ve bu ülkelerin Orta Avrupa’ya olan kültürel aidiyetleri sebebiyle bu isteğe çok olumlu yaklaşmışlardır. Buna ek olarak, NATO ile katılım müzakereleri ve hatta bu ülkelerdeki üyelik ihtimali, bu ülkelerde birçok olumlu ulusal ve uluslararası değişimi de beraberinde getirmiştir.

Buna karşın, Rusya’nın 1990’ların ortalarından itibaren öncelikli amacı, Rusya ve NATO arasında bir savaşa dönüşebilecek olası gerilim ve krizleri ortaklaşa ve dostane bir şekilde çözmek için eski Varşova Paktı ülkeleri ve eski Sovyet cumhuriyetleri bölgesinde bir tampon bölge oluşturmaktı. Bu husus NATO-Rusya Kurucu Anlaşması’nın müzakerelerinde de önemli  bir rol oynamıştır. Rusya ile NATO arasında bir ‘’cordon sanitaire’’ (güvenlik kordonu) oluşturulmasına yönelik jeostratejik ilgi, bir süre önce Ukrayna’daki savaşla bağlantılı fakat değiştirilmiş bir biçimde tekrar gündeme gelmiştir. NATO’nun genişlemesi sırasında Rusya, her bir vakayı iki taraflı tarihsel bir perspektiften ve NATO ile Rusya arasındaki denge üzerindeki jeostratejik etkisi açısından ayrıştırarak değerlendirmiştir.

NATO, NATO-Rusya Kurucu Anlaşması temelinde Rusya ile stratejik ortaklık kurarak Rusya’nın genişleme konusundaki endişelerini gidermeye çalışmıştır. Gerçekten de NATO-Rusya Konseyi’nde yakın siyasi koordinasyon ve yapıcı askeri işbirliği geliştirilmiştir. Ancak 2002 gibi erken bir tarihte Rusya, Anti-Balistik Füze Antlaşmasının tek taraflı olarak feshedilmesi ve NATO’nun Polonya ve Romanya’da eş zamanlı olarak balistik füze savunma sistemi inşa etmesiyle güç dengesinin tehlikeye girdiğini gördü. Bunu ABD’nin yine tek taraflı olarak iptal ettiği önemli silahsızlanma ve silah kontrolü anlaşmaları izlemiştir. Bunlar arasında, Almanya’ya yerleştirilmesi planlanan ABD orta menzilli füze sistemleri nedeniyle bir kez daha son derece güncel olan, Avrupa-stratejik orta menzilli nükleer füzelere ilişkin Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması (INF) da yer almaktadır.

Siyasi kırılma ise, 2008 yılında dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un Bükreş’te düzenlenen NATO zirvesinde Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO’ya üye olmaya davet etmesiyle başladı. Bu durum Rusya’ya göre güç dengesini tamamen değiştirecek ve Rusya için ciddi bir jeostratejik risk teşkil edecekti.

Ben NATO-Rusya Konseyi’nin askıya alınmasını özellikle bir sorun olarak görüyorum, çünkü NATO-Rusya Konseyi hem siyasi hem de askeri alanda etkili bir kriz yönetimi mekanizmasıdır. Gerilimi azaltmak için ve ortaya bir kriz çıkması durumunda başa çıkabilmek için güvene dayalı işbirliği döneminde kurulan bir mekanizmayı kenara atmak rasyonel bir siyasi davranış değildir.

NachDenkSeiten: Batılı ülkeler tarafından Ukrayna’daki savaş, silahlanmanın artırılması için bir gerekçe olarak kullanılıyor. Bu da Rusya’nın birkaç yıl içinde bir NATO ülkesine saldıracağı iddiası gibi örnekleri kapsayan ‘’Rus tehdidi’’ ile gerekçelendiriliyor. Siz bu yeni ‘’Rus tehdidini’’ nasıl değerlendiriyorsunuz?

Harald Kujat: Ne Rus hükümetinin güvenlik ve strateji politikası konusundaki belgeleri ne de Putin’in kamuoyuna yaptığı açıklamalar, NATO ülkelerine yönelik herhangi bir saldırı planına işaret etmemektedir. ABD’li politikacılar tarafından aksi iddia edilse de ABD hükümetinin kendi resmi tehdit analizleri bile, 2024 analizi de dahil olmak üzere, Rusya’nın böyle bir niyeti olduğunu göstermemektedir. ABD’nin güncel tehdit analizi şöyle demektedir:

‘’Rusya büyük ihtimalle ABD ve NATO silahlı kuvvetleriyle doğrudan bir askeri çatışma istememektedir ve asimetrik faaliyetlerine küresel çatışma eşiği olarak gördüğü seviyenin altında devam edecektir.’’

Savaşın bugüne kadarki seyri de bu varsayımı haklı çıkarmamaktadır. Ukrayna’ya karşı saldırı başladığında Rus birlikleri 190.000 askerden oluşmaktaydı. Kendisinden iki kat daha güçlü olan ve sekiz yıldır Batı tarafından iyi bir şekilde donatılan ve eğitilen Ukrayna silahlı kuvvetlerine karşı Ukrayna’nın fethedilmesi ve işgal edilmesi söz konusu değildir ve Rusya’nın da böyle bir niyeti olmadığı açıktır. Bu anlamsız olurdu. Bu ancak, Rusya’nın Ukrayna’yı daha sonradan bir NATO ülkesine saldırmak için sıçrama tahtası olarak kullanması durumunda gerekli olabilirdi. Rusya ve ABD doğrudan bir çatışmadan kaçınmak isteseler de savaş ne kadar uzun sürerse ve Ukrayna’nın askeri durumu ne kadar kötüleşirse, NATO-Rusya savaşının genişleme ve tırmanma riski de o kadar artacaktır.

Biz de Helmut Schmidt tarafından savunulan askeri denge stratejisine geri dönmeliyiz. Bu stratejinin arkasındaki temel fikir, hiçbir tarafın diğerinden daha güçlü olmadığı bir ortam yaratmaktır. Bu sayede savaşın çıkması düşünülemez bile. Bu nedenle Bundeswehr’nın (Alman Silahlı Kuvvetleri) anayasanın gerektirdiği gibi ülkeyi ve ittifakı savunma kabiliyeti nihayet yeniden tesis edilmelidir. Ve müttefiklerimiz ile birlikte, kurulan dengenin değişmesine izin verilmemesi konusundaki kararlılığımızı Rusya’ya göstermeliyiz.

Ancak Schmidt, barışın korunması için güç dengesinin gerekli olduğunu ancak yeterli bir unsur olmadığını vurgulamıştır. Ayrıca askeri dengeyi siyasi açıdan istikrara kavuşturmak için de hazırlıklı olunmalıdır. Buna, sorunlarını ve isteklerini anlayabilmek amacıyla diğer tarafla teması sürdürmek de dahildir. Ve buna yeni bir güvenlik mimarisinin önemli unsurları olan karşılıklı güvenin yanı sıra siyasi ve askeri öngörülebilirliği de güçlendiren; istikrar sağlayıcı anlaşmalar, askeri güveni arttırıcı önlemler ve silah kontrolü ile silahsızlanma anlaşmaları da dahildir.

NachDenkSeiten: Savunma Bakanı Boris Pistorius gibi siyasetçiler ve bazıları Almanya’nın yeniden ‘’savaşa hazır’’ hale gelmesini istiyorlar. Siz ise Bundeswehr’nın şu anda yapmadığı ulusal savunma görevini yeniden yerine getirmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Bu iki görüş arasındaki fark nedir? Ve Federal Almanya Cumhuriyeti’ni somut olarak kim ve ne tehdit etmektedir?

Harald Kujat: Benim için Anayasa, dış politika ve güvenlik politikaları için bir ölçüttür, Federal Hükümet için de bir ölçüt olmalıdır. Anayasa’nın 87a maddesi ‘’Federal Hükümet silahlı kuvvetleri savunma için kurar’’ der. Madde 24 (2) ile bağlantılı olarak, ‘’Federal hükümet, barışın korunması için karşılıklı bir kolektif güvenlik sistemine katılabilir’’ der. Yani başka bir deyişle Kuzey Atlantik İttifakı, ülkeyi ve ittifakı savunma kabiliyeti anlamına gelmektedir. Dönemin Federal Hükümeti 2011 yılında önce mali nedenlerle zorunlu askerlik hizmetini askıya almış, ardından da ülkeyi ve ittifakları savunma kabiliyetini ortadan kaldıran ‘’die Neuausrichtung der Bundeswehr’’  (Bundeswehr’nın yeniden düzenlenmesi) isimli bir reform gerçekleştirmiştir.

Gerekçe de Avrupa ve Almanya’ya yönelik konvansiyonel bir tehdit olmaması ve Rusya ile ilişkilerin olumlu yönde gelişmesiydi. Bu, anayasanın açık bir ihlaliydi ve o zaman da bilmemiz gerektiği gibi yanlış bir karardı. Savunma Bakanı Pistorius bu yanlış kararı düzeltmek istediği için takdiri hak ediyor. Bana göre bunun için anayasal görevi yerine getirmekten başka bir gerekçeye gerek yoktur. Ne de olsa 2011 yılında güvenlik politikası durumuna ve tehdit analizine ilişkin değerlendirmemiz konusunda bir hata yaptık ve bir başka hata bize pahalıya mal olabilir.

NachDenkSeiten: Ukrayna savaşının küresel çapta bir çatışmaya dönüşmesi tehlikesi konusunda uyarılarda bulunuyorsunuz. Bazı gözlemciler de üçüncü dünya savaşının çoktan başladığına inanıyorlar. Siz de kısa süre önce ‘’belirsizlik ve büyük çatışmalar çağı’’ndan bahsettiniz. Bunu kısaca açıklayabilir misiniz?  

Harald Kujat: Savaş uzadıkça ve Ukrayna’nın askeri yenilgisi yaklaştıkça, nükleer tırmanma tehlikesi de dahil olmak üzere büyük bir Avrupa savaşına dönüşme riski artmaktadır. Büyük bir savaş potansiyeli taşıyan diğer çatışma bölgeleri arasında çözülemeyen Filistin meselesi, Suudi Arabistan ve İran arasındaki rekabet, İran ve ABD arasındaki gerilimler, Türkiye’nin bölgesel hegemonik hırsları ve Kuzey ile Güney Kore arasındaki gerilimin tırmanması da dahil olmak üzere Basra Körfezi ve Yakın Doğu yer almaktadır. Kim Jong-Un Ocak ayında Güney Kore’yi düşman devlet olarak nitelendirmişti. Rusya’nın Orta Doğu, Afrika ve Güney Amerika’da artan etkisi de ABD tarafından endişe ile takip edilmektedir. Ve son çatışma bölgesi de Tayvan sorunu ve ABD ile Çin arasındaki jeopolitik rekabet nedeniyle Güney Çin Denizi ve Malakka Boğazıdır.

NachDenkSeiten: Sizce Rusya’nın da dahil olduğu bir Avrupa güvenlik sistemi nasıl olacaktır?

Harald Kujat: Bir Avrupa barış ve güvenlik düzeni yaratmayı başarıp başaramayacağımız Ukrayna’daki savaşın nasıl sona ereceğine bağlıdır. İstanbul müzakerelerini çıkarların uzlaşmasına dayalı barışçıl bir çözümle sonuçlandırma fırsatı kaçırıldı. İkili müzakereleri yeniden başlatmak mümkün olsa bile, bu süre zarfında yaşananlardan sonra aynı sonuca ulaşmak mümkün olmayacaktır. Yine de Çin’in bir yıldan daha uzun bir süre önce on iki maddelik belgesinde önerdiği yaklaşımın, her iki tarafın da önüne koyduğu engelleri aştığı için mantıklı olduğuna inanıyorum.

Macaristan Başbakanı’nın girişimi de aynı yönde ilerliyormuş gibi görünüyor. Zelenski ve Putin’le yaptığı görüşmelerin ardından Xi Jinping ve Donald Trump’la da görüşen Orbán, bu iki liderin sadece savaşı sona erdirmekle ilgilenmediklerini, aynı zamanda ateşkes ve müzakere edilmiş bir barışı uygulama gücüne de sahip olduklarını ifade etti. Geriye Orbán’ın barış girişiminin tüm Avrupalıların güvenlik çıkarlarını gözeten, sürdürülebilir ve Avrupa’yı siyasi, ekonomik ve askeri açıdan kendini göstermeye yaklaştıran yeni bir Avrupa barış ve güvenlik mimarisine yol açmasını ummak kalıyor.

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English