Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Harald Kujat: Savaş nasıl sona ererse ersin kaybeden Ukrayna halkı ve Avrupa

Yayınlanma

Editörün notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz metin, eski Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve eski NATO Askeri Komitesi Başkanı Harald Kujat’ın Almanya’dan yayın yapan NachDenkSeiten’e verdiği uzun mülakatın ikinci bölümü (birinci bölümü için buraya tıklayınız). Kujat, Ukrayna savaşının dünyada ve Avrupa’da yaratacağı sonuçlara ilişkin öngörülerini tekrarlarken, savaşın devam etmesi halinde daha büyük bir çatışma ihtmalinin arttığına işaret ediyor. Almanya’nın “savaş” için değil “savunma” için silahlı kuvvetlerini reforme etmesi gerektiğini düşünen Kujat, NATO-Rusya ilişkilerinin bozulmasında esas rolün tek taraflı hamleler yapan ABD’de olduğunu söylüyor. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Eski General Harald Kujat: “Batı’nın ciddi yanlış hesapları Avrupa için sonuçlar doğuracak”

Eva Peli
NachDenkSeiten
25 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Eski Alman Silahlı Kuvvetleri Genel Müfettişi ve eski NATO Askeri Komitesi Başkanı Harald Kujat, uzun süredir Ukrayna’daki savaşın daha da tırmanmasının sonuçları konusunda uyarılarda bulunuyor. Röportajın ikinci bölümünde üçüncü bir dünya savaşı tehlikesinden, 2022 yılında İstanbul’da yapılan müzakerelerden ve çatışmanın sebeplerinden bahsediyor. Ayrıca ortaya bir bakış açısı koyuyor. Emekli generalle röportajı Eva Peli yaptı.

NachDenkSeiten: Batı’nın en başından beri tırmanmayla ilgili bir planı, buna yönelik bir stratejisi var mı? Yoksa tarihçi Christopher Clark’ın Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemi tanımlarken söylediği gibi uyurgezerleriş başında mi?

Harald Kujat: Her strateji tırmanma unsurları içerir, çünkü düşmanın eylemleri ve tepkileri önceden düşünülmelidir. Ukrayna savaşının seyri ABD’nin, Rus Silahlı kuvvetlerinin gücünü ve kendilerini yeniden yapılandırma kabiliyetini hafife aldığını gösteriyor. Bu yüzden de jeostratejik hedeflerini sürdürülebilmek için, kendini yeniden yapılandıran duruma karşı sürekli olarak destekleyici tedbirlerini artırmaları gerekiyor. Ukrayna’daki kritik durum yüzünden Batı, sürekli daha güçlü silah sistemleriyle tırmanışı artırmak zorunda kalıyor. Bundan dolayı da savaşa dolaylı ve doğrudan katılım arasındaki gri alanda hareket ediyorlar. Örnek vermek gerekirse, bu duruma Başkan Biden’ın kendisinin ifadesiyle ‘’üçüncü dünya savaşından kaçınmak’’ için iki yıldan fazla bir süredir ABD silah sistemlerinin Rus topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasını reddetmesi de dahildir.

Şu anda fikrini değiştirdiğine göre, artık üçüncü bir dünya savaşını tetiklemekten endişe edip etmediği ya da Ukrayna’daki kritik durum karşısında bu riski almaya hazır olup olmadığı sorulmalıdır. Ukrayna hava sahasında bulunan Rus füzelerine, komşu NATO ülkelerinin hava sahalarından kalkan savaş uçaklarıyla müdahale etmek de kayda değer bir tırmanmadır. F-16 savaş uçakları yakında uzun menzilli havadan havaya füzeleriyle Rus uçaklarına Ukrayna sınırından 70 kilometreden fazla bir mesafeden süzülme bombalarını [glide bomb] bırakmadan önce müdahale edebilecekler. Bu aynı zamanda Ukraynalı askerlerin cephe hattının hemen yakınında, Rus silahlarının menzil alanı içinde eğitilmesini de içeriyor.

Bu ve buna benzer önlemler bir arada düşünüldüğünde bile askeri durumu Ukrayna’nın lehine dönüştürmeye yeterli değil, ancak önlemlerin her biri Rusya ile doğrudan çatışma riski taşıyor. Ukrayna savaşı giderek doruk noktasına yaklaşırken Zelenski’nin Rusya ve NATO arasında savaşı tırmandırmak istediğine dair verdiği izlenim güçleniyor, çünkü feci bir askeri yenilgiyi önlemenin ve Ukrayna Devlet Başkanı olarak hayatta kalmasının tek yolu bu.

Sadece Alman Şansölyesi değil, İtalya ve Macaristan Dışişleri Bakanları ve Başkan Biden da silahlı kuvvetlerinin Ukrayna’daki savaşa askeri müdahalede bulunmasını reddetti. Hatta Macaristan Başbakanı Orban şunları söylemişti: ‘’Bugün Brüksel’de ve Washington’da, belki daha çok Brüksel’de, olası doğrudan bir askeri çatışma için hazırlık havası vardır. Bunu rahatlıkla ‘Avrupa’nın savaş hazırlığı’ olarak adlandırabiliriz.’’ Ancak ittifak içinde şimdiye kadarki çatışmacı tutumu kabul etmeyen ülkelerin sayısı giderek artmaktadır. NATO Askeri Komitesi eski başkanlarından olan Çek Cumhurbaşkanı Petr Pavel de fikrini değiştirerek naiflik yerine gerçekçilik çağrısında bulundu ve müzakere edilmiş uzlaşma şeklinde bir çözüm önerdi.

NachDenkSeiten: Çatışmaların sona erdirilmesi için Kiev ve Moskova arasında ilk görüşmeler 2022’de yapılmıştı ve her iki taraf da şaşırtıcı şekilde uzlaşmaya istekliydi. Mart 2022’deki İstanbul müzakereleri konusunda 2023 sonbaharında siyaset bilimci Hajo Funke ile birlikte bir analiz yayınladınız. Son zamanlarda bu konuyla ilgili olarak Nisan 2022’de yapılabilecek olası bir barış anlaşmasından söz eden yeni yayınlar var. Bu barış fırsatı neden ve kim tarafından heba edildi?

Harald Kujat: Alman kamuoyu bu konuda uzun süre bilgilendirilmemişti. ABD medyası ise aksine, Eylül 2022’nin başı gibi çok erken bir tarihte konuyu Foreign Affairs dergisinde haberleştirdi: ‘’Rus ve Ukraynalı arabulucular, müzakere edilmiş bir ara çözümün ana hatları üzerinde geçici olarak anlaşmış gibi görünüyor. Rusya Donbass bölgesinin bir kısmını ve Kırım’ı kontrol ettiği 23 Şubat’taki pozisyonuna geri çekilecek ve bunun karşılığında da Ukrayna, NATO üyeliğine başvurmayacağını ve bunun yerine bir dizi ülkeden güvenlik garantisi alacağını taahhüt edecekti.’’

İstanbul müzakereleriyle ilgili ABD’de giderek daha fazla yayın çıkıyor, örneğin Foreign Affairs dergisinde 16 Nisan 2024 tarihinde müzakerelerin önemi ve savaşı sona erdirme ihtimali tartışılıyor. New York Times gazetesi, 15 Haziran 2024 tarihinde ‘’Ukraine-Russia Peace Is a Elusive as Ever. But in 2022 They Were Talking’’ [‘’Ukrayna ve Rusya arasında barış her zamanki gibi zor. Ama 2022’de konuşuyorlardı’’] başlıklı makalesinde müzakereler sırasında elde edilen belgeleri yayınlayarak müzakerelerin seyrini ortaya koymuştur. Ayrıca makaleden, bazı NATO ülkelerinin müzakerelerin seyrinden haberdar olduğu ve belgelere de sahip oldukları anlaşılmaktadır. Müzakereler Nisan ortasına kadar devam etse de Ukrainska Pravda isimli online gazetenin 5 Mayıs 2022 tarihindeki yayınına göre dönemin İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın 9 Nisan’da Kiev’e yaptığı ziyaret, müzakerelerin sona ermesinde kilit rol oynadı.

Almanya’da da İstanbul barış görüşmelerinin sona ermesi üzerinde Batı’nın etkisini kanıtlayan, dikkatle araştırılmış belgeseller yayınlandı. Ve savaşın erken bitme ihtimaline değinen Almanya’daki herkes de ‘’Kremlin söylemleri’’ yaymakla karalandı. Ukraynalı baş müzakereci David Arakhamia’nın açıklamaları bile dinlenmedi:

‘’Ruslar, tıpkı Finlandiya’nın da bir zamanlar yaptığı gibi bizim de tarafsızlığı kabul etmemiz ve NATO’ya katılmayacağımızı taahhüt etmemiz halinde savaşı sonlandırmaya hazırdı.’’ Ve devam ediyor: ‘’İstanbul’dan döndüğümüzde, Johnson Kiev’e gelerek hiçbir şey imzalamamız gerektiğini ve yalnızca savaşmamız gerektiğini söyledi.’’

Bu, ABD liderliğinde Batı’nın yaptığı en yanlış tespitlerden biridir ve Avrupa için ekonomik sonuçları şimdiden inanılmaz büyük boyutlara ulaşmıştır. Savaşın sona ermesinden sonra da uzun yıllar boyunca bu yükü taşımak zorunda kalacaklardır. Savaş nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, kaybedenler şimdiden ortadadır: Ukrayna halkı ve Avrupa.

NachDenkSeiten: Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock gibi hükümet politikacıları sürekli olarak Rusya’nın yalnızca ‘’saldırı savaşından’’ değil, aynı zamanda Ukrayna’ya karşı yürütülen bir ‘’imha savaşından’’ bahsediyorlar. Sürekli ‘’Rusya kazanmamalıdır’’ diye açıklamalar yapıyorlar ve bu açıklamalar, ‘’savaşı Rusya’ya taşımak’’ istemelerine kadar uzanıyor. Bu durum nasıl değerlendirilmelidir?

Harald Kujat: Tekil açıklamalar üzerine konuşmak istemiyorum. Genel olarak, niteliksiz açıklamaların ana nedenlerinden birinin güvenlik politikası öngörü eksikliği ve stratejik muhakeme eksikliği olduğuna inanıyorum. Almanya’da pek çok saçma sapan şey söylenebilir ve hakim görüş çizgisinden çıkılmadığı sürece medyanın ilgisinin çekileceğinden de emin olabilirsiniz. Bu her şeyden önce Ukrayna’daki savaşla ilgili tartışmaların ağırlıklı olarak yetersizlik, vurdumduymazlık ve ideoloji ile karakterize olması nedeniyle mümkündür.

Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Kujat: İsviçre tarafsızlığını dişiyle tırnağıyla korumalı

NachDenkSeiten: Alman medyasının çatışma konusundaki rolünü nasıl görüyorsunuz?

Harald Kujat: Alman medyası hiçbir çekince duymadan ve ağırlıklı olarak Rusya’nın saldırısına uğrayan Ukrayna’nın tarafını tutmuştur. Bu anlaşılabilir duygusal bir tepkidir. Rus saldırısının uluslararası hukuka aykırı olduğu ve Ukrayna’nın BM Antlaşması’nda yer alan meşru müdafaa hakkını kullandığı gerçeği tartışmaya açık değildir. Fakat BM Antlaşması, Birleşmiş Milletler’in esas amacının barışın korunup yeniden tesis edilmesi olduğunu belirtmektedir. Ne yazık ki bu husus medyada hiçbir rol oynamamaktadır.

Açık ve çoğulcu bir toplumda medya, ancak gerçeğe saygı göstererek güvenilir bir şekilde gerçekleştirilebilecek bir bilgilendirme görevine sahiptir. Alman medyasının güvenilirliği tek taraflı haberler ve fikir gazeteciliği sebebiyle büyük ölçüde kaybolmuştur. Neredeyse sadece medyada söz sahibi olan sözde uzmanların yanlış değerlendirmelerinin özellikle vahim olduğu kanıtlanmıştır. Aynı zamanda tek taraflı açıklamaların da yanlış olduğunu düşünüyorum çünkü yayınlanmış görüşlerin siyasetçiler üzerindeki etkisinin büyük olduğu ve çoğu zaman kararlarında rol oynadığı bilinmektedir. Yeni bir silah sistemi için yapılan her çağrının, gidişatı Ukrayna’nın lehine çevireceği ve ulaşılması mümkün olmayan siyasi hedeflere ulaşılabileceği izlenimi vermesi Ukrayna hükümetinin yararına olabilir, ancak Ukrayna halkına karşı sorumsuzcadır.

NachDenkSeiten: Alexander Rahr gibi birçok yazar ve uzman NATO’nun doğuya doğru genişlemesini mevcut olayların en önemli nedenlerinden biri olarak görüyor. NATO’daki genişleme süreçlerinden birinde siz yetkiliydiniz. Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

Harald Kujat: Kasım 1991’de NATO, Rusya’daki gelişmelere ve Varşova Paktı’nın dağılmasına stratejik bir konseptle yanıt vermişti. Bu konseptin amacı Soğuk Savaş’ın aşılması ve Rusya ile ilişkilerde yeni bir dönemin başlatılmasıydı. Varşova Paktı’nın eski üye devletleri ve eski Sovyet cumhuriyetleri için Batı’ya bir pencere açılmıştı ancak bu pencerenin varlığını uzun süre sürdüreceği konusunda şüpheciydiler. Bu sebeple de hızlı bir şekilde NATO’ya ve Avrupa Birliği’ne katılmaya çalıştılar. Alman politikacılar, hissettikleri tarihsel sorumluluk ve bu ülkelerin Orta Avrupa’ya olan kültürel aidiyetleri sebebiyle bu isteğe çok olumlu yaklaşmışlardır. Buna ek olarak, NATO ile katılım müzakereleri ve hatta bu ülkelerdeki üyelik ihtimali, bu ülkelerde birçok olumlu ulusal ve uluslararası değişimi de beraberinde getirmiştir.

Buna karşın, Rusya’nın 1990’ların ortalarından itibaren öncelikli amacı, Rusya ve NATO arasında bir savaşa dönüşebilecek olası gerilim ve krizleri ortaklaşa ve dostane bir şekilde çözmek için eski Varşova Paktı ülkeleri ve eski Sovyet cumhuriyetleri bölgesinde bir tampon bölge oluşturmaktı. Bu husus NATO-Rusya Kurucu Anlaşması’nın müzakerelerinde de önemli  bir rol oynamıştır. Rusya ile NATO arasında bir ‘’cordon sanitaire’’ (güvenlik kordonu) oluşturulmasına yönelik jeostratejik ilgi, bir süre önce Ukrayna’daki savaşla bağlantılı fakat değiştirilmiş bir biçimde tekrar gündeme gelmiştir. NATO’nun genişlemesi sırasında Rusya, her bir vakayı iki taraflı tarihsel bir perspektiften ve NATO ile Rusya arasındaki denge üzerindeki jeostratejik etkisi açısından ayrıştırarak değerlendirmiştir.

NATO, NATO-Rusya Kurucu Anlaşması temelinde Rusya ile stratejik ortaklık kurarak Rusya’nın genişleme konusundaki endişelerini gidermeye çalışmıştır. Gerçekten de NATO-Rusya Konseyi’nde yakın siyasi koordinasyon ve yapıcı askeri işbirliği geliştirilmiştir. Ancak 2002 gibi erken bir tarihte Rusya, Anti-Balistik Füze Antlaşmasının tek taraflı olarak feshedilmesi ve NATO’nun Polonya ve Romanya’da eş zamanlı olarak balistik füze savunma sistemi inşa etmesiyle güç dengesinin tehlikeye girdiğini gördü. Bunu ABD’nin yine tek taraflı olarak iptal ettiği önemli silahsızlanma ve silah kontrolü anlaşmaları izlemiştir. Bunlar arasında, Almanya’ya yerleştirilmesi planlanan ABD orta menzilli füze sistemleri nedeniyle bir kez daha son derece güncel olan, Avrupa-stratejik orta menzilli nükleer füzelere ilişkin Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması (INF) da yer almaktadır.

Siyasi kırılma ise, 2008 yılında dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un Bükreş’te düzenlenen NATO zirvesinde Ukrayna ve Gürcistan’ı NATO’ya üye olmaya davet etmesiyle başladı. Bu durum Rusya’ya göre güç dengesini tamamen değiştirecek ve Rusya için ciddi bir jeostratejik risk teşkil edecekti.

Ben NATO-Rusya Konseyi’nin askıya alınmasını özellikle bir sorun olarak görüyorum, çünkü NATO-Rusya Konseyi hem siyasi hem de askeri alanda etkili bir kriz yönetimi mekanizmasıdır. Gerilimi azaltmak için ve ortaya bir kriz çıkması durumunda başa çıkabilmek için güvene dayalı işbirliği döneminde kurulan bir mekanizmayı kenara atmak rasyonel bir siyasi davranış değildir.

Harald Kujat: Tek kutuplu dünya düzeni yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakabilir

NachDenkSeiten: Batılı ülkeler tarafından Ukrayna’daki savaş, silahlanmanın artırılması için bir gerekçe olarak kullanılıyor. Bu da Rusya’nın birkaç yıl içinde bir NATO ülkesine saldıracağı iddiası gibi örnekleri kapsayan ‘’Rus tehdidi’’ ile gerekçelendiriliyor. Siz bu yeni ‘’Rus tehdidini’’ nasıl değerlendiriyorsunuz?

Harald Kujat: Ne Rus hükümetinin güvenlik ve strateji politikası konusundaki belgeleri ne de Putin’in kamuoyuna yaptığı açıklamalar, NATO ülkelerine yönelik herhangi bir saldırı planına işaret etmemektedir. ABD’li politikacılar tarafından aksi iddia edilse de ABD hükümetinin kendi resmi tehdit analizleri bile, 2024 analizi de dahil olmak üzere, Rusya’nın böyle bir niyeti olduğunu göstermemektedir. ABD’nin güncel tehdit analizi şöyle demektedir:

‘’Rusya büyük ihtimalle ABD ve NATO silahlı kuvvetleriyle doğrudan bir askeri çatışma istememektedir ve asimetrik faaliyetlerine küresel çatışma eşiği olarak gördüğü seviyenin altında devam edecektir.’’

Savaşın bugüne kadarki seyri de bu varsayımı haklı çıkarmamaktadır. Ukrayna’ya karşı saldırı başladığında Rus birlikleri 190.000 askerden oluşmaktaydı. Kendisinden iki kat daha güçlü olan ve sekiz yıldır Batı tarafından iyi bir şekilde donatılan ve eğitilen Ukrayna silahlı kuvvetlerine karşı Ukrayna’nın fethedilmesi ve işgal edilmesi söz konusu değildir ve Rusya’nın da böyle bir niyeti olmadığı açıktır. Bu anlamsız olurdu. Bu ancak, Rusya’nın Ukrayna’yı daha sonradan bir NATO ülkesine saldırmak için sıçrama tahtası olarak kullanması durumunda gerekli olabilirdi. Rusya ve ABD doğrudan bir çatışmadan kaçınmak isteseler de savaş ne kadar uzun sürerse ve Ukrayna’nın askeri durumu ne kadar kötüleşirse, NATO-Rusya savaşının genişleme ve tırmanma riski de o kadar artacaktır.

Biz de Helmut Schmidt tarafından savunulan askeri denge stratejisine geri dönmeliyiz. Bu stratejinin arkasındaki temel fikir, hiçbir tarafın diğerinden daha güçlü olmadığı bir ortam yaratmaktır. Bu sayede savaşın çıkması düşünülemez bile. Bu nedenle Bundeswehr’nın (Alman Silahlı Kuvvetleri) anayasanın gerektirdiği gibi ülkeyi ve ittifakı savunma kabiliyeti nihayet yeniden tesis edilmelidir. Ve müttefiklerimiz ile birlikte, kurulan dengenin değişmesine izin verilmemesi konusundaki kararlılığımızı Rusya’ya göstermeliyiz.

Ancak Schmidt, barışın korunması için güç dengesinin gerekli olduğunu ancak yeterli bir unsur olmadığını vurgulamıştır. Ayrıca askeri dengeyi siyasi açıdan istikrara kavuşturmak için de hazırlıklı olunmalıdır. Buna, sorunlarını ve isteklerini anlayabilmek amacıyla diğer tarafla teması sürdürmek de dahildir. Ve buna yeni bir güvenlik mimarisinin önemli unsurları olan karşılıklı güvenin yanı sıra siyasi ve askeri öngörülebilirliği de güçlendiren; istikrar sağlayıcı anlaşmalar, askeri güveni arttırıcı önlemler ve silah kontrolü ile silahsızlanma anlaşmaları da dahildir.

NachDenkSeiten: Savunma Bakanı Boris Pistorius gibi siyasetçiler ve bazıları Almanya’nın yeniden ‘’savaşa hazır’’ hale gelmesini istiyorlar. Siz ise Bundeswehr’nın şu anda yapmadığı ulusal savunma görevini yeniden yerine getirmesi gerektiğini savunuyorsunuz. Bu iki görüş arasındaki fark nedir? Ve Federal Almanya Cumhuriyeti’ni somut olarak kim ve ne tehdit etmektedir?

Harald Kujat: Benim için Anayasa, dış politika ve güvenlik politikaları için bir ölçüttür, Federal Hükümet için de bir ölçüt olmalıdır. Anayasa’nın 87a maddesi ‘’Federal Hükümet silahlı kuvvetleri savunma için kurar’’ der. Madde 24 (2) ile bağlantılı olarak, ‘’Federal hükümet, barışın korunması için karşılıklı bir kolektif güvenlik sistemine katılabilir’’ der. Yani başka bir deyişle Kuzey Atlantik İttifakı, ülkeyi ve ittifakı savunma kabiliyeti anlamına gelmektedir. Dönemin Federal Hükümeti 2011 yılında önce mali nedenlerle zorunlu askerlik hizmetini askıya almış, ardından da ülkeyi ve ittifakları savunma kabiliyetini ortadan kaldıran ‘’die Neuausrichtung der Bundeswehr’’  (Bundeswehr’nın yeniden düzenlenmesi) isimli bir reform gerçekleştirmiştir.

Gerekçe de Avrupa ve Almanya’ya yönelik konvansiyonel bir tehdit olmaması ve Rusya ile ilişkilerin olumlu yönde gelişmesiydi. Bu, anayasanın açık bir ihlaliydi ve o zaman da bilmemiz gerektiği gibi yanlış bir karardı. Savunma Bakanı Pistorius bu yanlış kararı düzeltmek istediği için takdiri hak ediyor. Bana göre bunun için anayasal görevi yerine getirmekten başka bir gerekçeye gerek yoktur. Ne de olsa 2011 yılında güvenlik politikası durumuna ve tehdit analizine ilişkin değerlendirmemiz konusunda bir hata yaptık ve bir başka hata bize pahalıya mal olabilir.

NachDenkSeiten: Ukrayna savaşının küresel çapta bir çatışmaya dönüşmesi tehlikesi konusunda uyarılarda bulunuyorsunuz. Bazı gözlemciler de üçüncü dünya savaşının çoktan başladığına inanıyorlar. Siz de kısa süre önce ‘’belirsizlik ve büyük çatışmalar çağı’’ndan bahsettiniz. Bunu kısaca açıklayabilir misiniz?  

Harald Kujat: Savaş uzadıkça ve Ukrayna’nın askeri yenilgisi yaklaştıkça, nükleer tırmanma tehlikesi de dahil olmak üzere büyük bir Avrupa savaşına dönüşme riski artmaktadır. Büyük bir savaş potansiyeli taşıyan diğer çatışma bölgeleri arasında çözülemeyen Filistin meselesi, Suudi Arabistan ve İran arasındaki rekabet, İran ve ABD arasındaki gerilimler, Türkiye’nin bölgesel hegemonik hırsları ve Kuzey ile Güney Kore arasındaki gerilimin tırmanması da dahil olmak üzere Basra Körfezi ve Yakın Doğu yer almaktadır. Kim Jong-Un Ocak ayında Güney Kore’yi düşman devlet olarak nitelendirmişti. Rusya’nın Orta Doğu, Afrika ve Güney Amerika’da artan etkisi de ABD tarafından endişe ile takip edilmektedir. Ve son çatışma bölgesi de Tayvan sorunu ve ABD ile Çin arasındaki jeopolitik rekabet nedeniyle Güney Çin Denizi ve Malakka Boğazıdır.

Eski NATO-Rusya Konseyi Başkanı Kujat: ABD iki cepheli savaş yürütemeyeceğinin farkında

NachDenkSeiten: Sizce Rusya’nın da dahil olduğu bir Avrupa güvenlik sistemi nasıl olacaktır?

Harald Kujat: Bir Avrupa barış ve güvenlik düzeni yaratmayı başarıp başaramayacağımız Ukrayna’daki savaşın nasıl sona ereceğine bağlıdır. İstanbul müzakerelerini çıkarların uzlaşmasına dayalı barışçıl bir çözümle sonuçlandırma fırsatı kaçırıldı. İkili müzakereleri yeniden başlatmak mümkün olsa bile, bu süre zarfında yaşananlardan sonra aynı sonuca ulaşmak mümkün olmayacaktır. Yine de Çin’in bir yıldan daha uzun bir süre önce on iki maddelik belgesinde önerdiği yaklaşımın, her iki tarafın da önüne koyduğu engelleri aştığı için mantıklı olduğuna inanıyorum.

Macaristan Başbakanı’nın girişimi de aynı yönde ilerliyormuş gibi görünüyor. Zelenski ve Putin’le yaptığı görüşmelerin ardından Xi Jinping ve Donald Trump’la da görüşen Orbán, bu iki liderin sadece savaşı sona erdirmekle ilgilenmediklerini, aynı zamanda ateşkes ve müzakere edilmiş bir barışı uygulama gücüne de sahip olduklarını ifade etti. Geriye Orbán’ın barış girişiminin tüm Avrupalıların güvenlik çıkarlarını gözeten, sürdürülebilir ve Avrupa’yı siyasi, ekonomik ve askeri açıdan kendini göstermeye yaklaştıran yeni bir Avrupa barış ve güvenlik mimarisine yol açmasını ummak kalıyor.

Dünya Basını

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, faşizmin yalnızca Avrupa’ya özgü tarihsel bir patoloji ya da belirli ideolojik çevrelerle sınırlı bir sapkınlık olmadığını öne sürerek; bu kavramı bir tarihsel dönemle ya da belirli bir coğrafyayla sınırlı, kapanmış bir istisna olarak değil; farklı bağlamlarda, farklı özneler eliyle yeniden üretilebilen, süreğen ve dönüşken bir siyasal form olarak düşünmeye davet ediyor. Yazar, faşizmin yalnızca ezen sınıfların değil, tarihsel olarak ezilmiş, hatta soykırıma uğramış topluluklar içinde dahi, belirli sınıfsal ve siyasal koşullar altında gelişebileceğini ileri sürüyor. Bu tez, Mussolini İtalyası’nda faşizme angaje olmuş Yahudilerden başlayarak, günümüz İsrail’ine uzanan bir süreklilik hattı üzerinden kuruluyor.

Özellikle erken dönem Siyonizm’in Avrupa faşizmleriyle kurduğu ideolojik ve stratejik akrabalıklara dikkat çeken metin, bu akrabalığın bugün İsrail sağında -ve onun diasporadaki uzantılarında- işgal, etnik temizlik ve apartheid pratikleriyle nasıl yeniden vücut bulduğunu ortaya koyuyor.

Metin yalnızca İsrail’in güncel soykırım rejimini değil, bu rejimi mümkün kılan tarihsel süreklilikleri ve ideolojik zeminleri de açığa çıkarıyor. Filistin halkına yöneltilen ve yıllar içinde soykırım karakteri kazanan saldırıların, başka coğrafyalarda “faşizm” olarak adlandırılmakta tereddüt edilmeyen pratiklerle nasıl örtüştüğünü -ve hatta kimi yönleriyle onları aştığını- ifşa etmiş oluyor.

***

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Larry Haiven, 30 Mayıs 2025

Çeviren: Leman Meral Ünal

İsrail’in Gazze’de 20 aydır sürdürdüğü katliama ve öncesinde giriştiği “yargı darbesi” teşebbüsüne rağmen, Batı kamuoyunun hayal dünyasında inatla yaşamaya devam eden şu efsane var: Bu yaşananlar gerçek olamaz. Ortadoğu’daki sözümona “tek demokrasi” olan İsrail, nasıl faşizme kayıyor olabilir ki? Nitekim sıklıkla bu sorunun farklı bir türeviyle karşılaşıyoruz: Onca acı çekmiş, Holokost’u yaşamış bir halk olarak Yahudiler –İsrail’le özdeşleştirilerek– nasıl olur da Gazze’deki gibi vahşetlere imza atabilirler? İsrail’in (aslında hiç de hak edilmemiş) “uluslar arasında bir ışık” olduğu yönündeki imajını nasıl bu denli yerle bir edebilirler?

1995 yılında, İtalyan yazar Umberto Eco, Benito Mussolini döneminde büyüme deneyimlerine dayanan bir deneme kaleme almıştı. Eco’ya göre, Nazizm’in aksine, İtalyan faşizmi tutarlı bir ideolojiden ziyade, çelişkilerle doluydu. Ancak o yine de tüm otoriter rejimlerin atası, “ilksel faşizm”in (Ur-Faşizm) kaynağıydı. Eco, Ur-Faşizm’in 14 özelliğini sıralıyordu.

Bugünkü siyasal manzarayı düşünürken, bu özelliklerin en azından bir kısmını anımsamakta fayda var: Gerçek ya da uydurma geleneklere dayanma; modernizmin reddi (Aydınlanma sonrası her şeyin yozlaştığı iddiası); eylem ve şiddet kültü; bireysel kimliğin ulus ya da grubun içinde eritilmesi; muhalefetin ya da karşıt düşüncenin ihanetle eşitlenmesi; yabancı ve göçmen düşmanlığı; kültürel ve ekonomik dönüşüm karşısında hayal kırıklığına uğramış orta sınıfa seslenme; düşman tehditlerinin abartılması; “zayıf” olanlara duyulan küçümseme; kahramanlık ve ölüme, özellikle düşmanın ölümüne duyulan hayranlık; erkeksi güç gösterileri; seçici popülizm ve liderin “ortak irade”nin temsilcisi olduğu fikri; içi boş sloganların kullanımı.

Yakın dönemde Yale Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılıp iki meslektaşıyla birlikte Kanada’ya yerleşen filozof Jason Stanley, How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler?] adlı kitabında Eco’nun bu tespitlerinin çoğuna katılmakla birlikte, faşizmin esasen belirli siyasi inançlar bütünü olmaktan ziyade, iktidara ulaşmak için kullanılan bir dizi yöntem olduğunu savunur.

Peki, kimler faşist olabilir? Belki de şöyle sorulmalı: Faşizme karşı bağışıklığı olan, yani ona “yakalanmayacak” ya da teslim olmayacak bir topluluk var mıdır? Mesela Yahudiler? Auschwitz’ten sağ kurtulmuş birinin çocuğu ve Bağımsız Yahudi Sesleri (Independent Jewish Voices – IJV ) adlı oluşumun kurucu üyelerinden biri olarak, bu soruya ayrı bir ilgi duyuyorum.

Yanıtım hep aynı oldu: Yahudiler de diğer tüm halklar gibi, bu konuda herhangi bir istisna oluşturmaz. Faşizm altında acı çekmiş olmak, hiçbir halkı faşizme kapılmaktan bağışık kılmaz.

Bir topluluğun doğuştan belirli davranış özelliklerine sahip olduğu düşüncesi, yani “özcülük”, tüm ırkçılık biçimlerinin temelini oluşturur. Yahudilerin “özünde” “anti-faşist” olduğu düşüncesi de tıpkı diğer olumsuz kalıpyargılar kadar yanlıştır. Yahudiler, ne diğerlerinden daha iyi ne de daha kötüdür; bazılarımız faşist olabilir, bazılarımız anti-faşist, bazılarımız ise kafasını kuma gömebilir –tıpkı diğer tüm halklar gibi. Gerçi İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı şu dönemde kafayı kuma gömmek epey zorlaşmış durumda ama…

Gerçeği söylemek gerekirse, faşizmin 1920’ler ve 30’lardaki altın çağında da pek çok Yahudi faşistti.

Burada, en baştan beri antisemit olan Nazi Almanyası’ndan söz etmiyorum. Ancak faşizmin ilk örneği olan İtalya’ya dönecek olursak, işte oradan öğrenilecek bazı dersler var.

1991 yılında, İtalyan-Amerikalı gazeteci ve yazar Alexander Stille, Benevolence and Betrayal: Five Italian Jewish Families Under Fascism [İyilik ve İhanet: Faşizm Altında Beş İtalyan Yahudi Ailesi] adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, Yahudi tarihinin bu dönemini ele alan ilk ve nadir akademi dışı çalışmalardan biridir.

1861 yılında birleşik bir ulus haline gelen İtalya, kısa sürede Avrupa’daki pek çok ülkeye kıyasla Yahudilere karşı daha hoşgörülü bir yaklaşım benimsedi. Ülke genelindeki Yahudiler, Giuseppe Garibaldi’nin önderliğindeki Risorgimento (Yeniden Doğuş) hareketine hem maddi destek vermiş hem de bizzat katılmışlardı. Garibaldi’nin hamisi olan ve Yahudilere uzun süredir dostane yaklaşan liberal Savoy hanedanı, birleşik İtalya’nın hükümdarı olmuştu. Stille’in aktardığına göre:

“Birkaç on yıl içinde, İtalyan Yahudileri, başka hiçbir ülkede eşi görülmemiş bir kabul düzeyine ulaştı. Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus hakkında şiddetli tartışmalar yaşanırken, İtalyan Yahudiler generallik, bakanlık ve başbakanlık görevlerinde bulunuyordu. 1902 yılına gelindiğinde, kral tarafından atanan 350 senatörün altısı Yahudi idi. Bu sayı 1920’de 19’a yükseldi. Venedikli bir Yahudi olan Luigi Luzzatti 1910’da başbakan oldu. (…) Açıkça görülüyor ki önlerinde hiçbir engel yoktu.”

50 yıl sonra, İtalyan milliyetçiliği faşizme dönüştüğünde, Yahudilerin bir kısmı buna direndi. Ama birçoğu da bu otoriter dönüşümü kendi milliyetçi tutkularının doğal bir uzantısı olarak görerek destekledi. 1922’de Rusya’dan İtalya’ya göç eden Yahudi kökenli bir aileden gelen Stille şöyle diyor:

“İtalyan Yahudilerinin hikâyesini Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarından ayıran şey, Mussolini İtalyası’nda Yahudilerle faşistlerin uzun süreli birlikteliğiydi. İtalyan faşizmi, antisemitik bir yönelime girmeden önce 16 yıl boyunca iktidardaydı. Bu süre zarfında Yahudiler, diğer muhafazakâr İtalyanlar kadar Faşist Parti’ye üye oluyorlardı.”

Hatta Yahudiler, Mussolini’nin, Hitler’in etkisiyle savaş öncesinde çıkardığı “Irk Yasaları”na kadar Faşist Parti’ye kabul dahi ediliyorlardı. Nitekim İtalyan nüfusunun yalnızca yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, parti içindeki oranları bunun üç katıydı.

Mussolini sonunda onlara düşman olsa da, İtalyan Yahudileri Holokost’ta Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarına oranla daha az kayıp verdi. Irk Yasaları sonrası bile İtalyanlar, Yahudileri Nazi müttefiklerine teslim etmekte görece isteksizdi. Ancak 1943’te Mussolini’nin devrilmesi ve Alman birliklerinin kuzeyi işgal etmesiyle İtalyan Yahudilerine dönük kitlesel sürgün ve katliamlar başladı. Auschwitz’den sağ kurtulan ve Nazi soykırımının (ayrıca İsrail milliyetçiliğinin) en önemli eleştirmenlerinden biri haline gelen partizan Turinli Yahudi Primo Levi’nin kitapları, bu vahşeti tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Yine de İtalyan siyasetinin belirsizliği ve Nazizm’e tam bağlılık konusundaki tereddütler sayesindedir ki, 43,000 İtalyan Yahudisinden yalnızca 7,000’i (yani yüzde 8’i) katledildi – bu oran, Polonya’daki yüzde 90, Macaristan’daki yüzde 61 ve Fransa’daki yüzde 23’e nazaran Avrupa’nın en düşük oranlarından biriydi.

İtalyan faşizminin öne çıkan Yahudi figürlerinden biri de Mussolini’nin 1911–1930 arasındaki sevgilisi ve başdanışmanı Margherita Sarfatti idi. 1925’te Mussolini’nin övgü dolu bir biyografisini yazmıştı. Faşist hiyerarşi içinde yer alan diğer Yahudiler arasında İtalyan korporatizminin teorisyeni Gino Arias, Ferrara Belediye Başkanı Renzo Ravenna ve Trieste Belediye Başkanı Paolo Salem de bulunuyordu.

Stille’in kitabında öne çıkan isimlerden biri de, faşistlerin önde gelen Yahudi destekçisi Ettore Ovazza’ydı. Faşist Parti’yi finanse etmiş ve 1920’deki “Roma’ya Yürüyüş” darbesine katılmıştı. Torino kökenli zengin bir aileden gelen Ovazza, Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya için savaşmış, savaş sonrası komünist devrim tehlikesine karşı Mussolini ve Kara Gömlekliler’i desteklemişti. Ne var ki, savaşın sonlarına doğru kendisi ve ailesi SS tarafından infaz edildi. Mussolini’ye duyduğu bağlılık, Il Duce ile tanışmasını anlattığı anılarında açıkça görülmektedir:

“Bizi hafif bir tebessümle nazikçe karşıladı. Sakince masasının başında oturuyordu. Eşikte tereddütle duraksadığımızda içeriye girmemizi işaret etti. İlk kez Duce’nin yüzünü bu kadar yakından görecektim. Yahudilerin anavatana olan sarsılmaz bağlılığını ifade ettiğimde, Ekselansları Mussolini gözümün içine baktı ve kalbime işleyen bir sesle şunları söyledi: ‘Bundan bir an bile kuşku duymadım.’”

Faşist saflarda yer alan Yahudiler kadar, Primo Levi gibi anti-faşist Yahudiler de mücadelede büyük rol oynadı. Bazıları hapse atıldı, komünist fizik profesörü Eugenio Curiel gibi bazıları öldürüldü, doktor ve yazar Carlo Levi gibi bazıları ise Mussolini rejimi tarafından sürgüne gönderildi. Levi, sürgün yıllarını geçirdiği güneyin yoksul kasabasını anlattığı Christ Stopped at Eboli [İsa Eboli’de Durdu] adlı ünlü kitabını yazdı. Yayıncı Angelo Formiggini gibi bazıları ise Modena Katedrali’nin çan kulesinden atlayarak intihar etti.

Evet, Yahudiler de faşist olabilir. Yalnızca İtalya’da değil, İsrail’de de.

1948 öncesi Filistin’deki Yahudi siyasetinde ve sonrasında İsrail’de görülen faşist unsurlar ya da doğrudan faşizmin kendisi yeni bir olgu değildir. Nitekim İsrail’in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu, 1900’lerin başında İtalyan faşizmini benimseyen bir siyasi geleneğin mirasçısıdır. Netanyahu’nun babasının akıl hocası, Vladimir (Ze’ev) Jabotinsk’i İsrailli tarihçi Lenni Brenner’in sözleriyle hatırlatalım:

Jabotinsky’nin ‘Lejyoner’ [Osmanlı’dan Filistin’i almak için İngiliz ordusunda Yahudi birliği kurmayı amaçlayan] militarizmi ve aşırı milliyetçiliğinin, Siyon kampında bir Yahudi faşizmi arayanları cezbetmesi kaçınılmazdı. Liderle ilgili kişisel çekinceleri olsa da, hem kendi tabanından gelen baskılar hem de giderek radikalleşen çizgisinin iç mantığı, Jabotinsky’yi ve Revizyonist Siyonizm’i adım adım İtalyan faşizminin yörüngesine soktu.”

İsrail’in kurucu kadrolarının tamamı, Filistinlilerin etnik temizliğine inanan ve bunu daha kuruluşun ilk günlerinden itibaren fiilen uygulayan milliyetçilerdi. Ancak Jabotinsky, İsrail’in ilk yıllarına damga vuran İşçi Partisi çizgisinin oldukça sağında yer alıyordu. Jabotinsky’nin siyasi takipçileri arasında Netanyahu’nun babası Ben-Zvi Netanyahu ve ve daha sonra Herut (Özgürlük) Partisi’ni kuran terör örgütü Irgun’un lideri Menachem Begin de vardı. Herut, zamanla Likud’a dönüştü.

Sosyal demokrasiyi savunan, daha ihtiyatlı bir diplomasiyle toprak kazanımını gözeten ve bazı Filistinlilerin İsrail yurttaşı olmasına gönülsüz de olsa razı olan İşçi Partisi’nin aksine, Jabotinsky ve mirasçıları çok daha saldırgan, Filistinlilere karşı tahammülsüz ve serbest piyasa yanlısıydı. Canadian Dimension’da daha önce de belirttiğim üzere, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail sosyolojik açıdan, askeri ve bürokratik olmak üzere iki geniş siyasi elit zümreye ayrılmıştı: Kibbutznikler (çoğunlukla seküler, Aşkenaz, sosyal demokrat ve toprak taleplerinde daha mütevazı) ve mithnachlim (daha çok Mizrahi kökenli, dindar, yer yer faşizan, Filistinlilerin sürülmesinden ve yerleşimlerin hızla artırılmasını savunan bir grup). Demografik değişimlerin ve İsrail’in artan uluslararası yalnızlığının etkisiyle ikinci grup güç kazandı, ilk gruba mensup birçok kişi ise ülkeden ayrılmayı tercih etti.

1950’ler ve 60’ların başında Toronto’da büyürken, ana akım Yahudi örgütlerinde Herut’un gençlik kolu Betar’a “faşist” ve hatta “Nazi” dememiz oldukça normaldi. Betar bugün de, ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı öğrencileri Göçmenlik ve Gümrük İdaresi’ne (ICE) ihbar eden kampanyaların başını çekiyor.

1948 yılında Albert Einstein, Hannah Arendt ve aralarında önde gelen 26 Yahudi entelektüelin bulunduğu bir grup, New York Times’a yazdıkları ünlü mektupta Amerikalıları Herut ve lideri Menachem Begin konusunda uyarmıştı. Mektupta Herut’un “faşist devlet doktrinini açıkça savunduğu” belirtiliyor ve şu ifadeye yer veriliyordu: “Terörist partinin gerçek karakteri eylemlerinde ortaya çıkmaktadır; geçmişteki icraatları, gelecekte ne yapabileceği konusunda yeterince fikir vermektedir.”

Bu mektubun üzerinden 29 yıl geçmeden, Begin İsrail başbakanı oldu. Onu yine aynı siyasi çizgiden gelen Yitzhak Shamir izledi.

Bugünkü İsrail Parlamentosu Knesset’te sol neredeyse yok denecek kadar az, buna karşın sağ partiler çoğunluğu oluşturuyor. Aşırı sağ ise iki partiyle temsil ediliyor: Itamar Ben-Gvir’in liderliğini yaptığı Yahudi Gücü ve Bezalel Smotrich’in başında olduğu Dini Siyonist Parti. Bu iki parti, 2022 seçimlerinde kullanılan 4,6 milyon oyun yarım milyonunu alarak Knesset’in en büyük üçüncü grubu haline geldi ve Netanyahu’nun iktidar koalisyonunda kilit rol üstlendi.

Bana inanmıyorsanız Smotrich’in kendi sözlerine kulak verin: “Aşırı sağcı, homofobik, ırkçı, faşist biri olabilirim ama sözüm sözdür.” Menachem Begin bile zamanında kendisini böyle tarif etmeyi aklından geçirmezdi. Asıl çarpıcı olan, Smotrich’in bu sözleri sarf etmesi değil, bunları açıkça söyleyip yine de İsrail’de siyasi kariyerini sürdürebilmesidir.

Ben-Gvir, Yahudi ve Araplar arasında katı ayrım ve diğer Filistinlilerin sürgün edilmesini savunan, Nürnberg benzeri ırk yasalarını destekleyen aşırı milliyetçi haham Meir Kahane’nin takipçisidir. Görüşleri nedeniyle Knesset’ten atılan ve 1990’da ABD’de suikasta uğrayan Kahane’nin hatırasını, Ben-Gvir açıkça sahiplenmektedir. 2021’de Knesset’e seçilene kadar Ben-Gvir’in oturma odasında, 1994’te El-Halil’deki İbrahimi Camii’nde namaz kılan 29 Filistinliyi katleden Baruch Goldstein’ın fotoğrafı asılıydı. Ben-Gvir’in aşırı sağcı görüşleri o kadar radikal bulunuyordu ki, askerlik çağına geldiğinde İsrail Savunma Kuvvetleri onu orduya almayı reddetmişti.

Yine bana değil de, Ben-Gvir’in kendi sözlerine kulak verin:

“Haham Kahane için bir Anma Günü’ne ihtiyacımız var. Birkaç hafta önce [sol görüşlü bir siyasetçi] için saygı duruşunda bulunduk, neden Kahane için de bulunmayalım? Rabin’in Anma Günü var da neden Kahane’nin olmasın?”

2014’te üç Yahudinin 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr’ı demir çubukla dövüp, boğazına benzin dökerek diri diri yakması hakkında ise şunları söylüyor:

“Ebu Hudayr’ı öldüren [Yahudi] failin idam edilmesine kesinlikle karşıyım ama Yahudi öldüren [Arap] faillerin öldürülmesinden yanayım. Bir milleti yok etmek isteyen terör ile fikirlerine katılmadığım, büyük bir hata yaptığını düşündüğüm insanların eylemleri arasında kıyas kabul etmeyen bir fark var. Suç işlediler, cezalarını çekmeliler. Ama bu [Yahudilerin Ebu Hudayr’ı öldürmesi] terör değildir.”

Smotrich ve Ben-Gvir, Knesett’in ve siyasi yelpazenin marjında kalmış figürler değiller; biri maliye bakanı, diğeri ise ulusal güvenlik bakanı olarak hükümette kilit pozisyondalar. Belki Netanyahu’nun kırılgan koalisyonu devrilecektir, ancak bu aşırı sağcı partilerin ve temsil ettikleri çizginin İsrail siyasetindeki belirleyici rolü sürecek gibi görünüyor.

Peki İsrail, faşist bir devlet mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermeden bile, 60 binden fazla Filistinlinin öldürülmesinin dünya kamuoyu ve Yahudi diasporası nezdinde şiddetli bir tepki doğurması gerekirdi. Ama bir şekilde hem dünyanın büyük kısmı hem biz Yahudiler hâlâ çifte standartlara inanmayı sürdürüyoruz. Başkaları böyle şeyler yapabilir. Ama biz Yahudiler yapamayız.

Oysa yapabiliriz. Ve yapıyoruz da.

Güney Asya’daki deneyimlerinden yola çıkan Hintli denemeci ve romancı Pankaj Mishra, acı çeken halkların zulüm uygulamayacağına dair inancı reddediyor:

“Büyük zulümlerin kurbanlarının ahlaken yüce davranacağı ya da bu acılardan güçlenerek çıkacağına inanacak kadar naif değilim. Hindistan’da Dalitler, ki muhtemelen tarih boyunca zulme uğramış en büyük topluluklardan biri, 2002’de Narendra Modi’nin denetimindeki Gujarat katliamı sırasında üst kastlardaki işkencecileriyle birlikte Müslümanları öldürüp tecavüz ettiler. Orta Doğulu Yahudiler ise, Avrupa kökenli İsrail elitlerinin ırkçı ayrımcılığına maruz kalmışken, şimdi Filistinlilere aynı aşağılamaları yaşatır hale geldi.”

Peki İsrail’deki faşizm yükselişinin ve diaspora Yahudilerinin buna dönük açık desteğinin muhtemel nedenleri neler olabilir?

Bunlardan biri, Ettore Ovazza örneğindeki gibi, yönetici sınıflarına mensup hale gelen Yahudilerin, sınıfsal çıkarlarını koruyacaklarına inandıkları için faşizme yönelmeleri olabilir. Bernardo Bertolucci’nin 1900 filmindeki o ikonik sahneyi hatırlayın: Zengin toprak sahipleri ve kapitalistler yükselen faşist hareketle buluşup soldan gelen tehdidi bertaraf edebilmek için onları görevlendiriyorlardı.

Bir diğer neden hem faşizmin hem de Siyonizmin kökenlerinde, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başının yaygın Avrupa aşırı milliyetçiliğinin yatması ve bazı Yahudilerin dışlanmaya karşılık dışlayıcılığı tercih etmeleri olabilir. Nasıl ki İtalyan milliyetçiliği kendini tiranlık biçiminde faşizme, Alman milliyetçiliği ise soykırımcı Nazizme dönüştürdüyse, Siyonizm de zamanla aşırılığa kaydı.

Bir başka açıklama, faşizmin sunduğu güvenlik, öngörülebilirlik ve düzen duygusunda yatıyor olabilir -bütün bunlar kişisel özgürlükler ve başkalarına zarar verme pahasına olsa da.

Son olarak, faşizmin cezbedici “kıyametçiliği”ni göz ardı etmemek gerekir: “Bu, yok olmadan önceki son savaşımız” fikrinin, “zaten dünya bize düşman, öyleyse hiçbir şeyden çekinmeyelim” ruh haliyle birleşmesi yani.

İsrailli gazeteci Gideon Levy, Gazze savaşı sonrasında İsrail’in siyasal yönelimi konusunda en ufak bir şüphe taşımıyor:

“Bu savaş, bir faşist devlet kurma savaşıdır. Kahane Devleti İsrail’de olası hale gelmiştir. Bu süreci mümkün kılan ise Netanyahu’nun kriminal omurgasızlığıdır. Sadece neo-Nazi aşırı sağcı partiler değil, en çok da başbakanın kendi partisi Likud, Kahanizm’i iktidara taşıdı.”

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

İran-İsrail savaşı ve Orta Asya

Yayınlanma

Editörün notu: Orta Doğu’da tırmanan İran-İsrail savaşı, Rusya için jeopolitik açıdan hayati önem taşıyan Orta Asya’nın istikrarına yönelik yeni bir tehdit oluşturuyor. Rusya’nın önde gelen düşünce kuruluşu Valday Kulübü’nün program direktörü Timofey Bordaçev’in değerlendirmesine göre bu tehlike iki şekilde ortaya çıkabilir: Birincisi, İran’ın olası bir iç kaosa sürüklenmesiyle bölgenin Rusya ve Çin’e karşı Batı nüfuzuna açık hâle gelmesi. İkincisi ise İsrail’in politikalarının, adalete duyarlı Orta Asya halkları arasında radikalleşmeyi ve aşırılıkçılığı körüklemesi potansiyeli. Orta Asya ülkeleri bu riskleri bölgesel işbirliğiyle yönetmeye çalışsa da Bordaçev, Rusya’nın destekleyici bir komşu olarak kalması gerektiğini ancak bu ülkelerin güvenliğinin nihai sorumluluğunu üstlenmemesi gerektiğini vurguluyor.


Orta Doğu’daki savaş Orta Asya’yı tehdit ediyor

Timofey Bordaçev
Vzglyad

Uluslararası ilişkilere nispeten profesyonel bir gözle bakan herkes, Rusya’nın jeopolitik konumunun en önemli özelliğinin doğal sınırlardan yoksun olması olduğunu bilir. Hatta Kafkasya gibi bu tür engellerin görünüşte var olduğu yerlerde bile, bu sınırlar olmadan yaşama alışkanlığı algımızda belirleyici bir rol oynuyor.

Orta Asya, Rusya ile tamamen bütünleşik bir jeopolitik alan oluşturuyor. Bölgenin barışçıl gelişimine yönelik dış tehditler, otomatik olarak Rusya’nın kendisine yönelik tehditler olarak görülüyor. Bu tür tehditleri önleme çabasında ne kadar ileri gidilebileceğini anlamak, önümüzdeki yıllarda Rus dış politikasının önemli görevlerinden biri.

Şu anda Orta Asya, en yıkıcı güçlerin eylemlerine açık hâle geleceği bir durumla karşı karşıya kalabilir. Bu durum, SSCB’nin dağılmasından sonra yeniden bağımsızlığını kazanmasından bu yana ilk kez yaşanıyor. Orta Asyalı dostlarımız Avrupa’dan oldukça uzaktalar; Avrupa, Suriye, Irak ve Ermenistan için komşuluğu sorun teşkil eden Türkiye de onlara epey uzak. Komşularını cezasız bir şekilde bombalamayı seven İsrail de yakınlarında değil. Tüm Avrasya’da coğrafi açıdan daha şanslı sayılabilecek tek ülke Moğolistan: Araları iyi olan iki ülkeyle, Rusya ve Çin ile komşu.

Son 34 yıldır tek endişe kaynağı Afganistan’dı. Aslında Afganistan’ın kendisinden ziyade, bizzat Orta Asya ülkelerinden gelen dinci aşırılık yanlıları için bir üs olması nedeniyle endişe kaynağıydı. Afganların kendileri ise 19. yüzyılın sonlarından bu yana komşu topraklara pek tecavüz etmedi. Başlıca komşuları olan Rusya ve Çin, aralarındaki bu alanda barış ve huzurun hâkim olmasında hayati bir çıkara sahiptir. Bu durum öncelikle kendi çıkarlarından kaynaklanıyor; zira her iki büyük gücün de nüfusunun önemli bir kısmı Müslüman. Fakat uluslararası ilişkilerde iyi davranışın en güvenilir garantisi de tam olarak bu tür çıkar odaklı mülahazalar.

Ancak bu günlerde Orta Doğu’da yaşananlar neticesinde bu rahat konum biraz daha kötüye gidebilir. İsrail hükümetinin önümüzdeki yıllara yönelik stratejisinin, komşularıyla sürekli savaş hâli yaratarak elitlerin iktidarda kalmasını sağlamaktan ibaret olduğu izlenimi doğuyor. Ekim 2023 olayları bir başlangıç noktası oldu ve şimdi İsrail ile İran arasında doğrudan bir çatışma yaşanıyor.

İsrail elitleri arasındaki pek çok “öfkeli baş”, bir sonraki hedefin bölgede liderlik rolü üstlenmeye çalışan bir diğer iddialı güç olan Türkiye olacağını söylüyor. İsrail’in diğer Arap komşularının da bu durumdan kaçamayacağına şüphe yok; mademki sürekli savaş yolunu seçti, bu yoldan dönmesi için hiçbir neden bulunmuyor. Başka bir deyişle, İsrail’in dış politikası tüm Orta Doğu’yu ve komşularını yavaş yavaş bir askeri çatışma girdabına çekiyor. Üstelik İsrail, ABD’nin kendi çıkarlarına aykırı olmasına rağmen Washington’un desteğini sürekli arkasında hissediyor.

Orta Doğu’nun sürekli bir çatışma alanına dönüşmesi, Avrasya’nın en sakin bölgelerindeki komşuları için bile iyi bir anlam taşımıyor. Bu nedenle Rusya’nın dikkatini ve burada uzun vadeli, hesaplı bir politika oluşturmasını gerektiriyor.

Birincisi, İran’ın şu anda karşılaştığı sorunlar Orta Asya’nın istikrarını ciddi şekilde tehdit edebilir. İsrail ve şimdi de ABD ile doğrudan askeri bir çatışmanın sonuçlarının ne olacağını henüz tahmin edemiyoruz. Şimdilik İran yönetimi durum üzerinde yüksek bir kontrol sergiliyor ve halkı vatanseverliğiyle öne çıkıyor. Ancak en dramatik senaryolar da göz ardı edilemez.

Eğer İran gerçekten de hasımlarının arzuladığı gibi bir iç kaosa sürüklenirse, Orta Asya ciddi tehlikelerle yüzleşecektir. Bunun basit sebebi, İsrail, ABD veya Avrupa için oradaki güvenlik durumunun kendi askeri ya da ekonomik güvenlikleriyle değil, Rusya ve Çin ile olan diplomatik ilişkileriyle ilgili bir mesele olmasıdır.

Orta Asya’yı düşündüğümüzde, coğrafi büyüklüğüne rağmen modern dünyanın çok küçük bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Beş ülkenin toplam nüfusu 90 milyona ulaşmıyor ki bu da İran veya Pakistan gibi ülkelerden daha az. Her birinin nüfusu çok daha fazla olan Vietnam, Bangladeş veya Endonezya gibi modern dünya ekonomisinin “fabrikalarından” bahsetmiyoruz bile.

Diğer bir deyişle, Orta Asya, Rusya ve Çin için önemli olsa da ABD veya Avrupa’nın gözünde, kaynak sağlamaya çalıştıkları dünyanın çok önemsiz bir parçası. Moskova veya Pekin’e zarar verme fırsatı söz konusu olduğunda Washington, Brüksel veya Londra’daki hiç kimse bu bölgeyi korumayacaktır. Ve eğer İran’da siyasi sistem kökten değişir veya ülke bir iç kargaşaya sürüklenirse, toprakları Orta Asya’ya yönelik yabancı nüfuzunun kaynağı hâline gelecektir.

İkincisi, bu bölgedeki iç sorunların nedeni bizzat İsrail’in saldırgan politikası olabilir. Daha somut bir ifadeyle, halkın, hükümetlerinin bu duruma karşı koyamamasından duyduğu hoşnutsuzluktur. Orta Asya cumhuriyetlerinin pek çok sakininin Sovyet geçmişine sahip olduğunu ve Rus kültürüyle bağları bulunduğunu unutmamak gerekir. Bu da onların adaletsizliği, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerinin vatandaşlarına göre çok daha keskin bir şekilde algıladıkları anlamına gelir. Bu nedenle, İsrail’in tüm komşularına karşı yürüttüğü savaş politikasının, bize en yakın Doğu parçasındaki Müslümanların kamuoyu üzerindeki potansiyel etkisini küçümsememek gerekir. Bu durum, en azından daha fazla Orta Asya ülkesi vatandaşının aşırılık yanlısı dinci hareketlerin saflarına katılmasına yol açabilir.

Orta Asya ülkeleri, dünya meselelerindeki konumlarını güçlendirmek ve büyük jeopolitikanın “pazarlık kozu” hâline gelmekten korunmak için çok şey yapıyor. Son yıllardaki önemli çalışmalarından biri, iç ve dış politikanın ana hatlarını koordine etmek ve çevre dünyayla diyalog kurmak için liderlerin sürekli bir araya geldiği Orta Asya Beşlisinin oluşturulmasıdır. Rusya bunu her şekilde desteklemektedir.

Ana komşularıyla işbirliğini güçlendiriyorlar ancak Rusya ve Çin’in hasımlarıyla çatışmaktan kaçınıyorlar. Türkiye’nin konumunun zayıflığını ve kaynak yetersizliğini anladıkları için, “Büyük Turan” gibi jeopolitik hayaller kurma girişimlerine karşı temkinli davranıyorlar. Genel olarak, Orta Asya ülkelerinin dış politikası hem esnekliğin hem de Rusya’ya karşı olan yükümlülüklerine bağlılığın bir örneği: Bu konuda ciddi şekilde gücenecek bir durumumuz yok.

Fakat en makul dış politikanın bile Orta Asya’daki dostlarımız için modern dünyada huzurun garantisi olacağından tam olarak emin olamayız. Gördüğümüz gibi bu dünyada artık uluslararası hukuk ve teamüller neredeyse işlemiyor, kaba kuvvete dayalı politika zafer kazanıyor. Bu, Rusya’nın onların kaderi için tam sorumluluk alması gerektiği anlamına gelmez. Bu tür yaklaşımlar daha önce de Rusya’nın kısıtlı kaynaklarının kendi güvenliğimiz ve gelişimimiz için hiçbir fayda sağlamadan harcanmasına yol açtı.

Rusya’nın müttefiklik yükümlülükleri nedeniyle çatışmalara müdahale etme konusunda çok kötü bir deneyimi var: Bu tür örneklerin en trajiği 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı’dır. Ve şimdi Orta Asya’daki komşularımızla, devletlerinin bekasının kendi egemenlik meseleleri olduğunu açıkça konuşmakta fayda var. Ve Rusya bu noktada, komşularının kendi güvenliklerini sağlayabileceklerine inanan bir dost, güvenilir bir komşu ve dikkatli bir gözlemci.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Jerusalem Post: Rusya-Ukrayna savaşının gölgesinde Çin’in Orta Doğu stratejisi

Yayınlanma

İsrail gazetesi Jerusalem Post’ta Çin’in Orta Doğu stratejisini tartışan bir makale yayınlandı: “Rusya-Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’da varlığını genişletmesi için alan açtı.”

***

Mordechai Chaziza
Jerusalem Post, 26 Haziran 2025

Ukrayna’daki savaş, küresel düzeni sarsarak Soğuk Savaş dönemindeki bölünmeleri yeniden canlandırdı ve ülkeleri stratejik ittifaklarını yeniden değerlendirmeye itti.

Avrupa, çatışmanın merkez üssü olsa da, jeopolitik şok dalgaları Orta Doğu’ya da yansıdı ve tarihsel olarak ABD ve Rusya’nın etkisi altında olan bölgede Çin’in önemli bir aktör olarak ortaya çıkışını hızlandırdı.

Çin’in bu değişen küresel düzene verdiği yanıt, yeniden ayarlanan bir stratejiyi ortaya koyuyor: Artık geleneksel müdahale etmeme yaklaşımıyla sınırlı kalmayan Pekin, ekonomik bağlarını derinleştiriyor, stratejik altyapı projelerini ilerletiyor ve kendisini diplomatik bir alternatif olarak konumlandırıyor.

Ukrayna savaşı, Batı’nın dikkatini ve kaynaklarını bağlayarak, Çin’in Orta Doğu’daki varlığını genişletmesi için alan açtı. Çin, artık bu bölgede sadece enerji güvenliği değil, aynı zamanda uzun vadeli nüfuz da arıyor.

Bugün Orta Doğu, stratejik riskten kaçınma ile karakterize ediliyor. Bölgedeki ülkeler tek bir güce sadakat göstermeyi kaçınıyor ve ABD, Çin ve Rusya ile dengeli ilişkiler kurmayı tercih ediyor. Ukrayna krizi, bu dengeleme çabalarına aciliyet katarak enerji, gıda güvenliği ve siyasi istikrarsızlık konusundaki endişeleri yoğunlaştırdı.

Çin’in cazibesi, altyapı, kredi ve siyasi koşullar içermeyen ticaret gibi angajman modelinde yatmaktadır. Yalnızca 2024 yılında, Orta Doğu ülkeleri Çin’den 39 milyar dolarlık yatırım ve inşaat anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaların en büyük alıcıları Suudi Arabistan, Irak ve BAE oldu. Bu müdahaleci olmayan yaklaşım, bölgesel öncelikler, egemenlik, ekonomik kalkınma ve çeşitlendirme ile uyumludur.

Önce enerji, ama sadece enerji değil

Çin’in Orta Doğu ile ilişkilerinin kökleri enerji güvenliğine dayanmaktadır. 2023 yılında Çin’in petrol ithalatının %36’sından fazlası Körfez ülkelerinden geldi. Pekin, Rusya’dan petrol ithalatını artırsa da, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle uzun vadeli LNG anlaşmaları imzalayarak aşırı bağımlılıktan kaçındı.

Ancak enerji sadece başlangıç noktasıdır. Enerji, daha geniş bir ekonomik entegrasyonun önünü açmaktadır. Bugün, Çin’in yatırımları yenilenebilir enerji, dijital altyapı ve yapay zekaya da uzanıyor. Bu stratejik çeşitlilik, Çin’i sadece bir enerji tüketicisinden bölgenin merkezi bir kalkınma ortağına dönüştürüyor.

Kuşak ve Yol Girişimi

Kuşak ve Yol Girişimi (BRI), Çin’i Orta Doğu’nun en önemli altyapı ortağı haline getirdi. 2023 yılına kadar, bölge, liman ve demiryollarından akıllı şehirlere ve 5G ağlarına kadar uzanan projelerle küresel Kuşak ve Yol Girişimi inşaat harcamalarının üçte birinden fazlasını oluşturdu. Çin ile bölge arasındaki ticaret hacmi 2019’da 294 milyar dolardan 2022’de 480 milyar dolara yükseldi.

Bu ekonomik yerleşme, tedarik zincirlerini güvence altına almak ve Çin standartlarını ve teknolojilerini bölgenin geleceğine yerleştirmek gibi iki amaca hizmet ediyor. Suudi Arabistan tek başına 2024’te BRI anlaşmalarında 19 milyar dolarlık pay aldı. Bu anlaşmalar arasında Riyad metrosu gibi yüksek profilli projeler de yer alıyor.

Çok kutupluluk ve küresel yönetişim

Ticaretin ötesinde, Çin kendisini çok kutuplu bir dünya düzeninin lideri olarak konumlandırıyor. Orta Doğu, bu vizyonun merkezinde yer alıyor. 2024 yılında Mısır, İran ve BAE BRICS+’ya katılırken, Suudi Arabistan da katılmaya davet edildi. Bu hamleler, Batı merkezli ittifaklardan kopuşu ve alternatif kurumlara yönelmeyi işaret ediyor.

Çin ayrıca Orta Doğu’nun Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılımını teşvik etti ve Küresel Kalkınma ve Küresel Medeniyet Girişimleri gibi yeni çok taraflı çerçeveler oluşturdu. Kuzey-Güney ayrışmasının derinleştiği bir ortamda, Pekin’in “Güney-Güney dayanışması”na verdiği önem Orta Doğu’da yankı buluyor.

Arabulucu mu, fırsatçı mı?

Çin’in Orta Doğu’daki giderek daha fazla dikkat çeken diplomatik faaliyetleri, özellikle uzun süredir bölgede rakip olan ülkeler arasında arabuluculuk rolüyle küresel ilgiyi üzerine çekti. Mart 2023’te Pekin, İran ile Suudi Arabistan arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasını sağlayan tarihi bir anlaşmaya aracılık etti. Bu anlaşma, gerilimin yatışmasına ve bölgesel diyaloğun ilerlemesine katkıda bulundu.

Bunu, Çin’in Hamas ve El Fetih dahil 14 Filistinli grup arasında uzlaşma görüşmelerini kolaylaştırması izledi ve Temmuz 2024’te Filistin’in birliği ve geçici ulusal hükümet planlarına ilişkin Pekin Deklarasyonu ile sonuçlandı.

Bu çabalar, Çin’in geleneksel olarak çekingen diplomatik tutumundan önemli bir sapma anlamına geliyor. Orta Doğu’da genellikle askeri müdahale ve güvenlik taahhütlerine güvenen ABD’nin aksine, Çin riskten kaçınan bir yaklaşımı benimsemiş ve doğrudan müdahale yerine arabuluculuk ve diyalogu tercih etmiştir.

Çin’in arabulucu rolü, yapıcı bir küresel aktör ve Batı yöntemlerine alternatif olarak imajını güçlendirerek önemli sembolik kazanımlar sağlarken, daha derin güvenlik angajmanının getireceği maliyet ve riskleri üstlenmek istememesi nedeniyle etkisi sınırlı kalmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in arabuluculuğunun sembolik önemi büyüktür. Kendisini barış arabulucusu olarak konumlandıran Pekin, yeni diplomatik modeller sunan bir küresel güç olarak kendini gösterir. Bu söylem, Batı liderliğindeki çatışma çözümüne alternatif arayan Küresel Güney’deki birçok ülkede yankı bulur.

Kısıtlamalar ve çelişkiler

Artan nüfuzuna rağmen, Çin’in Orta Doğu’daki etkisi sınırlamalara sahiptir. Pekin, ABD’nin bölgedeki stratejisini belirleyen siyasi veya askeri müdahaleye kendini adamamıştır. Ayrıca, çıkarlarını savunmak için önemli maliyetleri üstlenmeye istekli olduğunu da kanıtlamamıştır.

Gazze’de devam eden savaş sırasında Çin’in İsrail’e yönelik eleştirileri, Washington ile rekabetine paraleldi, ancak olayların seyrini etkilemedi. Bu arada, ABD diplomasisi İsrail ile Hizbullah arasında gerginliğin tırmanmasını önledi ve bölgesel güvenlik konusunda Washington’un şimdilik vazgeçilmez bir güç olduğunu gösterdi.

Dahası, Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından ABD’nin etkisinin yeniden artması, kriz zamanlarında Çin’in yumuşak gücünün kırılganlığını ortaya koydu. Örneğin, Pekin’in İran’a Husi saldırılarını durdurması için baskı yapma konusundaki çekingenliği, retorik ile etki gücü arasındaki uçurumu ortaya çıkardı.

Rusya’nın vekili değil

Rusya-Ukrayna savaşı, Çin’in Orta Doğu stratejisinin bazı yönlerini şekillendirmiş olsa da, bu stratejinin arkasındaki ana güç değildir. Çin’in bölgeyle ilişkileri, çatışmadan önceye dayanır ve enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, ekonomik fırsatları genişletmek ve küresel etkisini artırmak gibi uzun vadeli stratejik önceliklere dayanır.

Çin’in yaklaşımı uzun süredir Orta Doğu’nun kilit devletleriyle ikili ilişkiler kurmaya, Kuşak ve Yol Girişimi gibi kurumsal çerçeveler geliştirmeye ve bölgeyi BRICS ve ŞİÖ gibi çok taraflı gruplara entegre etmeye odaklanmıştır.

Ancak Ukrayna’daki savaş, mevcut eğilimleri hızlandırmıştır. Orta Doğu ülkeleri, jeopolitik istikrarsızlık ve Batı politikalarının öngörülemezliğinden korunmak için Çin’in girişimlerine daha açık hale gelmiştir.

Pekin ise enerji arzını güvence altına almak ve ticarette renminbi kullanımını teşvik etmek için çabalarını yoğunlaştırırken, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik ayrışmayı da kendi lehine kullanarak kendisini Küresel Güney’in savunucusu olarak konumlandırmaya çalışmaktadır.

Bununla birlikte, Çin’in Orta Doğu stratejisinin temelleri değişmemiştir. Bölgenin karmaşıklığı, istikrarsızlığı ve stratejik önemi, Çin dahil hiçbir gücün bölgeyi tek başına domine edemeyeceği anlamına gelmektedir.

Çin’in etkisi, hegemonya kurmak veya ABD’nin güvenlik liderliğine doğrudan meydan okumaktan ziyade, pragmatik ekonomik angajman ve ihtiyatlı diplomasi ile tanımlanmaya devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı, değişimin hızını artırarak gölge düşürdü, ancak Çin’in Orta Doğu’daki uzun vadeli emellerinin mimarı değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English